Son yıllarda kimse sorunları açıkça ortaya koyup tartışmaz
oldu. Sanki zaaflar, sorunlar ortaya koyulsa, açıkça tartışılsa karşı tarafın
eline silah verilecek; ona zayıf yönler gösterilecekmiş gibi bir korku var. Bu
gereksiz ve anlamsız bir korkudur. Poliste bütün bildiklerini okuyup da
Cezaevinde ifadesini veya iddianameyi arkadaşlarından gizlemek gibi bir şeydir.
Aslında korkunun ardında, fosilleşmiş örgütlerin açık
tartışmadan, eleştiriden ölümü görmüşçe kaçışları bulunmaktadır.
Bugün sol örgütlerin ve hatta ülkenin entelektüel hayatının
tepesindekilerin hepsi demeyelim ama ezici çoğunluğu, korkunç tutucudur ve var
olanı yıkma değil, onu savunma modundadırlar, daha açık ifadeyle çürüme
modundadırlar.
Dinamik bir #HAYIR hareketinin oluşabilmesi ve başarıya
ulaşabilmesi için, bu hareketin her şeyden önce bu yerleşik sisteme, yapılara
ve geleneklere karşı da bir savaş vermesi gerekmektedir. Ancak böyle bir “iç savaşı”
göze aldığı takdirde, “dış savaşı”, yani Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı savaşı
da kazanabilir. Her iç savaş aynı zamanda bir dış savaşla birlikte yürür.
Hazreti Muhammet, savaşların en kutsalı insanın kendine karşı savaşıdır diye
boşuna dememiştir. Neredeyse bütün peygamberler ve devrimciler esas mücadelelerini
kendileri ile aynı safta görünenlere karşı vermişlerdir. İster İsa, İster
Paulus, ister Musa, ister Lut, ister Muhammet, ister Lenin olsun bu kural
değişmez.
Bu nedenle, sorunlarımızı, zaaflarımızı, bunların
nedenlerine ilişkin görüşlerimizi; bunları aşabilmek için önerdiğimiz yolları
açık açık ortaya koyup tartışmalıyız.
Bu eylemin kendisi bizzat var olan yapılara, yerleşik
kültüre karşı fiili bir itiraz ve savaş anlamına gelir zaten nesnel olarak.
Bir seri yazıda, #HAYIR cephesinin handikaplarını,
sorunlarını, zayıflıklarını ele almaya çalışalım.
*
#HAYIR cephesi, bugün çok özgül nitelikleri olan bir
politikleşme, radikalleşme, enerji biriktirme eğilimi gösteriyor.
Ama önce olgu olarak böyle bir eğilim gerçekten var mı ona
bakalım.
Önce aşağıya Bekir Ağırdır’ın Cumhuriyet’te yayınlanmış
söyleşisinden bir gözlemi aktaralım.
“Bunu başarıp
başarmayacağını da göreceğiz. Burada şöyle bir dinamik olduğunu da gözlüyorum
ben. Hani o laik kesimler, seküler hayat tarzsına sahip kesimler, illa CHP’li,
HDP’li de olmayabilir, hayat tarzı olarak seküler kesimlerin, 12 yıldır bütün
seçimlerde, referandumlardaki mağlubiyetten ve özellikle 1 Kasım’dan sonraki
çaresizlik duyguları, benim gözlediğim, kırılıyor artık, tersine dönüyor.
Bundan daha dibi yok çünkü. Şimdi herkes ‘ben de bu ülkede olduğuma göre bu
ülke için daha aktif, etkin olmalıyım’ arayışında. Dolayısıyla bütün bu
arayışlar doğru bir enerjiye, stratejiye dönüşebilirse o zaman referandumda
hayır çıkma ihtimali de vardır yani.” (Cumhuriyet,
Konda Genel müdürü Bekir Ağırdır: HAYIR
başarabilir)
*
İlginç bir şekilde epeydir benzer bir gözlemi biz de
yapıyoruz. Ama daha çarpıcı bir grafik ile bunu göstermeyi deneyelim.
Yazılarımı yayınladığım “Demir’den
Kapılar” adlı bir bloğum var.
Bloğun kendi sayaçları girenlerin sayılarını, hangi
yazıların ne kadar okunduğunu, nereden girdiklerini, hangi işletim sistemi
kullandıklarını vs. akla gelebilecek her şeyi kaydediyor ve özet olarak
gösteriyor.
(Yani İnternette her hangi bir yazıyı okuyan, bir yere
tıklayan herkes müthiş bir veri yığınını da ardında bırakıyor aynı zamanda. Yani
aslında gizlilik artık anlamını da yitirmiş durumda. Ve bu bırakılan veri
yığınları çok büyük olduğunda çok gerçekçi profiller çıkarma, çok isabetli
öngörüler yapma oranı korkunç yükselmektedir. Buna “Big Data” (Büyük Veri)
deniyor ve önümüzdeki dönemin belki de Petrolden bile daha kıymetli madeni bu.
Bu konuyu nicedir ele almayı düşünüyoruz ama önce şu Erdoğan işini halletmek
için tüm enerjiyi oraya yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu nedenle bu geçer ayak
dokunuştan sonra yine konumuza dönelim.)
Benzer blokları, siteleri olanlar bilirler. Toplumun adeta
tansiyonunu ölçebilirsiniz. Kritik anlarda, toplumun birden bire gerildiği,
politize olduğu, arayışa yöneldiği anlarda sitelere girişler adeta patlama
yapar. Geçenlerde Medyaskop’un birinci yılı vesilesiyle bir yayında Ruşen Çakır
da bu olguya ve gözlemine dikkati çekmişti.
Ama sadece anlık ve günlük toplumdaki titreşimleri
algılamazsınız. Aynı zamanda okuyucunun ne kadar yüzeysel şeylere meraklı
olduğun da görürsünüz. En kaliteli, en üzerine düşünülmüş, en temel sorunlara
yönelik yazılar en az okunanlardır; en yüzeysel, olgulara yönelik; hatta
kişisel tartışmalara giren yazılar ise her zaman çok okuyucu bulur. Bu gibi
sonuçlar uzatılabilir. Biz bu yazının konusu bakımında genel bir eğilime ve bu
bağlamda #HAYIR için toplumun nasıl bir psikolojide bulunduğuna ilişkin
verilere bakalım.
Yanda bir grafik yer alıyor. Grafikte Demir’den Kapılar bloğunda yazmaya başladığım günden beri bloğa
aylık girişler yer alıyor. Bu girişlere bakınca ne görüyoruz?
Toplumdaki en önemli olaylar aynen girişlerde de
görülebiliyor.
Bloğu açtığım 2011’den 2013’e kadar hafif bir yükseliş varken,
tam Gezi sürecinde ani bir yükseliş
görülüyor.
İkinci ani yükseliş Kobani
savaşı esnasında oluyor ve Gezi sırasındaki girişin iki katı aşılıyor.
Üçüncüsü 7 Haziran
seçimleri ile tam anlamıyla bir zirve. 7 Haziran aslında seçim kampanyası
biçiminde bir Gezi sayılabilirdi.
Yani 2013 Mart’ında Öcalan’ın mesajı ve “Barış süreci” denen
ateşkesle birlikte bir “Devrimci Yükseliş
Fazı” diyebileceğimiz bir dönem var.
Politize olma oranı giderek artan oranlarda yükseliyor.
Ancak Haziran zaferini hızlı bir düşüş izliyor ve sadece Kasım
seçimlerinde son bir gayretle bir yükseliş görülüyor ondan sonra düşüş eğilimi
devam ediyor.
Ancak Aralık 2016’dan beri yavaş bir yükseliş başlıyor ama
önce Aralıkta yavaşça başlayan, Ocak ayında ortada hiçbir şey yokken. Aksine
tam bir yılgınlık, korku ve umutsuzluk ortalığa egemen iken bütün diğer
yükselişleri bile aşan bir yükseliş görülüyor.
Bu çok ilginç bir durum olduğunun göstergesidir. Üstelik
henüz daha ayın 25’i muhtemelen ay sonuna kadar Diğer yükselişin yarısı kadar
aşması bile mümkündür.
Bu nicel veriler nasıl yorumlanmalıdır?
*
Ancak sadece bu kadar değil. Bir de bu okuyucuların profili
hakkında verilere bakalım.
Bilenler bilir. Benim esas okuyucularım Kürtlerdir.
Ben kendim Marksist olmama rağmen Türk sosyalistlerinin
genellikle pek okumadığı bir insanım.
Eleştirel bir Marksist olduğumdan, neredeyse bütün Stalinist
sosyalistler okumaz. Troçkistler beni Doktorcu görür okumaz. Doktorcular
Troçkist olup Doktor’a ihanet etti diye okumaz. Ama aydınlar da okumaz. Çünkü onlar
Marksizm’in hiçbir değerinin olmadığı, ölü köpek muamelesi gördüğü post-modern
bir dünyada ve ideolojik iklimde büyüdüklerinden onlara benim dilim,
kavramlarım, yaklaşımlarım arkaik nesli tükenmeye yüz tutmuş bir dinozorunki gibi
gelir. O nedenle bu görünüşe aldanıp, onlar da okumazlar.
Kürtler okur ama aslında sadece politik durumlara ilişkin tavırlarımdan
dolayı, Kürt hareketini destekleyen bir Türk diye okurlar. Böyle okudukları
için de aslında tartıştıklarımı anlamazlar. Çünkü benim en politik yazılarımın
bile konusu aslında politika değil, Marksist metodolojidir. Politik tavır ve
analizler sadece temel metodolojik ve teorik sorunların ele alınışında bir
örnek işlevi görürler.
Yazılarımı birazcık da İslamcılar okur. İslam'ı çok takdir
eden, Hazreti Muhammet’i çok devrimci bulan bir laik ve Marksist bulmak zordur.
Onlar da biraz Kürtler gibi, karşı taraftan bir destekçi diye okurlar, kendi
konumlarının doğru olduğuna karşı taraftan gelen bir kanıt diye okurlar. Zaten he
iki kesim de Marksist kavram sistemine kapalıdırlar.
Kültürel olarak kotlarım çoğu laik şehirli olan
Kemalistlerinkine yakınsa da, Kürtler ve Müslümanlar karşısında onlarınkine
tamamen zıt politik tutumum nedeniyle o kesimler açısından da lanetli ve
okunmayan bir insanımdır.
Bu genel bilgiden sonra o yükselişlerde siteye girenlerin politik
ve kültürel ağırlıklarının değişimi hakkında bir şeyler söylenebilir.
Gezi sırasındaki yükselişi sağlayanların büyük bölümü
muhtemelen şehirli ve genç insanlardır. Ortalama gezi tipleridir büyük
olasılıkla.
Kobani’deki yükselişteki artışı ise yüzde yüzünün Kürt
okuyucuların girişinden kaynaklandığı kanısındayım.
Ancak 2015 Haziran yükselişinde her iki kesimin de yer
aldığını düşünüyorum.
Son bir aylık yükselişi sağlayanların profili ise kanımca bütün
diğerlerinden farklı bir özellik sunuyor.
Birincisi ortada bir “devrimci Kabarış” diyebileceğimiz
Gezi, Kobani savaşı ve zaferi, 7 Haziran zaferi ve bu zafer öncesi coşkunluk gibi
bir durum yok. Aksine morallerin bozuk olduğu bir dönemdeyiz.
Peki, bu yükselişi sağlayan okuyucu profilinin özelliği ne?
Ben bunun büyük ölçüde laik kesimlerden, şehirli kesimlerden, şimdiye kadar
yazılarıma soğuk durmuş kesimlerden kaynaklandığı izlenimine sahibim.
Bu sonucu şuradan çıkarıyorum. Yazılarıma özelden yazılan
yankı, soru, eleştiri veya övgülerin neredeyse hepsi bu kesimden. Ayrıca gelen
arkadaşlık teklifleri, Facebook’taki yine izleyicilerin profilleri vs. de bunu
doğruluyor. Eskiden bana neredeyse sadece Kürtlerden arkadaşlık teklifleri gelirdi.
Şimdi ise Kürtler mutlak rakam olarak azalmış olmasa bile, oran olarak, şehirli
ve laik kesimler o kadar artmış durumda ki çok küçülmüş durumdalar.
Kanımca bu veriler Bekir Ağırdır’ın gözlemleriyle tam bir
uyum halindedir. Laik ve şehirliler bir şey yapmaya hazır durumda, ölümden öte
köy yok diyerek hızla politize ve radikalize olmuş durumdalar.
*
Ancak bu radikalize olma, bloğu her gün binlerce kişinin
ziyaret edip o yazıları okuması ile tam bir zıtlık içinde başka bir olgu daha
var.
Ben yazılarımı Bloğumda yayınladıktan sonra Facebook ve
Twitter’de de paylaşırım. Çünkü orada başkalarını da paylaşımı aracılığıyla
sürekli yeni okuyucular da gelir. Hemen hemen her yazımı paylaşan beş on arkadaşımı
bir yana bırakırsak, genellikle paylaşanlar yazıya göre değişirler ve Facebook’ta
paylaşım arttığında Bloktaki okuyucular da artardı. Oranın ortalama bire yirmi
ile yüz arasında oynadığı yönünde bir izlenimim var. Yani Facebook’ta yeni bir
kişi paylaştığında genellikle o paylaşımdan bloğuma gelip yazımı okuyan ortalama
yirmi ile yüz arası artar. Bu kesin bir rakam değil, ama pek de yanlış
olmadığını sandığım bir tahmin.
Ama son bir ayda ne görüyoruz? Sadece paylaşımlar
sıfırlanmış değil, beğenmeler de azalmış durumda, yorumlar da. Bunlar da yine genellikle
yurt dışında yaşayanlar.
Bloğa girenlerin sayısına bakılırsa, özellikle Facebook’ta
yazılarımı paylaşımların yüzlerle, hatta binlerle olması gerekir. Önceki bütün
yükselişlerdeki oranlar böyle olması gerektiğini gösteriyor.
Ancak paylaşımlar tümüyle düşmüş durumda. Birkaç eski arkadaşım
ve yurt dışında yaşayan okurlar dışında yazılarımı paylaşanlar neredeyse
sıfırlanmış bulunuyor. Hele Twitter’de en kötü zamanlarda bile bir iki kişi
beğenen veya rt eden çıkardı. Şimdi günlerdir hiçbir şey yok.
Öte yandan istatistikler siteye gelenlerin hangi kanallardan
geldiğin de gösteriyor. Bakıyorum
neredeyse hepsi Facebook’tan geliyor. Google arama ile gelenler falan çok az.
O halde buradan çıkacak tek sonuç var, yine Bekir Ağırdır’ın
da değindiği gibi, müthiş bir korku iklimi egemen durumda.
Yani bir yanda ortalıkta görünen bir korku var. Bu korku
paylaşmama, beğenmeme biçiminde ortaya çıkıyor. Herkes sanki ilgisizce ıslak
çalarak geçiyormuş gibi yapıyor.
Ama aynı zamanda korkunç bir politizasyon, radikalleşme ve
enerji birikimi var.
Bu biriken enerji, bu radikalleşme, bu politizasyon eğer
kendini ifade edeceği, dışa vuracağı bir imkân bulursa, Tüm Türkiye’nin hatta
bölgenin kaderini değiştirebilir.
*
Ancak bu dışa vurumun klasik laikçi tepkilerle ve ulusalcı
bir renkle gerçekleşmesi halinde hızla tecrit olup bir yenilgiye uğraması ve
oradan da tam bir yılgınlığın yerleşmesi tehlikesi bulunmaktadır.
Bu nedenle şehirli, aydın ve laik kesimlerdeki bu
radikalleşmenin kendi egemen kültürel ve politik renklerinin damgasını vurmadan
bu dışa vurumun gerçekleşmesinin hayati önemi bulunmaktadır.
Bunu CHP yapmaz ve yapamaz. HDP yapamaz çünkü bu kesim onu
Kürt partisi olarak görüyor. Bu kesimin dışından.
Sosyalist örgütler de aslında bu kesimden sayılır kültürel
kotlarıyla. Onlar ise hiç yapamaz çünkü gerçeklik duygularını yitirmişlerdir
bütün küçük örgütlerde olduğu gibi. Kaldı ki ne teorik hazırlıkları ve
birikimleri vardır; ne de kültürel kotları, dilleri buna uygundur.
Ama yine de bir umut olduğu söylenebilir.
Gezi’nin Taksim’den sürüldükten ve Parklara çekildikten sonra
gösterdiği radikalleşme çizgisi, burada bir deney ve umut olarak ortaya
çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, Gezi, İhsan Eliaçık ve arkadaşlarının Gezi’de
namaz kılmalarına koruma sağlayarak, birlikte yeryüzü sofraları ve sokak
iftarları yaparak, klasik laikçi duruş, kültür ve politikayla arasına sınır
çekmiş ve böylece Erdoğan’ın oyununu bozmuştu.
Gezi aynı şekilde, Kürtlerin bir siyasi hareket olarak uzak,
sembolik olarak orada halay çekmekle yetinmelerine rağmen, Türk
Milliyetçilerinin Kürt düşmanı tavrına da sınır çekmiş, özellikle Lice’deki
olayın ardından Yoğurtçu’daki Geziciler protesto için Kadıköy sokaklarını
doldurmuş, yaşlı Kemalist teyzeler bile “Biji Apo” diye Kürtçe sloganlar atar
hale gelmişti.
Elbette bu tüm Türkiye'de böyle olmadı. Alevilerin yoğun
olduğu semtlerde veya İzmir ve Ege’de Gezi bu kadar net ve hızlı bir evrim
geçirmedi ama bu yönde bir evrime de kapalı olmadı. Hatta bu evrimin devam
ettiğini ve meyvelerinin 7 Haziran’da görüldüğünü bile söyleyebiliriz.
O halde, istatistiklere yansıyan bu radikalleşme ve enerji
toplamanın Gezi’nin ileriki dönemindeki “Laikçi” ve Türkçü politik çizgiye
mesafe koymuş çizgisi ile ortaya çıkması halinde; en zıt kesimlerin birliğini
sağlayabilir; sadece Kürtleri kazanmakla kalmaz; aynı zamanda Müslüman ve muhafazakâr
Sünni kesimden de çok ciddi bir destek alabilir. Erdoğan’ın bütünüyle Kürt –
Türk; Sünni Müslüman – Alevi ve Laik bölünmesine ve gerilimine dayanan
stratejisini başarısızlığa uğratabilir ve 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu
gibi belli bir coşku ve seferberlik yaratabilir.
Evet, hızla radikalleşen veya harekete geçmek için enerji
toplayan “laik yaşam tarzındaki” şehirli ve de Alevi kesimde duruma uygun bir
örgüt ve önderlik belki ama bir şekilde yazılmamış hafızaya geçmiş bir deney de
var. Buna Gezi’nin Ruhu diyelim. Bu ruh egemen direnişe damgasını vurursa
başarı mümkündür.
Ama Gezinin başarısızlığının ve adeta buharlaşmasının en
önemli nedeni adeta örgütlenmenin gereğini reddetmesiydi. Bu nedenle Örgütlenme
konusunda ciddi bir handikap olduğu düşünülebilir ama bunun bir eksiklik ve
yanlış olduğu fikrinin de epeyce yerleştiğini kişisel gözlem ve konuşmalardan
çıkarabiliyorum.
Ama bu örgütlenme konusuna daha sonra ayrıca girmek
gerekecek. Dünkü “Kritik Kütle” başlıklı yazıda kısmen değindik; daha da ele
almak gerekiyor. Burada geçelim.
*
Peki, bu nasıl olacak?
Yani Erdoğan’ın stratejisinin dayanacağı; birbirini iten; genellikle “Fay
hatları” denen kültürel ve politik ayrımlar nasıl bir arada bulunabilir?
Bunun iki yolu vardır. Biri Hazreti Nuh’un yoludur, diğeri
Hazreti Muhammet’in yoludur.
Ama tek mümkün yol, Hazreti Muhammet’in yoludur.
Hazreti Muhammet, her biri diğeriyle rekabet halendeki, her
birinin ayrı putu olan kabileleri bir araya getirmeyi denemedi. Putları yıktı
ve hepsini bir Allah’ın kulluğunda eşitledi. İnsanların kabileleri onların
ilişkilerini düzenleme işlevini yitirdi, adeta kişisel sorunları haline geldi;
yani gerçekten laik bir düzende dinin kişilerin özel sorunu olması gibi oldu
kabile ilişkileri. Veya gerçekten dil körü bir demokratik cumhuriyette dilin
bir politik sorun olmaması herkesin ana dilinde eğitimin bir hak olması gibi
oldu.
İşte bunun benzeri, #HAYIR direnişinde de yapılabilir.
Yani örgütler, sloganlar, bayraklar, hepsi en temel
haklarına dayanan Yurttaşlar olarak bir tek politik #HAYIR bayrağı ve parolası
altında bir araya gelirler. Bir araya gelişin dışında elbette herkes kendi
rengiyle, sözüyle yine isterse bildiğini okuyabilir.
Böyle bir tek bayrak, parola, somut hedef etrafında bir ağ
gibi birleşme, bir denenmiş önderlik yokluğunun zaafını giderebilir.
Ayrıca somut bir tek #HAYIR etrafında birleşilen eylem,
eylemin dışında herkesin olabildiğince renkli ve kendi gerekçeleriyle istediği
gibi propaganda çalışması yapmasıyla çelişmez.
Çünkü herkes bilir ki, evet farklıyız ama somut eyleme gelirken bir tek somut
talepten ibaret bir tek politik hedefi ifade etmekte ve yığınsallaşmakta
yoğunlaşacağız.
Bunun biçimini diğer yazılarımızda ayrıntısıyla anlattık. Tekrar
edelim.
Tamamen temel haklar alanında; toplantı ve gösteri
yürüyüşleri alanına girmeyecek biçimde kalarak; yani sessiz, bayraksız, pankartsız
ve göğsünde, basit pankart sayılamayacak bir #Hayır yazısıyla, her gün aynı
yerde aynı saatlerde buluşmak.
Bir tek bu biçim altında milyonlar her gün meydanları fiilen
doldurup, sessizliği ile çok şey söyleyen; renksizliği ile tüm renkleri
toplayan mitingler ülkedeki bütün dengeleri değiştirip; kim bilir belki oradan
aldığı hızla, bu orta doğuya yüzlerce yıl sonra demokrasiyi tekrar getirebilir.
Bu bir hayal değildir.
Bir kere başlanırsa hızla büyüyecektir. Grafiklerin
gösterdiği budur. Yeter ki insanlar bu biçimin mümkün ve gerekli biricik biçim
olduğunu görsünler ve kabullensinler.
Bu nedenle bıkmadan bu öneriyi ve konuyu; bu biçimi sürekli
gündeme alarak tartışmak; duyurmak, insanların aklına düşürmek gerekiyor.
Gelecek yazılarda Erdoğan’ın stratejini dayandırdığı iten
kuvvetlere karşı birleştiren kuvvetlerin üstünlüğü nasıl sağlanabilir ve
örgütlenmenin sorunlarına girelim.
26 Ocak 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona