6 Mart 2020 Cuma

Moskova Bildirisi – Erdoğan Durumunu Pekiştirdi ve Yeniden Mevzilenmek İçin Zaman Kazandı

Türkiye’deki sol ve liberal muhalefet kendini kandırmakta çok mahirdir. Moskova zirvesi sonrasında da genel hava Putin’in zafer kazandığı Erdoğan’ın hezimete uğradığı şeklinde. Bunun kanıtı olarak da örneğin Büyük Katharina’nin resminin önünde (Türkler Büyük Katharina ile Büyük Petro’nun ikinci eşi olan Katharina’yı da karıştırıyorlar.) Türk heyetinin önüne ellerini kavuşturmuş olarak beklemesi, Putin’in onları el işaretiyle çağırması gibi sembolik olgulara vurgular yapılıyor.
Ama aslında durum hiç de öyle değil. Aslında önceki mutabakatlara göre Türkiye konumunu güçlendirmiş ve kağıda geçirmiş bulunuyor.
Önceki mutabakatlara göre Türkiye’nin kontrolünde olan bölgede her iki tarafın da “Terörist” olarak tanımladıklarının silahsızlandırılmış olması, M4 ve M5 karayollarının açılmış olması gerekiyordu. Türkiye ise aksine bu maddeleri kullanarak “Terörist” dediklerini silahlandırdı, Askerlerini fiilen “Terörist” dedikleriyle bile aynı safa soktu. M5’i Suriye büyük savaşlar ve kayıplarla alabildi. M4 ise hala “muhaliflerin” kontrolündeydi.

Arada olana tekrar bakalım.
Aslında orada bir gözlemci olan Türkiye, gözlemciliğini Suriye toprağını fiili bir işgale dönüştürmenin aracı olarak kulanmış bulunuyordu. Bu da fiili güç dengesini değiştirmiş bulunuyordu.
Rusya ve Suriye önceden “muhaliflerin” kontrolündeki Idlip ve civarındaki topraklara istediği gibi saldırırken artık saldıramaz ve saldırdıklarında Türk askerleri ile karşı karşıya gelme durumunda kalıyorlardı.
Türkiye her zaman olduğu gibi, garantör veya gözlemci statüsünde olduğu bir anlaşmaya dayanarak varlığını fiili bir askeri işgale dönüştürmüştü.
Elbette bu durumda, teorik olarak önceki anlaşmalara göre Rusya’nın anlaşma hükümlerine uymadığı için Türkiye’den M4 ve M5 karayollarından kendisinin ve muhaliflerin çekilmesini, bütün teröristlerin silahsızlandırılmasının veya onların saldırılarını engellemesi isteme eğer bunu yapmazsa da kendisinin bunu yapma hakkı doğuyordu.
Ama bunu yapacak gücü yoktu. Türkiye de bunu bildiği için zaten bunca pervasızca hareket edebiliyordu. Türkiye’nin amacı koparabildiği kadar yer koparıp, Idlip’te geniş bir bölgeyi işgal edip oraya kalıcı olarak yerleşmekti. Böylece bir yan ürün olarak Kürtlerin Akdeniz’e ulaşma yolunu iyice kalın bir bölgeyle kapamış olacaktı. Aynı zamanda bu Erdoğan’ın hem kısa vadede savaş ihtiyacını hem de uzun vadede Suriye’deki rejimi değiştirip orada kendine bağımlı bir kukla rejim kurma hayalini canlı tutmaya da yarıyordu. Olur da dünya dengeleri el verirse niye olmasındı ki?
Rusya ve Suriye’nin (ve de İran’ın) güçleri sınırlıdır. Dünya’da tecrittirler. İsrail, ABD (ve de Avrupa) uçak ve füzeleri her zaman tepelerine bomba yağdırabilmektedir.
Rusya bu durumun bilincinde olarak, genellikle Kürtlerin elindeki yerleri Türkiye’ye vererek, karşılığında da Türkiye’den yerler alarak (örneğin Halep) veya onu Idlib’te olduğu gibi oyuna ortak ederek küçük adımlar ve başarılarla Rejimi ve durumunu güçlendirmeye ve sağlamlaştırmaya çalışıyordu.
Türkiye de böylece hem Kürtlere karşı konumunu güçlendiriyor hem de Idlip’te oyuna ortak olarak fiili işgal yapmış ve askeri olarak konumunu güçlendirmiş oluyordu.
Bu oyunda iki tarafın da kazan kazan oynayabilmesi Kürtlerin kaybetmesi ile mümkün olabiliyordu. Ama her iki taraf açısından bu kazan kazan oyunu bir zaman kazanma ve sahada gücünü pekiştirme aracıydı.
Çatışan çıkarların er veya geç askeri bir çatışmaya dönüşmesi kaçınılmazdı.
Hele bir yerleri Kürtlerden alıp Türkiye’ye bir rüşvet olarak verme ve karşılığında bir yerleri alma olanağı tükenince bu kaçınılmaz savaş öne çekilmiş oldu.
Aslında Moskova kendisinin Suriye’nin ve İran’ın gücünün sınırlarını bildiği için, Türkiye’nin verdiği sözleri yerine getirmemesine rağmen, Türkiye’nin zorluklarını ve korkularına “anlayışla yaklaşarak” Türkiye’ye, sınıra paralel on veya onbeş kilometre derinliğinde bir alana çekilmesi ve muhalif ve mültecilerin orada yığılmasını öneriyordu.
Türkiye bunu reddetti ve hem güçlerini yığarak hem de ABD’ye yaslanarak pazarlık gücünü arttırdı.
Moskova Bildirisi’ne bugünkü sahadaki durum açısından değil, önceki anlaşmalar açısından baktığımızda Aslında Türkiye açısından bir büyük kayıp yok, aksine çok önemli kazançlar var. Idlib’deki işgal durumu resmiyete binmiş oluyor. Tek kayıp gibi görünen M4 karayolunun iki tarafında altışar kilometrelik güvenli bölge ve karayolunun böylece fiilen trafiğe açılması gibi görünüyorsa da Türkiye’nin bu olanağı kullanarak oralarda bin bir türlü engelleme ve provakasyon yapacağı, yolun açılmasını fiilen zora sokacağı şimdiden varsayılabilir. Aslında Türkiye’nin taahhüdünü yerine getirmesi halinde bu yolun çoktan açılması gerekiyordu. Yani Rusya’nın veya Suriye’nin kazancı gibi görünen bile kazanç değil. Aslında var olan durumun belgeye dönüştürülmesi, Rusya ve Türkiye arasında bir savaş olasılığının şimdilik azaltılması olarak bakılabilir bu anlaşmaya.
Dolayısıyla bu belge Türkiye’nin iştahını ve iddialarını arttıracaktır.
Şimdi Erdoğan hızla ABD ve Avrupa’ya yönelerek oradan alacağı askeri, istihbari, diplomatik, politik destekle durumunu pekiştirdikten sonra el yükseltecek ve saldırganlığını arttıracaktır.
Erdoğan yakında tekrar Şam’da namaz kılma rüyaları görecektir.
*
ABD ve İsrail ve de Avrupa’nın stratejik hedefi, Rusya, İran ve Suriye’nin iyice tecrit olması, dağılması, ekonomik olarak çökmesidir. Şimdi bunu yapmaya gönüllü Erdoğan gibi bir fedai bulunuyor. Kendi iktidarını korumak için her şeyi yapmaya hazır bir fedai. Dünyanın en büyük ordularından birini emirlerine amade kılacak bir fedai. Işid, El Kaide ve benzerlerinden çok daha etkili bir güç.
İşin kötüsü, ABD, Avrupa ve İsrail’in açık veya örtülü desteğiyle, yani yine kazanan ata oynayarak Erdoğan, gerçekten Suriye’nin parçalanmasını sağlayarak, hatta onu işgal ederek, içeride bunları bir zafer gibi göstererek, Suriye’de uzayacak bir savaş aracılığıyla Rusya ve İran’ın ekonomik olarak çöküşlerini ve/veya Suriye ve Irak’taki etkilerinin gerilemesine yol açarak, ABD, Avrupa ve İsrail’in suçlarına göz yumulan ve anlayışla karşılanan haşarı çocuğu olabilir. Yani bir zamanlar bir ABD’li generalin  kendilerinin desteklediği bir diktatör için dediği gibi, ABD, Avrupa ve İsrail için Erdoğan ve Türkiye “Orospu çocuğu ama bizim orospu çocuğumuz” olabilir.
Gidiş bu yöndedir. Artık Türkiye ve Erdoğan buna oynayacaklar. Çünkü onlar için barış demek sonları demektir.
Sonunda Suriye diye bir ülke kalmayıp, birkaç parçaya bölünmüş olur ya da bugünkü Afganistan’dan farkı kalmaz.
Bu gerilimler içinde Türkiye kalır mı? Muhtemelen kalmaz. Türkiye’de Pakistan’a döner.
Bu şark despotluğunu başından atacak, ona karşı savaşacak cesareti gösteremeyen, bu devletin kölesi olmuş, sözde en demokratı veya radikali bile bu devlete akıl vermekten öteye gidemeyen Türkler komşularında yol açtıklarından çok daha kötü bir kaderi yaşayacaklardır.
Bu gidişe dur demek mümkün mü?
a)      Dünya ekonomisi ciddi biçimde bir krize girip her şey alt üst olursa bu gidiş engellenebilir belki. Merkez bankaları yıllardır para basıp duruyor. Faizler sıfıra hatta eksiye indirilmiş durumda. (İşin kötüsü bunlar Erdoğan’a yarıyor.) Er veya geç bir kriz gelecektir. Belki Korona virüsü bu krizin patlaması için bir fünye veya vesile işlevi görebilir. Bu durumda özellikle ABD, Avrupa gibi güçlerin içinde demokratik, çevreci ve uluslara karşı bir kitle hareketi başlarsa bu gidişi engelleyebilir. Ancak bir ekonomik krizin çevreci, demokratik veya uluslara karşı bir hareket olmaktan ziyade daha büyük bir gericiliğin, faşizmin ve bencilliğin yükselmesine yol açma olasılığı daha güçlüdür.
b)     Türkiye’nin içinde şu an muhalefet hiçbir demokratik alternatif sunmuyor. Hatta halkın kendiliğinden muhalefetini ve direnişini engelliyor. Bir ihtimal ordu içindeki memnuniyetsizlik bir değişime yol açabilir. Eğer ordunun içinden bir kesim, Suriye’den çıkalım, Parlamenter sistemi restore edelim programıyla bir darbe yaparsa ve 27 Mayıs’ta olduğu gibi bir kurucu meclis toplayıp sistemi restore etmeye yönelirse bir ihtimal bu gidiş durabilir. Ama 27 Mayıs olduğu zamanlar Sovyetlerin sputnikleri uzaya attığı, bağımsızlar hareketinin ve kurtuluş hareketlerinin yükseldiği, ABD’nin siyahların ayaklanmalarıyla sarsıldığı bir dünyaydı. Şimdi öyle bir programın ortaya çıkmasına ve kimi genç subayların bir araya gelmesine yol açabilecek bir dünya yok. Böyle bir olasılık da hemen hemen sıfıra yakın.
c)      Kürt Özgürlük Hareketi bir perspektif üretmekten, bugüne kadar izlediği program, strateji, örgüt ve mücadele biçimlerini kökten değiştirmekten çok uzak. Tüm yaratıcılığını ve potansiyellerini tüketmiş görünüyor. En son Öcalan’ın görüşmesinde söyledikleri eski söylediklerinin bir tekrarı olmaktan öteye gitmiyor. İçine girilen yeni duruma ilişkin yeni bir şeyler yok.
d)     Sadece kendiliğinden bir halk direnişi, tamamen sivil direniş yöntemlerini kullanarak Erdoğan diktatörlüğünü yıkabilir. Bu da felakete doğru gidişi belki engelleyebilir.
Bunun haricinde şimdilik hiçbir çıkış görülmüyor.
Tek görülen kan ve acı. ABD, Avrupa ve İsrail’in varlığını ve refahını sürdürebilmesi için milyonlarca insanın acılar içinde kıvranması.
Tek umut kendiliğinden bir kitle hareketinde. Kitle hareketi ise ancak temel insan haklarına dayanarak, hukuken politik olmayan, politik haklara dayanmayan biçimleri kullanarak ama sosyolojik olarak politik bir hareket biçiminde ortaya çıkabilir.
6 Mart 2020 Cuma
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com

Hiç yorum yok: