Birkaç gün önce, İsmet Demir’in
ölüm yıldönümüydü. Aslında anmaları pek sevmem ve özel bir durum yoksa da
gitmemeye çalışırım. Anmak gerekiyorsa bunu kendi meşrebimce yapmaya; anmayı
bir teorik veya politik çalışmanın bir vesilesi olarak değerlendirmeye
çalışırım. Ama anmanın kendisini bir politik eylem olarak gören anmalardan uzak
durmaya çalışırım, her zaman bunu başaramasam da.
Yine öyle, İsmet Demir’in ölümünü
vesile bilerek İsmet Demir üzerine bir yazı yazıp, yazı içinde, epeydir üzerine
düşündüğüm bir konuda yazmayı; işçi sınıfının en alt kesimlerinin mücadelelerinin
görünmez ve bilinmeyen sürekliliğe de dikkati çekmeyi düşünüyordum.
Bu bağlamda, neredeyse yarım yüzyıl
boyunca, 1960’lara kadar TKP’nin tabanını oluşturan Çingene veya Roman işçiler
ve yine bu bağlamda Hikmet Kıvılcımlı; sonra 1950-60’ların Şantiyecileri (ki
çoğu Alevi ve Kürt’tü) ve bu bağlamda İsmet Demir ve nihayet bugünün Geri
Dönüşüm İşçileri ve bu bağlamda da Mendillioğlu’na doğru; belki kendilerinin
bile bilmediği ve farkına varmadığı görünmez bir çizginin; bir “ruh yakınlığı”nın
varlığına dikkati çekmek istiyordum.