(Aşağıdaki yazı, Ayhan Yalçınkaya ve Halil Karaçalı’nın derlediği
“Aleviler ve Sosyalisler, Sosyalistler ve Aleviler – Bir karşılaşmanın Kenar
Notları” adlı kitap için neredeyse tam bir yıl önce yazılmıştı. Yazıyıyı
bloğumuzda ve diğer dijital mecralarda yayınlamak için kitabın yayınlanmasını
beklemiştik. Kitap, sanırım korona salgını nedeniyle epey bir süre gecikerek, nihayet
kısa bir süre önce çıktı.
Bu nedenle şimdi artık kitapta yer alan yayınlanmış yazıyı
dijital ortamlarda yayınlıyoruz.
Derlemeye gönderdiğim aşağıda yer alan yazıyı yazdığımda,
kitapta yer alacak yazıların ne konularını ne yazarlarını ne de konularına
nasıl yaklaşacaklarını bilmiyordum. Bu bakımdan yazım bir kör atış
sayılabilirdi.
Ancak şimdi kitaba bakınca, içeriğini önceden bilmememe
rağmen, kitapta yer alan yazıların, yazımda farklı bağlamlarda yer alan temel
önermeler ve tezlerin doğruluğunun olgusal kanıtlarını sunduğunu gördüm.
Bu bakımdan yazım kitaptaki yazıların dayandıkları gizli
varsayımların toplu bir eleştirisi gibi görülebilir
Demir Küçükaydın
18 Aralık 2020 Cuma)
5-6 Ekim 2019’da, İzmir’de, “Alevi
Bektaşi Kültürünü Tanıtma Derneği ile Munzur Akademi Kültür Sanat Turizm
Derneği” isimli iki Alevi organizasyonu tarafından “Aleviler ve
Sosyalistler / Sosyalistler ve Aleviler” konulu iki günlük bir sempozyum
düzenlenmiş.
Sempozyumu düzenleyenlerden, onun
“organizasyonel sorumluluğunu” üstlenen[1]
Ayhan Yalçınkaya 14.10.2019 tarihli bir e-mail ile, bu sempozyumla ilgili
(muhtemelen sunulan bildiri ve tartışmaları içerecek) bir kitap hazırlandığını,
bu konuda benim de görüşlerimi iletmemi ve bunların yayınlanacak derlemede yer
alacağını belirtilerek, en geç 31 Ocak tarihine kadar göndermem üzere benden
bir yazı istedi.
Aşağıda bu yazı bulunuyor.
Aleviler arasındaki
bir tartışmaya sosyalist olarak katılmanın sorunları
“Aleviler ve Sosyalistler /
Sosyalistler ve Aleviler Sempozyumu” gerek sorunu koyuşuyla gerek
örgütleyicileriyle, gerek gerçekleştiği mekanıyla, gerek katılımcılarıyla ve
gerek katılımcılarının konuyu hangi özne açısından tartıştıklarıyla Alevilerin Özne,
Aleviler ve sosyalistler ilişkisinin, Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Nesne
(konu) olduğu bir sempozyumdur[2].
Örneğin bu sempozyumun programında
şöyle ifade edilmektedir:
"Bu sempozyum, son yıllarda,
Alevi örgütlülüğünde ve bir bütün olarak Alevi
hareketinde gözlenen, genel olarak sol, özel olarak sosyalizm düşmanlığı,
anti-sosyalist reflekslerin giderek yaygınlaşması, sosyalizmin ve
sosyalistlerin günah keçisi ilan edilerek düşmanlaştırılması ve benzeri
eğilimler üzerinden hızla yaygınlaşma eğilimi gösteren milliyetçilik, hatta
ırkçılık, mülteci ve göçmen düşmanlığı, cinsiyetçilik, din bazlık ve benzeri
eğilimlerin arka planını döşemek için kullanılan ve ilgililerince olabildiğince
tartışmaya kapatılarak, sosyalizm düşmanlığı üzerinden mevcut iktidar
şebekesine eklemlenmeye ve kendini ona takdim edip onaylatmaya uğraşan bir
anlayışın varlığı, suskunlukla ve özellikle tartışmaya kapatılarak yeniden
üretilmeye çalışılan refleksler karşısında, olabildiğince çok taraflı, çok
boyutlu bir biçimde, geçmişten bugüne sosyalistler ile Aleviler arasında
gelişen ilişkilerin, sosyalizm ile Alevilik arasında kurulmaya çalışılan
bağlantıların tartışılmasını, bu tartışma içinde ortaya çıkacak sonuçların
kamuoyunun dikkatine sunulmasını amaçlar."[3]
Açıktır ki sorun “Alevi
Örgütlülüğü” denen özne içinde gelişen sosyalizme karşı veya
düşmanca eğilimlerle mücadeledir.
Elbette isteyenler böyle bir
sempozyum yapabilir. Buna kimsenin bir itirazı olamaz.
Ancak, bu satırların yazarı ise
bir Alevi değil, bir Sosyalist. Dolayısıyla Aleviler ve Alevilik ile ilgili bir
konuyu ele aldığında bile muhatabı ve konunun öznesi genellikle
sosyalistler ve sosyalizmdir, Aleviler ve Alevilik onun konusu veya nesnesidir.
Bu da sempozyum ve onu şu veya bu
şekilde katkı verenler ile bizim tamamen ters ve uyumsuz konumlarda olmamıza
yol açıyor.
Öte yandan biz Aleviler ve
Sosyalistlerin ilişkileri konusunda çalışan, (mümkün değildir ama haydi mümkün
kabul edelim) tarafsız bir akademisyen veya bilim insanı da değiliz.
Bizim yazılarımız sorunu,
sosyalizm ve demokrasi uğruna mücadelede Alevi hareketinden ve Alevilerden
nasıl yararlanılabilir, onları bu mücadeleye kazanmak mümkün müdür, mümkünse
nasıl olabilir gibi sorunları ele alır ve tartışır.
Halbuki Aleviler ve Alevi hareketi,
Aleviliğin ve Alevi hareketinin başarısı için sosyalizmin gerekli olup
olmadığı, sosyalistlerle ilişkinin nasıl olduğu ve olması gerektiği gibi bir
bakış açısıyla tartışır ve tartışabilir.
Ama bu Aleviler ve Alevilik
Öznesinin sorunudur, Sosyalizm veya Sosyalistler öznesinin sorunu değildir ve
doğası gereği de olamaz.
Ama sorun tam da buradadır, öznelerin ve nesnelerin böylesine zıt bir yer
alışı nedeniyle, böyle bir sempozyum veya onunla ilgili bir yayında bizim yer
almamamız gerekir.
Elbette sosyalistler de Aleviler
içinde sosyalizme karşı yükselen eğilimler ve nedenleri üzerine tartışabilirler,
ama bu bambaşka bir özne açısından ve bambaşka kavramlarla yapılabilecek bir
tartışmadır.
Bu çelişkilerden bu sempozyumu
hazırlayanların bu özne ve nesne konusuna pek kafa yormadığı veya buna dikkat
etmediği sonucu çıkar. Örneğin Aleviler öznesi açısından sorunu tartışmak
istemektedir ama diğer yandan sorunu sosyalizm açısından tartışmak istercesine bizden
yazı istemektedir.
Normal olarak, böyle bir tartışma,
mantıki iç tutarlılığa önem verilerek yapıldığında benden bu sempozyum için
hazırlanacak kitaba katkı sunmamın istenmemesi gerekir.
Aslında benim de bunları belirtip,
“uygar bir insan” olarak, yukarıda vurgulanan çelişkiler nedeniyle muhtemelen
bir yanlış anlama olduğunu söyleyip bu sempozyumla ilgili bkitaba bir katkıda
bulunamayacağımı, sonuçta çok eklektik bir şey ortaya çıkabileceğini belirtip
yazı göndermemem ve yazımı da burada kesmem gerekir.
Ancak böyle “uygar bir insan”
olarak, bir yanlış bir anlama veya özneler ve nesneler üzerine pek kafa
yormamanın yol açtığı bir yanlışlık sonucu davet edildiğimi belirtip, nezaket
gösterip çekilmem gerekirken, böyle davranmayıp, bu yanlışlığı veya yanlış
anlamayı istismar ederek, bir fırsat olarak kullanarak bir şeyler
yazıp yollayacağım.
Böyle yapmamın iki nedeni var.
Birincisi, görüşlerimi yaymaya
çalışmak gibi bir derdim var. Kim bilir belki ilgi duyabilecek birilerinin
dikkatini çekebilir. Alevilerin sorunlarını, özellikle sosyalizmden uzaklaşmayı
sorun ederek tartışanların, görüşlerime ilgi duyabileceklerini düşünerek,
görüşlerime onların dikkatini çekmek.
İkincisi, bunun bir yan ürünü
olarak, Alevilerin içindeki, özellikle Alevi sosyalistlerin kafa karışıklıklarından
kaynaklanan çıkmaza ve kafa karışıklığına dikkati çekip, Alevi hareketi
içindeki sosyalistlere yönelme aracılığıyla Alevi Hareketinin bu çıkmazdan
kurtulmasına küçük de olsa dışarıdan bir etkide bulunmak.
Böyle bir etki olabilirse, bu sadece
sosyalist ve demokratik amaçlarıma hizmet etmez, ama aynı zamanda bir yan
ürün olarak Alevilere ve Alevi hareketine de yararı olur.
Yani amiyane tabiriyle, bir yanlış
anlamayı fırsat bilerek sosyalizm ve sosyalistler açısından faydacı bir
yaklaşımla, ama bu faydacı yaklaşımın Alevilere de faydası olacağını düşünerek
ve umarak, davranmış oluyorum ve bunu açıkça da ifade ediyorum.
Bu fırsatçı, uygar bir insanın pek
yapmaması gereken ve centilmence olmayan davranışımı da burada açıkça ifade etmiş
oluyorum.
Aleviler ve Alevi
hareketindeki kafa karışıklığı
Alevilik açısından bir tartışmaya
Alevi olmayan ve Alevileri ve Aleviliği muhatap ya da özne değil, bir nesne
olarak kabul eden bir sosyalistin davet edilmesinde ifadesini bulan kafa
karışıklığı, aslında Alevi hareketine egemen olan ve çok yaygın kafa
karışıklığının özel bir görünümüdür.
Bugün Aleviler arasında Aleviliğin
ne olduğu, Aleviliğin tarihi gibi konular tartışılıyor. Sadece Alevilik üzerine
yayınlanmış kitapların listesini çıkarıp isimlerine bakmak bile bu tespiti
doğrular[4].
Aslında bütün bu tartışmalar Alevi
hareketinin tartışması gereken konular değildir. Alevilerin tartışması gereken
Aleviliğin şu veya bu şekilde tanımlanmasının, Alevi tarihinin şu veya bu
şekilde ele alınmasının ve açıklanmasının hiçbir politik anlamının olmadığı ve
olamayacağı, bütün dinlerin kişilerin özel sorunu olacağı, böylece Aleviler
üzerindeki baskıların ve eşitsizliğin ortadan kalkacağı, Alevilerin eşit
yurttaşlar olarak yer alacağı bir demokratik cumhuriyete, nasıl ulaşılacağı,
bunun için nasıl bir programa, stratejiye sahip olmak gerektiği gibi
konulardır.
Ama tam da tartışmaları böyle, “Alevilik
nedir”, “Alevilik tarihi nasıldır”, “Sosyalistlerle ilişkisi neden kötü
gitmektedir” vs. şeklinde tartışmak, zımnen, örneğin Alevilik öyle veya böyle
tanımlanırsa, Aleviliğin üzerindeki baskılara daha kolaylıkla ve başarıyla son
verilebileceği anlamına gelmektedir ve bu anlamda bir stratejiyi tartışmak bile
değil, aslında belli bir stratejiyi dayatmaktır.
Çünkü yapılan nesnel olarak Aleviliği
ve onun tarihini şu veya bu şekilde tanımlamanın veya açıklamanın Alevilerin
ezilmesine karşı daha başarılı sonuçlar getireceğini savunmak anlamına gelmekte
ve dolayısıyla aslında devletin Aleviliğin ne olduğuna karar vermesini kabul
etmek, onu belli bir tanımı kabullenmeye zorlamak veya onun kabul edebileceği
bir tanımı savunmaktır. Ne niyet ve gerekçeyle olursa olsun, bu nesnel olarak,
devletin Aleviliği tanıması Sünnilikle eşit düzeyde tutması için mücadele
etmektir. Bizce tam da yanlış olan budur.
Fiilen dayatılan ve uygulanan
strateji bağlamında Aleviliğin ne olduğunu bilimsel ve tarihsel olarak en doğru
şekilde tanımlamış olsanız, devlet de bu tanımınızı kabul edip eşit yer vermeyi
kabul etse bile bu hedef yanlıştır, çünkü bu, devlete tanıma veya tanımama hakkını
vermektedir.
Sorun bunu onun elinden almak ve
bir daha ele geçiremeyeceği bir “devlet yapısı” örgütlemektir.
Alevi hareketi, sadece Alevilik
için değil, bütün inançlar için tanıma hakkını devletin elinden almak için
mücadele etmelidir.
Aleviliğin şu veya bu şekilde
tanımlanmasının hiçbir politik anlamının olmaması için mücadele etmelidir.
Ancak böyle bir durumda Aleviliğin
tarihi veya nasıl tanımlanacağı veya sosyalizmle ilişkisi gibi sonular politik
anlamı olan tartışmalar olmaktan çıkar, kişilerin özel sorunu olarak herhangi
bir politik çıkar ve kaygıdan uzak olarak tartışılabilir. Ancak o zaman
Alevilik üzerine bilimsel ve tarafsız tartışmalar yapılabilir.
Bu koşul yokken sanki bu koşul
varmışçasına Aleviliğin tarihi ve ne olduğu üzerine tartışmak hem bir kafa
karışıklığının ifadesidir hem de pratikte, devlete bu hakkı tanımak, bu hakkın
devletin elinden alınması için mücadeleyi boşlamaktır.
İşte, “Aleviler ve Sosyalistler /
Sosyalistler ve Alevler” konulu bu sempozyum da aynı yanlışın bir başka
versiyonudur.
Sosyalistler ve Alevileri ve
onların ilişkilerini tartışmak sorunu gerçek bir program ve strateji tartışmasından
uzaklaştırarak, onu gündeme getirmeyerek, Aleviliğin tarihini veya ne olduğun
tartışanlarla aynı yanlışa düşmektedir.
O halde Alevi hareketindeki
sosyalistler için soru şudur:
Alevi hareketinin somut programı,
amacı, hedefi ne olmalıdır, bu hedeflere ulaşmak için hangi güçlere dayanmalı
ve ittifaklar yapmalı, hangi güçleri tarafsızlaştırmaya çalışmalı, kısaca
stratejisi ne olmalıdır?
Alevi hareketi içindeki
sosyalistler bu konuyu sadece kendi gündemlerinin başına almamalı, aynı zamanda
Alevi hareketi içindeki diğer eğilimleri bu program ve strateji tartışmasına
çekmeye, onları bunu tartışmaya zorlamalıdır.
Bunun dışındaki her şey, bu acil
ve temel görevin savsaklanması ve bugünkü kafa karışıklığının devamı ve
pekişmesi anlamına gelir.
Dolayısıyla sadece özne ve nesne
belirsizlikleri nedeniyle değil, bu nedenle de, yani yanlış bir halkayı
yakalaması nedeniyle de bu sempozyum hem bu kafa karışıklığının ifadesidir hem
de bu kafa karışıklığını pekiştirmektedir.
Elbette program ve strateji
sorularına Alevi hareketi içindeki ve onu oluşturan farklı sınıfların ve
kesimlerin farklı cevapları olacaktır. Bugünkü örneğin Aleviliğin ne olduğuna
dair tartışmalar ve farklılıklar bunun bu farklılıkların strateji ve program
farklılıkları olduğu gerçeğini gizlemektedir. Bu farklılıkların açığa
çıkmasından korkmamak, aksine bunun için mücadele etmek, çaba göstermek
gerekir. Ancak açık ve net şekilde farklı program ve stratejik hedeflerde
bölünmeler olduğunda, program ve strateji tartışması biter, kölelerin dolaylı
dilini konuşmaktan kurtulur. Ancak o zaman açık ve net olarak belirlenmiş hedef
ve stratejileri olan eğilim ve güçler arasında somut hedefler için taktik
esneklik ve pratik ittifakların yolu açılmış olur.
Özetle bu sempozyum sadece kafa
karışıklığının bir ürünü değildir sadece onu yansıtmamaktadır, onu
arttırmaktadır.
Bizim de bir bakıma davetsiz
misafir olarak yazmamızın nedeni, bu durumu Sosyalist olduğunu düşünen
Alevilere gösterebilmektir.
Alevi olmayanlar
Aleviliği anlayamaz ve üzerine konuşamaz mı?
Burada Alevi olmayan, Aleviliği ve
Alevileri bir nesne olarak alan ve sorunları Alevilik açısından tartışmayan bir
sosyalist olarak yazdığımız için, Aleviler arasında çok tekrarlanan bir
önermeye de kısaca değinmemiz gerekiyor.
Birçok Alevi, “Aleviliği
bilmeyenler veya Alevi olmayanlar Alevilik hakkında konuşamazlar, Ancak
Aleviler Aleviliğin ne olduğunu bilebilirler ve tartışabilirler” gibi
sözler söylemektedir.
Bu eğer bir yaptırımı hedeflemeyen
bir önerme ise, bu önermenin herhangi bir yaptırım amacı (ve yaptırımı
uygulayacak araçları) olmadan ifadesi saçmadır.
İsteyen tartışır bu nasıl
engellenecektir? Engellemek imkansızdır. İnsanların ağzı torba değil ki
büzesiniz. Bu biraz “abdestsiz namaz olmaz”a benziyor. Hoca “Abdestsiz
namaz olmaz” deyince Bektaşi “ben kıldım oldu” demiş.
Birileri de konuşur ve konuşmuş
olur.
Kaldı ki Aleviler ve Alevilik
hakkında bir şeyleri başkalarının tartışması niye kötü veya zararlı veya
yapılamaz olsun?
Ayrıca eğer bir yaptırım aracı
varsa veya kastedilen Alevi olmayanların Aleviler ve Alevilik üzerine
konuşmasını engelleyecek yaptırımlar uygulanması ise, bu daha da korkunçtur,
çünkü insanların düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı bir saldırıdır.
*
Alevi olmayanlar Alevilik hakkında
söz söyleyemez ve tartışamaz demenin bir de şöyle bir anlama geldiğini var
sayalım. “Alevi olmayanlar Alevi olmadıkları için Aleviliği bilemezler
dolayısıyla söyleyecekleri, çıkarsamaları ve yargıları bu nedenle yanlış
olacaktır.”
Sanırız “Alevi olmayanlar,
Aleviler ve Alevilik hakkında konuşamazlar” önermesi esas olarak bu anlamda
kullanılmaktadır.
Ancak bu anlamda da yanlıştır.
Neden?
Aleviliği (veya başka bir şeyi) bilmek
demek, onun kurallarını, işleyişini bilmek demek değildir.
Bir zamanlar insanlar sadece
dünyayı biliyorlardı. Teleskopları olmadığı için diğer gezegenler, yıldızlar,
galaksiler vs. hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Bunları bilmedikleri için de
dünyayı, yani onun ne olduğunu bilmiyorlardı. Ancak yıldızları, gezegenleri,
galaksileri tanıdıktan bildikten sonra dünyanın örneğin bir gezegen olduğunu
bilir hale gelebildiler.
Bir şeyi bilmek, her şeyden önce
onun hangi genel kategori içinde sınıflandırılacağını ve o genel
kategori içinde onu o kategorideki diğerlerinden ayıran özellikleri bilmek
demektir.
Yine çok tartışılan “Alevilik
Din mi?” örneğinden gidersek, bu konu öncelikle dinler ve din kategorisi
hakkında bir bilgiyi gerektirir. Bu bilgiden yoksun olanlar bir zamanların ne
yıldızları ne de gezegenleri bilmeyen ama bu dünyada yaşadıkları için bu dünyayı
“bilen” insanları gibidir.
Aleviliğin e olduğunu bilmek,
başka dinleri bilmeyi gerektirir. Dinin ne türden bir toplumsal kategori
olduğunu bilmeyi gerektirir, toplumun yapısını ve tarihini bilmeyi gerektirir.
O halde, Aleviliğin ne olduğunu
bilmek veya tartışabilmek, öncelikle Toplumun ne olduğunu, toplumun diğer var
oluş biçimleriyle (örneğin Canlılar, Cansızlar gibi) farklılıklarını; toplumun
yapısını oluşturan farklı kategorilerden olguların ayrımını, örneğin dinin diğer
toplumsal kategorilerden farkının ne olduğunu bilmeyi gerektirir ancak bundan
sonra Alevilik olarak görülen olguların hangi kategori çerçevesinde ele
alınabileceği, eğer din kategorisinden bir olguysa onu diğer dinlerden ayıran
özellikler konusuna girilebilir.
O halde, Aleviliğin ne olduğunu
anlayabilmek veya bu konuda konuşabilmek için Aleviliğin inceliklerini vs.
bilmek değil, örneğin tüm diğer din ve mezhepleri bilmek, bunların
ortaklıklarını bilmek ve net olarak tanımlamak gerekir ki Aleviliğin o kategorilerden
birine dahil olup olmadığı anlaşılabilsin.
Demek ki, aslında “Alevi
olmayanlar Aleviliği bilemezler ve Aleviliğin ne olduğunu anlayamaz veya
tartışamazlar” önermesinin tam zıddı doğrudur. “Aleviler Aleviliğin ne
olduğunu bilemezler” demek gerekir.
Elbette Alevi olan, ama aynı
zamanda diğer dinleri, mezhepleri, diğer toplumsal kategorileri, toplumun
tarihini ve yapısını bilen biri de Aleviliğin ne olduğu hakkında doğru bir
şeyler söyleyebilir. Ama o kişinin Alevi
olmasının bu dinler, tarih, toplum vs. konularındaki bilgiyle arasında içsel ve
zorunlu bir bağ yoktur ve bu rastlantısal bir durumdur.
*
Aleviliğin tarihi, ne olduğu vs.
konusunda Aleviler tarafından tertiplenen toplantılara, davet edilen
konuşmacılara, keza Aleviler tarafından yapılan yayınlara, yazılan kitaplara
baktığımızda tüm tartışmanın, (birkaç istisna dışında) Aleviler tarafından ve
Aleviler arasında yapıldığı görülmektedir.
Yani açıkça bir ilke gibi ifade
edilmemiş olmakla birlikte fiilen Alevi olmak ile Aleviliğin ne olduğunu bilmek
arasında zorunlu bir ilişkinin varlığı pratiğe yön veren adeta gizli bir
varsayım gibidir.
Elbette bu olgunun nesnel
toplumsal bir anlamı vardır.
Yukarıda kısaca değinildiği gibi, o
başlıklar altında Alevi hareketinin sorunları tartışılmaktadır, daha doğrusu
tartışılamamaktadır, bu tartışma engellenmektedir, beli bir strateji dayatılmış
olmaktadır.
Elbette Alevi hareketin sorunları
öncelikle bu hareketi oluşturanların ve kendilerini bu hareketin bir parçası
olarak görenlerin sorunudur. Tartışmanın öznesi Alevilerdir.
“Alevi olmayanlar Aleviler ve
Aleviliğin ne olduğunu bilemez” derken anlatılmak istenen de muhtemelen budur.
Ama yine kafa karışıklığının başka
bir tezahürü karşısındayız.
Haklı olabilecek bir kaygı son derece
yanlış bir ilkenin savunusuna dönüşmektedir.
Aleviliğin ne olduğunu bilmek ile
Alevi hareketinin ve Alevilerin sorunlarını bilmek ve tartışmak çok farklı
konulardır. Aleviliğin ve Alevi hareketinin sorunlarını tartışmak için
Aleviliğin ne olduğunu bilmek bile gerekmeyebilir. Zaten hareketin çıkmazı ve
kafa karışıklığı da tam buradadır. Bir hareketin sorunları Aleviliğin ne olduğu,
tarihi vs. gibi tartışmalar üzerinden yürütülmektedir.
Bizim özel
zorluğumuz ve ağırlık noktamız
Burada Aleviler ve Sosyalistler
konusunda bizim özel zorluklarımız hakkında da bir çift söz etme gereği ortaya
çıkmaktadır.
Yazılarımıza ve görüşlerimize
biraz aşinalığı olanların bildiği ya da sezmiş olacağı gibi, biz bizzat bugün
gerek akademik dünyada gerek sosyalistler arasında gerek Aleviler arasında
yaygın olarak kullanılan kavramların ve anlamlarının kendisini de sorguluyor;
bu kavramların bilimsel (sosyolojik, Marksist) tanımlarının yapılmadığını söylüyor
ve teorik ve politik çalışmalarımızın ezici bir bölümünü bunu göstermeye
ayırmış bulunuyoruz.
Yani sorunun olgularda ve olguya
ilişkin bilgide değil, o olguları sınıflamak, kategorize etmek için kullanılan kavramsal
araçlarda olduğunu söylüyoruz.
Yani biz “Aleviler ve
Sosyalistler” derken bile gerek Alevilerin gerek Sosyalistlerin gerek
Akademisyenlerin bu kavramlara yükledikleri anlamların neredeyse hepsini
reddediyoruz, eksik, yetersiz veya yanlış olduklarını, çoğu kez hiçbir bilimsel
değerleri olmadığını söylüyoruz.
Tabii bu durum bizim işimizi
olağanüstü zorlaştırıyor.
Çünkü, aslında biz var olan ve
yaygın olarak kullanılıp yaygın kabul gören bu kavramlara yönelik bilimsel veya
diğer Marksistleri eleştirmeye yönelik bir kitapta metodoloji başlığı altında
yapmamız gereken eleştirileri ve kavramsal açıklamaları, ister istemez böyle
sınırları belirli bir konu çerçevesinde ifade etmek; en azından ne
söylediğimizin anlaşılabilmesi için, bu temel ve genel kavram ve kategorilere
ilişkin bir şeyler söylemek zorundayız.
Bu nedenle de kavramsal açıklığa
öncelik vereceğiz. Ama bu kavramsal açıklık çabası, ister istemez Aleviliğin ne
olduğu tartışmasına girmek gibi görünecektir. Böyle görünse de bizim amacımız
sadece kavramsal ve kategorik açıklık ile bugünkü Aleviliğin ne türden bir olgu
olduğuna açıklık getirmektir.
Şimdilik konuyu daha fazla
dağıtmamak için bunu belirtmekle yetinip kavramsal netleşme konusuna geçelim.
Niçin önce
kavramsal açıklık?
Aleviler ve sosyalistlerin
ilişkisini ele alabilmek için önce kavramları, ele alıp netleştirmek gerekiyor.
Çünkü bugün Alevilik olgusuna
ilişkin olarak, epeyce bir veri birikmiş bulunuyor ama bu veriler yığınını sınıflandırmaya,
açıklamaya yarayacak kavramsal bir temel veya netleşme bulunmuyor.
Bu saptamayı kanıtlamak için, çok
yaygın ve genel, bir kaynak vermeyi bile gerektirmeyecek, bir örnek
verilebilir.
Bilindiği gibi Aleviliğin ne
olduğu, hangi kategoriden bir olgu olduğu, bu bağlamda da bir “din” olup
olmadığı üzerine bir tartışma yürümektedir.
Bu tartışmada, kimin neyi ve neden
savunduğundan soyutlanmış olarak, “din” diyenler ya da demeyenlerin
sadece din kavramına yükledikleri anlamlara bakıldığında bile din kavramının
anlamına ilişkin büyük farklılıklar bulunduğu görülür. Bu farklılıklar öyledir
ki, örneğin din kavramına yükledikleri anlamlar bakımından bir Aleviliğe din
diyen ve demeyen iki zıt görüş, din kavramını aynı anlamda kullanabilirken, Aleviliği
din olarak tanımlayan iki görüşün din kavramına yükledikleri anlamlar birbirine
galaksiler kadar uzak ve zıt olabilmektedir.
Tabii bir de Aleviliği bir “yaşam
tarzı veya pratikleri”, bir “kültür”, bir “dünya görüşü”, bir
“mezhep”, bir “felsefe” vs. olarak tanımlayanlar var.
Benzer şekilde bunların her biri
arasında ve içinde de, örneğin “Felsefe” diyenler veya “Felsefe”
demeyenler içinde veya arasında da, felsefe kavramına yüklenen anlamlar
birbirine galaksiler kadar uzak olabilmektedir.
Yani Aleviliğin ne olduğu
konusunda henüz olguların ne olduğunu, hangi kategoriden olgular
olduğunu belirleyebilmek için bile, ortada içeriği ve anlamı üzerinde
anlaşılmış veya genel kabul görmüş kavram ve kategoriler bulunmamaktadır.
Yani “din”, “kültür”, “dünya
görüşü”, “yaşam tarzı” veya “mezhep” vs. gibi kavramların, kendilerinin
veya yüklenen anlamların, bilimsel (sosyolojik) olup olmadıkları bir yana[5], kavramların ortak ve
genel bir kabulü olsa bile, sorunu tartışmak nispeten kolay olabilirdi.
Böyle bir durum bile yoktur.
Bir örnek olarak
din kavramının belirsizliği, farklı anlamlarda kullanılışı ve sonuçları
Bu zorluğu yine Din
kavramıyla örnekleyelim.
Örneğin bir kısmı dini tanrı
inancıyla, diğer bir kısmı tek tanrı inancıyla, bir kısmı “semavi Dinler” ile,
bir kısmı İslam ile özdeşleştirir ve öyle kullanır. Bir kısmına göre din
birtakım ritüeller ve inançlardır. Bir kısmına göre tamamen politik bir
olgudur. Bir kısmına göre öte dünyaya ilişkin kabullerdir dolayısıyla bu
dünyanın işlerine karışmamalıdır. Bir kısmına göre bu dünyayı düzenlemenin
aracıdır. Bir kısmına göre bilimle zıtlık içinde inançtır, hurafelerdir. Bir
kısmına göre gerçeğe ulaşmanın biricik yoludur. (Bu liste de uzatılabilir.)
Aleviler üzerine veya Aleviler
tarafından yazılmış her metinde, her konuşmada, her tartışmada defalarca
karşılaşılacak bu örneklerden anlaşılabileceği gibi kavramlar üzerine bir
netlik ve açıklığa asgari ölçüde olsun ortaklığa ulaşmadan ne bir diyalog ne
bir tartışma ne de Aleviliğin ne olduğu üzerine tartışmalarda en küçük bir
ilerleme mümkün değildir.
Yani Aleviliği tartışmak için bir
ortak dil, bir “Lingua France” bile bulunmamaktadır. Durum Babil
Kulesi’ni yapanların durumu gibidir. Herkes farklı bir dil konuşmaktadır, kimi
sesler birbirine benzese de bu onların içeriklerinin benzeştiği anlamına
gelmemekte, rastlantısal ses benzerliklerinden öteye gidilememektedir. Ama kimi
ses benzerlikleri ortada ortak bir dil bile olmadığını anlamayı
engellemektedir.
Bu nedenle kavramsal açıklık ve
netlik birinci önceliktir.
“Aleviler” kavramı ve “Din”
kategorisi
Önce başlıktaki “Aleviler”
kavramından başlayalım.
Bunun için de er ve zaman
kısıtlılığı ve Aleviler konusunun tartışılmasındaki büyük ağırlığı ve önemi
nedeniyle de Din kategorisinden ve kavramından başlayalım[6].
Çünkü toplumsal bir olgu olarak
Aleviliği anlamak için Alevilik diye bir sorun Din kavramı bağlamında
gündeme gelmektedir.
Aleviliğe din deseniz de demeseniz
de (örneğin “kültür”, “dünya görüşü”, “mezhep vs.) yine onu Din kategorisi
bağlamında, bu kategoriden bir olgu olup olmadığı şeklinde tartışmış olursunuz.
Örneğin Alevilik “cansız veya
canlı bir varlık mıdır” veya “masa mıdır” veya “sanat mıdır” veya “spor mudur”
diye bir tartışma yoktur. En azından bu gibi kategoriler çerçevesinde düşünülmemesi
gerektiği yolunda bir genel uzlaşma olduğunu varsayabiliriz.
Ama “Alevilik Din midir?” diye bir
tartışma vardır. İster “Kültür”, ister “Mezhep”, ister “Dünya Görüşü” vs.
densin veya denmesin, bütün bunlar son duruşmada Aleviliğin Din kategorisinden
bir şey olup olmadığı bağlamında yürütülen, tartışmaya bir cevaptırlar.
O halde Aleviliğin ve Alevilerin ne
olduğunu anlamak için önce, önce Aleviliğin içinde veya dışında olduğu tartışılan
Din kavramının veya kategorisinin bir netleştirilmesine ve analizine girmek
gerekmektedir.
Din kavramının İslam, Allah inancı
(İbrahimi dinler), Kitaplı dinler (Yani Uygarlık Dinleri: Brahmanizm, Budizm,
Manicilik, Zerdüştlük, Taoculuk vs.), ritüeller, doğa üstü bir gücün varlığına
inanmak, bilimi reddetmek vs. olarak tanımlanması veya anlaşılması gibi çok
kaba yanlış kullanımlara girmeyi bile gereksiz görüyoruz. Bu konuda ayrıntılı
bir değerlendirme şu yazımızda bulunmaktadır[7]. Bu tür kaba yanlışları
kaderleriyle baş başa bırakıp atlıyoruz. Burada çok daha yaygın olan ama
üzerine hiç tartışılmamış ve düşünülmemiş olana yöneleceğiz.
“Din” kavramı ve
“İnanç”
“Din” derken bugünkü
yaygın, genel kabul gören ve egemen anlayış onu “inanç” olarak tanımlamaktadır.
“Din”in “İnanç”
olarak tanımlanmasına, hatta bu kavramların birbiri yerine kullanılmasına,
bugüne kadar bir itiraz eden olduğunu da görmedik.
İsterseniz Wikipedi’ye
girin, isterseniz bir kütüphanenin kitapları sınıflandırmasına bakın, isterseniz
din veya Alevilik üzerine herhangi bir kitaba bakın, dinin inanç diye
tanımlandığını görürsünüz[8].
Örneğin Türkçe Wikipedi’de din
denince şu tanım veriliyor:
“Din, genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlaki ögeler taşıyan; çeşitli ayin,
uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar ve ibadetler bütünü.”
Yani Din kabaca “İnanç” ve
bu inanca yönelik ritüeller olarak tanımlanıyor.[9]
Peki “İnanç” nedir? “Din”i
“inanç olarak tanımlamak ne anlama gelmektedir?
Şimdi bu can alıcı sorulara cevap
arayalım.
“İnanç” kavramının
epistemolojik anlamı
“İnanç” kavramı bugünkü genel
kullanımda ve onu kullananların verdikleri anlamlara bakıldığında iki farklı
anlama sahiptir.
Birisi, “bilimsel kanıtlara
gerek duymayan kabuller” anlamıdır.
Bu anlamıyla Din, Bilim kavramıyla
zıtlık içinde ele alınmakta ve kullanıldığından, bilime zıt, bilimsel “akla,
deneye, gözlem ve kanıtlara dayanan” metodu reddetmek anlamındadır.
Tabii bu anlam da bilmenin mümkün
olup olmadığı ve nasıl ve hangi yöntemle olabileceğine ilişkin tartışma bağlamında
bir anlam taşır. Bu konuya ise “Epistemoloji”, “Bilgi Felsefesi”
veya “Bilgi Teorisi” denir.
O halde “Din”e “İnanç”
dendiğinde, dolaylı olarak “Din epistemolojik kategoriden bir olgudur, bilgi
felsefesine ilişkin bir olgudur” denmiş olur.
Öte yandan, Epistemoloji (Bilgi
teorisi ya da felsefesi) de felsefenin bir bölümü olduğundan, “Din felsefi
kategorilerle ele alınması gereken felsefi bir olgudur” denmiş olur.
Halbuki Din felsefi kategorilerle
ele alınıp anlaşılabilecek felsefi veya epistemolojik bir olgu değil,
sosyolojik yani toplumsal bir olgudur ve sosyolojik kategorilerle
anlaşılabilir.
Tabii ayrıca Dini epistemolojik
bir olgu olarak tanımlamanın kendisi de epistemolojik değil sosyolojik bir
olgudur sosyolojik kategorilerle anlaşılabilir.
Bu kadarını belirtip dini bu
anlamda inanç olarak tanımlamanın yanlışlığı üzerinde daha fazla durmuyoruz.
“İnanç” kavramının
hukuki veya normatif anlamı
“İnanç”ın bir de hukuki
ya da normatif diyebileceğimiz anlamı vardır.
“İnanç”,
bugünkü toplumda, normatif ve hukuki bir kavram olarak, politik olmayan,
kişinin özel sorunu olan anlamına gelir.
Örneğin insan hakları evrensel
beyannamesindeki, kabaca “herkes soyu, sopu, inancı, düşüncesi ne olursa
olsun kanun (Devlet) karşısında eşittir” ifadesinde veya “fikir ve inanç
özgürlüğü” dendiğinde olduğu gibi. Bunların (soy, düşünce, inanç) farklarının
politik bir anlamının olmadığı veya olmaması gerektiği, Devletin (Kanunların)
bunlar karşısında tarafsız olduğu veya olması gerektiği, bunların özele
ilişkin olduğu söylenmiş olur.
Neden?
Modern toplumda, toplumsal yaşamın
ve ilişkilerin veya toplumun örgütlenmesi, toplum politik olan ve olmayan
(özele ilişkin) alanlar şeklinde, hukuksal veya normatif olarak, iki
alana ayrılarak yapılır. “İnanç” ile kastedilen, bunun özele ilişkin, politik
olmayana ilişkin bir olgu olduğu ve olması gerektiğidir.
Zaten “İnanç” tanımıyla kastedilen
dindir, bir dinin İnanç olarak kabul edilebilmesi için, onun politik alanın
dışında olması gerektiği söylenmiş olur.
O halde “inanç” hukuki bir
kategoridir. Dolayısıyla bu anlamıyla inanç olarak tanımlanan “Din” de hukuki
bir kategori olarak “tanımlanmış” olur.
Burada “tanımlanmış”ı
tırnak içinde yazmak gerekiyor, çünkü aslında inanç kavramı analitik ya da
sosyolojik bir kavram değil, hukuki veya normatif bir kavramdır. Kavram, İnanç
ya da Din’i sosyolojik olarak tanımlamaz, İnanç ya da Din olarak kabul
edilmenin koşulunu, yanı politik alanın dışında olmayı, o alana girmemeyi norm
olarak koyar. Toplumu açıklayan değil, düzenleyen bir kavramdır.
Dolayısıyla bu anlamıyla “İnanç”
kavramıyla “Din”i tanımlamanın dinin ne olduğunu anlamak bakımından zerrece
sosyolojik değeri ve açıklayıcılığı yoktur.
Ama Din’i böyle hukuki bir
kategori olarak tanımlamanın kendisi sosyolojik bir olgudur ve bu olgu
açıklanmayı gerektirir.
Din’i İnanç olarak
tanımlamanın sonucu: Başka hiçbir din artık var olamaz
Tekrar edelim, bu ikinci anlamıyla
“Din”e “inanç” denildiğinde Din sosyolojik ve toplumsal bir olgu olarak ele
alınmaz ve bu tanım böyle sosyolojik bir tanımlama çabasını ifade etmez. Modern
toplumda hukuken Din olarak kabul olmanın koşulu belirlenmiş olur. “Politik
(devlete ilişkin) alanın dışında olan pratikler, düşünceler, ritüeller vs.
“Din” veya “İnanç” olarak kabul edilirler” denmiş olur.
Dolayısıyla “din” hukuki kategorilerle
ele alınabilecek hukuki bir olgudur denmiş de olmaktadır.
Bunun mantık sonucu olarak da
herhangi bir din, kendi ilkelerine uygun olarak bu toplumun politik olarak
tanımladığı alana girdiğinde, örneğin vergi vermeyi, askere gitmeyi, var olan
devletin dayandığı ilkeleri reddettiğinde, sosyolojik olarak tam da bir
din olmasına ve öyle davranmasına rağmen, hukuki ve politik olarak bu
toplumda “din”, yani “inanç”, yani “özele ilişkin” olarak kabul edilmez.
Bu durumda politik alana müdahale
ettiği, girdiği için şiddet araçlarıyla bu tanıma uygun hale getirilir.
O halde dini bu ikinci normatif
anlamıyla “İnanç” olarak tanımlamak, kendisini “inanç” olarak
tanımlamayan, yani “özele ilişkin olanla” kendini sınırlamayan, böyle
tanımlamayı reddeden veya böyle davranmayan dinler karşısında bir diktatörlük,
onların varlığına şiddet araçlarıyla son vermek ve bu anlamda başka dinlerin
var oluşlarına imkan tanımamak demektir.
“Din hürriyeti” veya “inanç
hürriyeti” veya “eşitliği” denen şey aslında bu toplumun din
tanımını ve diktatörlüğünü kabullenmekten başka bir şey değildir. Din hürriyeti
diye bir şey hem yoktur hem de mümkün değildir.
Modern toplumda bir dinin kendini
özel alanla sınırlamamasının İslam’da Allah’a şirk koşmaktan farkı yoktur.
Nasıl İslam’da Allah’a şirk
koşanların bir İslam toplumunda yaşama şansı ve hakkı yoksa, aynı şekilde,
modern toplumdaki bu özel politik bölünmesini kabul etmeyen ve ona kendini
uydurmayan ve kendini özel olanla sınırlamayan hiçbir din var olamaz.
Bu da fiilen bu toplumda tek
bir din var olabilir demektir.
Çünkü modern toplumun öncesinde
var olan dinlerden hiçbiri, toplumsal hayatı böyle iki alana bölüp kendisini
özel alanla sınırlamaz.
Aksine hepsi toplumsal hayatı bir
bütün olarak ele alır ve öyle düzenler. Hatta modern toplumun, din hayatının
dışında olmalıdır, dinlere müdahale etmemelidir dediği devletler bile,
kendisinin varlığını din ile meşrulaştırır, dinsel olduğu iddiasındadırlar.
Nemrut’tan Mısır firavunlarına, İskender’den Osmanlı sultanlarına kadar
böyledir.
O halde, bu modern toplumun
örgütlenmesinin dayandığı özel ve politik ayrımını kabul etmeyen ve
kendini fiilen özel alanla sınırlamayan hiçbir din modern toplumda varlığını
sürdüremez ve var olamaz.
Din hürriyeti modern toplumun bir
kandırmacasıdır.
Bir tek din vardır, toplumu özel
ve politik diye iki bölüme ayıran ve eski toplumların dinlerini özel alana
hapseden din. Ama bu din, sosyolojik olarak din, kendisi tarafından din olmayı
özele ilişkin olmakla sınırlanırdığı için, kendisinin din olduğunu reddedir. Bu
reddediş hukuki bir olgudur ama sosyolojik olarak bu hkuki reddedişin kendisi
başka bir dindir. Din olmadğını iddia ettiği için bu dinin bir din olarak adı
yoktur. Biz bu nedenle buna “Modern Toplumun Dini” diyoruz. Daha somut olmak
için, Aydınlanma veya daha sonra uğradığı karşı devrimler sonucu geçirdiği
dönüşüme bakarak Uluslar ve Ulusçuluk diyoruz.
*
Din ve İnanç başlığı altında
yapılan analizin sonucu şöyle özetlenebilir: Din’i inanç olarak tanımlamak onu epistemolojik
veya hukuki bir kategori olarak ele almaktan başka bir anlama
gelmez.
Din ise ne epistemolojik ne de hukuki
kategoriden bir olgudur, din toplumsal sosyolojik kategorilerle ele alınıp
anlaşılabilecek bir olgudur.
Din’i inanç olarak tanımlanması
Dinin ne olduğu konusunda bir milim bile ileri gitmeyi sağlamaz.
Din toplumsal bir
olgu olarak nedir?
Din toplumsal bir olgu olduğuna
göre soru şudur: dinin toplumun yapısındaki işlevi nedir, toplumun
anatomisindeki (yapısındaki) yeri nedir?
Tabii burada öncelikle toplumun
yapısını hangi kavramlarla analiz edeceğimiz sorusu ortaya çıkar.
Örneğin bir canlının yapısını
incelediğimizde sindirim, solunum, boşaltım, sinir sistemi gibi işlevleri
tamamen farklı yapıları analiz eder ve ayırırız.
Toplumun yapısını hangi
kavramlarla analiz edebiliriz?
Toplumların farklarını nelerin
oluşturduğuna baktığımızda, onların yaşamlarını sürdürmek için kullandığı
araçların ve yöntemlerin temel farkı yarattığını görürüz.
Örneğin bir elementin yapısını
onun çekirdeğindeki protonların sayısı belirler, bir canlının yapısını onun DNA
şifreleri belirler, toplumun yapısını da geçimini sağlamak için kullandığı
araçlar ve yöntemler ve bunlara göre şekillenen ekonomik ilişkiler belirler.
Buna sosyolojik olarak toplumun temeli,
altyapısı denmektedir.
Bütün diğer toplumsal kurumlar,
ahlak, hukuk, sanat, devlet vs. de bu temele göre şekillenirler esas olarak.
Bu toplumsal kurumlara da üstyapı
denmektedir.
Peki burada Din’in işlevi ve yeri
nerededir.
Toplumlara ve tarihe baktığımızda ve
dinlerin işlevi nedir, bunlar toplumda nasıl bir işlevi yerine getirirler
sorusunu sorduğumuzda şu işlevleri olduğunu görürüz:
a)
Toplumun sınırlarını
çizerler
b)
Toplumun ilişkilerini
düzenlerler
Örneğin bir klanın totemi, o
totemin soyundan gelenlerle sınırlarını çizer ve o totemin soyundan geldiğine
inananların ilişkilerini düzenler.
Çünkü her türlü toplumsal varoluş
ve örgütlenme, birtakım kurallar ve bu kurallara ilişkin yaptırımlarla
mümkün olabilir. Yaptırımların uygulanabilmesi kuralların kimlere
geçerli olacağını belirlemeyi gerektirir. Bu da o kuralların geçerli olacağı
sınırları çizmeyi.
Herhangi bir uygarlık dini,
örneğin İslam veya Hristiyanlık veya Musevilik vs. ele alındığında da durum
böyledir. Örneğin İslam’da sınırlar, Allah’ın tekliğini ve Muhammed’in onun
elçisi olduğunu kabul edenlerle belirlenir. Kurallar o sınırlar içinde kalanlar
için geçerlidir, yaptırımlar o sınırlar içindekilere uygulanır.
Böylesine temel bir işlevi vardır
dinin. Din toplum olmanın temel koşuludur. Dinsiz bir toplum olmamıştır ve
olamaz.
Ama Dinin işlevi bu kadarla da
sınırlı değildir çünkü o ilişkiler ve ilişkileri düzenleyen kurallar, sanattan
ahlaka, hukuktan politikaya, aileden mirasa, doğumda alınacak isimden ölünce
nasıl gömüleceğine veya gömülüp gömülmeyeceğine, neyi ne zaman nasıl yiyeceğinden
neyi niçin ve ne zaman yemeyeceğine kadar toplumsal hayatın ve ilişkilerin
tümünü kapsar. Aslında hiçbir şey dinin dışında değildir.
Yani ahlak, hukuk, sanat,
politika, devlet, partiler bir dinin içinde onun ögeleri olarak var olurlar.
Din bunlardan ayrı ve onların yanı sıra var olan bir şey değildir, onların
tümüdür, onları kapsar.
O halde Din tam anlamıyla üstyapı
denilen yapının ya da toplumsal kategorinin karşılığıdır. Dinsiz hiçbir
toplum olmamasının nedeni de budur. Üstyapı olmadan bir toplum var olamaz.
Hatta altyapının (üretim
ilişkilerinin ve giderek tüm ekonomik ilişkilerin) ortaya çıkması bile üstyapının
varlığını gerektirir, yani bir Din gerektirir, sınırları çizilmiş bir
toplum gerektirir.
Toplum ortaya çıkmadığı sürece biyolojik
ilişkiler toplumsal ilişkilere dönüşmez. Toplum olmadan, bir nesnenin yapısını
değiştirmek üretim olmaz, toplum olmadan bir el baltası bir organ olmaktan
çıkıp, elin bir uzantısı olmaktan çıkıp, bir üretim aracı haline gelemez,
dolayısıyla üretim, ekonomi, dolayısıyla üretim ilişkileri ve ekonomik
ilişkiler dolayısıyla altyapı da var olamaz. Bunun için önkoşul,
Üstyapının yani dinin ortaya çıkmasıdır. Din olmadan toplum, toplum olmadan
üretim, oradan giderek de Altyapı var olamaz.
Altyapının temeli olan Üretim,
toplumsal bir olgudur ve sosyolojik bir kategoridir. Örneğin biyolojik olarak
bir üretim kategorisi yoktur. Arılar bal yaptıklarında üretim yapmış olmazlar.
Arıların yaptığı balı çalan şu veya bu toteme bağlı klandan insanlar üretim
yapmış olurlar. Aynı balı çalan ayılar da üretim yapmış olmazlar. Üretimin
olması için toplumun, toplumun olabilmesi için de kurallar ve yaptırımlar ve
bunların geçerli olacağı sınırlar gerekir. Buna da Din denmektedir veya Din denilen
olgunun işlevi budur.
Dinin ortaya çıkışıyla, yani
ilişkileri düzenleyen kurallar, kuralların geçerli olacağı sınırların ve
yaptırımların belirlenmesiyle bir kez toplum, dolayısıyla da üretim ortaya
çıkınca, ondan sonra bu kuralların, sınırların, ilişkilerin (yani dinin) nasıl
şekilleneceğini toplumun üretim ilişkileri, daha da geniş olarak bu üretim
ilişkilerine dayanan üretim, tüketim, bölüşüm ilişkileri yani ekonomik temel,
yani altyapı belirler.
Şu veya bu dinin niçin ve nasıl
şöyle veya böyle olduğunu anlayabilmek için bu temeldeki ilişkilere bakmak
gerekir.
Bu nedenle örneğin bütün tarihsel
kalıntılarda, arkeolojik kazılarda bulanan her şey dinseldir.
Dinin eğer toplumda böyle temel
hayati bir işlevi olmasa, insanlığın tarihi boyunca, emek üretkenliğinin son
derece az ve artı ürünün çok sınırlı olduğu dönemler boyunca, muazzam bir emek
sarfıyla o muazzam dinsel yapıların oluşturulması bile açıklanamaz.
Niçin o muazzam emekle menhirler,
Göbekli Tepe’deki dikili taşlar, Mısır veya Aztek veya Maya piramitleri,
Akropoller, yapımı yüz yıllar süren katedraller, kiliseler, camiler
yapılmıştır?
Çünkü Din toplumun var oluşu ve
üretimin devamının olmazsa olmaz koşuludur.
Modern toplumun
dini: din tanımı üzerinden bir din
Burada modern toplumda özel
politik ayrımı ve dinin özele ilişkin olarak tanımlanmasının sosyolojik olarak ne
anlama geldiğine geçebiliriz.
Modern toplumun dini yok mudur?
Kendisinin kendisi hakkındaki
iddiası kendisinin bir din veya dini olmadığıdır.
Bu mümkün olan bir şey değildir.
Bu modern toplumun üstyapısı yok, dolayısıyla modern toplum diye bir toplum
olamaz demekle aynı şeydir.
O halde soru şudur: Dinsiz bir
toplum olamayacağına göre, modern toplumun dini nedir?
İşte burada tarihin en ilginç
dinine geliyoruz. Kendinden önceki dinleri özele ilişkin olarak normlarla
tanımlamak ve böylece kendisinin bir din olmadığını söylemek, sosyolojik olarak
tamı tamına bir dindir. Yani tam da din tanımı üzerinden sınırları çizer ve
ilişkileri düzenler. Diğer dinleri sınır çizmekten ve ilişki düzenlemekten
çıkararak, onları sadece özele ilişkin alanla sınırlayarak kendisi nesnel
olarak bu işi yapar.
Modern toplumun dini, dini hukuki
bir kategori olarak tanımlayarak, din tanımıyla kurulmuş bir dindir.
Bu din, bütün dinleri kendisinin
basit ver eklentisine dönüştürüp, kendisinin din olmadığını söyleyen bir
dindir.
Bizzat bu özel ve politik
ayrımının kendisi modern toplumun sınırlarını çizer ve ilişkilerini düzenler.
Modern toplumun dininin din
tanımına göre dinsiz, Ateist, Müslüman, Alevi, Sünni, Hristiyan, Budist
olduğunuzu söylediğinizde, bu dinlerden herhangi birinden olduğunuzu söylemiş
olmazsınız, modern toplumun, dini kişilerin özel sorunu olarak gören dininden
olduğunuzu söylemiş olursunuz. Çünkü o dinin din tanımını kabul ederek Müslüman
veya ateist olduğunuzu söylemektesinizdir. O ise kendini din tanımı üzerinden
kurmuş bir dindir.
Sonuç olarak, toplumsal hayatı
normatif olarak özel ve politik diye ikiye bölen ve din olmayı özele ilişkin
olmakla sınırlayan modern toplumda başka bir dinden olmak mümkün değildir.
Bugünün dünyasında ne Müslüman ne
Alevi, ne Hristiyan olunamaz. Bu dinlerin varlık koşulu modern toplumun diniyle
ortadan kaldırılmıştır. Var olma iddiası, kendini özel alanla sınırlamamak
anlamına gelir ki, fiilen şiddetle ezilmeyi ve yok edilmeyi getirir.
Elbette modern toplumun dini
içinde, Müslüman, Hristiyan, Alevi, Sünni, Budist, Taocu inancından olabilirsiniz.
Hatta bu anlamda inançsız da olabilirsiniz. Allah’a inanmamak ta, dinsiz
olmak da hukuki bir kategori olarak bir inançtır, yani özele ilişkindir.
Dinsiz veya inançsız olduklarını
söyleyenler bile aslında böyle derken farkına bile varmadan modern toplumun
dininden oldukları yönünde bir kelime-i şehadet getirmiş olurlar.
Sonuç: Alevilik
bir din veya mezhep olarak artık yoktur
O halde Aleviliğin ne olduğu
konusuna geri dönersek, bugün artık klasik, modern toplum öncesinde olduğu
türden bir Alevilik mümkün değildir, olamaz.
Sadece Alevilik değil, hiçbir din
mümkün değildir.
Bunun mümkün olmadığını Alevilik
somutunda görmek çok kolaydır.
Diyelim ki Aleviler inançlarını
sadece özele ilişkin alanla sınırlamayıp veya böyle sınırlamayı reddedip,
gerçekten tam da gerçek Alevilikte olduğu gibi tüm toplumsal ilişkileri
düzenlemeye, yani bugün politik olarak tanımlanmış alana ilişkin ilişkileri
düzenlemeye kalkarsa ne olur?
Örneğin Alevilikte devlet yoktur.
Dolayısıyla yazılı bir hukuk, bu hukuku ve okuma yazmayı öğrenmiş hukukçular,
bu hukukçuların geçimini sağlamak için devletin geliri olması yani vergi alması
gerektiğine göre bu geliri sağlayacak vergiler ve vergi memurları, keza bizzat
bu memurların da geçimini sağlamak için vergileri vermeyenlerden zorla alacak
ve onları cezalandıracak askerler, gardiyanlar, hapishaneler vs. yoktur.
Alevi köyü dedesiyle birlikte
toplanır, bir sorun varsa adeta bir halk mahkemesi veya özyönetim organı gibi
toplu halde, dedenin moderatörlüğünde (kolaylaştırıcılığında) karar verir. Yani
bir bürokrasi cihazının, devletin üzerinde yükselmediği, neolitik köy komününün
özyönetim organı olan ve “Cem” denilen meclis ile topluluk kendini yönetir.
Öte yandan Alevi olmak için yazı
bilmeye gerek yoktur. Bilgi sözle, şiir ve müzikle aktarılır.
Şimdi bir bölgedeki veya bir
şehirdeki Alevilerin, biz “gerçek Aleviliği yaşamak ve yaşatmak” istiyoruz
dediğini düşünelim.
Bu aynı zamanda şu demektir: “bizim
mahkemelere, polise, hapishanelere, vergi memurlarına okuma yazma öğretecek
okullara ihtiyacımız yok dolayısıyla bu devlete vergi vermeyi, bu devletin
kanunlarını tanımayı reddediyoruz.”
Bu varsayımdaki Alevi topluluğu
böyle diyerek ve yaparak tam da Aleviliğe ya da dinine uygun davranmış olur.
Ama din ve inanç özgürlüğü diyen
bugünkü toplum (ve onun dini) “hop o kadar da değil, din ve inanç özgürlüğü
diyorsak, bu devlete ilişkin alanda bu özgürlük geçerlidir demiş olmuyoruz,
aptallığı bırakın, şu verginizi verin, doğduğunuzda nüfus memurluğuna kaydolun,
okula gidin, askerliğinizi yapın, aksi takdirde başınıza çok kötü şeyler
gelecektir” diyecektir.
Yapmadığınız takdirde eğer ciddi
bir tehlike oluşturmayacak küçük bir grup veya dağınık kişilerseniz ya sizleri
tımarhaneye ya da zorla hapishaneye atar ve yasaları tanımamaktan dolayı ağır
cezalara çarptırır.
Zaten orada kendi kurallarını size
zorla uygulatır.
Örneğin cezaevinde “Aleviliği
yaşamak ve yaşatma”nız mümkün olmaz.
Yok eğer sayıca ciddi bir topluluk
olarak genişçe bir bölgede “gerçek Aleviliği yaşamak ve yaşatmak” isterseniz o
zaman devlet bunu kendisine karşı yapılmış bir isyan olarak görür ve sizi
şiddetle (uçaklardan atılan gaz bombalarıyla veya mikroplu battaniyelerle veya
mermilerle, toplarla) yok eder ve kendi iradesini zorla size dayatır.
Aynı durum bütün dinler için
geçerlidir.
Bir Müslüman da, bir Budist de,
bir Hindu da, toteme tapan bir pigme de bu akıbetten kendini kurtaramaz.
Ancak kendilerine ayrılmış
rezervatlarda bir kistin içinde kendilerine yaşama şansı verilmiş istisnai
topluluklar, örneğin Amazon’da veya Sentinel adalarında yaşayan yerlilerin son
kalıntıları, devletlerin toleransıyla, hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi,
geçmiş çağların bir örneği, antik bir vazo gibi, böyle yaşayabilirler.
Bu durumda bu gerçek sosyolojik
anlamıyla Alevilik mümkün değildir ve Alevilik var olamayacağı gibi Alevi de
yoktur. Müslüman da yoktur. Hristiyan da yoktur.
Bugünkü iç içe
geçmiş iki Alevilik ve Aleviler
Alevilik ve Alevi olmak artık
mümkün değil ve yok. Peki ama kendine Alevi diyenler var.
Bunlar ne?
Bu varoluş hangi kategoriden bir
varoluş
Ve bunlar cem evleri kuruyorlar,
semah dönüyorlar, cemler düzenliyorlar, bir sürü yayınlar yapıyorlar, dernekler
kuruyorlar, kongreler, toplantılar, mitingler düzenliyorlar?
Özetle, kendisinin Alevilik
olduğunu söyleyen bir veya bir sürü “şey” ve kendilerinin Alevi olduğun
söyleyen insanlar var.
Öte yandan bu Alevilik sadece
kendisini inanç olmakla, yani özele ilişkin olmakla sınırlamış, modern toplumun
din/inanç dediği anlamda bir Alevilik de değil.
Evet bu Aleviliğin ve pratiklerin,
böyle bir “inanç” olan, özele ilişkin yanı da var ama ortada aynı zamanda
sosyal ve politik bir hareket var.
Bu olguyu nereye koyacağız ve
nasıl tanımlayacağız?
Alevilerin aslında özel ve politik
ayrımına dayanan modern toplumun dininden olmakla hiçbir sorunları yoktur.
Aksine buna gönüllü olarak katılırlar ve bunu savunurlar.
Çünkü, modern öncesi toplumda
Alevilerin Hristiyanlar kadar bile bir hukuku ve hakları yoktu, hem (küçük ve
yoksul köylüler olarak, sınıfsal olarak soyuluyorlar ve sömürülüyorlardı devlet
tarafından, hem de dinleri nedeniyle hukuken ezilen bir konumdaydılar. Bu
nedenle Alevilik sınıfsız denebilecek, neolitik köy toplumu veya komünü
ilişkilerini aşmamış bir toplumun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenlediği
için hem Din, hem de bu insanlar toplumsal konumları ve üretim münasebetleri
içindeki çıkar ve konumları nedeniyle köylüler olarak ezildiği için ve bu ezilenlerin
partisi egemen din içinde onların dayanışma ve çıkarlarının ifadesi olduğu için
bir mezhep (Parti) karakteri taşıyordu.
Modern toplumun dini ve onun din
olmayı özel alanla sınırlayan ayrımı, onu diğer din/inançlar ile eşitler ve
Alevilerin eşit yurttaş olmasının yolunu açar.
Devletin tüm dinler karşısında
eşit uzaklıkta olması, bir din körü olması Alevilere diğer dinlerden insanlarla
eşit bir statü kazandırır ve tarih boyunca uygarlık dinleri ve uygarlık
dinlerinin devletleri tarafından uğradıkları baskılardan kurtulmalarını sağlar.
Bu nedenle Aleviler Modern
toplumun dinine geçişe hiç direnmemişler, buna gönüllü olmuşlardır.
Ama Aydınlanma devrimi orijinal
devrimci dönemin biçimiyle bu topraklara gelebilseydi işler böyle gidebilirdi.
Ama o devrim de karşı devrimlere uğradı ve farklı dinlerden insanları eşit
kılmanın aracı olan özel politik ayrımı, politik olanın ulusal olanla, ulusal
olanın da bir dille, dinle, ırkla vs. tanımlanması biçiminde karşı devrimlere
uğradı. Türkiye’de de bu böyle oldu. Türkiye’de bu ayrım, politik olanın aynı
zamanda Türklük ve Sünni İslam’la tanımlanması biçiminde somutlandı. Bu nedenle
Türkiye’de din özele ilişkin değildir, ulus ve devlet kendini Sünni İslam’la
tanımlamıştır. Bu nedenle Alevilik bir inanç olarak ezilmektedir.
İşte bugünkü Alevi hareketi ve
Alevilik tam da devletin tüm dinler karşısında eşit mesafede bulunmamasından,
politik olanın sadece Türklüğe değil aynı zamanda Sünni İslam’la da
tanımlanmasından, Alevilerin eşit yurttaşlar olamamasından kaynaklanmaktadır.
Diyebiliriz ki Alevilik ve Alevi
hareketi aslında sadece Aleviliğin değil, tüm diğer dinlerin de özele ilişkin
olması, farklı dinlerin eşit koşullarda bulunması, kelimenin gerçek anlamıyla dinin
bir inanç olması için bir harekettir. Yani modern toplumun dininin devrimci
ve orijinal haliyle geçerli olması için bir harekettir. Yani modern ve
demokratik, eşit yurttaş olabilme hareketidir. Onun kendini Alevilik olarak,
tarihteki Aleviliğin devamı olarak tanımlaması vs. onun kendi hakkındaki
iddialarıdır yoksa bu hareketin tarihteki Alevilikle zerrece ilişkisi yoktur.
Dinin gerçekten kişilerin özel
sorunu olduğu, devletin hiçbir inanca karışma hakkının bulunmadığı ne din
dersleri,ne diyanet, ne yemek duaları vs.nin olmadığı, başka inançtakilerden
alınan vergilerle Sünni din adamlarının ve diyanet memurlarının finanse
edilmediği, demokratik bir ülkede bugünkü biçimiyle bir Alevi hareketi ve
Aleviler olmazdı[10].
Ama tıpkı gerçekten kendini özel
yaşamla sınırlamış bir inanç olan, diğer dinler ve dinsizler gibi, onlarla eşit
konumda bir Alevilik de muhtemelen olurdu.
Muhtemelen böyle bir (inanç
olarak) Aleviliğin kimi sorunları da olurdu.
Çünkü köy topluluğuna göre kurumları
kavramları olan bir Din, modern toplumda ve hele şehirlerde politik alanın
dışında bile olsa, yaşamanın kimi özele ilişkin sorunlarını giderecek
kurumlardan yoksundur. Bu bakımdan uygarlık dinleri, örneğin İslam daha
avantajlıdır. Bir kent dini ve kentte doğmuş bir din olan İslam’ın bir Cami’si
vardır örneğin. Müslümanların gömüleceği mezarlıkları vardır. Müslümanlara dini
öğretebileceği standart kitapları, hocaları vs. vardır. Bu inanç olarak
Müslümanlığın kent yaşamındaki sorunlarını çözebilmesi için uygun bir kurumsal
ve kavramsal temel sağlar. Ama Aleviliğin böyle bir toplanma yeri bile yoktur.
Bizzat Cemevi denen yepyeni şehirli kurum bile, bir yanıyla bütünüyle bu tür
sorunlara da bir çözüm bulma çabasını ifade eder.
Elbette bu gibi sorunların
çözülmesi için, Alevi inancındakilerin bunları nasıl çözeceği üzerine tartışmalar,
ayrılıklar veya birleşmeler olabilirdi.
Keza Aleviler içinde farklı
çözümlere göre bölünmeler de olabilirdi.
Ama gerçekten demokratik bir
ülkede bütün bunların hiçbir politik anlamı olmazdı.
Bunlar tıpkı bir takımın
taraftarları arasındaki farklar gibi farklar olurdu.
Bugünkü Aleviler ve Alevilik
içinde, modern toplumun dininin bir bileşeni olarak özele ilişkin, inanç olarak
Aleviliğin şehir hayatına uygun bir yapılanmasının sorunları ile devletin tüm
dinlere eşit mesafede olması, tüm dinlerin özele ilişkin olması ve böylece
Alevilerin eşit yurttaşlar haline gelmesi için mücadelenin sorunları birbiri
içine geçmektedir.
Örneğin Cem Evleri bir yanıyla
Aleviliğin modern şehir yaşamında özele ilişkin olarak tanımlanmış kimi
işlevlere uygun hale gelmesiyle (örneğin cenazelerin kaldırılması gibi)
ilgilidir ama aynı zamanda devletin tüm dinlere eşit uzaklıkta olmamasının
sonucu olan Alevilerin eşit yurttaşlar olması yönündeki Alevi hareketinin de
ifadesidirler.
Ama ne kadar iç içe geçerlerse
geçsinler bu ikisi iki farklı Aleviliktir. Sosyolojik olarak kolaylıkla
farklılıkları görülebilir, analiz edilebilir ve edilmelidir.
Bir inanç olarak Aleviliğin, yani
Alevilerin modern toplumda özele ilişkin pratikleri nasıl örgütleyeceğine
ilişkin sorunlar ve bu alandaki bölünmeler ve tartışmaları bizi
ilgilendirmemektedir. Bunların demokrasi mücadelesinde bir anlamı ve önemi de
yoktur.
Bizi ilgilendiren Alevilik ve
Aleviler, demokratik özlemlerin ifadesi olan, Alevilerin diğer dinlerden
olanlarla eşit bir yurttaş olabilmesi için, dolayısıyla devletin inanç alanında
tamamen nötr ve tarafsız olması, yani hiç karışmaması için, bir politik ve
sosyal hareket olarak Aleviliktir. Bazı yazarlar buna “Alevicilik” demektedir[11].
Bir “Yeni Sosyal Hareket” olarak Alevilik
Demek ki bugünkü Alevilik, ne
neolitik köy komünü diye tanımlayabileceğimiz bir toplumun ilişkilerini
düzenleyen bir din, ne de bir kapitalizm öncesi bir uygarlıkta, yani sınıflı ve
devletli toplumda, artı ürüne ekonomi dışı zorla el koyan devlet ve o devletin
dayandığı dinin baskısı karşısında köy üretmenlerinin konum ve çıkarlarını
korumak için bir mezhep değildir.
Bugünkü sosyal ve politik bir
hareket olarak Alevilik, modern devletin ve ulusun, dayandığını iddia ettiği
dinin temel kabullerinin aksine, tüm dinleri inanç (politik alanın dışında)
olarak görmeyip, ulusu ve devleti bir dinle (Sünni İslam’la) tanımlamasına,
dolayısıyla Alevi inancındakileri baskı altına almasına, dolayısıyla bu ulus ve
devletin antidemokratik niteliğine karşı, eşit bir yurttaşlık için bir harekettir.
Ve bu anlamda, dinlerin hepsinin
özele ilişkin olması için, yani aslında modern toplumun dinine geçebilmek
için bir harekettir. Biçimsel veya hukuki gerçek bir eşitlik için
demokratik bir harekettir.
Bu modern ezilmenin ve bu
ezilmeden doğan hareketin, yani Modern Aleviliğin ve Alevilerin, modern toplum
öncesinde, örneğin Osmanlı’da Sünni İslam veya ondan önce Bizans’ta Ortodoks
Hristiyanlık tarafından ezilmesiyle (Paulikanlar) hiçbir özsel ilişkisi yoktur[12] ve o Aleviliğin devamı
değildir.
Bir hareketin kendini nasıl
tanımladığı ile nesnel ve sosyolojik olarak ne olduğu tamamen ayrı konulardır.
Bugünkü Alevi hareketinin kendini eski Aleviliğin devamı ve mirasçısı olarak
görmesi vs. onun sosyolojik olarak öyle olduğu anlamına gelmez.
Örneğin bugünkü Alevilik ve
Aleviler, tarihtekinin aksine sınıfsal bir hareket değildir. Tabiri caiz ise,
bir “Yeni Sosyal Hareket”tir. Yeni Sosyal Hareketler tüm sınıflardan
insanları kapsarlar.
Kadın Hareketi, Siyahlar veya
Göçmenler Hareketi, Ulusal Hareketler, Çevre Hareketi, Barış Hareketi gibi
hareketler Yeni Sosyal Hareketleri oluştururlar. Hepsi tüm sınıflardan
insanları kapsarlar ve farklı sınıfların eğilimleri bu hareketlerin içinde
farklı stratejiler, programlar, mücadele biçimleri biçiminde ifadesini bulur.
Alevi Hareketi de bütün bu Yeni
Sosyal Hareketlerin ortak özelliklerini göstermektedir.
Bu hem klasik ve artık mümkün
olmayan Alevilikten, hem de bir inanç olarak Alevilikten tamamen farklı bir
olgudur.
Bütün buraya kadar Alevilik
üzerine yazar göründük ama aslında Aleviliğin hangi sosyolojik kategorilerle
ele alınması gerektiği, o kategorilerin anlamları ve nasıl tanımlanması
gerektiği üzerine, yani kavramsal açıklık üzerine yazdık.
Bu nedenle yazdıklarımız, başlığın
ikinci kısmı olan “Sosyalistler”den söz etmiyor ama aslında tümüyle onlara
hitap ediyor ve sosyalistlerin konuyu hangi kavramsal araçlarla ele alıp
çözümlemesi gerektiğini tartışıyor.
Onlara Alevilik örneği üzerinden
sosyolojinin ve Marksizmin temel kavramlarını açıklamaya çalışıyor.
Aynı zamanda onların, ister Alevi
olarak, ister Sosyalist olarak, yazdıklarının hepsinin bir temel eleştirisini
oluşturuyor.
“Sosyalistler”in
“Aleviler”den farklılığı ve aynılığı üzerine
Konunun başlığında yer alan “Sosyalistler
ve Aleviler” ilişkisi söz konusu olduğunda da bir iç içe geçmelik söz konusudur.
Çünkü sosyalistler ve Aleviler
arasındaki ilişkilerde, özellikle belli Dönemler (örneğin 70’ler) ve sosyalist
hareket içindeki Örgütler-Eğilimler (örneğin sosyalist argoda “Halkın
Sülalesi” denilen örgütler ve eğilimler) ve Yerler (Dersim, Gazi, Ok
Meydanı vs.) söz konusu olduğunda, bir iç içe geçmişlik söz konusudur. Bu iç
içe geçme, hem Sosyalist ve Alevilerin, hem de Dönem, Örgüt ve Yerlerin iç içe
geçmesi biçimindedir çoğu kez.
Alevi Hareketinin en azından bazı
kesimleri (Belli bölgelerden Şehirde gettolaşmış alanlara göçmüş genç ve yoksul
Aleviler) belli dönemlerde ve yerlerde kendilerini ve özlemlerini doğrudan bir
Alevi hareketi ve Alevilik olarak değil, sosyalist bir hareket olarak onun
içinde ve örgütsel biçimlerinde ifade etmişlerdir.
Ya da şöyle diyebiliriz, sosyalist
hareket diye bilinen hareketin belli bir bölümü, belli ölçülerde aslında Alevi
hareketinin belli bir kesimini ifade eder[13].
Bugün bu iç içe geçmişlik ve
özdeşlik sosyalizm idealinin, teorisinin, sosyalist örgütlerin güç ve itibar
yitirmeleri nedeniyle büyük ölçüde aşınmış bulunuyor.
Eskiden Sosyalizm içinde kendini
ifade eden Aleviler şimdi doğrudan Alevilik biçiminde ve içinde ifade
ediyorlar, hatta bu sosyalizme ve sosyalistlere karşı zaman zaman düşmanca
denebilecek biçimler alabiliyor[14].
Bir zamanlar Sosyalistleşen
Alevilerin yerini şimdi Alevileşen Sosyalistler almış bulunuyor.
Ancak nasıl Aleviler sosyalistleşirlerken
Aleviliğin birçok ögesini nasıl sosyalist harekete taşıdılarsa (örneğin
Aleviliğin akli değil nakli bilgiye dayanması, analitik düşünceye uzaklığı,
teoriye değil sanata, müziğe düşkünlüğü ve değer vermesi gibi) şimdi
Alevileşirken de sosyalist hareketin birçok ögesini de (örneğin sekterlik,
sembollere düşkünlük, somut hedefler ve strateji tartışmasına ve konularına
uzaklık, genel bir küçük burjuva karakter vs.) Aleviliğe taşımaktadırlar.
Ama ister bir zamanlar
sosyalistleşmiş olsunlar, ister bugün Alevileşmiş olsunlar, bu sosyalist ya da
Alevileri, eşit yurttaşlık için demokratik karakterdeki Alevi hareketi,
Alevilik içinde görmek daha doğrudur. Tüm veriler bunu desteklemektedir. Hala
sosyalist olan birçok sosyalistin Sosyalizm kabuğu biraz kazınınca altından bir
Alevi çıkmaktadır.
Örneğin bugün Alevilik konusunda
yazanların ve yayınlanmış kitapların neredeyse tamamı eski sosyalistlerdir ve
ayrıca bir kısmı bunu hala sosyalizm adına, ya da sosyalizm sosuna bulayarak yapmaktadır.
Bu iç içe geçmişlik göz önüne
alındığında, aslında “Aleviler ve Sosyalistler” dendiğinde, sosyolojik
olarak aslında iki farklı olgudan değil, aynı olgunun iki farklı görünümünden
söz etmiş oluyoruz.
“Aleviler ve Sosyalistler”
ilişkisi, aynı sosyolojik olgunun, yani bugünkü modern bir yeni sosyal hareket
olarak Aleviliğin ve Alevi hareketinin, farklı görünümleri ve eğilimleri
arasındaki ilişkidir büyük ölçüde.
Bu şöyle de ifade edilebilir:
Alevilerle sosyalistlerin ilişkisi aslında büyük ölçüde sosyalist Alevilerle
sosyalist olmayan Alevilerin ilişkisidir. Alevilerin kendini sosyalist hareket
içinde ifade eden kesimiyle sosyalist hareketin dışında ifade eden kesiminin
ilişkisidir.
Hatta diyebiliriz ki, “Aleviler ve
Sosyalistler” başlıklı bu konunun bizzat kendisi bile, örgütlenmesi,
konuşmacıları ve girişimcileri ele alındığında bile bu iç içe geçmişliğin
ifadesidir. Ve bizzat kendisi kendi konusunun sadece bir malzemesini oluşturmaz
aynı zamanda özdeşliğin bir kanıtıdır da.
Bu anlamda aslında Alevilerin
sosyalistlerden uzaklaşması hatta ona karşı düşmanca yaklaşması olarak görülen
eğilim, yani bu “Aleviler ve Sosyalistler” konusunun seçilmesine de yol açan
olgu, aslında sosyalizmden uzaklaşan Alevilerle sosyalist olmaya devam eden
Alevilerin ilişkisi olarak görülebilir.
Yani Aleviler ve Sosyalistler
konusu ve tartışması, aslında Alevilerin ve Alevi hareketinin bir iç
tartışmasıdır.
Ne var ki bu tartışma, Alevi hareketi
içinde hep olduğu gibi, doğrudan ve açık bir program ve strateji tartışması
olarak yapılmamakta, tıpkı “Aleviliğin ne olduğu”, “Aleviliğin Tarihi” türünden
tartışmalarda olduğu gibi, son derece dolaylı ve hiç de ortak olmayan birtakım
gizli veya ifade edilmemiş varsayımlara dayanılarak yapılan bir tartışmadır.
Alevi hareketinin çıkmazına yol
açan da tamı tamına bu durumdur.
Bu çıkmazdan çıkmanın tek bir yolu
vardır, Alevi hareketinin, “Aleviliğin ne olduğu”, “Alevilerin ve Aleviliğin
tarihi”, “Alevilerin sosyalistlerle ilişkisi” gibi konuları tartışma gündemine
almaya son vermek, doğrudan doğruya program ve strateji sorunlarını gündeme
almaktır.
Alevilerin eşit yurttaşlar olabilmeleri için nasıl bir
programa sahip olmaları gerekir?
Aleviler hangi güçleri kazanabilirler ve kazanmalıdırlar?
Bunları kazanmak için programlarını nasıl
genişletmelidirler?
Ancak böyle bir program ve
strateji tartışması veya bugünkü tartışmaların bu gündeme doğru evrilmesi Alevi
hareketinin bağımsızlaşması ve politik ağırlığı ve etkisinin artmasını
getirebilir.
Biz burada “Alevilerle
Sosyalistlerin” ilişkisi biçiminde görülen ama aslında “Alevilerle Alevilerin”
ilişkisi olan bu ilişkiyi ele almaya girmeyeceğiz. (Keşke birileri bunu yapsa.)
Bizim bir sosyalist olarak
Aleviler içindeki sosyalistlere dışardan diyebileceğimiz budur.
Ama bunu derken aynı zamanda
sosyalistler arasında yapılabilecek bir tartışmaya giriş yapmaya çalıştık.
Alevilerle sosyalistler ilişkisi,
aslında öncelikle, Yeni Sosyal Hareketlerle sosyalist hareketin ilişkisi olarak
ve dünya çapında ele alınmalıdır. Sonra bu bağlamda Alevi hareketinin
Sosyalistlerle ilişkisi kendi özgüllükleriyle ele alınabilir.
Bu bağlamda genel olarak diyebileceğimiz
şudur.
Sadece Alevilerde değil, bütün
Yani Sosyal Hareketlerde görülen sosyalizmden uzaklaşma ve hatta ona düşmanlık,
sosyalistlerin kimi teorik ve politik hatalarının ürünüdür.
Alevilerden sosyalistlerin
uzaklaşması Alevilerin sorunu değildir, sosyalistlerin sorunudur.
Bunun suçlusu da Aleviler değil,
sosyalistlerdir.
Bu sorunu çözmek de her şeyden
önce, Sosyalist teorinin en temel kavramlarına kadar gidecek, eskiyi içinde
taşıyarak ama eleştirerek aşacak .ir teorik yenilenmeyi, yani bir “Aufhebung”
gerektirmektedir.
Bizim yapmaya çalıştığımız budur.
30 Ocak 2020 Perşembe
Demir Küçükaydın
[1] Ayhan Yalçınkaya, “Aleviler ve
Sosyalistler / Sosyalistler ve Aleviler Sempozyumunun Ardından bir Açıklama ve
Teşekkür”
[2] Her ne kadar biraz bilimsel ve akademik
bir sempozyum gibi örgütlenmeye çalışılmışsa da bir Akademik veya bilimsel bir
sempozyum da değildir. “Alevi hareketinde gözlenen, genel olarak sol, özel
olarak sosyalizm düşmanlığı” ile mücadele etmek gibi bir hedefi vardır.
Böyle ideolojik veya politik amaçlı “bilimsel” veya “akademik” bir sempozyum
olmaz. Sunulan bildirilerin bilimsel ve/veya akademik kriterlere uyuyor olması
bu çelişkiyi ortadan kaldırmaz.
[3] Evrensel, “Aleviler ve Sosyalistler
Sempozyumu 5-6 Ekim’de Yapılacak, 03.Ekim, 2019 https://www.evrensel.net/haber/388146/aleviler-ve-sosyalistler-sempozyumu-5-6-ekimde-yapilacak
[4] Örneğin Google’da “Alevilik Nedir?”
diye tırnak işaretiyle arama yaptığınızda 97 sonuç çıkıyor. Buna karşılık yine
tırnak içinde “Alevi Hareketinin Stratejisi” aranınca sıfır, "Alevilerin
Stratejisi" aranınca dört sonuç çıkıyor.
[5] Öte yandan, bilimde net olarak
tanımlanmış kavramlar söz konusu olduğunda bile, olgular düzeyinde arada öyle
geçiş tipleri olabilir ki bunları açıklamakta eldeki kavramlar ve onların
sınırları yetersiz olabilir.
Örneğin fizikte
ışığı ele alalım, dalga ve parçacık kavramları kesin olarak tanımlanmış olmakla
birlikte, ışık dalga mıdır parçacık mıdır diye kesin sınıflama ve ayrım
yapılamamakta, ışık hem parçacık hem dalga özellikleri göstermektedir.
Biyolojiden bir
örnek. Canlı ve cansız kesin olarak tanımlanmış olmakla birlikte, virüsler, hem
canlı hem de cansız özellikleri gösterirler.
Hayvan ve bitki
tanımları bellidir. Bitkiler fotosentez yapar, ototroftor, yani kendi besinini
kendi sentezler, hayvanlar ise dışardan alır. Ama Terliksi denilen tek hücreli
hem hayvan hem de bitki özelliklerine sahiptir.
Toplumda da kimi
olguları sınıflamak, örneğin Aleviliğin din olup olmadığını tanımamak benzer
bir güçlüğe sahip olabilir. Peşinen böyle bir olasılık reddedilemez.
Bizim ilerde
açıklayacağımız Din ve Mezhep kavramlarına göre, Alevilik hem bir mezhep hem de
bir din karakteri taşımaktadır.
Mezhepler ve
tarikatlar antik çağların partileridir. Dinlerin içindeki sınıf mücadelelerinin
ifadeleridirler. Alevilik bir yandan köy üretmenlerinin artı ürüne ekonomi dışı
zor ile el koyan Şark devletine karşı partisinin ifadesidir. Çünkü köylüler
ayrı bir sınıf oluşturmaktadırlar devlet karşısında. İslam’ın egemen olduğu
ülkelerde Alevilik böyle bir küçük üretmenler, köylüler partisidir. Bu anlamda
Mezhep veya tarikat kategorisinden kabul edilebilir. Hristiyanlık, Budizm,
Şintoizm içinde bir Alevilik yoktur, olmamıştır ve olamazdı. Keza İslam
karşısında bu dinler gibi bir konumu da yoktu.
Ama aynı zamanda
Alevilik bir din karakteri de taşır. Neolitik köy komünü ilişkileri içinde
yaşayan toplumların hem sınırlarını çizer hem de ilişkilerini düzenler.
Dinlerin esas işlevi budur. Alevilik bir yandan da henüz yazı, devlet ve
sınıfları tanımamış köy toplumların dinidir. Bu bakımdan Klasik İslam
hukukçularının Aleviliği İslam’a Hristiyanlık, Musevilik, Sabilik hatta Budizm
veya Hinduizm gibi kitaplı uygarlık dinlerinden bile uzak ayrı bir din olarak,
görmesi aslında sosyolojik olarak son derece yerinde bir tanımlamadır.
Ama ortada
Aleviliğin bu ikili karakterini göstermeye yarayacak din ve mezhep veya tarikat
kavramları hakkında bilimsel bir tanım ve sınırlar yoktur.
[7] Demir Küçükaydın, Din Nedir? https://demirden-kapilar.blogspot.com/2013/05/din-nedir.html
[8] Birçok kütüphanede Din kategorisi,
felsefeye komşu ama bilimden uzak, ezoterik veya metafizik kategorilerine komşu
“inanç” denebilecek bir yerde bulunur.
[9] Din’in Almancası olan Religion
kavramına bakalım.
Özetle “doğa
üstü güçlere inanmaya” dayanan farklı “dünya görüşlerine” din
denir diyor.
İngilizcesi de
aşağı yukarı böyle ama en azından Din kavramının ne olduğuna ilişkin bilimsel
bir tanım ortaklığı yoktur demek ihtiyacını hissetmiş.
[10] Bugün Türkiye’de olduğu gibi bir Alevi
hareketinin olmayacağının bir kanıtı olarak Suriye örnek gösterilebilir.
Suriye’de çoğunluk Sünni Müslüman olmasına rağmen, Alevilerin (ve
Hristiyanların) Baas partisindeki ve dolayısıyla devlet cihazındaki ağırlığı
nedeniyle, Devlet Türkiye’deki gibi Sünni İslam’a imtiyazlı bir yer tanımaz ve
kendini ulusu ve politik olanı Sünni İslam’la tanımlamaz. Bu nedenle
Suriye’deki Aleviler üzerinde Türkiye’deki bir baskı yoktur. Bu nedenle
Suriye’de bir Alevi hareketi yoktur. İnanç olarak Alevilik vardır. Suriye’deki
rejimin bütün dış müdahalelere rağmen ayakta kalabilmesinin de en önemli
nedenlerinden biri de budur.
[11] Elise Massicard, Alevi Hareketinin
Siyasallaşması, İletişim, İstanbul, 2007
[12] Kapitalizm öncesindeki dinlerde ezilmek
otomatik olarak modern toplumun dininde de bir ezilmeyi getirmez veya
gerektirmez. Bu tür çakışmalar rastlantısaldır. Yahudilerin durumu da tipik bir
örnektir.
[13] Benzer bir durum Kürt hareketi için de
geçerlidir. Kürt hareketi de bir dönem kendini sosyalist hareket içinde ve
biçiminde ifade etmiş, sonra bir Kürt hareketi olarak ifade etmeye başlamıştır.
Aslında kabaca Türkiye’deki sosyalist hareketin insan kaynağı çok büyük oranda
Alevi ve Kürtlere dayanmıştır. Daha sonra sosyalizmin itibar yitirmesi vs. gibi
nedenlerle kendini Sosyalist hareket içinde ve biçiminde ifade eden Aleviler ve
Kürtler kendilerini doğrudan Alevi ve Kürt hareketi içinde ve biçiminde ifade
etmeye başlayınca sosyalist hareketin kan damarları kesilmiş taze kan
alamamıştır.
[14] Benzeri bir durum Kürt Hareketi için de
söz konusuydu. Zaten Alevilerin ve Kürtlerin kendilerini ve Özlemlerini
Sosyalist Hareket içinde ifade etmeyi bırakıp, doğrudan Alevi ve Kürt hareketi
içinde Alevileşerek ve Kürtleşerek ifadeye yönelmesi sosyalist hareketin hayat
damarlarını kurutmuştur. Sosyalist hareket tüm hayatiyetini yitirmiştir.
1 yorum:
Özdemir İnce bir yazısında Din'in klasik Aydınlanmacı tanımını verirken Halil Berktay Din'i sosyolojik olarak tanımlamış:
"Din bireysel bir olgudur, durumdur... Kamusal değildir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti halkı bir “ümmet” değil, vatandaş topluluğudur."
Güzelluk geçicidur - Özdemir İnce, Cumhuriyet, 05 Temmuz 2019
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/guzelluk-gecicidur-1471528
"Yukarıda, hemen ikinci cümlemin başında kasten din demedim. İman dedim. İman başka, din başka. İman kamusal alana çıkıp kollektifleştiğinde iman olmaktan çıkıyor, din oluyor. Müslümanlıktan değil Marksizmden gelen biri olarak, benim sol siyaseti terketmemde bu sezgi önemli rol oynadı. Marksizm için de çok söylendi tabii, en azından zamanla “seküler bir din” haline geldiği. Doğru."
Bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak - Halil Berktay, Serbestiyet, 28 Aralık 2020
https://serbestiyet.com/featured/bir-altin-legende-kardes-kaniyla-aptest-alarak-48632/
Yorum Gönder