“Nasıl ki, bir kimse
hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle
bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi
göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi
hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri
arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”
Karl Marks, Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz
Biz Marksistler yeryüzünden kapitalizmi, kapitalizmle
birlikte eşitsizlikleri, baskıyı, sömürüyü ve zulmü ortadan kaldırmak için
mücadele ettik (ve ediyoruz).
Son iki yüz yılda biz Marksistler kadar baskılara,
işkencelere, tutuklamalara, hapislere, cinayetlere, katliamlara, sürgünlere
uğramış ve en büyük fedakarlıkları yapmış, en diğerkam davranışları göstermiş
hiçbir siyasi, dini ya da fikri akım yoktur.
Bu muazzam harekete katılmış, en korkunç acılara katlanmış,
en büyük fedakarlıkları yapmış milyonlarca Marksist ve sosyalistin iyi
niyetinden ve içtenliğinden elbette şüphe edilemez.
Ama yazının başındaki epigrafta yine Marks’ın ifade ettiği
gibi, “nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanarak bir
hüküm verilemezse” biz Marksistler hakkında da kendimiz hakkındaki öznel
yargılarımız ne olursa olsun, bu yargılarımıza bakarak hüküm verilemez.
Bizlerin niyetleri ve kendi hakkımızdaki görüşlerimiz ile
nesnel tarihsel gidişteki somut işlevimiz aynı olmayabilir.
Bir Marksist olarak ilk görevlerimizden biri de kendimiz
hakkında kedi öznel yargılarımızdan öte nesnel işlevimizi görebilmek ve ortaya
koyabilmektir.
Yine Marks’ın dediği gibi, nasıl tarihsel süreçte
devrimlerin cellatları, kendi öznel niyetleri ne olursa olsun, istemeden de
olsa, nesnel olarak celladı oldukları devrimlerin vasiyetlerini gerçekleştirmek
zorunda kalırlarsa, Marksistler de kendi öznel niyet ve çabalarından öte
tarihte nasıl bir nesnel işlev görmüşlerdir diye sormak ve tarihe bakarak bir
sonuç çıkarmak gerekmektedir.
Bugünkü bilançoyu şöyle özetleyebiliriz. Biz Marksistler ve
sosyalistler, kendisine karşı mücadele ettiğimiz kapitalizmin dünya çapındaki
yayılışının ve zaferinin en büyük destekçileri olduk.
Kapitalizm zaferini bizim kendisine karşı yürüttüğümüzü
düşündüğümüz çabalarımız, kanımız, terimizle kazanmıştır.
Biz kapitalizme bu zaferi, kapitalizme karşı mücadeleyi ana
hedef yaparak, ulusların ve ulusçuluğun yok olmasını ise, kapitalizme karşı
zaferden sonra kendiliğinden gelişecek bir süreç olarak ele alıp, uluslara
karşı mücadele diye bir sorunu gündemimize bile almayarak, hatta ulusların ve
ulusçuluğun savunucuları olarak sağladık.
Yani, peredoksal olarak ifade etmek gerekirse, aslında tam
da kapitalizmi yıkmayı hedef alarak onun zaferine en büyük katkıyı yaptık.
Toplum diye bir toplum olmadığı gibi, yani somut olarak “Toplum”
diye kendisine karşı mücadele edilecek ve değiştirilecek bir nesne olmadığı
gibi, Kapitalizm diye kendisine karşı mücadele edilecek somut bir nesne de
yoktur. Tıpkı Toplum gibi kapitalizm de bir soyutlamadır.
Toplum nasıl somut biçimlerde var olursa, kapitalist toplum
da o somut toplumlar biçiminde var olur.
Modern çağda bu somut biçim uluslar ve ulusal devletlerdir.
Modern demek kapitalizm demektir. Ulusların ve ulusal devletlerin kuruluşu,
yayılması ve tüm yeryüzünü kaplaması özünde, kapitalizmin yayılmasından başka
bir şey değildir.
Biz Marksistler kapitalizmi (veya emperyalizmi) düşman
olarak hedefe koyarak, ama ulusları, ulusal devletleri ve ulusçuluğu, yani
ulusal olanla politik olanın çakışması ve somut toplumsal birimlerin bu
çakışmaya göre kurulması ilkesini hiçbir şekilde düşman ilan etmeyerek, onların
yok oluşunu kapitalizmin yıkılışından sonra kendiliğinden oluşacak bir sürece
erteleyerek, fiiliyatta kapitalizme ilişkin üstyapıların, yani ulusların ve
ulusal devletlerin kurucuları, yayıcıları ve böyle olmadığımız yerde de
stabilize olmalarının araçları olduk.
*
Ama sadece bu kadar da değil. Kapitalizmin en karşı devrimci
biçimde yayılışının da araçları olduk.
Çünkü Kapitalizm bir tek dünya cumhuriyeti içinde de var
olabilirdi ve bu biçim soyut olarak kapitalizme çok daha uygun da olabilirdi.
Aydınlanma kozmopolitizmi ve hümanizmi özünde kapitalizme uyan bu ideal biçimin
ifadesinden başka bir şey değildi.
Uluslar ve ulusal devletler ise, Aydınlanma kozmopolitizmi
karşısında bir karşı devrimi ifade ediyordu.
Aydınlanmanın ideali, “vatanım yeryüzü milletim insanlık” ifadesinde,
ulusların ve ulusçuluğun prizmasından kırılmış bir şekilde ifade edildiğinde
bile, bir kozmopolitizm ve hümanizm içeriyordu.
İnsanların dili, dini, ırkı ne olursa olsun eşit olduğu, politik
olanın bunlarla belirlenemeyeceği, bunların insanların özel sorunu olduğu
düsturu, hiçbir şekilde politik birimlerin, yani ulusların ve ulusal
devletlerin bir toprak parçası, dil, din, ırka dayanacağı gibi bir varsayım
içermiyordu. Aydınlanma bu nedenle tüm yeryüzü ölçüsünde insanların eşitliğini
savunmuş ve gerçekleştirmenin yolunu bulmuş oluyordu.
Ancak Aydınlanma daha ilk adımında kendi içinde ulusçuluk
karşı devrimine uğradı. İnsanları eşitlemenin bir aracı olan, özel olan ve
politik olan ayrımına dayanarak, ama Politik olanı ulusal olanla, ulusal olanı
da (önce Fransa’da) bir toprak parçasındakilerle belirledi.
Böylece dili, dini, soyu sopu hukuken kişilerin,
yurttaşların veya insanların özel sorunu olarak kabul ederek onları eşit
insanlar yapmanın aracı olan özel ve politik ayrımı, politik olanın bir toprak
parçasında yaşayan insanlarla, yani bir ulusla tanımlanmasıyla birlikte
insanlar arasındaki eşitsizliğin bir aracına dönüşmüş oluyordu.
Daha sonra bu karşı devrimi ikinci bir karşı devrim izledi.
Uluslar bir dille, soyla, kültürle, ırkla, tarihle tanımlanmaya başladılar
(Alman ulusçuluğu).
İşte Marksistler başlangıçta, Aydınlanma kozmopolitizminden
hareket etmelerine, bu biçimsel eşitliğin yanına bir de ekonomik ve sosyal
eşitliği koymak için harekete geçmiş olmalarına rağmen, bu ulusların ve
ulusçuluğun bir karşı devrim olduğunu görmeyerek ve göremeyerek (Marksist bir
uluslar ve ulusçuluk teorisinin yokluğu), bu değişim karşısında sanki
insanların biçimsel eşitliği varmış gibi, sosyal eşitlik için insanları
mücadeleye çağırarak, biçimsel eşitliği ve bunun için mücadeleyi gündemden
düşürerek, aslında gerçek düşman olan uluslar ve ulusçuluğa karşı mücadeleyi
gözlerden gizlemenin, dolayısıyla kapitalizmin yayılışının ve başarısının nesnel
araçlarına dönüştüler.
Aydınlanma devriminin celladı olan ulusçular, aydınlanmanın
vasiyetini, (yani tüm yeryüzündeki insanları eşit yurttaşlar yapmayı), tüm
yeryüzünü uluslarla kaplayarak, ulusların eşitliğini insanların eşitliği yerine
geçirerek karşı devrimci biçimde gerçekleştirdiler.
Ve tarihin ince alayı öyle oldu ki, Aydınlanma devriminin
cellatları, onun vasiyetini, onun sürdürücüsü ve onu sosyal bir eşitlikle
taçlandırma iddiasındaki Marksist ve sosyalistler aracılığıyla
gerçekleştirdiler.
Yani Marksistler aslında kendisine karşı mücadele ettikleri
kapitalizmin programını yerine getirdiler. Ama onu en gerici ve karşı devrimci
biçimiyle yerine getirdiler. Sadece uluslara karşı mücadele etmemekle
kalmadılar. En gerici, bir dille, dinle, tarihle tanımlanmış uluslara karşı
bile mücadele etmediler, aksine böyle bir ulusçuluğun savunucuları oldular.
Bizzat kendileri böyle ulusların kurucuları oldular.
Bu en iyi Aydınlanma kozmoplitizminin yerini
enternasyonalizmin almasında da görülebilir.
Enternasyonalizm aslında aydınlanma kozmopolitizmine karşı
da bir karşı devrimi ifade ediyordu. Şöyle de denebilir Enternasyonalizm,
aydınlanma humanizi ve kozmopolitizminin, ulusçuluğun ve ulusların ufku içinde
silik yankısından başka bir şey değildir.
Çünkü Enternasyonalizm de Nasyonalizmin dayandığı aynı
ilkeye dayanıyordu: Ulusal olanla politik olanın çakışması. Politik
birimlerin, devletlerin uluslara göre oluşması.
“Ulusal olan” ise ulusçuların ulusal dediği oluyordu. Bu
yerine ve zamanına göre bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir ırkla veya
bunların çeşitli kombinasyonlarıyla oluşturuluyordu.
Ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” aslında
ulusçuların istediği ilkeye göre bir ulus kurma hakkını savunmaktan başka bir
şey olmuyordu. Çünkü gerçekte uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular
olduğu için uluslar vardı.
Ve Marksistler fiiliyatta genellikle dile ve tarihe dayanan
ulusların kurucuları ve ulusçular oluyorlardı.
Dile dayanan bir ulusa ve ulusçuluğa itiraz etmeyerek,
sanayi kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun, okuma yazmanın genelleşmesine uygun
bir ulusçuluğu savunmuş oluyorlardı.
Tarihe dayanan bir ulusa ve ulusçuluğa itiraz etmeyerek te o ulusa bir de ezilenlerin tarihteki mücadelelerini ekleyerek ezilenlerin ulusun savunucuları olmasını ve ulusçulara dönüşmesini sağlıyorlardı.
Tarihe dayanan bir ulusa ve ulusçuluğa itiraz etmeyerek te o ulusa bir de ezilenlerin tarihteki mücadelelerini ekleyerek ezilenlerin ulusun savunucuları olmasını ve ulusçulara dönüşmesini sağlıyorlardı.
Dünyanın neresinde Marksistler başarıya ulaşır göründülerse
aslında ulusal hareketlerin öncüsü olarak başarı kazandılar.
Kendilerini kapitalizmin mezar kazıcıları olarak
görüyorlardı, ama nesnel olarak, yeryüzü ölçüsünde insanların biçimsel
eşitliğinin, yani aydınlanmanın mezar kazıcıları oldular.
*
Bugün insanlığının dertlerinin kaynağı da Marksistlerin,
kendi öznel niyetlerinden öte, bu nesnel tarihsel işlevinin sonuçlarının nesnel
koşullar haline dönmüş olmasıdır.
Bugün gerek yeryüzü ölçüsündeki gerek Türkiye veya Ortadoğu
ölçüsündeki çıkmazın, programsızlığın kaynağında Marksistlerin bu durumu bulunmaktadır.
Marksistler ancak uluslara karşı bir mücadele
başlattıklarında, bir ulustan olmanın hiçbir politik anlamının olmaması, ulusal
olanın da kişisel olması için, yani Aydınlanma’nın uluslara karşı ikinci bir
baskısı için, uluslara ve ulusal devletlere karşı bir Kutsal Savaş (Cihat)
başlattıklarında ancak bu günahlarının kefaretini ödeyebilirler.
Milyonlar hudutlara yığılarak bu programa ayaklarıyla oy
veriyor.
Eksik olan yeryüzü ölçüsündeki bu isyana somut politik ve
örgütsel bir ifade vermektir.
Bunun için de Marksizmin Marksist Bir Eleştirisinden başka bir çıkış yoktur.
Bunun için de Marksizmin Marksist Bir Eleştirisinden başka bir çıkış yoktur.
Marksizmi yine ancak Marksizm aşabilir.
Çünkü Sartre’ın dediği gibi o “çağımızın ufku” olmaya
devam etmektedir.
Marks’ın dediği gibi, kendi hatalarını açıkça ortaya
koymaktan ve kendi hataları karşısında, ileriye sıçrayabilmek için, bir yay
gibi, gerilemekten korkmaz.
Korkmamalıdır.
Bir Marksist tarafından yazılmış bu satırlar korkmayacağının
ve korkmadığının kanıtıdır.
Marksist olmayan hiç kimse Marksizm ve Marksistler hakkında
bu satırlardaki kadar acımasız bir eleştiri yapmamıştır ve de yapamaz.
Demir Küçükaydın
8 Mart 2020 Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder