(Aşağıdaki yazı, Ayhan Yalçınkaya ve Halil Karaçalı’nın derlediği
“Aleviler ve Sosyalisler, Sosyalistler ve Aleviler – Bir karşılaşmanın Kenar
Notları” adlı kitap için neredeyse tam bir yıl önce yazılmıştı. Yazıyıyı
bloğumuzda ve diğer dijital mecralarda yayınlamak için kitabın yayınlanmasını
beklemiştik. Kitap, sanırım korona salgını nedeniyle epey bir süre gecikerek, nihayet
kısa bir süre önce çıktı.
Bu nedenle şimdi artık kitapta yer alan yayınlanmış yazıyı
dijital ortamlarda yayınlıyoruz.
Derlemeye gönderdiğim aşağıda yer alan yazıyı yazdığımda,
kitapta yer alacak yazıların ne konularını ne yazarlarını ne de konularına
nasıl yaklaşacaklarını bilmiyordum. Bu bakımdan yazım bir kör atış
sayılabilirdi.
Ancak şimdi kitaba bakınca, içeriğini önceden bilmememe
rağmen, kitapta yer alan yazıların, yazımda farklı bağlamlarda yer alan temel
önermeler ve tezlerin doğruluğunun olgusal kanıtlarını sunduğunu gördüm.
Bu bakımdan yazım kitaptaki yazıların dayandıkları gizli
varsayımların toplu bir eleştirisi gibi görülebilir
(Bugün genç bir
arkadaş, 6-7 Eylül vesilesiyle yazmış olduğum bir yazıyı yeniden yayınlamamı
önerdi. O kadar çok yazı yazdım ki son yıllarda hangibi olduğunu
hatırlayamadım. Arkadaş hatırlattı. 7 Eylül 2014’te “Tarihin Laneti (6-7
Eylül Olayları vesilesiyle 14 yıl önce
yazılmış bir yazı)” başlığıyla yayınladığım yazıyı kast etmiş. Yazıyı
yıllar sonra okuyunca biraz kehanet gibi bir yazı olduğunu gördüm. Ama aynı
zamanda kendi evrimim açısından bazı vurgu eksikliklerini de fark ettim. Bunlara
kısaca değineyim.
Aslında yazıyı 20 Kasım
2000’de yazmışım, yani tam 20 yıl önce ve o zamanlar AKP bile ortada yoktu.
Özel savaş rejimi hüküm sürüyordu. Yazı 2000’de yeni Gündem ve Özgür Politika
gazetelerinde yayınlanmıştı eğer yanlış hatırlamıyorsam.
Önce şunu bilelim, bugünkü rejim, bir darbe girişimini kıştırtarak
veya onu önceden haber alıp kullanarak yapılmış böylece darbe olduğunu gizleyen
bir darbe rejimidir.
Tüm darbe rejimleri gibi en sıradan hukuk bile ayaklar
altındadır. Herhangi bir başka darbe rejiminden farksızdır.
İçerikçe ve programca da faşist Türkçü ve İslamcıdır. Sela
sesleri ile ve Türk bayrakları ile boğaz köprüsünde suçsuz ve teslim olmuş masum
askerlerin kafasını keserek yerleşmiştir.
Aslında darbeyi kullanarak darbe yapan Erdoğan-Ergenekon
ittifakı daha önce de, 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayarak, CHP’ye hükümet
kurma görevi vermeyerek vs. bir darbe yapmıştı.
Buna rağmen iyice tecrit olmaya başlamıştı ki, bu birinci
darbeye karşı bir darbe girişimini kullanarak veya kışkırtarak aynı darbe
rejimi ikinci bir darbe yaptı.
Bu nedenle biz 15 Temmuz’u “darbe içinde darbe içinde darbe” diye tanımladık. Bu durumu en üzel
tanımlayan imge iç içe geçen Rus bebekleridir.
Oydaşma Yöntemi - 4. Bölüm - Bulanık (Fuzzy) Mantık, Yapay Zeka ve Oydaşma
Demokrasiyi demokratikleştirmek için Oydaşma yöntemini önerdiğimiz bu serinin sonuncusunda, Oydaşma'nın mantıksal temelleri ve bu bağlamda Doğada, toplumda ve bilgisayarlarda zeka ve zekanın da oydaşmanın yöntemiyle çalıştığı gösteriliyor.
Çoğunluk ile karar alma neden demokrasiyle bağdaşmaz? (Oydaşma, 3. Bölüm)
Oydaşma yöntemi ile karar almayı açıkladığımız bu video dizisinin üçüncü bölümünde demokrasi ile adeta özdeşleşmiş bulunan çoğunluk yöntemiyle karar almanın neden demokrasiyle bağdaşmadığı ve demokrasinin krizi gibi görünenin bu karar alma yönteminden kaynaklandığı ele alınıyor.
Demokraside karar almanın alışılmış yöntemi oylamadır. Ancak oylama özünde demokrasiyle bağdaşmaz. Ne var ki bu konu hemen hiç tartışılmaz. Bu senide Oydaşma dediğimiz yöntemi açıklayıp, oylama yönteminin yanlışlarını ele alacağız. bu ilk videoda kısaca oydaymanın nasıml uygulandığı anlatılacaktır ki izleyici önce yöntem hakkında pratik uygulaması hakkında bir fikir sahibi olabilsin. Konunun diğer temel yönlerini sonra bölüm bölüm ele alacağız.
Canlı Sohbet - Sorulara Cevaplar - İzleyenlerin sordukları sorular veya konuşmak istedikleri konular üzerine sohbet edilecek. Herkese açık
Pazar Sohbeti - Sorulara Cevaplar - 28 Haziran TSİ 20.00
Bu hafta Canlı Sohbet'te sorulan sorulara cevaplar verilecek veya önerilen konularda konuşulacak. Yayın Türkiye Saati ile 20.00'de başlıyor. Sorular şimdiden de mail ile yollanabilir.
(Aşağıdaki yazı yirmi yıldan fazla bir zaman önce yazılmıştı. O zamanlar Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştı. Yarın Siyahlar Hareketi üzerine bir canlı yayın yapacağız. O bağlamda bu eski yazıyla konuya genel bir bakış sunalım dedik)
Irkçılık ta Milliyetçilik te; "Irklar" da
Milletler de modern kapitalizmin bir ürünüdürler ve nasıl, milletler
milliyetçiler tarafından yaratılarsa ve milletler olduğu için milliyetçiler
değil, milliyetçiler olduğu için milletler var ise, aynı şekilde ırklar olduğu
için ırkçılar değil; ırkçılar olduğu için "ırklar" vardır. Bu
anlamda, her ikisi de bir "hayali
cemaat" özelliği taşırlar.
Irkçılık da Milliyetçilik de sermayenin, kendi iç mantığının
zorunlu bir sonucu değildirler. Ne ırkçı ne de milliyetçi olmayan ve ulusal
devletlere dayanmayan bir kapitalizm, teorik olarak mümkündür. Her ikisi de,
sermayenin somut tarihsel hareketinin ürünüdürler. Milliyetçilik ve milletler,
kapitalizm öncesinin iş bölümü farklılıklarını derinleştiren genel kastlaşma
eğilimine ve bunun sonuçlarına karşı, modern geniş yeniden üretimi sürdürmek
için ortaya çıkan bir çözüm ise; ırkçılık, kapitalist olmayan bir çevrede
yayılışın ve sömürgeciliğin ideolojik ve siyasi ifadesi olarak ortaya
çıkmıştır.
Taş Balta, Sopa, Ateş, Kültür, Dil birer araç değil organdır.
Koronik'in 29. bölümünde uluslar ve ulusçulukla mücadele için dinin, giderek toplumun ne olduğunu tanımlamanın önemine, toplumu tanımlamak için de araç ve organ farkına, bu bağlamda da Taş Balta, Sopa, Ateş, Kültür ve Dil'in toplum biçimlerini değiştiren araçlar değil, insan türlerini değiştiren organlar oldukları, canlıların ürediği, toplumların ürettiği gibi konulara giriliyor.
Sorulara bağlı olarak özellikle Devlet, ABD devletinin esnekliği ve dinamezme, Sovyetlerin çöküşü, Şark devletleri, Sosyalizm, Komünizm, Proletarya diktatörlüğü, Askeri komünizm, Paris Komünü, Göbeklitepe'de Neolitikten önce tapınak, Türkiye'deki Devlet gibi konular ele alındı.
Koroniğin bu 28. bölümünde Ulusun ve Dinin ne olduğunun Marksist teorisinin mantıki ve metodolojik yanları ve bunların toplumsal pratikle ilişkisi ele alınıyor.
Koronik'in bu 27. bölümünde İşçilerin siyah-beyaz bölünmesi, Apartheid, Milliyetçiliğin Irkçılık Olmasının Ortaya çıkardığı sorunlar ve bunların teorik çözümü için çabalar kısaca ele alınıyor
Koronik'in 20 Mayıs tarihli bu 26. Bölümünde günümüzde Türkiye, Ortadoğu ve dünyanın an acil sorunları ile Teorik temel kavramlar arasındaki ilişki konusu, burada teorinin önemi somut olarak açıklanmaya ve bu bağlar gösterilmeye çalışılacak.
Bu canlı sohbette Alevilik, Aleviler, Alevi Hareketi konusunda sorulacak soruları ele aldık. Yazılı soruları gözeterek bir sunum ve giriş yapmaya çalıştık... https://youtu.be/ZG8eqvQHh5k
Koronik 25 - Biyolojik ve Toplumsal Kategoriler ve Kültür - Bu başlık altında sosyolojik kavramlarla biyolojik kavramlar arasındaki farkı, bunların birer ilişkiyi ifade ettiğini anlatmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda da somut olarak kültür olgusunu ele alıyoruz.
Koronik - 24 - Marksizm ve Hareket Biçimleri - Bu videoda farklı varoluş ve hareket biçimleri ve toplumun farklı bir varoluş ve hareket biçimi olduğunun Marksizmin temelindeki temel kabul olduğu gösterilmeye çalışılıyor.
Koronik'in bu 23. Bölümünde "Toplum Nedir? Nasıl Tanımlanabilir? Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır?" sorularına cevap arıyoruz. Soyut gibi görünen bu sorunların aslında Türkiye ve dünyadaki toplumsal mücadelelerdeki tıkanmayı aşmakla ilgisinden başlanarak, soruna Yaşam'ın ne olduğu ile analoji içinde bir cevap bulmaya ve sorulur sorulmaya çalışılıyor.
Koronik - 22 - "İlerici Enternasyonal", Enternasyonalizm ve Milliyetçilik başlıklı bu videoda iki kısım halinde, önce klasik Marksizmin Enternasyonalizim kavramı, sonra da modern ulus teorileri bağlamındaki Enternasyonalizm kavramı ve Enternasyonalizmin milliyetçilik olduğu ele alınarak "Yeni Enternasyonal"in aslında burjuva bir enternasyonalizm anlayışına dayandığı ve ayrıca fiilen milliyetçiliğin devamına hizmet ettiği gösteriliyor.
Koronik - 21. Bölüm - Fermi Paradoksu, Uzaylılar ve Marksizm
Koronik'in 11 Mayıs tarihli bu 21. Bölümünde Fermi Paradoksunun nedeni olarak Toplum kavramının olaması, insan ve zeka ile toplumun özdeşleştirilmesinin yanlışlığı; Toplum'un fiziksel ve biyolojik alemden farklı başka bir hareket ve varoluş biçimi olduğu, Toplum'un böyle tanımlanmadığı gibi konular ele alınıyor.
Bu canlı yayında önce kısaca Koronavirüs salgını ve preventasyon (ön alma) paradoksu konusunu ele aldık, sonra da Kürt hareketinin sınırlılıkları, olanakları ve sorunları konusuna girdik
Pazar Akşamı Sohbeti - Canlı Yayın - Saat: 20.00 - Türkiye saatiyle
İlk canlı yayını izleyenlerin ezici çoğunluğu Cumartesi veya tercihen Pazar günü ve akşam saatlerinde yapılmasını istedi. Başka yayınla çakışmaması için Pazar akşamları saat 20.00 en uygun zaman olarak göründü.
Şimdilik belli bir konu yok. Sorulara göre konu kendiliğinden yön bulacak.
Aşağıdaki linkten canlı yayına geçilebilir.
https://youtu.be/pa5bxd-Xhq8
Koronik'in 9 Mayıs tarihli 20. Bölümünde sosyalist hareketin program sorununa yaklaşımının evrimi ve bu evrim içinde "Geçişsel Talepler"in işlevleri ve özellikleri Lenin'in "Yaklaşan Felaket" örneği çerçevesinde ele alınarak, Korona Salgını vesilesiyle ortaya koyulan programın dayandığı mantık anlatılmaya çalışılıyor.
İşçi Hareketi, Sosyalistler ve "Yeni Sosyal Hareketler" başlığı altında 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısından farklı olarak ortaya çıkan hareketlerin özellikleri, neden var oldukları, birbirleriyle, işçi hareketiyle ve sosyalist hareketle ilişkileri ve bunların dersleri ele alınmaya çalışılıyor.
Bugün 23 Eylül imiş. Bir paylaşım üzerine fark ettim.
51 Yıl önce bu gün Taylan Özgür, Beyazıt'ta devletin görevlilerince sırtından vurularak öldürülmüştü.
Bizleri ( o zamanki Dev-Genç'lileri) Taylan'ın ölümü kadar derinden etkileyen başka bir ölüm yoktur. Ancak Taylanın'ölümü bizlere etkisinin ötesinde aynı zamanda politik ve stratejik başka bir kırılma noktasıdır.
Taylan'ın öldürülüşü, Türkiye'nin tarihinde Devlet'in devrimci ve sosyalist gençliğe karşı öldürme dahil her türlü araçla savaş başlatmasının da tarihidir.
O zamana kadar, çoğu küçük burjuva ve memur saflarından gelen ( Örneğin Taylan bir subay, Deniz bir memur çocuğu idi) "münevver gençler"in radikalleşmesi, o zamana kadar bir "gençlik heyecanı" olarak görülüyor ve onların "aşırılıklarına" belli bir toleransla davranılıyordu.
İşte 23 Eylül devletin bu tavrının terk edilmesi, radikalleşen, sosyolistleşen, Marksistleşen ve açıktan devlete karşı tavır almaya başlayan devrimci gençlere karşı öldürnme dahil her türlü yolla devletin gizli aygıtlarının savaş başlatmasının tarihidir. Yani 23 Eylül 1969, politik bir dönüm noktası, bir kırılma noktasıdır. Bugün helikopterden atılan köylülerin kanlı gözlerinde aynı rejim ve politikanın imzası vardır. Ve bu ırkçı bir Türklük ve devletçi bir İslam'la tanımlanmış bu merkezi ve bürokratik devlet cihazı parçalanmadan Türkiye'de en küçük bir demokratikleşme olamayacağının bizzat Devlet'in kendisince tasdikidir.
O gün sadece Taylan öldürülmedi. Aslında Deniz de öldürülecekti. Muhtemelen bir sürü rastlantının üst üste gelmesiyle Deniz ölümden kıl payı kurtuldu ama tutuklandı. Hatta bizler Mustafa Bilgi'nin ölümünden bizleri sorumlu gören Beyazıt'ta toplanmış ve silahlı sağcılar tarafından toplu linçe bile uğrayabilirdik.
Ama sadece bu kadar da değil. Devlet, o sırada kısmen politik İslam bayrağı altında Devlet'in kontrolünden çıkma ve faşistlerden (o zamanlar onlara "Komando" deniyordu, Türkeş'in "komando kampları"ndan hareketle) ayrılma eğilimi gösteren sağcı gençlere, genç islamcılara, karşı da bir saldırı başlatmış (Mustafa Bilgi'nin öldürülmesi) ve bu ölümü, solculara (yani bizlere) karşı bir provakasyona dönüştürme girişiminde de bulunmuştu.
Bu da yıllar sonra açığa çıkan bir sonuçtu. Yani iki taraftan da öldürmek ve sonra bu suçu karşı tarafa yüklemek. Bir kan davasını körüklemek.
23 Eylül 1969 üzerinde ciddi olarak araştırma yapılması gerken bir tarih. Tesadüfen o güne ait Deniz'in bir çok resmi de var. Belki Deniz'in o kısacık hayatında en çok resminin olduğu gün 23 Eylül 1969. Resimler adeta bir film şeridi gibi birbirini izliyor.
Ben o sıralar Deniz ve Taylan'la yakın ilişki içindeydim. Ayrıca biraz da rastlantısal olarak Deniz'in öldürülmeye çalışıldığı sıra yanında idim ve Taylan'la da, Cantekin için yaptığımız anmada, Havuzubahçe'de yanyanaydım ve muhtemelen son konuşanlardan biriydim.
Deniz'in resimlerinin bir kısmının bir arşivde bulunup yeniden yayınlanmasının yol açtığı düşüncelerle o gün üzerine daha ciddiyetle durmuş ve İnternette kısa bir araştırma yapmıştım.
Korona günlerinin başlarında, "Koronik" başlığı altında yaptığım videoların birinde bu konuyu ele almış ve sözlü olarak kısmen de belgelerin (Fotoğraflar ve Gazete küpürleri) görüntüleriyle ele almıştım.
Konuyu ele alırken bazı teknik açıklamalar yapmışım ve laf biraz uzamış. Bu teknik kısımla ilgili İlk 4,5 dakika atlanabilir. Bir de yavaş konuştuğum için bugünkü hızlı kuşakların canı sıkılacağından 1,5 kat hızla izlenebilir.
23. Eylül 2020
Demir Küçükaydın
Koronik'in 6 Mayıs 2020 tarihli bu 18. Bölümünde, Deniz, Yusuf, Hüseyin'in asıldıkları bu günde, 23 Eylül gününün devletin içindeki illegal yapılanmaların radikalleşen gençlere karşı saldırısının öldürmeler ile ileri bir boyuta geçmesini işaret ettiği tezi işleniyor.
3 Mayıs saat 13.00'de (Türkiye Saati il 14.00) Youtube'da ilk canlı yayın denemesi yapacağım. Sohbet edip sorular olursa cevap vereceğim. En uygun zaman ve biçimin nasıl olabileceği üzerine izleyenlere danışacağım.
17. Bölüm'de Ekonomizmin 20. yüzyılda değişen karakteri, işçi bürokrasisinin çıkar ve eğilimlerinin ifadesi olması, bir çocukluk hastalığından bir ura, bir kansere dönüşümü ve bunun kavramsal düzeyde yol açtığı ilerlemeler, Kıvılcımlı ve Troçki'nin bu alandaki katkıları ele alınıyor.
Koronikin bu 16. bölümünde 1 Mayıs'ın aslında ekonomist-sendikalist bir gün olduğu, 20 yüzyılla birlikte bittiği, var olacaksa, öznesi ve hedefleriyle değişmek zorunda olduğu üzerine görüşler dile getiriliyor.
Koronik 15. Bölümde Bir önceki videoda Türk Sosyalistlerinin Lenin'den ve Kıvılcımlı'dan alıntılarla somut olarak gösterdiğimiz ekonomizminin , son 20 yıl boyunca yazdığımız 1 Mayıs'a ilişkin yazılarda canlı kanıtlamalarını gösteriyoruz.
Bu videoda Türkiye'deki sosyalistlerin korona Pandemisi karşısında da genel Sendikalist-Ekonomist denebilecek çizgiyi sürdürdükleri ve sosyalist bir politika yapmaktan uzak oldukları HDP, EMEP, Türkiye İşçi Partisi, Birgün, Sendika Org gibi örgüt ve yayınlardan örneklerle gösteriliyor.
Bir karşı devrim olarak Ermeni Katliamı, Osmanlı'da demokratik hareketlerin başarısızlığının tarihsel ve düşünsel nedenleri, kast sistemi, Dinler, Sabiler, Mandalar, Sümerler, Mezhepler, Aleviler, Çingeneler, Museviler, Hristiyanlık, Fransız Devriminin Başarısının Nedeni gibi konuların birbirine bağları üzerine çeşitlemeler
Bu bölümde 24 Nisan Ermeni Katliamı vesilesiyle Konunun ele alındığı kavramları ele alıyoruz. Ezber bozmaya veya Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyoruz.
Koronik -11. Bölüm - #Korona ve Gelecek Öngörüleri Üzerine Aykırı Görüşler
Koronik'in bu 22 Nisan tarihli 11. bölümünde, www.demokrasibirlikdayanisma.com sitesinin sorduğu üç soruya doğaçlama cevaplar veriyorum.
Bu vesileyle hem günümüz dünyasının sorunlarını hem de uluslararası ve yerli sol entelijansiyanın bir eleştirisini somut örnekler üzerinden yapmaya çalışıyorum. Bir buçuk saat kadar sürüyor.
Uzun bulan izlemesin.
Koronik - 10 Bölüm - 16 Nisan2020
Salgını "Hızlı ve yoğun" yaşamak ve "Mayıs sonunda normale dönüş" ne demektir?..
Profesörler bir katliamı nasıl onaylıyor ve olağanlaştırıyorlar?
Solun ve demokratların bunlara karşı sessizliği ne anlama geliyor?
Koronik, Korona Günleri Kroniği'nin 15 Nisan, 9. Bölümünde, Thomas Pueyo'nun "Çekiç ve Dans"ındaki "Dans"ın olanaksızlığı ve yayılmayı sıfıra düşürmek zorunluluğu ele alınıyor.
Birinci çekiç sağlık sisteminin çöküşüne, ikinci çekiç ekonominin çöküşüne
Koronik - Korona Günleri Kroniği - 7. Bölüm - Kore, Almanya, İsveç Niçin Örnek Olamaz
12 Nisan tarihli bu 7. bölümde, Türkiye'de konunun ciddiyetini ve tehlikenin büyüklüğünü anlamayı engelleyen bu örneklerin özgül nitelikleri üzerinde durulup bu gibi örnekleri getirmenin nesnel sonuçları itibariyle sorurur önemini gizleyen hükümetin politikalarına yaradığı gösterilmektedir. https://youtu.be/nrBQyF8Oh-c
KORONİK - Korona Günleri Kroniği - (Vekayinamesi) Altıncı Bölüm - 11 Nisan 2020
Yüz binlerce hasta ve yaşlıyı boğularak ölümden, Tüm yurttaşları ve yoksulları mağdur olmaktan, Ülkeyi askeri bir darbeden kurtarmak için Felaketi Önleme Programı
·Hükümetin «alan da kaçan» anlayışı, bunun için
de özellikle hasta ve yaşlı nüfusun «yükü»nden virüsün özellikle yaşlı ve
hastaları vurma özelliği aracılığıyla kurtulma planı
·Ve de muhalefetin hükümete laf yetiştirme
politikası, çapsızlığı ve kavrayışsızlığı
·Yaklaşan felaketin ne olduğunu kavramayı
zorlaştırmış bulunuyor.
·Bu nedenle önce yaklaşan felaketin ne olduğu
bilinmeli.
Bugünkü tedbirlerle, Ağustosakadar 30.000.000 (otuz milyon) insana virüs
bulaşacak.
Bunun en az yüzde biri 300.000 insan yoğun bakım
gerektirecek demektir.
Türkiye’deki yoğun bakım yatağı ise 30.000’dir.
Yani en az 300.000 kişi boğularak ölecek demektir.
(Muhtemel rakam en az yarım milyondur.)
En acil sorun bu rakamı olabildiğince düşürüp o kadar çok
insanın yaşamasını sağlamaktır.
Bunun tek yolu yoğun bakım gerektirecek hasta sayısını
yoğun bakım yatağı ve solunum cihazı kapasitesinin altına düşürmektir.
Bunun da tek yolu, hastalığın yayılma hızında ani bir
düşüş sağlamaktır.
Bunun da tek yolu, ülke çapında, en az bir ay, genel,
kesin bir sokağa çıkma yasağıdır. (Çin’de 2 Ay sürdü)
Bunun için de ilk önce evlere kapatılan nüfusun temel
ihtiyaçlarını devletin karşılaması gerekir.
Üstel (katlanarak, eksponansiyel) büyümeyi sezgisel olarak
anlamada belli bir zorluk vardır ve bu gelen tehlikenin nasıl büyük bir tehlike
olduğunu kavramayı geciktirmekte, muhalefetin de neyle karşı karşıya olunduğunu
ve bunun için ne gibi bir strateji geliştirmek gerektiği gibi bir görevi ve
sorunu bile atlamasına yol açmaktadır.
Bu zorluğa Almanya’da devlete tavsiye amacıyla yazılmış bir
raporda bile dikkat çekildiğini görüyoruz:
(Burada Almanca Resmi bir rapordan bir bölümün resmi yer
alıyor ve Almanca satırlarda şu yazıyor: “COVID-19'un ortaya çıkardığı büyük
tehlikenin yakın zamana kadar görülmemesinin ana nedeni, üstel büyümeyi
sezgisel olarak anlamadaki zorluktur.”)
Üstel büyümeyi insanların anlayabilmesi için verilen meşhur
bir örnek vardır. Zamanın birinde bir sultan kendisine çok büyük bir iyilik
yapan birine “dile benden ne dilersin” der. O da satrancın tahtalarına, hep bir
sonraki kareye iki katı olmak üzere pirinç tanesi koymasını ve o kadar pirinci
vermesini diler. Sultana bu çok basit bir şey gibi gelir ama hesap yapılınca
ortaya çıkan rakam tasavvurun ötesindedir.
KORONİK - Korona Günleri Kroniği (Vekayinamesi) – 04 - Nisan 2020
«Sürü bağışıklığı» neden bir yöntem değildir ve olamaz.
«Sürü Bağışıklığı» «yöntem» olarak neyin eşdeğeridir?
Fizikte, sosyolojide ve Politikada Eşdeğerlik İlkesi
Kavramların tarafsız olmadığı
Kavramlardaki savaş kazanılmadan demokrasi savaşının kazanılamayacağı üzerine
Demokratların yapması gereken yuvarlak değil, ucu sivri, can alıcı noktayı öne çıkaran kavramlar kullanmaktır.
Araçların ve organların yapısı ve işlevi arasında
kopmaz bir bağ vardır. Örneğin çatalla çorba içemezsiniz, onun yapısı bu işleve
uygun değildir ya da tersinden Kaşıkla börek yiyemezsiniz. Çünkü onun yapısı bu
işleve uygun değildir.
Ancak çok istisnai durumlarda, zorunlu olduğunda başka işlevlerin
araçları bir dereceye kadar başka bir işlev için kullanılabilirler. Diyelim ki
bir çivi çakacaksınız ama elinizde bir çekiç yok. Bu durumda bulduğunuz bir taş
parçası bu işlev için, buna uygun olmamasına rağmen kullanılabilir. Ama bunlar
istisnai durumlardır.
İşlevle yapı arasındaki bu zorunlu ilişki nedeniyle, yapı
bir bakıma yoğunlaşmış bir işlev olduğu için, örneğin Marks, ezilen
sınıfların, ezen sınıfların egemenliğinin aracı olarak yapılanmış var olan
devlet cihazını kendi öz yönetimleri ve baskıyı, sömürüyü ortadan kaldırmanın
bir aracı olarak kullanamayacaklarını, bu nedenle var olan devlet cihazını PARÇALAMAK
gerektiğini söylerler.
Tersinden, ezilenlerin kendi öz yönetimlerini sağlamak
eşitlik ve adalet için oluşturdukları cihazları da ezen azınlıklar, egemen
sınıflar kendi amaçları için kullanamazlar ve ezilenlerin bu araçlarını
parçalarlar.
Marksizm’i kimileri her dönem geçerli bir reçete sanır.
Haybuki marksizimin tek söylediği her somut durum için geçerli reçeteler
olmadığıdır. Marksizmin bir tek reçetesi vardır, O reçetede şu yazar: reçete
yoktur. “Gerçeklik somuttur”
Eski reçetelerle idare edenler, şimdiki somut gerçekliği
kavrayamayanlar sokağa çıkma yasağı önermemizi değerli dostumuz Tamer Doğan
gibi “akıl tutulması” olarak tanımlıyorlar.
Bizce kendileri akıl tutulmasında. Çünkü eski ezberleriyle
idare ediyorlar ve bugünün özgüllüğünü, öne çıkan sorunun ne olduğunu
görmüyorlar.
Lenin, 1917’de Petrograd’a inip de Rusya gibi geri bir
ülkede, “Nisan Tezleri”ni okuduğunda, bütün “eski Bolşevilkler” hatta Lenin
eğitiminden geçmiş olanları, “bizim ihtiyar çıldırmış” diyorlardı. Çünkü o güne
kadar örendiklerinin tersini söylemeye başlamıştı birden Lenin.
Tarih lenin’in o verili anda doğru olanı önerdiğini
gösterdi. Ama oraya Hegel'in Mantık’ının sayfalarından, en soyut felsefe
çalışmalarından gelmişti.
Biz düşünce ve davranışımızla Lenin’in örneğini izlemeye
devam ediyoruz.
Bu örneği de sadece söylediklerinin doğruluğundan o kadar
emin olmamaları gerektiğini hatırlatmak için belirttik. Yoksa Lenin öyle
yapmıştıo halde biz de doğru yapıyoruz
demek gibi bir düşüncemiz yok her durumu somut olarak ele almak gerekir. O
nedenle somut duruma gelelim.
Bir kaç ay sonra niçin her şey altüst olacak?
Erdoğan niçin iktidarını sürdüremez?
Acil olarak yapılması gerekenler
Beş dakikalık bir slayt sunumudur
İzleyin ve Paylaşın
Aşağıdaki yazı 24 Mart’ta yazılmıştı. Amacı öncelikle hızla
yaklaşan felaketin çapına ve somut olarak da acil olarak yapılması gerekenlere
dikkati çekerek, solun politik inisiyatifi ele alıp, topluma yol gösterici
olmasına yardımcı olmaktı.
Ne yazık ki yazı çok az insan tarafından paylaşıldı ve hiç
duyulmadı, okunmadı.
Şimdi İnan Doğan
isimli bir PhD (doktor) benzeri bir hesabı yapmış. O bizden farklı olarak:
a) Arada geçen zamanda öğrenilmiş yeni verilere dayanıyor,
b)Biz bu kadar hasta
var o zaman şu kadar zaman önce başlamıştır gibi geriye doğru bir extropalasyon
yapmamıştık (kasıtlı yapmadık, abartıyorsun denmemesi için, yazıda da
belirtmiştik.)
c) Biz haftada bir ikiye katlanma ele almıştık. (Aslında iki
üç günde birdi ama yine abartıyorsun denmemesi için)
Sonuç korkunçtu. Ama bu korkunç noktaya yaz başında
varılıyordu. Çünkü geriden değil ileriden başlatmıştık ve haftada bir ikiye
katlıyorduk.
Toplumsal olaylarda laboratuvar koşulları oluşturmak ve buralarda
deneyler yapıp sonuçlar çıkarmak neredeyse olanaksızdır.
Bu nedenle doğa bilimcileri kendi kriterlerini toplum bilime
de uygulayarak onun bilim olmadığını söylerler. “Araçsal aklı” “nesnel aklın”
yerine koymaya yarayan, bu anlayışın yanlışlığı şimdi konumuz olmadığı için
geçelim, ama şimdi ortada ilginç bir toplumsal “deney” ve bazı olgular var.
maalesef bu deneyin toplumsal ilişkilere ilişkin boyutuyla ilgili hiçbir veri
yok. Dünkü yazımızda benzer bir duruma ilişkin İzmit depremi sonrasının bir
deneyinin sonuçlarını ele almıştık (“Korona
Hapishanesi” Dersleri). Bugün daha ziyade hastalığın yayılma oranlarına
ve hızına ilişkin bazı veriler sunan bir deneyi ele alalım ve bazı sonuçlar
çıkarmayı deneyelim.
Almanya’da çıkan ciddi “Spektrum
der Wissenschaft” dergisinin internet sayfasında yer alan bir yazıda
böyle bir “deney”e ilişkin veriler ve bazı sonuçlar var.
“Diamond Princess” turistik amaçlı lüks bir yolcu
gemisi.
Gemide 3711 (yani 4000’e yakın) yolcu ve mürettebat var.
Değerli arkadaşım Nabi Kımran’ın 17 Ağustos 1999 İzmit
depreminde bir hapishanede bir devrimci olarak yaşadıklarını anlattığı “Gazete
Duvar”da yayınlanmış
bu yazı, “somut şartların somut tahlili” ile, böyle kırılma noktalarında “normal”
zamanlardaki paradigmaların ve önceliklerin ne kadar kökten ve hızlı
değişeceğini somut olarak gösteriyor.
Bir depremde bir hapishanenin yıkıntıları arasında, çaresiz
insanların hayatını korumak söz konusu olduğunda, devrimcilerin can düşmanlarıyla
birle iş birliği yapmaktan, en azından bir ateşkes yapmaktan, kendilerinin
yeminli düşmanı faşistleri ve Mafia çetelerinin bile canını kurtarmaktan, kendi
haklarından feragat etmekten çekinmediğinin somut örnekleriyle dolu. Tam da
bunun için can düşmanlarının bile saygısını kazanıyorlar.
Aşağıda linki bulunan Türkçeye çevrilmiş
Tomas Pueyo'nun "Koronavirüs: Çekiç ve Dans" başlıklı uzun
yazısı bugün yazdığım “Yaklaşan
Felaket ve Onu Önlemenin Yolları” başlıklı yazının
neredeyse ABD ve
İngiltere için yazılmış bir versiyonu gibi. Tabii konunun
teknik kısmı da
derinliğine bilen bilim adamlarınca hazırlanmış ve
desteklenmiş bir yazı. Yazımı
abartılı bulanlar bugünkü çizgi izlenirse örneğin ABD’de
ölümlerin on
milyonları bulacağını öngören bu yazıyı okuyunca belki
ddurumun
fecaatini daha iyi anlayabilirler. Benim yazımda burada “Dans”
denilen dönemin bir veya iki
yılı bulabileceği öngörülüyor ve bu yazı o dönemin daha hafif
atlatılabileceğini düşünüyor ve tabi ben daha uzun ve sert bir
dönemle
aşılabileceği kanısındayım. Ama bu önemli değil, bu, "çekiç"
indirildikten sonra
olaların gelişimine göre daha ince düzenlenebilir. Ayrıca
benim sistemi kökten
değiştirmek için bunu bir olanak olarak değerlendirme amacım
da var. Bu nedenle önerilerim daha radikal ve eşitlikçi.
Projeksiyonlara baktığımda hemen herkesin top çevirdiğini,
temel sorunu ortaya cesaretle koyarak somut olarak bir çıkış önerisi
getirmekten kaçtığını görüyorum.
Elde yeterli veri olmaması, bu sonuçlarla yüzleşmenin,
kendini ve tüm toplumu kandırmanın, bir gerekçesine dönüşmüş bulunuyor.
Yok Fransa’da hasta ve ölüm oranı şu kadarmış, yok Çin’de bu
kadarmış ve durdurulmuş vs. vs. herkes ayrıntılara yoğunlaşarak gelen felaket
hakkında somut bir resim oluşturmaktan ve olacakların adın koymaktan ve bütün
bildiklerimizi temelden değiştirmemizi gerektirecek tedbirleri ifade etmekten
kaçıyor.
Halbuki bu çok zor bir iş değil. Ayrıntılarda söyle ve böyle
sapmalar olabilir. Ama genel gidişi ve neyle yüzleşileceğini anlamak için
bunlar yeter.
Terör örgütleriyle bağlantılı birkaç eski 68’li dışında hiç
kimse ezeli ve ebedi Türk devletinin ve onun başındaki sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın bu Koronavirüs karşısında hangi politikayı uyguladığını görmüyor ve
anlamıyor. Bu nedenle de kendi içinde zerrece tutarlılık olmayan eleştiriler
yapıyorlar.
Aslında böyle yapmaları iyidir. Böylece milletimiz onların
çapsızlığını görmektedir.
Onların bu çapsızlığının katkısıyla da kısmet olursa sayın
Erdoğan’ı Cumhuriyet’in yüzüncü yıl dönümünde devletimizin başında görmeye
devam edeceğiz.
Hatta Atatürk gibi ölünceye kadar devletin başında kalacak
ve öldükten sonra da içinde bulunduğumuz rejimin kurucusu olarak ebediyen
anılacak ve tarih kitaplarına altın harflerle yazılacaktır.
Öncelikle bu koronavirüs salgını karşısında sayın Erdoğan’ın
devletimizin ne yaptığını ve yapmak istediğini anlamak gerekir.
Triyaj Fransızca seçmek, ayırmak anlamına
gelmektedir?
Türkçe Wikipedi’de “Triyaj, savaş alanlarında ve acil
servislerde tıbbi müdahale önceliklerini belirleme sistemi. Bu öncelikler;
hastanın yaşama şansı, durumunun aciliyeti gibi unsurlara dayanarak belirlenir.”
diye açıklanmış.
Peki kim seçilecek? Hangi ölçülere göre seçilecek? Ne için
seçilecek?
Yaklaşan ve giderek engellenemez hale gelen yaşlı ve
hastaların soykırımını görmek ve asgari ölçüde de olsa engellemek bu
soruların cevabında gizlidir.
*
Triyaj kavramı bugünkü kullanımıyla modern devletler ve
savaşlarla ortaya çıkıp gelişmiştir.
Triyaj ciddi bir sorun olarak Fransız devriminden sonraki
savaşlarda eşit yurttaşların genel silah altına alınmasıyla ortaya çıktı. Hiyerarşik
bir toplumda triyajı elbette toplumsal hiyerarşi belirler ve örneğin soyluların
önceliği olurdu.
Günlerdir sorunun koronavirüs salgınını durdurmak
olmadığını, sorunun yayılışı yavaşlatmak olduğunu, sorunu “koronavirüsle
mücadele”, “salgını yenmek”, “salgını atlatmak” olmadığını,
sorunu böyle koymanın ve tanımlamanın hükümetin caniyane planına ortak olmak
anlamına geleceğini yazıyoruz.
Örneğin şöyle twitler atıyoruz:
“Bugün sosyalistlerin, demokratların, HDP'nin hükümetin
tedbirlerini eleştirirken emekçilerden, fakirlerden söz etmesi, gerçek sorunu
anlamadığını gösterir. Bugün sorun emekçilerin değil, çoğu hasta ve yaşlı
olanların YAŞAMA HAKKINI savunmaktır.”
“Yaşlı ve hasta nüfusun soykırımı matematik bir
kesinlikle ortada duruyorken, başka sorunlardan söz etmek ve bunları gündeme
almak kitle katliamına bilerek veya bilmeyerek onay vermektir.”
“Muhalefet hükümetle aynı paradigma içinde #Koronavirüs
salgınını ele alıp tartışmakta ve iktidarın cinayetine suç ortağı olmaktadır.
Sorun ekonomi değildir, yaşlı ve hasta nüfusun ölüme terk edilecek olmasıdır.
Yani bir Yaşlı ve hasta nüfusun soykırımıdır.”
Muhalefeti hükümeti esas eleştirmesi gereken noktadan
eleştirmediğini yazıyoruz. Ama muhalefette en küçük bir ayıkma bile
gerçekleşmedi.
Gözlerimizin önünde Erdoğan ve hükümeti birçok, özellikle de
yaşlı ve hasta yurttaşın ölümüne karar vermiş bulunuyor.
Neden ve nasıl bunu kısaca açıklayalım.
Bu hastalık geometrik diziyle yayılmaktadır. Yani en azından
2, 4, 6, 8, 16, 32 şeklinde. Dünyadaki çeşitli örneklerin ortalamasına göre 2,5
günde ikiye katlanmaktadır. Bu yayılma nüfusun yüzde yetmişine bulaşıncaya
kadar böyle yayılmasını engellemek mümkün değildir.
Bu şu demektir, bir süre sonra binler ve milyonlarca insan
eş zamanlı olarak enfekte olacak demektir.
Bu durumda, enfekte olanların yüzde biri hastalığı ağır
geçirse ve tıbbi bakıma gerek olsa, örneğin on milyonluk bir şehirde bir milyon
insan eş zamanlı hasta olduğunda, on bin hasta bir günde hastanelere gelecek
demektir.
Yeryüzünde hiçbir ülkenin olanakları bunu karşılayacak
imkanlara sahip değildir.
Bu durumda binlerce, on binlerce özellikle de yaşlı ve hasta
insan acılar içinde boğularak ölmek üzere ölüme terk edilecek demektir.
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Kader bu muş diye razı gelmek mi yoksa hastalığın yayılma
hızını yavaşlatıp, bakım gerektiren hastaları bakım kapasitesinin altında
tutmak için her şeyi yapmak mı?
Erdoğan’ın konuşması onun derdinin insanlar ve onların yaşaması
değil, milletin ve devletin yaşaması, kar ekonomisinin devamı olduğunun açık
ilanıdır.
Bizzat kendi sözleriyle bunu nasıl ifade ve itiraf ettiğini
görelim.
Erdoğan sorunun adını yanlış koyarak, yanlış tanımlayarak
halkı yanıltmakta ve yanlış bir hedef tanımı yapmaktadır.
Erdoğan sorunu "hastalığın kontrol altında tutulması"
ve "hastalığın salgın haline dönüşmesini engelleme"olarak tanımlamaktadır.
Dünkü yazımızda, sorunun tanımını, hastalığın yayılmasını yavaşlatma
olarak yapmamanın iktidarın oyununa gelmek olacağını muhalefete hatırlatıyorduk.
Tam da dediğimiz gibi oldu.
Muhalefet önce şu gerçeği halka açıklamalıydı: bu
"hastalığın kontrol altında tutulması" mümkün değildir, "salgın
haline dönüşmesi" engellenemez. Ortalama olarak nüfusun yüzde yetmişi
enfekte olana kadar hızla, geometrik diziyle, toplumu gibi değil, çarpma gibi
artarak hızla yayılır.
İnsan hayatına değer veren bir ülkede yapılması gereken ve
yapılması mümkün olan, bu yayılma hızını yavaşlatıp, yoğun bakım gerekecek
hastaları kapasitenin altında tutabilmektir.
Sorunu bunun haricinde, “hastalığı kontrol altına almak”,
“salgın haline dönüşmesini engellemek” olarak koymak, ölen ölür kalan
sağlar bizimdir demektir.
Lütfen #coronavirüs YAYILMASINDAN ve bunu engellemekten söz
edip Türk devletinin oyununa alet olmayın.
Devlet sanki sorun buymuş gibi koyup oyunun sonunda haklı
çıkmayı ve gücünü ve egemenliğini pekiştirmeyi hesaplamaktadır.
Hastalığın yayılması engellenemez. Herkese bulaşacak. Ve normal
koşullarda bu yayılma hızı 6 ay içinde nüfusun yüzde yetmişidir.
Peki bu engellenemeyecekse neden Avrupa ülkelerinde bunca
sert tedbirlerin alınıyor?
Sorun YAYILMA HIZINI YAVAŞLATMAK!
Niçin yavaşlatmaya çalışıyorlar?
Çünkü normal hızdaki bir yayılmada, eldeki yoğun bakım ve
suni solunum birimleri yetmez?
Çünkü hastalık zatürreye sebep oluyor ve hastalar solunum
yetmezliğinden vs. boğularak ölüyorlar.
Suni solunum cihazları ile en azından müdahale edilip kritik
dönemin aşılması sağlanabiliyor. Küçümsenmeyecek bir oran kurtarılabiliyor
Matematik olarak neden yetmeyeceği şöyle ifade edilebilir.
Hastalığın yayılışı aritmetik diziyle, örneğin 10,
20, 30, 40 diye değil, geometrik diziyle, yani 2, 4, 8, 16, 32, 64
şeklinde. Ya da toplama gibi değil, çarpma gibi.
Ya da meşhur satranç hikayesinde, satranç tahtasının her karesine
öncesinin iki katı pirinç koymak gibi. O zaman 64 kare sonunda bütün yeryüzündeki
pirinçler bile yetmez.
Bir çöküş geliyor ve bu çürümüş devlet hala gizlilik ve
sindirme peşinde.
Vergileri sayesinde var olduğu yurttaşların kanını emdiği, terörüyle
yıldırdığı, şehit diye kendi emperyal ve faşist emelleri için öldürdüğü yetmiyormuş
gibi şimdi, onları toplu ölümlere hazırlıyor.
Bu sözlerim bir abartma değildir. Aşağıya Almanya’daki bir
hesaba ilişkin haberden en kritik yerin resmini aktarıyorum. Varın Türkiye’yi
siz hesaplayın.
Almanya’da takriben 5000 yoğun bakım yatağı var.
Eğer hastalığın şimdiye kadarki büyüme hızı (%32) sürerse Mart
ayı sonuna varmadan, kapasite aşılmış olacak. Yani insanların bir bölümü ölüme
terk edilecek. (Haberde yok ama bir tanıdığım bazı mahfellerde böyle bir
durumda 80 yaşın üzerindekilere yoğun bakım yapılmama (yani kaderiyle baş başa
bırakma) olasılığının görüşüldüğünü söyledi. Bir süre sonra bu sınır 70’e de
iner çizgiye bakılırsa.)
Eğer şimdi alınan tedbirler hastalığın büyüme hızını %20’ye
düşürürse Nisan ayında kapasite
aşılacak.
Yüzde ona düştüğü takdirde Mayıs’ta aşılacak.
Tabii bu extrapolasyon Hastaların %2,5 oranının yoğum bakım
gerektireceği varsayımına dayanıyor. Bu oran Çin’de %5 idi. İtalya’da %8
Şimdi düşünün Türkiye’yi kaç yoğun bakım yatağı var?
28 Ocak'ta, Koronavirüs'
salgınının henüz ne Türkiye'nin ne de dünyanın gündemine gelmediği bir tarihte,
(ama elbet bir gün geleceği beklentisiyle) bu gibi sorunlara bir Marksist’in,
bir sosyalistin, bir demokratın nasıl bakması gerektiğine dair bir metodolojik
hazırlık ve uyarı yapmak babından 2006 yılında, yani 14 yıl önce, Kuş Gribi
vesilesiyle yazdığımız yazıyı bu sefer "Koronavirüs Salgını Vesilesiyle Globalleşme, Kapitalizm ve
Ulusal Devletler" başlığıyla yayınlamıştık. Yayınlarken de şu
kısa notu koymuştuk:
"Aşağıdaki
yazıyı, yıllar önce “Kuş Gribi” (Tavuk Vebası) salgını vesilesiyle
yazmıştık. Şimdi yine benzeri “Koronavirüs” salgını var.
2006 yılında yazılmış
olmasına rağmen yazı aktüalitesini koruyor. Sadece “Kuş Gribi” (Tavuk Vebası)”
başlığını değiştirdik ve onun yerine başlığa “Koronavirüs Salgını Vesilesiyle”
yazdık.
Bir de üslup ve ayrıntı
düzeyinde bazı düzeltmeler yaptık.
“Nasıl ki, bir kimse
hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle
bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi
göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi
hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri
arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”
Karl Marks, Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz
Biz Marksistler yeryüzünden kapitalizmi, kapitalizmle
birlikte eşitsizlikleri, baskıyı, sömürüyü ve zulmü ortadan kaldırmak için
mücadele ettik (ve ediyoruz).
Son iki yüz yılda biz Marksistler kadar baskılara,
işkencelere, tutuklamalara, hapislere, cinayetlere, katliamlara, sürgünlere
uğramış ve en büyük fedakarlıkları yapmış, en diğerkam davranışları göstermiş
hiçbir siyasi, dini ya da fikri akım yoktur.
Bu muazzam harekete katılmış, en korkunç acılara katlanmış,
en büyük fedakarlıkları yapmış milyonlarca Marksist ve sosyalistin iyi
niyetinden ve içtenliğinden elbette şüphe edilemez.
Ama yazının başındaki epigrafta yine Marks’ın ifade ettiği
gibi, “nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanarak bir
hüküm verilemezse” biz Marksistler hakkında da kendimiz hakkındaki öznel
yargılarımız ne olursa olsun, bu yargılarımıza bakarak hüküm verilemez.
Bizlerin niyetleri ve kendi hakkımızdaki görüşlerimiz ile
nesnel tarihsel gidişteki somut işlevimiz aynı olmayabilir.
Bir Marksist olarak ilk görevlerimizden biri de kendimiz
hakkında kedi öznel yargılarımızdan öte nesnel işlevimizi görebilmek ve ortaya
koyabilmektir.
Türkiye’deki sol ve liberal muhalefet kendini kandırmakta
çok mahirdir. Moskova zirvesi sonrasında da genel hava Putin’in zafer kazandığı
Erdoğan’ın hezimete uğradığı şeklinde. Bunun kanıtı olarak da örneğin Büyük Katharina’nin
resminin önünde (Türkler Büyük Katharina ile Büyük Petro’nun ikinci eşi olan
Katharina’yı da karıştırıyorlar.) Türk heyetinin önüne ellerini kavuşturmuş
olarak beklemesi, Putin’in onları el işaretiyle çağırması gibi sembolik
olgulara vurgular yapılıyor.
Ama aslında durum hiç de öyle değil. Aslında önceki
mutabakatlara göre Türkiye konumunu güçlendirmiş ve kağıda geçirmiş bulunuyor.
Önceki mutabakatlara göre Türkiye’nin kontrolünde olan
bölgede her iki tarafın da “Terörist” olarak tanımladıklarının
silahsızlandırılmış olması, M4 ve M5 karayollarının açılmış olması gerekiyordu.
Türkiye ise aksine bu maddeleri kullanarak “Terörist” dediklerini
silahlandırdı, Askerlerini fiilen “Terörist” dedikleriyle bile aynı safa soktu.
M5’i Suriye büyük savaşlar ve kayıplarla alabildi. M4 ise hala “muhaliflerin”
kontrolündeydi.
Abdullah Öcalan, en azından iddia ve hedef olarak Ortadoğu
çapında bir demokratik cumhuriyet veya cumhuriyetler birliği gibi bir projeye
sahipti.
Önerisi somut biçimiyle ne ölçüde bir demokratik Cumhuriyet
ortaya çıkarabilir ya da önerdiği strateji buna ulaşmayı sağlar mı?
Bu ayrı bir konudur ama en azından Ortadoğu çapında bir
vizyon sahibi olmanın kendisi başlı başına önemlidir. Kendini geniş bir
coğrafyadan sorumlu görmek, onun derdiyle dertlenmek demektir bir Ortadoğu Demokratik
Cumhuriyeti’nden veya Cumhuriyetler Birliğinden söz etmek.
Hatta daha dün görüştüklerine, bugün Avukatlarının
yayınladığı açıklamaya göre, “Türkiye ve Ortadoğu'daki siyasi krize çözüm”den
söz etmiş.
Yani Öcalan, sadece Türkiye’yi değil, Ortadoğu’yu da göz
önüne aldığını ifade etmiş oluyor. Yani aynı zamanda sorunu Ortadoğu çapında
ele almak gerektiğini dolaylı olarak ifade etmiş oluyor.
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında HDP’ye karşı devlet
terörünün başlamasından beri demokrasi güçlerinin tekrar toparlanması için somut bir eylem önerimiz vardı. Kısaca
şöyle özetlenebilir: her şehrin, her semtin merkezi meydan veya yerlerinde,
hiçbir slogan atmadan, bağırmadan, pankart, bayrak, rozet taşımadan günün belli
saatlerinde kitlesel olarak sessizce bulunmak.
Bugün en geniş kesimleri birleştirebilecek ve onlara tekrar moral
ve güç kazandırarak, kendilerini ve siyasi sistemi değiştirmelerini sağlayabilecek
mümkün ve gerekli biçim bu olabilir dedik.
Bu öneriyi ve yakın versiyonlarını yıllardır çeşitli
vesilelerle tekrarladığımız için yavaş yavaş duyulmaya, tanınmaya, onay görmeye
başladı. Kim bilir belki bir gün hiç ummadık yerde ve biçimde gerçekleşebilir
ve bütün dengeleri alt üst edip bu çürümeyi tersine çevirebilir, köklü
demokratik dönüşümlerin yolunu açabilir.
Bugünkü görünüme göre, uçurumun kenarındaki dans beş gün
daha, Erdoğan-Putin görüşmesine kadar, uzayacak gibi görünüyor.
Ancak ne olursa olsun sonunda bir savaş kaçınılmaz gibi
Savaşı iki şey engelleyebilir. ABD ve Avrupa’nın Erdoğan’a
Suriye’den çık demesi veya Erdoğan’ın, Rusya’nın önerdiği, M4 ve M5’i Suriye’ye
bırakarak, İdlip’te Türk hududu yakınında beş on kilometre derinliğinde bir
yerde mültecileri bloke etmek türü bir uzlaşmayı kabul etmesi.
Erdoğan’ın bunu kabul etmesi olanaksız. Bunu kabul ettiğinde
geri adım atmış olur ve sonu gelir.
Suriye ordusu da geri çekilmez. Rusya bunu Suriye’den
isterse, kendi sonunu getirmiş olur.
Bu uzlaşmaz durumdan tek çıkış savaş olur. Ve savaş kısa
vadede Erdoğan’ın da ABD ve Avrupa’nın da çıkarınadır.
Evvelki gece, geç saatlerde, olayları izleyince, bazı satır
arası okumalardan da yola çıkarak, Lastikleri patlatılmış Türk savaş
araçlarının videosunu kast ederek, şöyle yazmıştık.
"Belli ki Rusya savaş istemiyor. Sadece
"ayağına sıkmış".Ölümler
buradan değil. Bu sadece bir uyarı olsa gerek. Türkiye'de Suriye'yi suçluyor
henüz Rusya'yı suçlamıyor. Yani uçurumun kenarında dansa devam. #SuriyedenÇık"
Gelişmeleri biraz daha izleyince yine satır arası ifadelerden
ve kimi davranışlardan (Örneğin Erdoğan'ın görünmemesi ve bir sözcünün geçmiş
zaman kullanarak cezalandırıldılar gibi ifadelerinden) yola çıkarak yatmadan
önce şu sonucu çıkaran tweeti yazmıştık.
"Galiba Erdoğan ABD ve Avrupa'dan aradığı desteği
bulamadı. Destek bulamayınca da "İntikam alındı, askerlerin kanı yerde
kalmadı" deyip tekrar Rusya ile müzakereye dönecek gibi görünüyor şu
saatlerde."
Birkaç gün önce HDP kongresini yaptı. Yine aynı şekilde
gerçek kongrenin “bileşenler” ve Kürt siyasi hareketini oluşturan güç ve
eğilimlerin arasındaki görüşmelerle, (eski bir Dev-Genç başkanı bu işleyişe “Müşavereler
ile karar alınıyor” diyerek anti demokratik işleyişe demokratikmiş gibi bir
isim vermeyi de beceriyor) alınan kararların aslında sadece sembolik politik
mesajlar vermeye (coşkulu katılım, belli politik güçleri temsil eden misafirler
ve mesajları vs.) yönelik bir mizansen kongre idi bu.
HDP’ye eleştiri ve önerilerde bulunanların (aslında çok da
yok. Bilgen ve Şık’ın en cesur denebilecek çıkışları yaptığı söylenebilir) bile
somut olarak bir şey demediği ve itiraz etmediği bir durum bu.
Bu kabullenme elbette açıklanabilir ve bir dereceye kadar
anlaşılabilir. Bu durumu bir analoji daha iyi anlamayı sağlayabilir. Türkiye’deki
demokrasi mücadelesinin Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki durumu, yirminci
yüzyılda, dünyadaki demokratik, özgürlükçü, barışçı ve sosyalist hareketlerin
Sovyetler karşısındaki durumuna benzemektedir.
Aşağıdaki yazıyı,
yıllar önce “ Kuş Gribi” (Tavuk Vebası) salgını vesilesiyle yazmıştık. Şimdi yine
benzeri “Koronavirüs” salgını var.
2006 yılında yazılmış
olmasına rağmen yazı aktüalitesini koruyor. Sadece “Kuş Gribi” (Tavuk
Vebası)” başlığını değiştirdik ve onun yerine başlığa “Koronavirüs
Salgını Vesilesiyle” yazdık.
Bir de üslup ve
ayrıntı düzeyinde bazı düzeltmeler yaptık.