(Aşağıdaki yazı yirmi yıldan fazla bir zaman önce yazılmıştı. O zamanlar Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştı. Yarın Siyahlar Hareketi üzerine bir canlı yayın yapacağız. O bağlamda bu eski yazıyla konuya genel bir bakış sunalım dedik)
Irkçılık ta Milliyetçilik te; "Irklar" da
Milletler de modern kapitalizmin bir ürünüdürler ve nasıl, milletler
milliyetçiler tarafından yaratılarsa ve milletler olduğu için milliyetçiler
değil, milliyetçiler olduğu için milletler var ise, aynı şekilde ırklar olduğu
için ırkçılar değil; ırkçılar olduğu için "ırklar" vardır. Bu
anlamda, her ikisi de bir "hayali
cemaat" özelliği taşırlar.
Irkçılık da Milliyetçilik de sermayenin, kendi iç mantığının
zorunlu bir sonucu değildirler. Ne ırkçı ne de milliyetçi olmayan ve ulusal
devletlere dayanmayan bir kapitalizm, teorik olarak mümkündür. Her ikisi de,
sermayenin somut tarihsel hareketinin ürünüdürler. Milliyetçilik ve milletler,
kapitalizm öncesinin iş bölümü farklılıklarını derinleştiren genel kastlaşma
eğilimine ve bunun sonuçlarına karşı, modern geniş yeniden üretimi sürdürmek
için ortaya çıkan bir çözüm ise; ırkçılık, kapitalist olmayan bir çevrede
yayılışın ve sömürgeciliğin ideolojik ve siyasi ifadesi olarak ortaya
çıkmıştır.
Ulusçuluk, ulusların EŞİT DEĞERDE, dolayısıyla EŞİT HAKLARA
SAHİP BİR PARTNER olduğu var sayımına; ırkçılık ise, diğer "ırk"ların
AŞAĞI, EŞİT DEĞERDE OLMADIĞI VE AYNI HAKLARA SAHİP OLMAMASI gerektiği
anlayışına dayanır. Bu nedenle, Irkçı ve milliyetçi baskı, birbirine zıt bir
mantığa dayanırlar. Irkçılık, ırkçı baskıyı uyguladığını, DIŞLAR, hayali veya
gerçek belli özellikleri bulunmayanları dışlar ve DIŞLAYARAK EZER. Ulusal baskı
ise, aksine, dışlamaz, YOK SAYAR. Bu yok sayışın, farkın inkarının kendisi
bizzat ulusal baskıyı oluşturur. Çünkü Farkın kabul edilmesi, o mantık içinde,
ulusun kabul edilmesi, dolayısıyla, tıpkı her insanın temel hakları gibi, her
ulusun da temel hakkı olduğu düşünülen ayrı bir devlet ve ülke hakkının
kabulünü gerektirecektir. Bu nedenle bu hakkı reddetmenin yolu, ayrı bir ulusun
varlığını reddetmekten geçer.
Irkçılık, klasik sömürgeciliğe ve Amerika'daki gibi
köleciliğe veya Güney Afrika'daki Apartheita dayandığı biçimlerde fiziksel ve
biyolojik özelliklerle tanımlamıştır ırkçı baskıya uğrattıklarını. Ancak,
"Irksal" yani fiziki ve biyolojik farklılıklar, ırkçılığın asli bir
özelliği değildir; sadece onun somut tarihte aldığı; bu gün de kalıntıları
görülen; klasik sömürgeciliğe tekabül eden özgül bir biçimdir. Irkçılığın onu o
yapan niteliği; fiziksel özellikleri ayrım olarak almasında değil; belirli
özelliklere göre DIŞLAMA ve AŞAĞI BİR KONUMA itmesindedir. Bu nokta çok
önemlidir. Çünkü, günümüzün ırkçılığı, ırkçılığın belli tarihsel koşullardaki
özgül bir biçimini, onun özüymüş gibi ortaya koymakta ve kendini gizlemektedir.
İnsanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır derler;
olgular ancak en gelişmiş ve saf biçimlerinde özlerini sergilerler. Irkçılığın
zorunlu koşulunun biyolojik ya da kültürel özellikler olmadığının en klasik
kanıtı; onun en gelişmiş ve yok edici biçiminde, Nazilerin Yahudilere karşı
geliştirdiği ırkçılıkta görülebilir.
Yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Orta Avrupa
halklarından, hiç bir fiziksel ayrılıkları olmayan Orta Avrupa Yahudileri,
kendilerini ortaçağın gettosundan kurtaran burjuva dönüşümleri nedeniyle,
gönüllü bir asimilasyon içinde de bulunuyorlardı. Çoğu aynı zamanda iyi bir
Alman milliyetçisiydi. Çoğunluk kendini, Yahudi inançlı Alman olarak
tanımlıyordu. Önemli bir kesimi, Yahudi inançlarını uygulamıyor ve bilinçli bir
unutma ve entegrasyon süreci içinde bulunuyordu. (Hatta bütün önemli Yahudi
Marksistler: Marks, Lüksemburg, Bebel, Kautsky, Troçki, Benjamin, vs. bu
kesimden çıkmıştır.) Bu bakımdan, bulundukları toplum ile, kültürel, hatta
dinsel bir farklılıkları bile yoktu. Fiziki ya da kültürel bir işaretin
bulunmadığı bu koşulda bile ırkçılık var olabilmiş; bu işareti bizzat kendisi
yaratıp taşıma zorunluluğunu getirmiştir. Yahudiler, sarı altı köşeli yıldız
taşımak zorunda bırakılmış ve modern zamanların en büyük katliamlarından birine
uğratılmıştır. Bu örneğin de gösterdiği gibi, fiziksel ya da kültürel
ayrılıklar değildir ırkçılığın özü. Irkçılığın özü; dışlayarak alt bir duruma
mahkum etmededir. Buna karşılık milliyetçilik ise, yok sayarak, fiiliyatta var
olan bir ayrılığı inkar ederek; yok sayarak baskıyı sağlar.
Bu farkın anlaşılması ve ırkçılığın özünün
"ırk"lara dayanmadığı çok önemlidir ve günümüzün dünyasındaki
gelişmeleri anlayabilmek için olduğu kadar, sosyalist bir program
geliştirebilmek için de temel bir koşuldur.
Milliyetçiliğin özü de, sanılanın aksine, belli bir dil,
kültür ya da etniye dayanmak değildir. Milliyetçilik, ulusal olanla politik
olanın çakışmasını ön gören anlayıştır ve bu anlayış aslında son derece yeni,
topu topu iki yüzyıllık bir tarihi olan bir anlayıştır.
Ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, kültür ya da etni
olmadığı, ilk ortaya çıktığı ve her hangi bir kapitalizm öncesi şekillenmenin
çarpıtıcı etkilerine tabi olmadığı en gelişmiş ve saf biçiminde; aynı zamandaki
en ideal biçiminde, ABD'de, yer yüzünün bu ilk ulusunda, çok açık görülür.
Amerikan ulusu bir bakıma ulusun ve ulusçuluğun özünü oluşturur. Ne etni, ne
dil, ne de kültürdür bu ulusu belirleyen. Hukuki bir tanımdır. Yani bu günün
deyimiyle "Anayasal Vatandaşlık". Bu sistemde, ortak dil, politik bir
anlam değil, çoğunluğun konuştuğu ya da kabul ettiği bir dil olarak kolaylık
sağladığı için; tıpkı dünya ölçüsünde İngilizce'nin ortak bir dil olması gibi,
teknik bir anlama sahiptir. Örneğin ABD'de, Amerika ulusunun varlığı ile
İngilizce arasında hiç bir bağlantı yoktur. Bu dil Almanca da olabilirdi. Hatta
bir tarihte bu konuda referandum yapılmış ve Almanca bunu küçük bir farkla
kaybetmiştir.
Ulusu, dile, etniye, kültüre göre tanımlayan yaklaşım daha
sonradan, özellikle Alman ulusçuluğu bağlamında ortaya çıkmış ve yayılmıştır.
Nasıl Irkçılığın ilk ilkel biçimi, ırkçılığın biyolojik özelliklere dayandığı
yanılsamasına yol açtıysa; ulusçuluğun bu daha sonra ortaya çıkmış ilkel biçimi
de ulusçuluğun dil, etni ve kültürle zorunlu bir bağ içinde bulunduğu var
sayımına yol açmıştır. Ulusçuluğun özü ise, ne dil, ne kültür ne de etnidir.
Her hangi bir kritere göre (örneğin her hangi bir toprak parçasında yaşayıp
vergisini vermek gibi, hukuki bir kriter olabilir) ulus olarak tanımlananın
politik olanla çakışması zorunluluğunu kabul etmektir ulusçuluk.
Kapitalizm öncesi, basit meta üretimi, iş bölümü, sınıf
bölümü ve kavim bölümünü çakıştırıcı, dolayısıyla kastlaştırıcı, çeşitleyici
bir eğilime sahiptir. Yahudiler tüccardır, ya da tüccarlar Yahudileşir hazar
Türklerinde olduğu gibi. Çingeneler müzisyendir, ama çingene olmayan, belki
kökenlerinde şamanlık bulunan abdallar çingeneleşir. Arnavutlar muhallebici
veya ciğercidir. Ermeniler zanaatkardır vs. vs. Bu gün bile bu kapitalizm
öncesinin binlerce yıllık birikmiş eğilimlerinin izleri yaşamaya devam eder.
Ama bu kavimlerin ve işlerin donup kastlaşması eğilimi, Akdeniz uygarlık
alanında, sürekli alt üstlüklere yol açan kavimler göçleriyle netleşmese de,
Himalayalar'ın ardında, pek az kavimler göçüne uğrayan Hindistan'da en açık
biçimini alır.
Kapitalizm ise, geniş yeniden üretim biçimi olarak, basit
meta üretiminden farklı olarak, üretileni ve üreticiyi standartlaştırmak bunun
için de, dil ve kültürde standartlaşma yapmak zorundaydı. Ulus devlet bu
ihtiyacın ürünü olarak keşfedilmiş bir tarihsel biçimdi.
Ama bu günkü gelişmişlik düzeyinde artık bu aşılmış bir
sorundur kapitalizm için; teknik ve ekonomideki gelişmeler, kapitalizmin
yürüyebilmesi için bu gerekli koşulları, yani dilsel bir standartlaşma aramayı,
giderek bir engele dönüştürmektedir.
Özellikle modern işgücü göçlerinden çıkan yeni göçmen
azınlıklar; Avrupa Topluluğu gibi çoğu dil ve etniye dayanan ulusların bir
araya gelmesinden ortaya çıkan yeni Avrupa Ulusu gibi gelişmeler; Bilgisayarın
sunduğu yeni olanaklar ve yine bilgisayarın genelleşmesine bağlı, farklılıklara
göre üretimi mümkün kılan yeni üretim teknikleri, zaten artık geri
dönülmezcesine standartlaşmış bir dünyada, dil ve kültür çokluğunu mümkün ve
gerekli kılmaktadır. Yani ulusal devlet biçimi, bu ulus neyle tanımlanırsa
tanımlansın, kapitalizmin devamı için zorunlu bir biçim değildir, yani ulusları
ve ulusçuluğu zorunlu kılan koşullar aşılmıştır.
O halde ne gerek vardır uluslara, ulusal sınırlara ve
devletlere?
Örneğin, çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe dayanan Avrupa
ulusçuluğu, niçin o çok dilliliği Avrupa ile sınırlamaktadır? Nedir Avrupa
denen? O ulusun içine alınan nedir? Avrupalı mıdır? Hayır. Bir tek ölçü vardır:
refah , belli bir gelişmişlik ve sanayileşme düzeyinde olmak.
Bu günün dünyasında, zengin ve fakir uluslar arasındaki fark
o kadar büyümüş, "kritik kütleyi" aşmıştır ve fakirler öylesine büyük
bir çoğunluk oluşturmaktadır ki, bu yeryüzünün sınırlılığı ile birleşince,
zengin ulusların ezilenleri ve işçileri için bile, yer yüzü ölçüsünde eşitlikçi
bir düzen istemek, bu gün var olandan maddi bakımdan daha geri bir düzen
istemekle aynı anlama gelir. Bu günkü refah düzeyini korumanın tek yolu, yoksul
ulusları bir rezervatın içine hapsetmek olmaktadır.
Böylece bu günün dünyasında, tıpkı Güney Afrika'da olan
türden, bir Apartheit, yani ırk ayrımcısı bir sistem ortaya çıkmış bulunuyor.
Sanılanın aksine, ırkçılık geleceğin bir tehlikesi değil, bu günün bir
realitesidir ve fiilen gerçekleşmiş bulunmaktadır. Irkçılığı bir tehlike olarak
görmek, dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmak demektir; ulusçuluğun bu yeni
fonksiyonunu görmeden bakmak demektir.
Yazının başında dedik ki, ırkçılığın ayırıcı özelliği, baskı
ve sömürüyü dışlama aracılığıyla yapmasıdır. Irk veya kültür gibi özelliklere
dayanan ayrımlar, ırkçılığın somut tarihsel biçimleridirler ama özü
değildirler. Peki ırkçılık bu yeni dışlamayı nasıl yapmaktadır? Ulus ilkesi
aracılığıyla. Siz Avrupalı, Amerikalı değilsiniz, başka ulustansınız denerek
insanlığın büyük bir çoğunluğu "Üçüncü Dünya" denen, etrafı çevrili
Bantustan'da yaşamaya mahkum edilmektedir. Böylece ulusçuluk ırkçı ayrımcılığa
uğrayanların, dışlananların dışlandıklarını ve ırkçı bir baskı altında
olduklarını anlamalarını engellemekte; ırkçılığı gizlemekte, hem de onu mümkün
kılmaktadır.
Ulusçuluk, zengin ülkeler için, yoksul çoğunluğu kendi
dışında tutmanın; yoksulluk içinde yaşamaya mahkum etmenin, yani ırk
ayrımcılığının fiili biçimi olmaktadır. Zengin ulusların bir üyesi değilseniz,
koyulduğunuz rezervattan çıkma hakkınız yoktur. Rezervata hapsedilip
dışlananlar, politik anlamıyla siyahlar; sanayileşmiş refah toplumları ise
beyazlardır. Ulusçuluk ise bu ırk ayrımcılığının; siyahların o bantustanda,
rezervatta yaşamaya zorlanmalarının ideolojik formu. Dünyada, ulusçuluğa ve
ulusal devletlere; artık kapitalist üretimin kendini sürdürebilmesi için değil,
bu ırkçı sistemin oturtulup sürdürülebilmesi için gerek vardır ve ulusçuluk bu
sistemin aracıdır.
Bu durum, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele açısından
yepyeni sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, Türkiye ve Kürdistan açısından
bir demokratikleşme, fiilen zengin uluslar arasına katılma, örneğin Avrupalı
olmak anlamına gelir. Kürtler üzerindeki ulusal, Türkler üzerindeki
anti-demokratik baskıları ortadan kaldıracak dönüşümler, aynı zamanda dünya
ölçüsünde bakıldığında, ırkçı bir ayrımcılığın aracı olacaklar demektir. Bu gün
sanki çok uzak bir geleceğin sorunuymuş gibi görünen bu sorun, aslında, yarın
olaylar hızlı gelişmeye başladığında, toplum yirmi yılları yirmi günde aştığında,
birden bire, can alacı bir önem kazanacaktır. Bu durumda ne yapmak gerekir?
Demokrasi ile sosyalizm arasındaki bu bağın kopuşundan bir çıkış yolu var
mıdır? Bu durum, sosyalistlerin önüne ne gibi sorunlar koymaktadır. Bunları da
başka bir yazıda ele alalım.
demir@comlink.de
06 Nisan 2000 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder