Türkiye’deki sol ve liberal muhalefet kendini kandırmakta
çok mahirdir. Moskova zirvesi sonrasında da genel hava Putin’in zafer kazandığı
Erdoğan’ın hezimete uğradığı şeklinde. Bunun kanıtı olarak da örneğin Büyük Katharina’nin
resminin önünde (Türkler Büyük Katharina ile Büyük Petro’nun ikinci eşi olan
Katharina’yı da karıştırıyorlar.) Türk heyetinin önüne ellerini kavuşturmuş
olarak beklemesi, Putin’in onları el işaretiyle çağırması gibi sembolik
olgulara vurgular yapılıyor.
Ama aslında durum hiç de öyle değil. Aslında önceki
mutabakatlara göre Türkiye konumunu güçlendirmiş ve kağıda geçirmiş bulunuyor.
Önceki mutabakatlara göre Türkiye’nin kontrolünde olan
bölgede her iki tarafın da “Terörist” olarak tanımladıklarının
silahsızlandırılmış olması, M4 ve M5 karayollarının açılmış olması gerekiyordu.
Türkiye ise aksine bu maddeleri kullanarak “Terörist” dediklerini
silahlandırdı, Askerlerini fiilen “Terörist” dedikleriyle bile aynı safa soktu.
M5’i Suriye büyük savaşlar ve kayıplarla alabildi. M4 ise hala “muhaliflerin”
kontrolündeydi.
Arada olana tekrar bakalım.
Aslında orada bir gözlemci olan Türkiye, gözlemciliğini
Suriye toprağını fiili bir işgale dönüştürmenin aracı olarak kulanmış
bulunuyordu. Bu da fiili güç dengesini değiştirmiş bulunuyordu.
Rusya ve Suriye önceden “muhaliflerin” kontrolündeki Idlip
ve civarındaki topraklara istediği gibi saldırırken artık saldıramaz ve
saldırdıklarında Türk askerleri ile karşı karşıya gelme durumunda kalıyorlardı.
Türkiye her zaman olduğu gibi, garantör veya gözlemci
statüsünde olduğu bir anlaşmaya dayanarak varlığını fiili bir askeri işgale
dönüştürmüştü.
Elbette bu durumda, teorik olarak önceki anlaşmalara göre Rusya’nın
anlaşma hükümlerine uymadığı için Türkiye’den M4 ve M5 karayollarından
kendisinin ve muhaliflerin çekilmesini, bütün teröristlerin
silahsızlandırılmasının veya onların saldırılarını engellemesi isteme eğer bunu
yapmazsa da kendisinin bunu yapma hakkı doğuyordu.
Ama bunu yapacak gücü yoktu. Türkiye de bunu bildiği için
zaten bunca pervasızca hareket edebiliyordu. Türkiye’nin amacı koparabildiği
kadar yer koparıp, Idlip’te geniş bir bölgeyi işgal edip oraya kalıcı olarak
yerleşmekti. Böylece bir yan ürün olarak Kürtlerin Akdeniz’e ulaşma yolunu
iyice kalın bir bölgeyle kapamış olacaktı. Aynı zamanda bu Erdoğan’ın hem kısa
vadede savaş ihtiyacını hem de uzun vadede Suriye’deki rejimi değiştirip orada
kendine bağımlı bir kukla rejim kurma hayalini canlı tutmaya da yarıyordu. Olur
da dünya dengeleri el verirse niye olmasındı ki?
Rusya ve Suriye’nin (ve de İran’ın) güçleri sınırlıdır.
Dünya’da tecrittirler. İsrail, ABD (ve de Avrupa) uçak ve füzeleri her zaman
tepelerine bomba yağdırabilmektedir.
Rusya bu durumun bilincinde olarak, genellikle Kürtlerin
elindeki yerleri Türkiye’ye vererek, karşılığında da Türkiye’den yerler alarak (örneğin
Halep) veya onu Idlib’te olduğu gibi oyuna ortak ederek küçük adımlar ve
başarılarla Rejimi ve durumunu güçlendirmeye ve sağlamlaştırmaya çalışıyordu.
Türkiye de böylece hem Kürtlere karşı konumunu güçlendiriyor
hem de Idlip’te oyuna ortak olarak fiili işgal yapmış ve askeri olarak konumunu
güçlendirmiş oluyordu.
Bu oyunda iki tarafın da kazan kazan oynayabilmesi Kürtlerin
kaybetmesi ile mümkün olabiliyordu. Ama her iki taraf açısından bu kazan kazan
oyunu bir zaman kazanma ve sahada gücünü pekiştirme aracıydı.
Çatışan çıkarların er veya geç askeri bir çatışmaya
dönüşmesi kaçınılmazdı.
Hele bir yerleri Kürtlerden alıp Türkiye’ye bir rüşvet
olarak verme ve karşılığında bir yerleri alma olanağı tükenince bu kaçınılmaz
savaş öne çekilmiş oldu.
Aslında Moskova kendisinin Suriye’nin ve İran’ın gücünün
sınırlarını bildiği için, Türkiye’nin verdiği sözleri yerine getirmemesine
rağmen, Türkiye’nin zorluklarını ve korkularına “anlayışla yaklaşarak”
Türkiye’ye, sınıra paralel on veya onbeş kilometre derinliğinde bir alana
çekilmesi ve muhalif ve mültecilerin orada yığılmasını öneriyordu.
Türkiye bunu reddetti ve hem güçlerini yığarak hem de ABD’ye yaslanarak pazarlık gücünü arttırdı.
Türkiye bunu reddetti ve hem güçlerini yığarak hem de ABD’ye yaslanarak pazarlık gücünü arttırdı.
Moskova Bildirisi’ne bugünkü sahadaki durum açısından değil,
önceki anlaşmalar açısından baktığımızda Aslında Türkiye açısından bir büyük
kayıp yok, aksine çok önemli kazançlar var. Idlib’deki işgal durumu resmiyete
binmiş oluyor. Tek kayıp gibi görünen M4 karayolunun iki tarafında altışar
kilometrelik güvenli bölge ve karayolunun böylece fiilen trafiğe açılması gibi
görünüyorsa da Türkiye’nin bu olanağı kullanarak oralarda bin bir türlü
engelleme ve provakasyon yapacağı, yolun açılmasını fiilen zora sokacağı
şimdiden varsayılabilir. Aslında Türkiye’nin taahhüdünü yerine getirmesi
halinde bu yolun çoktan açılması gerekiyordu. Yani Rusya’nın veya Suriye’nin
kazancı gibi görünen bile kazanç değil. Aslında var olan durumun belgeye
dönüştürülmesi, Rusya ve Türkiye arasında bir savaş olasılığının şimdilik azaltılması
olarak bakılabilir bu anlaşmaya.
Dolayısıyla bu belge Türkiye’nin iştahını ve iddialarını
arttıracaktır.
Şimdi Erdoğan hızla ABD ve Avrupa’ya yönelerek oradan
alacağı askeri, istihbari, diplomatik, politik destekle durumunu pekiştirdikten
sonra el yükseltecek ve saldırganlığını arttıracaktır.
Erdoğan yakında tekrar Şam’da namaz kılma rüyaları
görecektir.
*
ABD ve İsrail ve de Avrupa’nın stratejik hedefi, Rusya, İran
ve Suriye’nin iyice tecrit olması, dağılması, ekonomik olarak çökmesidir. Şimdi
bunu yapmaya gönüllü Erdoğan gibi bir fedai bulunuyor. Kendi iktidarını korumak
için her şeyi yapmaya hazır bir fedai. Dünyanın en büyük ordularından birini
emirlerine amade kılacak bir fedai. Işid, El Kaide ve benzerlerinden çok daha
etkili bir güç.
İşin kötüsü, ABD, Avrupa ve İsrail’in açık veya örtülü
desteğiyle, yani yine kazanan ata oynayarak Erdoğan, gerçekten Suriye’nin
parçalanmasını sağlayarak, hatta onu işgal ederek, içeride bunları bir zafer
gibi göstererek, Suriye’de uzayacak bir savaş aracılığıyla Rusya ve İran’ın
ekonomik olarak çöküşlerini ve/veya Suriye ve Irak’taki etkilerinin
gerilemesine yol açarak, ABD, Avrupa ve İsrail’in suçlarına göz yumulan ve
anlayışla karşılanan haşarı çocuğu olabilir. Yani bir zamanlar bir ABD’li
generalin kendilerinin desteklediği bir
diktatör için dediği gibi, ABD, Avrupa ve İsrail için Erdoğan ve Türkiye
“Orospu çocuğu ama bizim orospu çocuğumuz” olabilir.
Gidiş bu yöndedir. Artık Türkiye ve Erdoğan buna
oynayacaklar. Çünkü onlar için barış demek sonları demektir.
Sonunda Suriye diye bir ülke kalmayıp, birkaç parçaya bölünmüş
olur ya da bugünkü Afganistan’dan farkı kalmaz.
Bu gerilimler içinde Türkiye kalır mı? Muhtemelen kalmaz. Türkiye’de
Pakistan’a döner.
Bu şark despotluğunu başından atacak, ona karşı savaşacak
cesareti gösteremeyen, bu devletin kölesi olmuş, sözde en demokratı veya
radikali bile bu devlete akıl vermekten öteye gidemeyen Türkler komşularında yol
açtıklarından çok daha kötü bir kaderi yaşayacaklardır.
Bu gidişe dur demek mümkün mü?
a)
Dünya ekonomisi ciddi biçimde bir krize girip
her şey alt üst olursa bu gidiş engellenebilir belki. Merkez bankaları
yıllardır para basıp duruyor. Faizler sıfıra hatta eksiye indirilmiş durumda. (İşin
kötüsü bunlar Erdoğan’a yarıyor.) Er veya geç bir kriz gelecektir. Belki Korona
virüsü bu krizin patlaması için bir fünye veya vesile işlevi görebilir. Bu
durumda özellikle ABD, Avrupa gibi güçlerin içinde demokratik, çevreci ve
uluslara karşı bir kitle hareketi başlarsa bu gidişi engelleyebilir. Ancak bir
ekonomik krizin çevreci, demokratik veya uluslara karşı bir hareket olmaktan
ziyade daha büyük bir gericiliğin, faşizmin ve bencilliğin yükselmesine yol
açma olasılığı daha güçlüdür.
b)
Türkiye’nin içinde şu an muhalefet hiçbir
demokratik alternatif sunmuyor. Hatta halkın kendiliğinden muhalefetini ve
direnişini engelliyor. Bir ihtimal ordu içindeki memnuniyetsizlik bir değişime
yol açabilir. Eğer ordunun içinden bir kesim, Suriye’den çıkalım, Parlamenter
sistemi restore edelim programıyla bir darbe yaparsa ve 27 Mayıs’ta olduğu gibi
bir kurucu meclis toplayıp sistemi restore etmeye yönelirse bir ihtimal bu
gidiş durabilir. Ama 27 Mayıs olduğu zamanlar Sovyetlerin sputnikleri uzaya attığı,
bağımsızlar hareketinin ve kurtuluş hareketlerinin yükseldiği, ABD’nin
siyahların ayaklanmalarıyla sarsıldığı bir dünyaydı. Şimdi öyle bir programın
ortaya çıkmasına ve kimi genç subayların bir araya gelmesine yol açabilecek bir
dünya yok. Böyle bir olasılık da hemen hemen sıfıra yakın.
c)
Kürt Özgürlük Hareketi bir perspektif
üretmekten, bugüne kadar izlediği program, strateji, örgüt ve mücadele
biçimlerini kökten değiştirmekten çok uzak. Tüm yaratıcılığını ve
potansiyellerini tüketmiş görünüyor. En son Öcalan’ın görüşmesinde söyledikleri
eski söylediklerinin bir tekrarı olmaktan öteye gitmiyor. İçine girilen yeni
duruma ilişkin yeni bir şeyler yok.
d)
Sadece kendiliğinden bir halk direnişi, tamamen
sivil direniş yöntemlerini kullanarak Erdoğan diktatörlüğünü yıkabilir. Bu da
felakete doğru gidişi belki engelleyebilir.
Bunun haricinde şimdilik hiçbir çıkış görülmüyor.
Tek görülen kan ve acı. ABD, Avrupa ve İsrail’in varlığını
ve refahını sürdürebilmesi için milyonlarca insanın acılar içinde kıvranması.
Tek umut kendiliğinden bir kitle hareketinde. Kitle hareketi
ise ancak temel insan haklarına dayanarak, hukuken politik olmayan, politik
haklara dayanmayan biçimleri kullanarak ama sosyolojik olarak politik bir
hareket biçiminde ortaya çıkabilir.
6 Mart 2020 Cuma
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder