6 Haziran 2020 Cumartesi

Irkçılık, Milliyetçilik ve Apartheit


(Aşağıdaki yazı yirmi yıldan fazla bir zaman önce yazılmıştı. O zamanlar Özgür Politika gazetesinde yayınlanmıştı. Yarın Siyahlar Hareketi üzerine bir canlı yayın yapacağız. O bağlamda bu eski yazıyla konuya genel bir bakış sunalım dedik) 

Irkçılık ta Milliyetçilik te; "Irklar" da Milletler de modern kapitalizmin bir ürünüdürler ve nasıl, milletler milliyetçiler tarafından yaratılarsa ve milletler olduğu için milliyetçiler değil, milliyetçiler olduğu için milletler var ise, aynı şekilde ırklar olduğu için ırkçılar değil; ırkçılar olduğu için "ırklar" vardır. Bu anlamda, her ikisi de bir "hayali cemaat" özelliği taşırlar.

Irkçılık da Milliyetçilik de sermayenin, kendi iç mantığının zorunlu bir sonucu değildirler. Ne ırkçı ne de milliyetçi olmayan ve ulusal devletlere dayanmayan bir kapitalizm, teorik olarak mümkündür. Her ikisi de, sermayenin somut tarihsel hareketinin ürünüdürler. Milliyetçilik ve milletler, kapitalizm öncesinin iş bölümü farklılıklarını derinleştiren genel kastlaşma eğilimine ve bunun sonuçlarına karşı, modern geniş yeniden üretimi sürdürmek için ortaya çıkan bir çözüm ise; ırkçılık, kapitalist olmayan bir çevrede yayılışın ve sömürgeciliğin ideolojik ve siyasi ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.


Ulusçuluk, ulusların EŞİT DEĞERDE, dolayısıyla EŞİT HAKLARA SAHİP BİR PARTNER olduğu var sayımına; ırkçılık ise, diğer "ırk"ların AŞAĞI, EŞİT DEĞERDE OLMADIĞI VE AYNI HAKLARA SAHİP OLMAMASI gerektiği anlayışına dayanır. Bu nedenle, Irkçı ve milliyetçi baskı, birbirine zıt bir mantığa dayanırlar. Irkçılık, ırkçı baskıyı uyguladığını, DIŞLAR, hayali veya gerçek belli özellikleri bulunmayanları dışlar ve DIŞLAYARAK EZER. Ulusal baskı ise, aksine, dışlamaz, YOK SAYAR. Bu yok sayışın, farkın inkarının kendisi bizzat ulusal baskıyı oluşturur. Çünkü Farkın kabul edilmesi, o mantık içinde, ulusun kabul edilmesi, dolayısıyla, tıpkı her insanın temel hakları gibi, her ulusun da temel hakkı olduğu düşünülen ayrı bir devlet ve ülke hakkının kabulünü gerektirecektir. Bu nedenle bu hakkı reddetmenin yolu, ayrı bir ulusun varlığını reddetmekten geçer.

Irkçılık, klasik sömürgeciliğe ve Amerika'daki gibi köleciliğe veya Güney Afrika'daki Apartheita dayandığı biçimlerde fiziksel ve biyolojik özelliklerle tanımlamıştır ırkçı baskıya uğrattıklarını. Ancak, "Irksal" yani fiziki ve biyolojik farklılıklar, ırkçılığın asli bir özelliği değildir; sadece onun somut tarihte aldığı; bu gün de kalıntıları görülen; klasik sömürgeciliğe tekabül eden özgül bir biçimdir. Irkçılığın onu o yapan niteliği; fiziksel özellikleri ayrım olarak almasında değil; belirli özelliklere göre DIŞLAMA ve AŞAĞI BİR KONUMA itmesindedir. Bu nokta çok önemlidir. Çünkü, günümüzün ırkçılığı, ırkçılığın belli tarihsel koşullardaki özgül bir biçimini, onun özüymüş gibi ortaya koymakta ve kendini gizlemektedir.

İnsanın anatomisi maymunun anatomisinin anahtarıdır derler; olgular ancak en gelişmiş ve saf biçimlerinde özlerini sergilerler. Irkçılığın zorunlu koşulunun biyolojik ya da kültürel özellikler olmadığının en klasik kanıtı; onun en gelişmiş ve yok edici biçiminde, Nazilerin Yahudilere karşı geliştirdiği ırkçılıkta görülebilir.

Yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Orta Avrupa halklarından, hiç bir fiziksel ayrılıkları olmayan Orta Avrupa Yahudileri, kendilerini ortaçağın gettosundan kurtaran burjuva dönüşümleri nedeniyle, gönüllü bir asimilasyon içinde de bulunuyorlardı. Çoğu aynı zamanda iyi bir Alman milliyetçisiydi. Çoğunluk kendini, Yahudi inançlı Alman olarak tanımlıyordu. Önemli bir kesimi, Yahudi inançlarını uygulamıyor ve bilinçli bir unutma ve entegrasyon süreci içinde bulunuyordu. (Hatta bütün önemli Yahudi Marksistler: Marks, Lüksemburg, Bebel, Kautsky, Troçki, Benjamin, vs. bu kesimden çıkmıştır.) Bu bakımdan, bulundukları toplum ile, kültürel, hatta dinsel bir farklılıkları bile yoktu. Fiziki ya da kültürel bir işaretin bulunmadığı bu koşulda bile ırkçılık var olabilmiş; bu işareti bizzat kendisi yaratıp taşıma zorunluluğunu getirmiştir. Yahudiler, sarı altı köşeli yıldız taşımak zorunda bırakılmış ve modern zamanların en büyük katliamlarından birine uğratılmıştır. Bu örneğin de gösterdiği gibi, fiziksel ya da kültürel ayrılıklar değildir ırkçılığın özü. Irkçılığın özü; dışlayarak alt bir duruma mahkum etmededir. Buna karşılık milliyetçilik ise, yok sayarak, fiiliyatta var olan bir ayrılığı inkar ederek; yok sayarak baskıyı sağlar.

Bu farkın anlaşılması ve ırkçılığın özünün "ırk"lara dayanmadığı çok önemlidir ve günümüzün dünyasındaki gelişmeleri anlayabilmek için olduğu kadar, sosyalist bir program geliştirebilmek için de temel bir koşuldur.

Milliyetçiliğin özü de, sanılanın aksine, belli bir dil, kültür ya da etniye dayanmak değildir. Milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını ön gören anlayıştır ve bu anlayış aslında son derece yeni, topu topu iki yüzyıllık bir tarihi olan bir anlayıştır.

Ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, kültür ya da etni olmadığı, ilk ortaya çıktığı ve her hangi bir kapitalizm öncesi şekillenmenin çarpıtıcı etkilerine tabi olmadığı en gelişmiş ve saf biçiminde; aynı zamandaki en ideal biçiminde, ABD'de, yer yüzünün bu ilk ulusunda, çok açık görülür. Amerikan ulusu bir bakıma ulusun ve ulusçuluğun özünü oluşturur. Ne etni, ne dil, ne de kültürdür bu ulusu belirleyen. Hukuki bir tanımdır. Yani bu günün deyimiyle "Anayasal Vatandaşlık". Bu sistemde, ortak dil, politik bir anlam değil, çoğunluğun konuştuğu ya da kabul ettiği bir dil olarak kolaylık sağladığı için; tıpkı dünya ölçüsünde İngilizce'nin ortak bir dil olması gibi, teknik bir anlama sahiptir. Örneğin ABD'de, Amerika ulusunun varlığı ile İngilizce arasında hiç bir bağlantı yoktur. Bu dil Almanca da olabilirdi. Hatta bir tarihte bu konuda referandum yapılmış ve Almanca bunu küçük bir farkla kaybetmiştir.

Ulusu, dile, etniye, kültüre göre tanımlayan yaklaşım daha sonradan, özellikle Alman ulusçuluğu bağlamında ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Nasıl Irkçılığın ilk ilkel biçimi, ırkçılığın biyolojik özelliklere dayandığı yanılsamasına yol açtıysa; ulusçuluğun bu daha sonra ortaya çıkmış ilkel biçimi de ulusçuluğun dil, etni ve kültürle zorunlu bir bağ içinde bulunduğu var sayımına yol açmıştır. Ulusçuluğun özü ise, ne dil, ne kültür ne de etnidir. Her hangi bir kritere göre (örneğin her hangi bir toprak parçasında yaşayıp vergisini vermek gibi, hukuki bir kriter olabilir) ulus olarak tanımlananın politik olanla çakışması zorunluluğunu kabul etmektir ulusçuluk.

Kapitalizm öncesi, basit meta üretimi, iş bölümü, sınıf bölümü ve kavim bölümünü çakıştırıcı, dolayısıyla kastlaştırıcı, çeşitleyici bir eğilime sahiptir. Yahudiler tüccardır, ya da tüccarlar Yahudileşir hazar Türklerinde olduğu gibi. Çingeneler müzisyendir, ama çingene olmayan, belki kökenlerinde şamanlık bulunan abdallar çingeneleşir. Arnavutlar muhallebici veya ciğercidir. Ermeniler zanaatkardır vs. vs. Bu gün bile bu kapitalizm öncesinin binlerce yıllık birikmiş eğilimlerinin izleri yaşamaya devam eder. Ama bu kavimlerin ve işlerin donup kastlaşması eğilimi, Akdeniz uygarlık alanında, sürekli alt üstlüklere yol açan kavimler göçleriyle netleşmese de, Himalayalar'ın ardında, pek az kavimler göçüne uğrayan Hindistan'da en açık biçimini alır.

Kapitalizm ise, geniş yeniden üretim biçimi olarak, basit meta üretiminden farklı olarak, üretileni ve üreticiyi standartlaştırmak bunun için de, dil ve kültürde standartlaşma yapmak zorundaydı. Ulus devlet bu ihtiyacın ürünü olarak keşfedilmiş bir tarihsel biçimdi.

Ama bu günkü gelişmişlik düzeyinde artık bu aşılmış bir sorundur kapitalizm için; teknik ve ekonomideki gelişmeler, kapitalizmin yürüyebilmesi için bu gerekli koşulları, yani dilsel bir standartlaşma aramayı, giderek bir engele dönüştürmektedir.

Özellikle modern işgücü göçlerinden çıkan yeni göçmen azınlıklar; Avrupa Topluluğu gibi çoğu dil ve etniye dayanan ulusların bir araya gelmesinden ortaya çıkan yeni Avrupa Ulusu gibi gelişmeler; Bilgisayarın sunduğu yeni olanaklar ve yine bilgisayarın genelleşmesine bağlı, farklılıklara göre üretimi mümkün kılan yeni üretim teknikleri, zaten artık geri dönülmezcesine standartlaşmış bir dünyada, dil ve kültür çokluğunu mümkün ve gerekli kılmaktadır. Yani ulusal devlet biçimi, bu ulus neyle tanımlanırsa tanımlansın, kapitalizmin devamı için zorunlu bir biçim değildir, yani ulusları ve ulusçuluğu zorunlu kılan koşullar aşılmıştır.

O halde ne gerek vardır uluslara, ulusal sınırlara ve devletlere?

Örneğin, çok kültürlülüğe ve çok dilliliğe dayanan Avrupa ulusçuluğu, niçin o çok dilliliği Avrupa ile sınırlamaktadır? Nedir Avrupa denen? O ulusun içine alınan nedir? Avrupalı mıdır? Hayır. Bir tek ölçü vardır: refah , belli bir gelişmişlik ve sanayileşme düzeyinde olmak.

Bu günün dünyasında, zengin ve fakir uluslar arasındaki fark o kadar büyümüş, "kritik kütleyi" aşmıştır ve fakirler öylesine büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır ki, bu yeryüzünün sınırlılığı ile birleşince, zengin ulusların ezilenleri ve işçileri için bile, yer yüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek, bu gün var olandan maddi bakımdan daha geri bir düzen istemekle aynı anlama gelir. Bu günkü refah düzeyini korumanın tek yolu, yoksul ulusları bir rezervatın içine hapsetmek olmaktadır.

Böylece bu günün dünyasında, tıpkı Güney Afrika'da olan türden, bir Apartheit, yani ırk ayrımcısı bir sistem ortaya çıkmış bulunuyor. Sanılanın aksine, ırkçılık geleceğin bir tehlikesi değil, bu günün bir realitesidir ve fiilen gerçekleşmiş bulunmaktadır. Irkçılığı bir tehlike olarak görmek, dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmak demektir; ulusçuluğun bu yeni fonksiyonunu görmeden bakmak demektir.

Yazının başında dedik ki, ırkçılığın ayırıcı özelliği, baskı ve sömürüyü dışlama aracılığıyla yapmasıdır. Irk veya kültür gibi özelliklere dayanan ayrımlar, ırkçılığın somut tarihsel biçimleridirler ama özü değildirler. Peki ırkçılık bu yeni dışlamayı nasıl yapmaktadır? Ulus ilkesi aracılığıyla. Siz Avrupalı, Amerikalı değilsiniz, başka ulustansınız denerek insanlığın büyük bir çoğunluğu "Üçüncü Dünya" denen, etrafı çevrili Bantustan'da yaşamaya mahkum edilmektedir. Böylece ulusçuluk ırkçı ayrımcılığa uğrayanların, dışlananların dışlandıklarını ve ırkçı bir baskı altında olduklarını anlamalarını engellemekte; ırkçılığı gizlemekte, hem de onu mümkün kılmaktadır.

Ulusçuluk, zengin ülkeler için, yoksul çoğunluğu kendi dışında tutmanın; yoksulluk içinde yaşamaya mahkum etmenin, yani ırk ayrımcılığının fiili biçimi olmaktadır. Zengin ulusların bir üyesi değilseniz, koyulduğunuz rezervattan çıkma hakkınız yoktur. Rezervata hapsedilip dışlananlar, politik anlamıyla siyahlar; sanayileşmiş refah toplumları ise beyazlardır. Ulusçuluk ise bu ırk ayrımcılığının; siyahların o bantustanda, rezervatta yaşamaya zorlanmalarının ideolojik formu. Dünyada, ulusçuluğa ve ulusal devletlere; artık kapitalist üretimin kendini sürdürebilmesi için değil, bu ırkçı sistemin oturtulup sürdürülebilmesi için gerek vardır ve ulusçuluk bu sistemin aracıdır.

Bu durum, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele açısından yepyeni sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, Türkiye ve Kürdistan açısından bir demokratikleşme, fiilen zengin uluslar arasına katılma, örneğin Avrupalı olmak anlamına gelir. Kürtler üzerindeki ulusal, Türkler üzerindeki anti-demokratik baskıları ortadan kaldıracak dönüşümler, aynı zamanda dünya ölçüsünde bakıldığında, ırkçı bir ayrımcılığın aracı olacaklar demektir. Bu gün sanki çok uzak bir geleceğin sorunuymuş gibi görünen bu sorun, aslında, yarın olaylar hızlı gelişmeye başladığında, toplum yirmi yılları yirmi günde aştığında, birden bire, can alacı bir önem kazanacaktır. Bu durumda ne yapmak gerekir? Demokrasi ile sosyalizm arasındaki bu bağın kopuşundan bir çıkış yolu var mıdır? Bu durum, sosyalistlerin önüne ne gibi sorunlar koymaktadır. Bunları da başka bir yazıda ele alalım.

demir@comlink.de

06 Nisan 2000 Perşembe

Hiç yorum yok: