Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdullah Öcalan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2019 Cumartesi

Dünya Kobani Günü Vesilesiyle Akıntıya Karşı Öneriler ve Öngörüler



Dün 1 Kasım, Dünya Kobani Günü idi.
Bu vesileyle Kobani savaşı sırasında yazdığımız yazıları derleyerek bugüne bir katkıda bulunalım diye düşündük.
Aslında Kobani üzerine, Kobani Rojava’da Nusra ve IŞİD’e karşı savaş ve zaferin bir sembolü olarak alınırsa, henüz Kobani adının pek bilinmediği zamanlarda, Kobani savaşından bir yıl önce, El Nusra’nın başlattığı ilk saldırı ve PKK’nin bu saldırılara karşı seferberlik ilan ettiği dönemlerde yazmaya başladık denebilir.
Aşağıda göreleceği gibi İkinci Düny Savaşı’nda savaşın dönüm noktası olan Stalingrad ile paralellikler kurarak, burada kazanılacak zaferlerin ikinci dünya savaşındakine benzer sonuçlara yol açabileceğini yazıyor ve şöyle diyorduk:
Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Ulusların, Avrupa’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Sonuna Doğru


Dünya Ulusları, Avrupa ve Türkiye özünde aynı karakterde krizler içindeler. Kendilerini yok ederek krizden çıkabilirler, ama kendilerini yok etmeyi aşmayı başaramadıkları takdirde bu sefer acılı bir şekilde yine yok olacaklardır.
Kısaca tek tek ele alalım.
Dünya’da toplumun temeli, altyapısı yani ekonomik ilişkiler çoktan ulusal sınırları parçalamış, bir tek dünya ekonomisi yaratmış bulunuyor.
Ama üstyapı, dünya ticaretinin esas olarak üst sınıflar ve lüks mallarla sınırlı olduğu, klasik antik uygarlıklar ve imparatorluklardan bile daha küçük ve sınırlı uluslara ve ulusal devletlere bölünmüş bulunuyor. Bu durum insanlığı boğuyor. İki dünya savaşı tam da bu nedenle çıkmıştı. Ki o zamanlar globalleşmenin çapı henüz bugün vardığı noktadan çok uzaklardaydı.

21 Haziran 2019 Cuma

Öcalan’ın Stratejik Bağlamda Söylediklerini Taktik Bir Soruna İlişkin Gibi Açıklamak ve Anlamak - Bu Vesileyle Ali Kemal Özcan’ın Yaklaşımlarına İlişkin Birkaç Söz ve Belge


Sabah uyandığımda Öcalan’ın tarafsız kalın çağrısı yaptığından, HDP’nin bölünmesiden söz eden yazıları, twitleri görünce doğrusu şaşırdım.
Öcalan’ın dese dese “HDP’nin kendi organları vardır, bağımsız bir partidir, onlar kararını kendi verir” tarzından bir şeyler söyleyeceğini ama esas vurgusunu her zaman olduğu gibi stratejik yönelişlere yapacağını düşünüyordum.
Sonra haberleri daha ayrıntılı okuyunca Doç. Dr. Ali kemal Özcan isimli birinin bu yönde açıklamalar yaptığını görünce şaşırdım. Acaba yeni bir Avukatı mı diye düşündüm. Ama bir TV programında konuştuğunu öğrendim. Bu isim yabancı gelmiyordu.
Sonra bir arama yaptım. Birdenbire yıllar önce (2005) Köxüz sitesini kurduğumuzda bir ilişkimiz olduğunu, kendisinin devletçi ve milliyetçi görüşleri nedeniyle yazarlığını kestiğimizi hatırladım.
Elektronik çağındayız. Çok şey silinerek yok oluyor. Ama yine de bir şansımı deneyeyim, bir zamanlar Köxüz sitesiyle ilgili yazışmalar arasında onunla yazışmalarımız duruyor mu diye baktım. Çok şükür yazışmalar kaybolmamıştı.

15 Şubat 2018 Perşembe

Demirtaş’ın Savunması İle İlgili Olarak Bir Gazetecinin Sorularına Cevaplar (Can Dündar'ın Attığı Twite)

Bana yöneltilen sorular şunlar:
“-Öcalan 2010 referandumunda neden “Evet deyin” haberi gönderdi?
-Haberi hangi bakan getirdi?
-BDP o yüzden mi boykota gitti?
-2014’te Öcalan neden Demirtaş’ı adaylıktan vazgeçirmeye çalıştı?
-Son çekilme kararı da bu yüzden mi”

Cevaplarım:
Önce soruların ardındaki mantığa ya da örtük varsayıma ilişkin kısa bir açıklama yapayım. Sorular sanki benim gerek Kürt hareketinin, gerek devletin iç ilişkilerini ve işleyişini bildiğim, herkesin sahip olmadığı bilgi ve enformasyona sahip olduğum yönünde bir izlenime dayanıyor gibi.
Ben aslında bu ilişkileri hiç bilmem ve pek merak de etmem. Benim yazılarımda yaptığım, kendi programatik, siyasi, stratejik amaçlarım açısından, yürüttüğüm politik mücadelede, toplumsal güçlerin, sınıfların, grupların eğilimlerine, nesnel çıkarlarına, karakterlerine, içindeki farklı stratejilere, bunların politik ifadelerine vs. bakarak birtakım analizler yapmaya durumu doğru değerlendirmeye ve bir yol bulmaya çalışmaktır.
Bu nedenle benim yukarıdaki sorulara cevap vermem çok zor ve bunların muhatabı olarak seçilmem gariptir.

22 Ocak 2018 Pazartesi

Afrin’de Türk Ordusu Yenilecek Erdoğan Gidecek (İlker Başbuğ’un Söyledikleri Işığında Afrin Saldırısının Akıbeti)

Eceli gelen it cami duvarına işer” derler. Afrin Kürtçe’de “mübarek (kutsanmış) yaratma (yaratılış)” anlamına geliyormuş.
Kutlu, mübarek Afrin’e, Suriye’nin savaşta yıkılmamış, bir barış vahası olarak kalabilmiş bu tek beldesine saldırmak cami duvarına işemektir.
Erdoğan’ın sonunu Afrin getirecektir.
Ama sadece Erdoğan’ın değil.
Laik Türk ordusu” Erdoğan isimli İslamcı faşistle ittifak yaparak he kendi bindiği dalı kesti, hem de kaderini onun kaderiyle birleştirdi.
Bu da şu olanağı ortaya çıkarmaktadır: Erdoğan’ın sonu, bu ta Sümerlerden beri gelen Şark despotluğunun, bu askeri, bürokratik oligarşinin de sonu olur.
Bakmayın medyanın psikolojik savaş haberlerine. Gerçekte kendileri de bunun farkındalar ve tam anlamıyla bir kumar oynadıklarını biliyorlar.

11 Ocak 2018 Perşembe

Demirtaş Başkan Olarak Kalmazsa HDP Biter

Öyle görünüyor ki HDP’nin yönetim organları gelen eleştirileri dikkate bile almadan Selahattin Demirtaş’ı Başkan olarak bir daha seçmemekte anlaşıyorlar. Buna karar vermişler bile. Artık bunu nasıl kitabına uyduracaklarının planlarını yapıyorlar. Bürokratik bir vurdumduymazlıkla ifade edilen çeşitli görüşler bunu gösteriyor.
(İşin kötüsü, Hasip Kaplan’ın twitleri Demirtaş’ın başkan kalması ve tekrar seçilmesinin politik önemine ilişkin tartışmalardan kaçmaları, için HDP yöneticilerine iyi bir vesile sundu. Bu vesileyle şuna da dikkati çekelim. Hasip Kaplan da twitinde Demirtaş’ın başkanlıktan uzaklaştırılmasına değil, bir Türk’ün getirilmesine itiraz ediyordu. Çünkü Kürt ulusalcıları aslında Öcalan’ın projesi olan, Türkiyelileşme, yani Türklerin ezilenlerini de kazanma stratejisine düşmandırlar ve bu projenin bir ütopya olmadığını gösteren ve güler yüzü olan Demirtaş’tan rahatsızdırlar.)
Örneğin bugün Cumhuriyet’te şu haber var:
“HDP'de tutuklu eş genel başkan Selahattin Demirtaş’ın koltuğu için yeniden aday olmayacağını açıklamasının ardından yeni isim arayışına girildi. Adaylık için isimlerden geçen birisi de deneyimli siyasetçi Ahmet Türk.”

6 Ocak 2018 Cumartesi

Selahattin Demirtaş Tekrar Başkan Seçilmelidir

İki gün önce Selahattin Demirtaş’ın 11 Şubat’ta gerçekleşecek olan HDP kongresinde aday olmayacağına dair partiye ve kamuoyuna yazdığı mektup açıklandı.
Lafı hiç uzatmadan söyleyelim.
Demirtaş’ın bakanlığı sorunu hukuki ya da örgütsel bir sorun değil, politik bir sorundur.
Politik sorunlar da politik mücadelenin hedefleri ve yöntemleri olarak tartışılırlar ve tartışılmalıdırlar.
Aşağıda temellendirmek üzere talebimiz ve görüşümüz, bu konuda görüşünü hemen açıklayan Recep Maraşlı’nın da dediği gibi, Demirtaş’ı kongrede (kimsenin oyuna karışamayız ama mümkün ise oy birliğiyle) tekrar başkan seçip, ayakta alkışlamak gerekir.
Doğru politik tavır bu olabilir.

13 Nisan 2017 Perşembe

Referandum’da Hileye Karşı Örgütlenmek: T3 (Tutanak Teyit Sistemi)

Türkiye gibi Şark despotluklarında halk örgütsüzdür. Bir tek örgütlü güç vardır: Devlet.
Şark devleti Burjuva toplumunun devleti ile karıştırılmamalıdır. Roma imparatorluğunun feth edemediği kuzey Avrupa ülkelerinde hiçbir zaman Şark’taki gibi merkezi bürokratik devletler olmamıştır. Avrupa Feodalizmi denen şey aslında bu merkezi firavun devletlerinin ortaya çıkamadığı, komünal ilişkilerin hala yaşadığı. İşte batı demokrasisi bu komünal ilişkilerden güç almış, İngiltere'deki kimi kabile şefleri içlerinden Tayyip Erdoğan, Muaviye veya Naram Sin (Nemrut) gibi Firavunlaşmak isteyenlere “Yavaş ol bakalım. Bizim iznimiz olmadan ne vergi koyabilirsin ne de harcama yapabilirsin” demişlerdir.
Onların harcama ve vergi alma yollarını kontrol altına alarak Firavunlaşmalarının Nemrutlaşmalarının, yani bir Şark Despotu olmalarının, yani devletin bir şark despotluğuna dönüşmesinin yolunu kesmişlerdir.

22 Mart 2017 Çarşamba

Gergerlioğlu ve Lenin (Demokrasi Mücadelesinin Sorunları)

Ezilenlerin mücadelesinin, ezilenlerin kendi yapısından gelen ciddi sorunları vardır.
Ezilenler, sömürülenler, baskı altındakiler, mazlumlar ancak kendilerini doğrudan ilgilendiren sorunlardan dolayı harekete geçer, örgütlenir ve direnirler. “Dil ağrıyan dişi kurcalar.”
Ama bir baskı ve sömürü biçimine karşı mücadele etmek, başka baskı ve sömürü biçimlerine karşı mücadeleyi veya duyarlılığı otomatik olarak yaratmaz. “Tok açın halinden anlamaz
Hatta bir baskı biçimine karşı mücadele edenler diğer baskı ve sömürü biçimlerine uğrayanlara karşı sadece duyarsız olmazlar; bizzat kendileri sorunun bir parçası olabilirler.
Örneğin bir işçinin uğradığı sınıfsal bir baskı ve sömürü onu otomatikman ulusal baskıya, kadınların uğradığı baskıya, Alevilerin uğradığı baskıya vs. karşı duyarlı yapmaz.

8 Mart 2017 Çarşamba

Kadınlar ve Kürt Özgürlük Hareketi Üzerine

Bugün 8 Mart. Aşağıda 2000 yılında, yani 17 yıl önce yazılmış iki yazı yer alıyor. Bu yazılar o zamanlar Avrupa’da çıkan, yazarı olduğumuz Özgür Politika’da yayınlanmışlardı.
Bu yazılar yazıldığı zaman, yani 2000 yılında, Kürt hareketine kimse değer vermiyordu. Bütün Türk sosyalist hareketleri şu veya bu ölçüde ulusalcıydı ya da ulusalcılığın baskısıyla Kürt hareketinden uzak duruyordu.
Kürtler içinde de Öcalan ve onun temsil ettiği çizgi yediği ağır darbenin etkisi altındaydı. Kürt hareketinin bittiği düşünülüyordu.
Öcalan’ın her görüşmede kadınlara selam yollaması basit bir denge hesabı, bir retorik ve örgüt içi dengelerle ilgili diplomatik manevralar olarak görülüyor; kimse tarafından ciddiye alınmıyordu.

12 Şubat 2017 Pazar

İndirmek İçin kitap - Öcalan’ın Kaçırılışı ve “15 Şubat komplosu” Üzerine Yazılar

İndirmek için kitap. Şu linki tıklayınız:
https://yadi.sk/d/VvB0cnqH3DvNgN
Birkaç gün sonra "15 Şubat komplosu"nun yıl dönümü. O dönemde günü gününe ve hatta zaman zaman saati saatine yazılar yazarak hem durumu çözümlemeye, hem kürt hareketine destek olmaya hem de eleştiri ve öngörülerimizle yol gösterici olmaya çalışıyorduk.
O zamanlar herkes PKK'nın bittiği, Öcalan'ın teslim olduğu gibi görüşleri savunuyordu ve olaylar da görünüşte bu gibi yargıları doğrular gibi görünüyordu.
Biz ise tam aksine, Öcalan'ın çok önemli bir stratejik dönüş yaptığını belirtiyorduk.
Aradan bunca zaman geçti ve yazdıklarımızın büyük ölçüde doğrulandığı görüldü diyebiliriz.
Bu yazılar aynı zamanda Marksist metodun kullanımının bir denemesi, bir sağlamasıydı.
Marks ve Engels de (lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibiler de) metotlarını sadece Tarihte değil (Ailenin kökeni, Köylüler Savaşı); aynı zamanda yaşadıkları zaman dilimlerindeki olayları açıklamakta da kullanarak (örneğin, Fransa'da iç Savaş, Napolyon'un Darbesi), onu tabiri caiz ise, deneyle kontrol etmişlerdir sık sık.
Bu geleneğin devamı gibi de görülebilir bu yazılar.

26 Ocak 2017 Perşembe

#HAYIR’ın Biriken Enerjisi ve Korkusu

Son yıllarda kimse sorunları açıkça ortaya koyup tartışmaz oldu. Sanki zaaflar, sorunlar ortaya koyulsa, açıkça tartışılsa karşı tarafın eline silah verilecek; ona zayıf yönler gösterilecekmiş gibi bir korku var. Bu gereksiz ve anlamsız bir korkudur. Poliste bütün bildiklerini okuyup da Cezaevinde ifadesini veya iddianameyi arkadaşlarından gizlemek gibi bir şeydir.
Aslında korkunun ardında, fosilleşmiş örgütlerin açık tartışmadan, eleştiriden ölümü görmüşçe kaçışları bulunmaktadır.
Bugün sol örgütlerin ve hatta ülkenin entelektüel hayatının tepesindekilerin hepsi demeyelim ama ezici çoğunluğu, korkunç tutucudur ve var olanı yıkma değil, onu savunma modundadırlar, daha açık ifadeyle çürüme modundadırlar.
Dinamik bir #HAYIR hareketinin oluşabilmesi ve başarıya ulaşabilmesi için, bu hareketin her şeyden önce bu yerleşik sisteme, yapılara ve geleneklere karşı da bir savaş vermesi gerekmektedir. Ancak böyle bir “iç savaşı” göze aldığı takdirde, “dış savaşı”, yani Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı savaşı da kazanabilir. Her iç savaş aynı zamanda bir dış savaşla birlikte yürür. Hazreti Muhammet, savaşların en kutsalı insanın kendine karşı savaşıdır diye boşuna dememiştir. Neredeyse bütün peygamberler ve devrimciler esas mücadelelerini kendileri ile aynı safta görünenlere karşı vermişlerdir. İster İsa, İster Paulus, ister Musa, ister Lut, ister Muhammet, ister Lenin olsun bu kural değişmez.
Bu nedenle, sorunlarımızı, zaaflarımızı, bunların nedenlerine ilişkin görüşlerimizi; bunları aşabilmek için önerdiğimiz yolları açık açık ortaya koyup tartışmalıyız.
Bu eylemin kendisi bizzat var olan yapılara, yerleşik kültüre karşı fiili bir itiraz ve savaş anlamına gelir zaten nesnel olarak.
Bir seri yazıda, #HAYIR cephesinin handikaplarını, sorunlarını, zayıflıklarını ele almaya çalışalım.
*
#HAYIR cephesi, bugün çok özgül nitelikleri olan bir politikleşme, radikalleşme, enerji biriktirme eğilimi gösteriyor.
Ama önce olgu olarak böyle bir eğilim gerçekten var mı ona bakalım.
Önce aşağıya Bekir Ağırdır’ın Cumhuriyet’te yayınlanmış söyleşisinden bir gözlemi aktaralım.
“Bunu başarıp başarmayacağını da göreceğiz. Burada şöyle bir dinamik olduğunu da gözlüyorum ben. Hani o laik kesimler, seküler hayat tarzsına sahip kesimler, illa CHP’li, HDP’li de olmayabilir, hayat tarzı olarak seküler kesimlerin, 12 yıldır bütün seçimlerde, referandumlardaki mağlubiyetten ve özellikle 1 Kasım’dan sonraki çaresizlik duyguları, benim gözlediğim, kırılıyor artık, tersine dönüyor. Bundan daha dibi yok çünkü. Şimdi herkes ‘ben de bu ülkede olduğuma göre bu ülke için daha aktif, etkin olmalıyım’ arayışında. Dolayısıyla bütün bu arayışlar doğru bir enerjiye, stratejiye dönüşebilirse o zaman referandumda hayır çıkma ihtimali de vardır yani.” (Cumhuriyet, Konda Genel müdürü Bekir Ağırdır: HAYIR başarabilir)
*
İlginç bir şekilde epeydir benzer bir gözlemi biz de yapıyoruz. Ama daha çarpıcı bir grafik ile bunu göstermeyi deneyelim.
Yazılarımı yayınladığım “Demir’den Kapılar” adlı bir bloğum var.
Bloğun kendi sayaçları girenlerin sayılarını, hangi yazıların ne kadar okunduğunu, nereden girdiklerini, hangi işletim sistemi kullandıklarını vs. akla gelebilecek her şeyi kaydediyor ve özet olarak gösteriyor.
(Yani İnternette her hangi bir yazıyı okuyan, bir yere tıklayan herkes müthiş bir veri yığınını da ardında bırakıyor aynı zamanda. Yani aslında gizlilik artık anlamını da yitirmiş durumda. Ve bu bırakılan veri yığınları çok büyük olduğunda çok gerçekçi profiller çıkarma, çok isabetli öngörüler yapma oranı korkunç yükselmektedir. Buna “Big Data” (Büyük Veri) deniyor ve önümüzdeki dönemin belki de Petrolden bile daha kıymetli madeni bu. Bu konuyu nicedir ele almayı düşünüyoruz ama önce şu Erdoğan işini halletmek için tüm enerjiyi oraya yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu nedenle bu geçer ayak dokunuştan sonra yine konumuza dönelim.)
Benzer blokları, siteleri olanlar bilirler. Toplumun adeta tansiyonunu ölçebilirsiniz. Kritik anlarda, toplumun birden bire gerildiği, politize olduğu, arayışa yöneldiği anlarda sitelere girişler adeta patlama yapar. Geçenlerde Medyaskop’un birinci yılı vesilesiyle bir yayında Ruşen Çakır da bu olguya ve gözlemine dikkati çekmişti.
Ama sadece anlık ve günlük toplumdaki titreşimleri algılamazsınız. Aynı zamanda okuyucunun ne kadar yüzeysel şeylere meraklı olduğun da görürsünüz. En kaliteli, en üzerine düşünülmüş, en temel sorunlara yönelik yazılar en az okunanlardır; en yüzeysel, olgulara yönelik; hatta kişisel tartışmalara giren yazılar ise her zaman çok okuyucu bulur. Bu gibi sonuçlar uzatılabilir. Biz bu yazının konusu bakımında genel bir eğilime ve bu bağlamda #HAYIR için toplumun nasıl bir psikolojide bulunduğuna ilişkin verilere bakalım.
Yanda bir grafik yer alıyor. Grafikte Demir’den Kapılar bloğunda yazmaya başladığım günden beri bloğa aylık girişler yer alıyor. Bu girişlere bakınca ne görüyoruz?
Toplumdaki en önemli olaylar aynen girişlerde de görülebiliyor.
Bloğu açtığım 2011’den 2013’e kadar hafif bir yükseliş varken, tam Gezi sürecinde ani bir yükseliş görülüyor.
İkinci ani yükseliş Kobani savaşı esnasında oluyor ve Gezi sırasındaki girişin iki katı aşılıyor.
Üçüncüsü 7 Haziran seçimleri ile tam anlamıyla bir zirve. 7 Haziran aslında seçim kampanyası biçiminde bir Gezi sayılabilirdi.
Yani 2013 Mart’ında Öcalan’ın mesajı ve “Barış süreci” denen ateşkesle birlikte bir “Devrimci Yükseliş Fazı” diyebileceğimiz bir dönem var. Politize olma oranı giderek artan oranlarda yükseliyor.
Ancak Haziran zaferini hızlı bir düşüş izliyor ve sadece Kasım seçimlerinde son bir gayretle bir yükseliş görülüyor ondan sonra düşüş eğilimi devam ediyor.
Ancak Aralık 2016’dan beri yavaş bir yükseliş başlıyor ama önce Aralıkta yavaşça başlayan, Ocak ayında ortada hiçbir şey yokken. Aksine tam bir yılgınlık, korku ve umutsuzluk ortalığa egemen iken bütün diğer yükselişleri bile aşan bir yükseliş görülüyor.
Bu çok ilginç bir durum olduğunun göstergesidir. Üstelik henüz daha ayın 25’i muhtemelen ay sonuna kadar Diğer yükselişin yarısı kadar aşması bile mümkündür.
Bu nicel veriler nasıl yorumlanmalıdır?
*
Ancak sadece bu kadar değil. Bir de bu okuyucuların profili hakkında verilere bakalım.
Bilenler bilir. Benim esas okuyucularım Kürtlerdir.
Ben kendim Marksist olmama rağmen Türk sosyalistlerinin genellikle pek okumadığı bir insanım.
Eleştirel bir Marksist olduğumdan, neredeyse bütün Stalinist sosyalistler okumaz. Troçkistler beni Doktorcu görür okumaz. Doktorcular Troçkist olup Doktor’a ihanet etti diye okumaz. Ama aydınlar da okumaz. Çünkü onlar Marksizm’in hiçbir değerinin olmadığı, ölü köpek muamelesi gördüğü post-modern bir dünyada ve ideolojik iklimde büyüdüklerinden onlara benim dilim, kavramlarım, yaklaşımlarım arkaik nesli tükenmeye yüz tutmuş bir dinozorunki gibi gelir. O nedenle bu görünüşe aldanıp, onlar da okumazlar.
Kürtler okur ama aslında sadece politik durumlara ilişkin tavırlarımdan dolayı, Kürt hareketini destekleyen bir Türk diye okurlar. Böyle okudukları için de aslında tartıştıklarımı anlamazlar. Çünkü benim en politik yazılarımın bile konusu aslında politika değil, Marksist metodolojidir. Politik tavır ve analizler sadece temel metodolojik ve teorik sorunların ele alınışında bir örnek işlevi görürler.
Yazılarımı birazcık da İslamcılar okur. İslam'ı çok takdir eden, Hazreti Muhammet’i çok devrimci bulan bir laik ve Marksist bulmak zordur. Onlar da biraz Kürtler gibi, karşı taraftan bir destekçi diye okurlar, kendi konumlarının doğru olduğuna karşı taraftan gelen bir kanıt diye okurlar. Zaten he iki kesim de Marksist kavram sistemine kapalıdırlar.
Kültürel olarak kotlarım çoğu laik şehirli olan Kemalistlerinkine yakınsa da, Kürtler ve Müslümanlar karşısında onlarınkine tamamen zıt politik tutumum nedeniyle o kesimler açısından da lanetli ve okunmayan bir insanımdır.
Bu genel bilgiden sonra o yükselişlerde siteye girenlerin politik ve kültürel ağırlıklarının değişimi hakkında bir şeyler söylenebilir.
Gezi sırasındaki yükselişi sağlayanların büyük bölümü muhtemelen şehirli ve genç insanlardır. Ortalama gezi tipleridir büyük olasılıkla.
Kobani’deki yükselişteki artışı ise yüzde yüzünün Kürt okuyucuların girişinden kaynaklandığı kanısındayım.
Ancak 2015 Haziran yükselişinde her iki kesimin de yer aldığını düşünüyorum.
Son bir aylık yükselişi sağlayanların profili ise kanımca bütün diğerlerinden farklı bir özellik sunuyor.
Birincisi ortada bir “devrimci Kabarış” diyebileceğimiz Gezi, Kobani savaşı ve zaferi, 7 Haziran zaferi ve bu zafer öncesi coşkunluk gibi bir durum yok. Aksine morallerin bozuk olduğu bir dönemdeyiz.
Peki, bu yükselişi sağlayan okuyucu profilinin özelliği ne? Ben bunun büyük ölçüde laik kesimlerden, şehirli kesimlerden, şimdiye kadar yazılarıma soğuk durmuş kesimlerden kaynaklandığı izlenimine sahibim.
Bu sonucu şuradan çıkarıyorum. Yazılarıma özelden yazılan yankı, soru, eleştiri veya övgülerin neredeyse hepsi bu kesimden. Ayrıca gelen arkadaşlık teklifleri, Facebook’taki yine izleyicilerin profilleri vs. de bunu doğruluyor. Eskiden bana neredeyse sadece Kürtlerden arkadaşlık teklifleri gelirdi. Şimdi ise Kürtler mutlak rakam olarak azalmış olmasa bile, oran olarak, şehirli ve laik kesimler o kadar artmış durumda ki çok küçülmüş durumdalar.
Kanımca bu veriler Bekir Ağırdır’ın gözlemleriyle tam bir uyum halindedir. Laik ve şehirliler bir şey yapmaya hazır durumda, ölümden öte köy yok diyerek hızla politize ve radikalize olmuş durumdalar.
*
Ancak bu radikalize olma, bloğu her gün binlerce kişinin ziyaret edip o yazıları okuması ile tam bir zıtlık içinde başka bir olgu daha var.
Ben yazılarımı Bloğumda yayınladıktan sonra Facebook ve Twitter’de de paylaşırım. Çünkü orada başkalarını da paylaşımı aracılığıyla sürekli yeni okuyucular da gelir. Hemen hemen her yazımı paylaşan beş on arkadaşımı bir yana bırakırsak, genellikle paylaşanlar yazıya göre değişirler ve Facebook’ta paylaşım arttığında Bloktaki okuyucular da artardı. Oranın ortalama bire yirmi ile yüz arasında oynadığı yönünde bir izlenimim var. Yani Facebook’ta yeni bir kişi paylaştığında genellikle o paylaşımdan bloğuma gelip yazımı okuyan ortalama yirmi ile yüz arası artar. Bu kesin bir rakam değil, ama pek de yanlış olmadığını sandığım bir tahmin.
Ama son bir ayda ne görüyoruz? Sadece paylaşımlar sıfırlanmış değil, beğenmeler de azalmış durumda, yorumlar da. Bunlar da yine genellikle yurt dışında yaşayanlar.
Bloğa girenlerin sayısına bakılırsa, özellikle Facebook’ta yazılarımı paylaşımların yüzlerle, hatta binlerle olması gerekir. Önceki bütün yükselişlerdeki oranlar böyle olması gerektiğini gösteriyor.
Ancak paylaşımlar tümüyle düşmüş durumda. Birkaç eski arkadaşım ve yurt dışında yaşayan okurlar dışında yazılarımı paylaşanlar neredeyse sıfırlanmış bulunuyor. Hele Twitter’de en kötü zamanlarda bile bir iki kişi beğenen veya rt eden çıkardı. Şimdi günlerdir hiçbir şey yok.
Öte yandan istatistikler siteye gelenlerin hangi kanallardan geldiğin de gösteriyor.  Bakıyorum neredeyse hepsi Facebook’tan geliyor. Google arama ile gelenler falan çok az.
O halde buradan çıkacak tek sonuç var, yine Bekir Ağırdır’ın da değindiği gibi, müthiş bir korku iklimi egemen durumda.
Yani bir yanda ortalıkta görünen bir korku var. Bu korku paylaşmama, beğenmeme biçiminde ortaya çıkıyor. Herkes sanki ilgisizce ıslak çalarak geçiyormuş gibi yapıyor.
Ama aynı zamanda korkunç bir politizasyon, radikalleşme ve enerji birikimi var.
Bu biriken enerji, bu radikalleşme, bu politizasyon eğer kendini ifade edeceği, dışa vuracağı bir imkân bulursa, Tüm Türkiye’nin hatta bölgenin kaderini değiştirebilir.
*
Ancak bu dışa vurumun klasik laikçi tepkilerle ve ulusalcı bir renkle gerçekleşmesi halinde hızla tecrit olup bir yenilgiye uğraması ve oradan da tam bir yılgınlığın yerleşmesi tehlikesi bulunmaktadır.
Bu nedenle şehirli, aydın ve laik kesimlerdeki bu radikalleşmenin kendi egemen kültürel ve politik renklerinin damgasını vurmadan bu dışa vurumun gerçekleşmesinin hayati önemi bulunmaktadır.
Bunu CHP yapmaz ve yapamaz. HDP yapamaz çünkü bu kesim onu Kürt partisi olarak görüyor. Bu kesimin dışından.
Sosyalist örgütler de aslında bu kesimden sayılır kültürel kotlarıyla. Onlar ise hiç yapamaz çünkü gerçeklik duygularını yitirmişlerdir bütün küçük örgütlerde olduğu gibi. Kaldı ki ne teorik hazırlıkları ve birikimleri vardır; ne de kültürel kotları, dilleri buna uygundur.
Ama yine de bir umut olduğu söylenebilir.
Gezi’nin Taksim’den sürüldükten ve Parklara çekildikten sonra gösterdiği radikalleşme çizgisi, burada bir deney ve umut olarak ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, Gezi, İhsan Eliaçık ve arkadaşlarının Gezi’de namaz kılmalarına koruma sağlayarak, birlikte yeryüzü sofraları ve sokak iftarları yaparak, klasik laikçi duruş, kültür ve politikayla arasına sınır çekmiş ve böylece Erdoğan’ın oyununu bozmuştu.
Gezi aynı şekilde, Kürtlerin bir siyasi hareket olarak uzak, sembolik olarak orada halay çekmekle yetinmelerine rağmen, Türk Milliyetçilerinin Kürt düşmanı tavrına da sınır çekmiş, özellikle Lice’deki olayın ardından Yoğurtçu’daki Geziciler protesto için Kadıköy sokaklarını doldurmuş, yaşlı Kemalist teyzeler bile “Biji Apo” diye Kürtçe sloganlar atar hale gelmişti.
Elbette bu tüm Türkiye'de böyle olmadı. Alevilerin yoğun olduğu semtlerde veya İzmir ve Ege’de Gezi bu kadar net ve hızlı bir evrim geçirmedi ama bu yönde bir evrime de kapalı olmadı. Hatta bu evrimin devam ettiğini ve meyvelerinin 7 Haziran’da görüldüğünü bile söyleyebiliriz.
O halde, istatistiklere yansıyan bu radikalleşme ve enerji toplamanın Gezi’nin ileriki dönemindeki “Laikçi” ve Türkçü politik çizgiye mesafe koymuş çizgisi ile ortaya çıkması halinde; en zıt kesimlerin birliğini sağlayabilir; sadece Kürtleri kazanmakla kalmaz; aynı zamanda Müslüman ve muhafazakâr Sünni kesimden de çok ciddi bir destek alabilir. Erdoğan’ın bütünüyle Kürt – Türk; Sünni Müslüman – Alevi ve Laik bölünmesine ve gerilimine dayanan stratejisini başarısızlığa uğratabilir ve 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi belli bir coşku ve seferberlik yaratabilir.
Evet, hızla radikalleşen veya harekete geçmek için enerji toplayan “laik yaşam tarzındaki” şehirli ve de Alevi kesimde duruma uygun bir örgüt ve önderlik belki ama bir şekilde yazılmamış hafızaya geçmiş bir deney de var. Buna Gezi’nin Ruhu diyelim. Bu ruh egemen direnişe damgasını vurursa başarı mümkündür.
Ama Gezinin başarısızlığının ve adeta buharlaşmasının en önemli nedeni adeta örgütlenmenin gereğini reddetmesiydi. Bu nedenle Örgütlenme konusunda ciddi bir handikap olduğu düşünülebilir ama bunun bir eksiklik ve yanlış olduğu fikrinin de epeyce yerleştiğini kişisel gözlem ve konuşmalardan çıkarabiliyorum.
Ama bu örgütlenme konusuna daha sonra ayrıca girmek gerekecek. Dünkü “Kritik Kütle” başlıklı yazıda kısmen değindik; daha da ele almak gerekiyor. Burada geçelim.
*
Peki, bu nasıl olacak?
Yani Erdoğan’ın stratejisinin dayanacağı; birbirini iten; genellikle “Fay hatları” denen kültürel ve politik ayrımlar nasıl bir arada bulunabilir?
Bunun iki yolu vardır. Biri Hazreti Nuh’un yoludur, diğeri Hazreti Muhammet’in yoludur.
Ama tek mümkün yol, Hazreti Muhammet’in yoludur.
Hazreti Muhammet, her biri diğeriyle rekabet halendeki, her birinin ayrı putu olan kabileleri bir araya getirmeyi denemedi. Putları yıktı ve hepsini bir Allah’ın kulluğunda eşitledi. İnsanların kabileleri onların ilişkilerini düzenleme işlevini yitirdi, adeta kişisel sorunları haline geldi; yani gerçekten laik bir düzende dinin kişilerin özel sorunu olması gibi oldu kabile ilişkileri. Veya gerçekten dil körü bir demokratik cumhuriyette dilin bir politik sorun olmaması herkesin ana dilinde eğitimin bir hak olması gibi oldu.
İşte bunun benzeri, #HAYIR direnişinde de yapılabilir.
Yani örgütler, sloganlar, bayraklar, hepsi en temel haklarına dayanan Yurttaşlar olarak bir tek politik #HAYIR bayrağı ve parolası altında bir araya gelirler. Bir araya gelişin dışında elbette herkes kendi rengiyle, sözüyle yine isterse bildiğini okuyabilir.
Böyle bir tek bayrak, parola, somut hedef etrafında bir ağ gibi birleşme, bir denenmiş önderlik yokluğunun zaafını giderebilir.
Ayrıca somut bir tek #HAYIR etrafında birleşilen eylem, eylemin dışında herkesin olabildiğince renkli ve kendi gerekçeleriyle istediği gibi propaganda çalışması yapmasıyla çelişmez.
Çünkü herkes bilir ki, evet farklıyız ama somut eyleme gelirken bir tek somut talepten ibaret bir tek politik hedefi ifade etmekte ve yığınsallaşmakta yoğunlaşacağız.
Bunun biçimini diğer yazılarımızda ayrıntısıyla anlattık. Tekrar edelim.
Tamamen temel haklar alanında; toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanına girmeyecek biçimde kalarak; yani sessiz, bayraksız, pankartsız ve göğsünde, basit pankart sayılamayacak bir #Hayır yazısıyla, her gün aynı yerde aynı saatlerde buluşmak.
Bir tek bu biçim altında milyonlar her gün meydanları fiilen doldurup, sessizliği ile çok şey söyleyen; renksizliği ile tüm renkleri toplayan mitingler ülkedeki bütün dengeleri değiştirip; kim bilir belki oradan aldığı hızla, bu orta doğuya yüzlerce yıl sonra demokrasiyi tekrar getirebilir.
Bu bir hayal değildir.
Bir kere başlanırsa hızla büyüyecektir. Grafiklerin gösterdiği budur. Yeter ki insanlar bu biçimin mümkün ve gerekli biricik biçim olduğunu görsünler ve kabullensinler.
Bu nedenle bıkmadan bu öneriyi ve konuyu; bu biçimi sürekli gündeme alarak tartışmak; duyurmak, insanların aklına düşürmek gerekiyor.
Gelecek yazılarda Erdoğan’ın stratejini dayandırdığı iten kuvvetlere karşı birleştiren kuvvetlerin üstünlüğü nasıl sağlanabilir ve örgütlenmenin sorunlarına girelim.
26 Ocak 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona

3 Kasım 2015 Salı

Öcalan’dan Haber Var: Öcalan’ın Durum ve Süreç Hakkında Görüşleri

Dün akşam bir arkadaştan, ilişiğinde birçok Twitin resmi (screenshot) olan bir mail geldi.
Resimlerdeki Twittler, yanılmıyorsam şu an hapiste bulunan, Özgür Gündem yazarı Özgür Amed’in hesabı üzerinden yollanmıştı. Özgür Amed kendi yazamayacağına göre, belli ki onun hesabı üzerinden kamuoyunu bilgilendirmek için atılmışlardı.
Bu mesajlar İmralı’da tecritte bulunan Öcalan’ın, muhtemelen diğer mahkûmlara yolladığı mektup veya haberlerden derlenmiş bilgiler içeriyordu.
Elbet, çok dolaylı bir aktarma oldukları için yüzde yüz otantik değildirler ve onları okuyup özetleyen ve aktaranların anlayışlarını; okuyup aktarılma koşullarının yarattığı sınırlamaları; Twitter’in 140 harf sınırlamasının zorunlu kıldığı kısaltmaları vs. de yansıtıyorlardır.
Ancak Öcalan’ı biraz tanıyanlar, kitaplarını, yazılarını biraz okumuş olanlar, bu mesajlarda özetlenen görüşlerin Öcalan’ın görüşleri olduğunu tahmin edebilirler. Bu nedenle,  Twitlerde özetlenmeye çalışılanlar Öcalan’ın görüşleri hakkında yine de bir fikir verir.

16 Ağustos 2015 Pazar

Ulusçuluk, Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan Üzerine Veya Kediler Kendi Kuyruğunu Neden Yakalayamaz? Ulusçular Ulusun Ne Olduğunu Neden Anlayamaz?

(Evelki gün, Sendika Org’ta Joris Levering’in “Murray Bookchin ve Kürt direnişi adlı bir yazısı yayınlandı. (Bu yazıyı da ekte koyuyoruz.) Adındaki linkten de ulaşılabilir
 Yazar, Demokratik Özerklik ve/veya Konfederalizm, Rojava’daki kantonlar ve Rojava deneyimi ve bunlara ilişkin Öcalan’ın görüşleri ile Murray Bookchin’in görüşleri arasındaki ilişkileri ele alıyor.
Yazıyı okuyunca bundan on yıl önce, yine Bookchin’in görüşleri, Öcalan konusundaki yazdıklarımız aklımıza geldi. Pazar günleri aktüel politika dışında yazmak adeta bir gelenek haline geldiğinden, geleneğe uyarak, biraz da teorik ve temel konulara girelim dedik. Bu nedenle, bu yazıyı bugün aynen yayınlıyoruz.

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Erdoğan Neden Kaybedecek?

Topu topu iki yıl geçti Öcalan’ın Diyarbakır’da Newroz alanında mesajının okunmasından ve “Barış Süreci”nin başlamasından beri. O tarihlerde yazdığımız bir seri yazıya “Ortadoğu Devrimi Başladı”  diye bir başlık koymuştuk.
Bugün geriye bakınca ağır ağır gelişen bir devrim süreci daha iyi görülüyor. “Ortadoğu Devrimi”nden dünyanın anladığı, “Arap Baharı”. Bu, dünyanın henüz göremediği bir devrim süreci.
Biz o yazıyı yazdığımızdan beri iki büyük alt üstlük oldu. Yazımızın mürekkebi kurumadan, Türkiye’deki Aleviler ve Laik şehirliler Erdoğan’a karşı Gezi Ayaklanmasını gerçekleştirdiler. Bir yıl sonra Kürtler Kobani için ayaklandılar ve ardından Kobani Zaferi kazanıldı.
Bu iki ayaklanma da hem dünyanın hem de bu ayaklanmaların aktörlerinin dünyayı kavrayışında derin değişikliklere yol açtı.
Ama bu iki ayaklanma da, henüz birbiriyle senkronize değildi ve birbirinden kopuk hatta belli bir ölçüde birbirine karşı şerbetli (bağışıklıklı) kalmıştı.
Şimdi 7 Haziran seçimlerinde bu iki ayaklanma, bu sefer bir arada ve senkronize olarak seçim sandığı aracılığıyla bir üçüncü “ayaklanma”ya hazırlanıyor.

24 Mayıs 2015 Pazar

Türk Milliyetçileri Neden HDP’ye Oy Vermelidirler?

İlk bakışta, Türk milliyetçilerinin HDP’ye oy vermesinin istenmesi bir şaka gibi görülebilir. “Türk milliyetçilerinden, Kürt Milliyetçiliğinin ürünü ve savunucusu olarak bilinen bir partiye oy istemek… Bu kadar saçmalık da olmaz” diyenler çıkacaktır.
Ancak konunun üzerine düşününce kazın ayağının hiç de göründüğü gibi olmadığı görülecektir.
Önce şunu soralım. Türk milliyetçisi kime denebilir; nasıl tanımlanabilir?
Türk milliyetçisi: “Türk milletinin (ulusunun) çıkarını, refahını, zenginliğini ve gücünü her şeyden üstün tutana denir” diye tanımlanabilir.
Zaten Türk milliyetçileri de; Milliyetçi olmadığını söyleyen Türk Sosyalistleri de, hem genel olarak milliyetçiliği hem de Türk milliyetçiliğini böyle tanımlamakta anlaşırlar.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Ey Türk, Titre, Kendine Dön ve HDP’ye Oy Ver!.. (1)

HDP’ye Oy Ver, Barajı Yık, Diktatörü Durdur, Barışı Sürdür Girişimi” veya diğer diğer adıyla “Diktatörü Durdurmak, Barışı Sürdürmek, Barajı Yıkmak İçin Oylar HDP’ye Girişimi” için çeşitli toplum kesimlerine yönelik bildiri önerileri hazırlamaya çalışıyoruz. Bu bağlamda Türk milliyetçilerinin de Türk milletinin çıkarlarını savunmak için HDP’ye oy vermeleri gerektiğine; onları kendi çıkarlarını görmeye çağıran bir bildiri yazmak için bilgisayarın başına oturdum..
Ancak bildiriden önce, bunun mantığının kavranması gerektiğini düşündüm ve benzeri biçimde yazdığım önceki yazılara bir göz attım. Bunun üzerine o yazıların bugün tekrar yayınlanmasının, konunun anlaşılması için gerekli olduğunu gördüm.
Bu nedenle biraz geçmişe dönüş yapacağız.

20 Mart 2015 Cuma

Öcalan’ın Yarınki Mesajı Üzerine Öngörüler

Yarın, 21 Mart 2015 Cumartesi günü, Diyarbakır’da, Newroz’da Öcalan’ın mesajı okunacak.
Öcalan’ın mesajları çok önemlidir.
Çünkü bunlar sadece Ortadoğu’nun en canlı ve dinamik hareket ve örgütünün liderinin örgütüne ve hareketine yönelik mesajları değildir; aynı zamanda hem genel olarak Türkiye’deki halklara; hem de Ortadoğu’daki halklara; hem de hükümet ve devletlere yönelik mesajlarıdır.
Bunlar bürokratik ve usulden mesajlar değildir; verili durumda taktik bir hamle oldukları kadar ve esas olarak gelecekteki hedefler ve stratejilerin genel bir kanavasını çizerler.
Öcalan’ın okunacak mesajı hakkında hiç bir şey bilmiyoruz
Ancak kanımızca şimdiye kadarki gözlemlerden bazı çıkarsamalar yapmak yine de mümkündür.
Böylece neyi ne kadar tanıdığımızın bir sağlamasını da yapabiliriz.

15 Şubat 2015 Pazar

16 Yıl Önce Bugün Öcalan Kaçırılmıştı

16 Yıl Önce bugün Öcalan Kaçırılmıştı ve herkes Öcalan’ın ve Kürt hareketinin bittiğinden söz ediyor; ondan uzak duruyordu. Bugün ise gelinen yer ortada. Biz ise o zamanlar günü gününe, hatta saati saatine yazdıklarımızda bugün olacakları öngörüyorduk.
Öcalan’ın kaçırılışının veya “Komplo”nun bu yılında o zaman yazdıklarımızdan yaptığımız bir derlemeyi tekrar yayınlıyoruz.
Aşağıda ilk yayınlamamızın sunuşunu ve Öcalan’ın kaçırıldığı saatlerde yazdığılız yazıyı bir fikir vermek üzere koyuyoruz.
Kitabın tamamını ücretsiz olarak aşağıdaki köprüden EPUB, MOBİ, PDF formatlarıyla indirebilirsiniz. Bilgisayarınızda, tabletinizde veya e-kitap okuyucunuzda okuyabilirsiniz.
https://yadi.sk/d/k3PlQbfhegUQX

11 Ekim 2014 Cumartesi

Kobane, Che, Kıvılcımlı

İki gün önce, sadece Öcalan’a karşı Komplo’nun değil, aynı zamanda Che’nin (9 Ekim 1967) öldürülüşünün bir yıl dönümüydü.
Bu yıl dönümünde, epey önce, Che’nin Motosiklet Günlükleri kitabının uyarlamasından yapılmış film vesilesiyle yazdığım bir yazıyı tekrar yayınlamak ve bunun girişinde de Simurg imgesi ile anlatılanın da aslında o yazıda anlatılan olduğuna değinmek ve karınca kaderince yeni kuşaklara binlerce yıllık doğu uygarlıklarının ve devrimci geçmişin kimi kazanımlarını aktarma çabasına bir şekilde devam etmeyi düşünmüştüm.
Ancak Kobane’deki kuşatma koşullarında böyle bir yazı yazmak anlamsızdı. O nedenle bu fikrimden vazgeçip, Öcalan’ın kaçırıldığı dönemde ve sonrasında bu döneme ilişkin yazdığım yazıların bir derlemesini tekrar yayınlamakla yetindim.