Tarihsel Maddecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarihsel Maddecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2017 Perşembe

Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi?

Bu başlığı okuyan okuyucunun aklına, Ekim Devrimi’nin bir devrim değil bir darbe olduğu; sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaşmadığı geri bir ülkede olması; yozlaşmasının nedenleri ve nasıl başladığı üzerine tartışmalar gelmesin.
Sorumuz, aslında bütün bu tartışmaların hepsinin dayandığı varsayımların ve kavramları eleştiriden geçirmeye ve aslında bu tartışmaların aynı ortak kavram sistemine ve varsayımlara dayandığını göstermeye yöneliktir.
Bu tartışmalar aynı devrim kavrayışına dayanırlar. Biz bu devrim kavrayışını sorgulayacağız.
Bir yanlış anlamaya yer vermemek için, yukarıdaki tartışmalar bağlamında temel görüşlerimizi de başlangıçta belirtelim.

2 Aralık 2014 Salı

Marksizmin Tarihi Derlemesini Sunuş

Bir bilimi öğrenmenin en iyi ve doğru yolu onu tarihsel evrimi içinde öğrenmektir.
Ne var ki Marksizm'in (Tarihsel Maddeciliğin veya Diyalektik Sosyoloji’nin) bir tarihi henüz yazılmamıştır.
Perry Anderson, “Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler” adlı eserine şu cümleyle başlar:
“Marksizmin doğuşundan bu yana yüzyılı aşkın bir zaman geçtiği halde, tarihi hâlâ yazılmayı bekliyor.”
Onun bu satırları yazdığı kitabı “Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler”i ve bu kitabı izleyen “Tarihsel Materyalizmin İzinde” adlı eserleri bu tarihi yazmaya bir başlangıç denemesi olarak görülebilirler.
Bildiğimiz kadarıyla bu tarihi yazma yönünde bizim çalışmalarımızdan başka bir girişim bulunmamaktadır.
Biz Perry Anderson’un izinden giderek, onun bilmediği Hikmet Kıvılcımlı üzerinden bu tarihi yazma ve tamamlama çabası yönünde bazı girişimlerde bulunmuştuk.

14 Eylül 2014 Pazar

Marksizm ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumları’na Başvuru İçin Son Hatırlatma ve Sunulacak Bildirileri Kitap Olarak Yayınlama Olanağı

Yarın, yani 15 Eylül Pazartesi, Marksizmin ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumları’na bir bildiri ile katılmak için başvurunun son günüdür.
Birçok arkadaş sözlü olarak veya kısa mesaj biçiminde katılacağını ve konusunu bildirmiş olmakla birlikte, bu tür bildirimlerde başlığın ve konunun tam ve doğru bir formülasyonu belirsiz kalmaktadır veya muhatabın anlayabildiği kadarıyla formüle edilmektedir.
Bu nedenle şimdiye kadar bildiri sunacağını belirtmiş arkadaşlardan sunacakları bildirinin
Başlığı ve Konusunu kendi formülasyonlarıyla yarın akşama kadar bildirmeleri gereğini bir kez daha hatırlatmış olalım.
Bu bilgiyi şu e-mail adreslerinden birine yollayabilirler:
Ayrıca üye olanlar mail grubuna da doğrudan yollayabilirler. Mail grubunun adresi şöyledir:
Tabii bunun için mail grubuna üye olmuş olmak gerekmektedir. Bunun için de şu adrese boş bir e-mail yollamak yeter:
Şu ana kadar 22 başvuru yapıldı. Bir bildiri sunacağını söyleyenler ve konuları şöyledir:

11 Ekim 2013 Cuma

Kıvılcımlı’nın 42. Ölüm Yıldönümü Vesilesiyle Eleştirel Bir Değerlendirme

Kıvılcımlı, 11 Ekim 1971’de doğduğu yerlere yakın Belgrad’da öldü. Bugün öleli 42 yıl olmuş.
Kıvılcımlı, Türkiye’den çıkmış ve hala yanına varılamamış, en önemli bilim insanı ve devrimci olma özelliğini koruyor.
Ne yazık ki, bu büyük torisyen ve devrimci hala, bırakalım dünyayı bir yana, Türkiye’de bile bilinmiyor. Bugüne kadar ciddi bir biyografisi bile yazılmış değil. Eserlerinin bilimsel bir edisyonunun yayını ise hayal gücünün ötesinde.
İşin acı yanı, askeri bürokratik oligarşi, Deniz Gezmiş veya Che Guavera’ya yaptığı gibi, onun de içini boşaltarak, ulusalcılığın sembollerinden biri haline getirmeye çalışıyor, hatta bunu büyük ölçüde başardığı bile söylenebilir.
Öte yandan Gezi hareketi ve özellikle Anti Kapitalist Müslümanlar, Kıvılcımlı’nın güncelliğinin ve öneminin yeni bir kanıtıydı. Belki katılanların çoğu suda yaşayıp da yuda yaşadığını bilmeyen balıklar gibi arkında bile değildir ama Kıvılcımlı’nın ruhu Gezi’deydi.

Şahsen gerek bir insan, gerek bir devrimci olarak kendisine çok şey borçlu olduğum Hikmet Kıvılcımlı’nın her ölüm yıldönümünde, onun katkılarını bir yazı veya işle anmaya ve unutulmaktan kurtulması için, küçük de olsa bir katkıda bulunmaya çalışırım.

14 Haziran 2013 Cuma

Devrim Günlerinin Sonuna Doğru

Devrim gibi bir şey olacağına dair ilk izlenimimi 31 Mayıs Cuma akşamı Tünel’de edindim.
O akşam Beyoğlu’nda Babil denen bir kültür kuruluşunda on parmağında on marifet olan değerli dostum Mehmet Tekirdağ’ın Kedi Yazısı adlı sergisinin kapanışına gidecektim. Kedi figürleriyle alfabenin tüm harflerini yapmıştı. Oradan da Taksim’e geçerim diye düşünüyordum. Polis’in gazlı saldırılarının haberleri geliyordu.
Kadıköy vapurundaki insanlar üçerli beşerli küçük gruplar halinde, her zamankinden daha az konuşuyorlar. Birbirlerine daha yakın duruyorlar. Bana mı öyle geliyor yoksa gerçekten mi böyle diye düşündüm. Eh bugün Cuma, oralara eğlenmeye gider İstanbullular. Polis’in saldırıları da sürdüğünden bir tedirginlik olabilir diye açıklamaya çalışıyordum.
Tünel. Binenlerin büyük bir bölümü Kadıköy vapurundan inenlerdi. Hıncahınç dolmuştu vagon ve hareket etmesi bekleniyordu. Birden bire genç bir kız, 16-17 yaşlarındaydı sanırsam, “gaza karşı limon var, isteyene verebilirim” dedi. Herkeste bir şok ve sessizlik. Bu şoku ve sessizliği görünce, bütün naifliğiyle

30 Mayıs 2013 Perşembe

La İlahe İllallah

“Allah’tan başka tanrı yoktur! ”
Her kabilenin (komünün) genellikle kendisinin soyundan geldiğine inandığı “put”unun (toteminin) olduğu bir toplum yapısı, Sasani ve Bizans imparatorluklarının çürümesi nedeniyle tıkanmış Orta Yol’dan Güney Yolu’na kaymış dünya ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine şehirlerinde her yerde olduğundan daha fazla var olan iktisadi ilişkilerle çelişki içindeydi. Bir yanda o zamanın ölçüleriyle dünya ticareti (“katar katar kervanlar” (Kuran)), diğer yanda kendi kabilesinden ötesini görmeyen, her birinin ayrı hukuku olan, her kabilenin birbirine düşman ve kan davalı olduğu bir toplumsal yapı.
Allah’tan başka tanrı olmadığını söylemek, bu toplumun, artık onun yaşama ve gelişmesi önünde katlanılmaz bir engel haline gelen kandaşlığa, yani totemlere, putlara dayanan üstyapısını parçalamak; onun yerine tüm insanların aynı tanrının yarattığı Adem ve Havva’dan geldiğini, dolayısıyla eşit ve kardeş olduğunu söylemek; hepsini aynı hukuka bağlamak, aynı toplum tanımı içinde birleştirmek anlamına geliyordu.
Kâbe’deki putların parçalanması veya yakılması; her kabilenin kendisinin soyundan geldiğini kabul ettiği totemlerin yıkılmasının o günkü somut anlamı, kandaşlık ilişkilerinin, aşiret yapısının yıkılması; totem ya da kan kardeşliği yerine; tüm insanların kardeşliğine inananların kardeşliğinin geçirilmesiydi. (Yapılanın bu günün dünyasındaki karşılığı, insanlığın ayaklanıp bütün ulusal devletleri ve onların Kâbe’si olan Birleşmiş Milletleri ve oradaki bayrakları yakması ve yıkması olabilir. Ve bugünün dünyasında bu çok daha gerekli ve mümkün.)

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm

Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır. Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler, İslam ve Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa çevirenler ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar” ve “Müslümanlar”dır.
Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt olduklarında böyle anlaşabilmeleri bile zıtlıktan çok daha büyük bir ortaklık içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısını paylaşmaları, bizzat onların bu iddialarının  kendisiyle, kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Şunu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.
Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.
Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler, birbirlerinin zıttı oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin ortaklığının bir ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve farklı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bu günün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Din Nedir?

"Modern Toplumun Dini"nin (Ulusların ve ulusçuluğun)
din tanımına göre  Dünya Dinler Haritası
Bizim son yıllarda yazdığımız yazıların ardındaki temel önerme, yani din, bir inanç, bir ideoloji, bir “üstyapı kurumu” değildir; tümüyle üstyapıdır, üstyapının kendisidir, üstyapının somut biçimidir önermesi, hem artık insanlar Marksizm’i bilmedikleri, hem de kendileri bizzat modern toplumun dininden oldukları için anlaşılmaz olarak kalıyor.
Dolayısıyla bu önermenin, bu güne kadar bütün bildiklerimizi alt üst eden ve onlara gerçek sosyolojik anlamlarını veren özü de kavranamıyor. Bu yazıda kolay anlaşılır biçimde bu önermenin önemini, anlamını ve alt üst edici sonuçlarını açıklamayı deneyelim.

21 Mayıs 2013 Salı

Müslüman, Türk, Demokrat, İnsan


Aristo’nun evrenin, Toprak, Su, Hava ve Ateş gibi dört temel unsurdan oluştuğu şeklindeki öğretisi, daha sonra bilim karşıtlığının ya da ortaçağ karanlığının sembolü haline gelmiştir.
Ancak, o zamanlar henüz maddenin Halleri ve Yapı Taşları ayrımının yapılamadığı; Aristo’da söz konusu olanın maddenin halleri olduğu düşünülürse, Aristo’nun hiç de saçma şeyler söylemediği görülür. Aristo, maddenin dört halini belki henüz kavramlarla değil ama imgelerle ifade ediyordu. Maddenin dört hali vardır: Katı, Sıvı, Gaz, Plazma. Aristo’nun Toprak, Su, Hava, Ateş’i bu dört halin, somut imgelerle ifadesinden başka bir şey değildir.
Biz de bu yazıya Müslüman, Türk, Demokrat ve İnsan başlığını koyarken, Aristo gibi kavramlar yerine imgeleri kullanıyoruz. Yoksa bu başlıktaki “Müslüman” yerine “İnanç” ya da “Din”;  “Türk” yerine “Millet” ya da “Milliyet”, “Demokrat” yerine “İdeoloji” veya “Politik görüş” ve “İnsan” yerine de bir “Canlı Türü” diye yazabilirdik.

29 Nisan 2013 Pazartesi

Nail Satlıgan’ın Ardından


Daha bir gece önce Ergun’a (Aydınoğlu) Nail’in durumunu sorduğumda, “Doktoru yakında kaybedeceğimizi söylemiş” demişti. Bu gece yarısı, yatmadan önce maillere baktığımda, kaybettiğimizi öğrendim.
Uyku tutmadı. 2001 yılında yapılmış Kıvılcımlı Sempozyumu video ve resimlerinden Nail ile ilgili olanları derleyip paylaşarak, onunla ilgili anıları hatırlayarak bir “veda töreni” yapmaktan başka bir şey gelemezdi elimden.
Cenaze yapılacağını sanmıyordum. İç tutarlılığa değer veren bir Marksist olarak muhtemelen cesedini bir üniversitenin tıp fakültesine kadavra olarak bağışlayacağını tahmin ediyordum. (Az önce Sami (Sarı) öyle olduğunu söyledi.) Tanıdıkları ve dostları bu vesileyle bir zaman baskısı olmadan, insanların zamanlarını ayarlayıp veda edebilecekleri bir toplantı tertiplerler mi? Bilmiyorum. Olsa da yetişme şansım pek yok. Bu durumda Nail’e bir yazıyla veda etmekten başka şansım yok gibi görünüyor.
*
Nail’i Dev-Genç’te uzaktan bilirdik. Herkes bir şekilde birbirini bilirdi. Bölünmede Beyaz Aydınlık tarafında olduğunu biliyorduk. Zaten bütün eli kalem tutan ve ağzı laf yapanların hepsi Doğu Perincek’in Beyaz Aydınlık takımında yer almamışlar mıydı? Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Halil Berktay, Atıl Ant vs..
Kıvılcımlı Beyaz Aydınlıkçılar için boşuna “genellikle kırmızı yanaklı, iyi besili çocuklar” diye boşuna dememişti. (Bu “kırmızı yanaklı” imgesinin doğuşuna yol açan da yine eski DÖB’lü (Devrimci Öğrenci Birliği) ve daha sonra Filistin’de İsrail komandolarınca yapılan baskında öldürülen Ahmet Özdemir olmalıydı.)
Beyaz ve Kırmızı Aydınlık ayrılığı aslında MDD safları içindeki burjuva sosyalizmi ve küçük burjuva sosyalizmi ayrılığı idi. Çoğu insan bu iki sosyalizm çeşidini ayırmaz. Ama neredeyse bütün ayrılıkların kökeninde bu sınıfsal ayrılık vardır. Burjuva sosyalizmi politika yapar ama reformisttir, metodolojik olarak daha metafizik bir yapısı vardır ama daha moderndir. Küçük burjuva sosyalizmi veya devrimciliği ise burjuva sosyalizminin reformizmine bir tepkidir, kendisine karşı mücadele ettiği burjuva sosyalizminin ufkunu aşamaz. Aşamadığı için de bağımsız bir teori ve program geliştiremez ve politik olamaz. Bu nedenle de ayrılığını mücadele biçimlerindeki bir radikallikle, sembollerdeki bir radikallikle gösterir. Metodolojik olarak skolâstiktir. Modern bir kültürden ziyade antik, memur, esnaf ve köylü bir karakter sergiler.
Bu genel özelliklere uygun olarak, Dev-Genç’in Kırmızı Aydınlık tarafında kalanlar, genellikle memur veya esnaf çocuklarıydı ve radikallikleri mücadele biçimlerinde yansıyordu.
Yalnız bu arada şunu belirtmeli ki küçük burjuva sosyalizminin de şehirli ve köylü biçimleri birbirinden ayrılır ve aralarında kültürel bir uzlaşmazlık vardır. Dev-Genç’in esas kadroları, şehir çocuklarıydı, “şehirli fırlamalar”dı. Örneğin Devrimci Öğrenci Birliği’nin neredeyse bütün esas kadrosu İstanbul’un liselerinden gelmeydi (Haydarpaşa Lisesi, Erkek Lisesi vs.).
Köylü radikaller bu şehirli fırlamaların kültürüne ve davranış kotlarına duydukları tepki ile, Doğu’nun saflarında kalmışlardı ama bir süre sonra aralarındaki sınıfsal zıtlık onların da Doğu’dan kopmalarıyla sonuçlanacaktı.
İşte, Nail uzaktan bizlerin gözünde, bu genel kanavaya da uyan bir Beyaz aydınlıkçı idi. İyi yetişmiş, burjuva kültürü almış bir aileden geldiği, halinden, tavrından, konuşmasından, yazmasından belli oluyordu.
Nail ile yakından tanışmam 12 Mart döneminde İstanbul Dev-Genç davasından tutukluyken Davutpaşa Kışlası’nda oldu.
Davada tutuklananların çoğu, ilk kuşak Fikir Kulübü kurucuları olduğu ve okulu bitirip eşi ve işi bulunduğu veya THKO ve THKP-C’nin içinde yer almadığı için, binlerce yıllık tecrübesiyle devlet, bir yandan bu Dev-Gençlileri tutuklarken, diğer yandan da onlara belli ayrıcalıklarla davranıyor ve sisteme dönüşleri için kapıları açık tuttuğunun sinyallerini veriyordu.
Davutpaşa Kışlası’nda yatıyorduk ama tutuklandığımızda hemen hiç birimiz işkence görmemiştik örneğin. Bizlere iyi davranılıyordu. Bizler hapishane bahçesinde top oynar güneşlenirken, bizleri bekleyen askerler, miğferleri, ellerinde ağırlaşan silahları, asker elbiseleri içinde ve yakıcı yaz güneşi altında bizlerden çok daha kötü koşullarda bulunuyordu. Biraz yatılı okul havasında günler geçiyor, davanın başlamasını bekliyorduk. Diğer THKP-C ve THKO gibi davalardan aynı zamanda Dev-Genç sanığı olanlar da buraya geldiklerinde bu imkânlardan yararlanmış oluyor biraz olsun soluklanıyorlardı.
Tabii Cezaevinde aramızda birçok teorik ve politik konularda tartışmalar yapıyorduk. Benim neredeyse her gün tartıştığım insan Nail’di. Kategorileri karıştırmayan, söylenenleri anlayan, mantıki olarak kendi içinde tutarlı argümanlar getiren, fikirlerini çok güzel artükile eden bir insandı. Nail ile ne kadar sert tartışsak ve zıt pozisyonları savunsak da tartışmak zevk veriyordu. Yanlış anlamaların, mantık yanılgılarının, olgular hakkındaki yarım yamalak ve yalan yanlış bilgilerin çıkmaz sokaklarına hiç sapmadan ve esas hedefi yitirmeden yapılan tartışmalardı bunlar. Bu nedenle zevkli ve verimliydi.
Tartışmalarımızın esas yoğunlaştığı nokta, Çin Devrimi ve Mao idi. Ben Mao’nun bir köylü devrimcisi olduğunu; Marksist bir teorisyen olmadığını; onun olsa olsa Marksizm’in Çin kültürüne uygun bir popülarizasyonunu yaptığını savunuyordum.  Modern işçi sınıfı ve modern burjuva kültürünün birikimi olmadan bir modern sosyalizm ve Marksizm’e bir katkı olamayacağını söylüyordum. Çin’in ise özellikle Kültür Devrimi’nde bu kültürü eleştirerek aşmak bir yana, bir köylü tepkisiyle reddettiğini dolayısıyla ondan bile daha geriye düştüğünü savunuyordum.
Nail ise Mao’nun devrimciliğine, radikalliğine ilişkin argümanlar getiriyordu.
O zamanlar tartışmalar insanlar arasında değil, fikirler arasında olurdu. En ağır gibi görünen ithamları bile kimse kişisel olarak algılamaz (zaten böyle de söylenmezdi. Kimse kimsenin iyi niyetini, inancını, cesaretini ve fedakârlığını sorgulamazdı) en sert tartışmalar bile ilişkilerde bir kırılmaya yol açmazdı.
Bu arada Nail’e çok da takılırdık. Nail Pekin doğumluydu yanlış hatırlamıyorsam. Ailesi Rusya’da devrim olunca Çin’e kaçmış, Çin’de devrim olunca da Türkiye’ye kaçmıştı. Yani aslında komünizmden kaçan bir ailenin komünist olmuş çocuğu idi. Hatta bir anekdot anlatırlardı, Nail’in annesi bir gün Taksim’de Galatasaray taraftarlarının bir kutlamasına rastlıyor. Tabii onların ne olduğunu anlamıyor ama kırmızı rengin baskın olduğu bu gösteri yine kızılların bir gösterisi olduğunu sanmasına yol açmış, koşarak eve gitmiş, “komünistler buraya da geldi haydi toplanın gidiyoruz” demiş. Sonra anlaşılmış Komünist kızılların Galatasaray taraftarları olduğu.
Taksime değil ama ailenin içine girmişti “Kızıllar.” Oğulları kızıl olmuş ve dört bir yandan kuşatılmıştı aile.
Bu nedenle sık sık Nail’e takılırdık. “Sizin gittiğiniz ülkede devrim olduğuna göre, demek burada da devrim olacak, bakalım o zaman nereyle gideceksiniz? En iyisi Amerika’ya gidin de orada da bir devrim olsun, kısa yoldan kurtulsun insanlık” derdik.
*
Bu arada tahliye için dilekçeler yazıyor, tutukluluğumuza itiraz ediyorduk. Cezaevine o aralar bakan, sanırım istihbaratçı ve kurmay olmayı düşünen bir yüzbaşı vardı. Sık sık gelir bizlerle laf açıp sohbet etmeye ve bilgi toplamaya çalışırdı. Hatta bu denemelerinden birinde Mao Faruk’un, Şair Eşref’in “evvelce devri istibat idi konuşturmazlardı adamı, şimdi devri hürriyet, önce konuştururlar adamı sonra bellerler ananı” beytiyle bozmasına da muhatap olmuştu. (Sanırım bunu Harun Karadeniz de bir yerlerde anlatmıştı.)
İşte bu yüzbaşı bir gün gelmiş ve Nail’i sormuştu. Sormasının nedeni Nail’in dilekçesinin sıradan bir dilekçe olmaması, güçlü ve mantıki argümanlarla biçim ve içerik olarak dikkati çekecek kadar öne çıkmasıydı. İstihbaratçı yüzbaşı, merakını yenememiş, dilekçeyi yazanı daha yakından tanımak istemişti besbelli.
Nail bu dilekçesini yazdıktan bir süre sonra tahliye oldu. Doğru dürüst tartışacak kimse ve tartışmaların eski tadı kalmamıştı.
Nail’in çok etkileyici bir sesi ve vücut dili vardı. Bu iki özellik bilgi ile mantıki olarak tutarlı argümanlarla birleşince elbette son derece etkileyici bir sentez çıkıyordu ortaya. Bütün bunlara bir devrimci olarak yaşamak ve davaya bağlılık da eklenince çok az bulunan bir insani ve sosyalist kaliteye ulaşılıyordu. Nail tamı tamına böyleydi.
*
Bir süre sonra ben de tahliye oldum. Fabrikalarda çalışmaya devam ettim ve tam 12 Mart dönemi biterken Kıvılcım gazetesini çıkarmaya başladım. Bir gün Aksaray’daki gazete bürosundan Cağaloğlu’ndaki matbaaya, çok sevdiğim Çınaraltı ve Sahaflar üzerinden gidiyordum.
Çınaraltı’nda Nail’in oturduğunu gördüm, selam verdim. Nail “sana teşekkür etmek istiyorum” dedi. “Ne oldu” dedim. “Beni Maoculuktan sen kurtardın. Cezaevindeki tartışmalar benim gözümü açtı” dedi. Takıldığını, beni makaraya aldığını sandım. “Bırak gırgır geçmeyi” dedim. “Yok, vallahi samimi söylüyorum. Ciddiyim. Ve seninle karşılaşıp teşekkür etmek istiyordum” dedi.
Şaşırmıştım. Hiç böyle kafasını karıştırdığıma dair bir izlenim edinmemiştim oysaki. Demek tartışmalar orada kalmamış, söylenenler üzerine düşünmüş ve görüşlerini değiştirmişti. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Demek açıkça savunmak, doğrudan fikir mücadelesi yapmak, başlangıçta hiç etki yaratmazmış gibi görünse de uzun vadede insanlar üzerinde etkiler bırakıyordu. O an olmasa bile uzun vadede, onlar üzerine düşünülüyordu. Sonraki bütün hayatımda defalarca bunun doğrulandığını gördüm. O nedenle o zamandan beri bana ne derler diye düşünmeden, direk fikrimi ve eleştirilerimi söylemeye daha fazla dikkat ettim. Benim bu tartışma stilimin yerleşmesinde Nail’in Maoculuğu bırakmasının ve teşekkürünün bir etkisi yoktur diyemem.
Nail ile bu karşılaşmamızdan bir iki gün sonra tutuklandım, on yol hapis ve yıllar süren sürgünlük yıllarında zaman zaman orada burada yazılarına rastladığımda onun da Troçkist görüşleri benimsediğini görünce çok mutlu olmuştum. Ben de Nail’den bağımsızca benzer bir evrim geçirmiştim. Dev-Genç ve Doktor geleneğinden geldiğim için Türkiye’nin Troçkistleriyle hem siyasal kültüre ilişkin, hem metodolojik genlerimizde bir uyuşmazlık vardı. Bir de buna troçkistlerin genellikle Burjuva Sosyalisti yapıları eklenince onlarla hiçbir zaman ortak bir nokta bulamıyordum. Ama diye düşünüyordum, Nail muhtemelen onlara benzemiyordur. Ne de olsa 68’in yükselişini yaşadı, Dev-Genç7e bulaştı. Başka bir politik kültürden geliyordur. Ayrıca Doktor’u 70’te okumuş kuşaktandır. Doktor’u okumuş olmak, Ertuğrul Kürtçü ve Abdullah Öcalan’da da görüldüğü gibi insana başka birtakım özellikler kazandırır.
*
Sonra 2001 yılında Almanya’da bir Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu düzenledik. Nail de gelenler arasındaydı. Hislerim ve öngörülerim yanılmamıştı. Nail bir troçkistti ama aynı zamanda Kıvılcımlı Sempozyumu’na geliyordu hem de sağlık ve maddi olarak birçok zorluğu göze alarak. Bu diğer troçkistlerde pek görülemeyecek bir özellikti.
Sempozyum’da birbirinden değerli değinmeler yaptı. Özellikle Finans-Kapital’i anlatırken, Vedat Türkali’nin Mihri Belli’ye dönüp  “Mihri dinle dinle” deyişleri unutulamaz. Vedat Türkali’nin çok beğenisini kazanmıştı. Kendisinin bir türlü derleyip toparlayıp anlatamadığı konuları Nail, anlaşılır bir biçimde açıklıyordu. Bu nedenle Mihri’ye, bak ben anlatamıyordum ama burada ustası anlatıyor anlamında, “Bak dinle Mihri” deyip duruyordu.
Benim bildiri sunuşumdan sonra da yukarıda aktardığım gibi, kendisinin Maoculuğu terk etmesine yol açışımdan da söz etti. Bana yönelik eleştirisi ise benim eşitsiz ve bileşik gelişmenin bütün tarihte var olduğunu öne sürmem onun ise bunun sadece kapitalizmde olduğunu savunmasıydı. Ben hala eşitsiz ve bileşik gelişmenin bütün tarihin bir yasası olduğunu düşünüyorum ve eleştirisini kabul etmiyorum. Ama bunu geniş bir şekilde tartışma olanağımız olmadı zamanın sınırlılığı nedeniyle.
*
Ama benim sunduğum bildirinin esas tartışılması gereken yeni olan yanlarına hiç değinmemesi, kendisini hep bilinen klasik problemlerle sınırlaması ve bu konularda söz alıp konuşmasıydı esas dikkatimi çeken. Nail‘de de bilinmeyen sulara açılmak ve oralarda yanlış yaparak, yolunu yitirerek boğulup veya kaybolup gitmek korkusu seziliyordu. O bildiği sahillere yakın, emin sularda kulaç atıyordu. Ben ise, tıkanıklığı aşmanın o sığ sularda sahilden yol alarak mümkün olamayacağını söylüyor sürekli açık denizlere açılıyordum. Korkmuyordum. Elimde pusulam var, yönümü bulabilirim diye düşünüyordum. Onlar ise sahili, bildikleri kerteriz noktalarını gözlerden yitirmemeye çalışıyorlardı.
Aramızda, dayandığımız Kıvılcımlı ve Troçkist gelenek ortaklıklarına rağmen, temelde böyle giderek derinleşen ve büyüyen bir uçurum oluşuyordu.
Buna ek olarak ben politik olarak Kürt hareketini apaçık destekliyor ve “Kürt Sorunu”nu öne çıkarmayı görev biliyordum. Kürt hareketi içinde de Öcalan’ın ve PKK’nın çizgisini destekliyordum. Nail ve benzerleri ise, bunu adeta sınıfsal çelişkileri ve perspektifi gözden yitirmeye yol açan “Marksist’i bozacak” bir konu olarak görüyorlardı.
Bu her politik ve taktik durumda yansımalarını buluyordu. Ben örneğin herkesin Öcalan’ın teslim olduğunu söylediği, Kürt hareketinin yenildiğini bittiğini söylediği zamanlarda, Öcalan’ın çok zekice ve çok önemli bir stratejik manevra yaptığını, bunun meyvelerini birkaç yıl sonra toplayacağını söylüyordum.
Ben Demokratik Cumhuriyet, projesini bütün belirsizliğine rağmen destekler; ileri bir adım, öngörülerimin bir gerçekleşmesi olarak görür ve Marksist bir Demokratik Cumhuriyet tanımı içinde kendi Demokratik Cumhuriyet Programımı ortaya koyar ve savunurken, Nail örneğin, bunu klasik Troçkist problematikler içinde Stalin’in aşamalı devrim anlayışına geri dönüş olarak değerlendirip, benim adeta troçkizmin en temel önermelerini terk etmiş olduğumu gibi sonuçlar çıkarıyordu.
Benim bakış açımdan Nail ve benzerlerinin çizgisi giderek ulusalcılarınkine yaklaşan; sınıf sınıf diyerek, demokratik görevleri ikinci plana iten; Ortodoks Marksizm’i savunmanın veya savunuyor görünmenin demokratik görevlerden kaçmanın örtüsü olduğu bir noktaya doğru kayıyordu.
Onların açısından ise ben, Kürt hareketinin kuyruğuna takılmış, Marksizm’i terk etmiş, hatta Stalinist aşamalı devrim teorisine geri dönmüş olarak görülüyordum. Ama bunu ne açıkça bir eleştiri olarak yazıyorlar ne de tartışıyorlardı. Aksine, görüşlerime ve tezlerime karşı tam bir suskunluk egemen oluyordu.
Marksizm’in Marksist Eleştirisi”nin önsözü olarak yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı” aslında Nail Satlıgan, Ertuğrul Kürkçü gibi arkadaşların bu tavırlarının metodolojik köklerinin bir eleştirisiydi de,  (Kürkçü Kürt hareketi ile daha yakın ilişkiye girdikten sonra, en azından politik olarak nispeten daha iyi bir noktaya geldi ve demokratik görevlere fiilen ayaklarıyla oy verdi, söylemiyle hala eski yerinde dursa da.) Bunu kendileriyle tartışmak istiyordum. Ama kabul etmediler ve mümkün olmadı.
Türkiye’ye geldiğimde “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” de yeni yayınlanmıştı. Özellikle Nail Satlıgan ve Ertuğrul Kürkçü’nün okumasını ve onlarla tartışmayı çok istiyordum.
Ertuğrul, okuması yönündeki ısrarlarıma, sonunda bir gün, “Biz Marksizm’in eleştirilerini değil Marksizm’i okuyoruz” diyerek cevap vererek son vermiş ve bir tartışma olanağının yolunu kapamıştı.
Benzeri Nail’den de geldi. Gelir gelmez kendisini aramış ve büyük bir heyecanla kitabı verip tartışmak istemiştim. Buluştuğumuzda, kitabı vermeye kalkınca, “ben zaten çıkar çıkmaz aldım” demişti. Çok sevinmiştim. “Okudun mu?” diye sormuştum hemen. “Okudum” demişti. “Peki, ne diyorsun, konuşmaya tartışmaya ihtiyacım var” deyince de. Ben “sosyolog veya felsefeci değilim iktisatçıyım” diyerek konuya girmeyi ve tartışmayı reddetmişti.
Bunlar elbette gerekçe değildi, bunu kendisi de biliyordu. Ama tartışmak, o konulara girmek, bildiği sahillerin emniyetli sularını terk etmek istemiyordu.
Bundan sonra pek bir diyalog geliştirme olanağımız olmadı. Hâlbuki ne kadar umutluydum Türkiye’ye dönerken nihayet dediklerimi anlayabilecek; Marksist arka planı olan birileriyle tartışabileceğim diye.
*
Nail’in ağır hastalığını biliyor ve kendisiyle son bir kez olsun buluşmayı çok istiyordum. Ama çok yakınındaki bazıları dışında kimseyi kabul edemeyecek kadar hastaydı. Bu nedenle son kez telefonla konuşabildik ve bir de kısa bir mail yazışması oldu.
Kıvılcımlı Sempozyumu’na gelemese bile bir yazılı bildiri sunmasını çok istiyordum. Çok istediğini ama yapacak durumda olmadığını söyledi.
Bunun üzerine 2001 Sempozyumundaki konuşmalarını özellikle İnternete yerleştirdim. En azından insanlar bir önceki sempozyumda Nail’in söylediklerini bilsinler ve o temelde tartışsınlar diye.
*
Kapital çevirisini Almancadan düzeltip tamamlaması bir bakıma Nail’in “opus magnum”udur. Ama Das Kapital ve çevirisi aynı zamanda açık denizlere açılmadan, bilinen sahillerde oyalanmanın da bir aracıdır Nail’de kanımca.
Yani dünya çapında devrimin temel teorik ve politik sorunlarından ve Türkiye’de de demokratik görevleri ve özellikle ulus sorununu gündeme almaktan kaçmanın bilinen emniyetli sularda yanlış bir şeyler yapmaktan korkarak zaman doldurmanın da bir aracıdır.
Bardağın yarısı dolu olarak, en azından Marksizm’e bağlı kaldı, Marks’ın temel eserini Türkçeye kazandırdı. Keşke herkes bunun yüzde birini yapsa da denilebilir.
Ama bardağın yarısı boş olarak, gerçeklik somuttur, her durum için geçerli bir doğru yoktur, Marksizm bir eylem kılavuzudur, Türkiye’de demokratik görevleri sınıf veya kapitalizm diyerek öne çıkarmamak ve tartışmamak; dünyadaki temel programatik sorunları yeniden tanımlamak ve tartışmaktan uzak durmak somutta kendi zıddına döner; Marksizm’in nesnel inkârı anlamına gelir de denebilir.
Bunların ikisi de doğrudur
 Nail bunların ikisidir de.
Ama bu sadece Nail’in karşılaştığı bir sorun değildir. Çok değer verdiğim bir Kürt sosyalisti arkadaşım, pozisyonu kendisini en tutucu Kürt milliyetçileriyle yan yana getirince, onların kabul edemeyeceği Ermeni katliamında Kürtlerin rolü üzerinde yoğunlaşmıştır örneğin. Onun “Kapital çevirisi” de Ermeni katliamı konusuydu. Tıpkı Nail’in Kapital çevirisi gibi ve sonunda iyi bir eser çıkarmış oluyordu. Bu çorak memlekette bu bile çok büyük bir işti ve küçümsenemezdi.
Bir başkası kendini felsefe ve sanat alanına vakfederek benzer bir sığınak buluyor.
*
Ama bu çorak ülkede, bu çorak iklimde, içkiye, boş vermişliğe, komplo teorilerine, ezoteriğe vs. sığınmanın egemen olduğu bu dünyada, yanlış bir şeyler yapmaktan çekinerek Kapital çevirisine sığınmak bile kıyısına pek ulaşılamayan bir düzey, bir ütopya, bir örnek olarak kalmaktadır.
Sevgili Nail, seni tanımış olduğum için kendimi çok şanslı görüyorum.
Ama seninle yeterince yakın ve yoğun bir ilişkim olmadığı için de çok şanssız.
Demir Küçükaydın
29 Nisan 2013 Pazartesi

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi?

Aşağıdaki Yazı, 2005 yılında bir Ekim devrimi yıldönümü vesilesiyle yazılmıştı. Amaç elbet Ekim Devrimi’ni anmak değil, bu yıl dönümünden yararlanarak, son yıllarda kavramsal alanda sağlanan gelişmeleri açıklayabilmek ve böylece Tarihe bu yeni kavramlar ışığında bakışı somutlamaktı.
2005 yılında bu görüşlere yeni varmıştık. Dolayısıyla henüz kimi noktalarda görüşler tüm mantık sonuçlarına ulaşmış da değildir.Ancak, artık bir tarihsel belge özelliği kazandığından, metne dokunmuyoruz.
Burada Ekim Devrimi, Aydınlanma dininin (tüm insanların eşitliği) ve onun karşı devrime uğramış biçiminin (ulusların eşitliği) işçiler eliyle yayılması olarak, başka bir ışık altında ele alınmaktadır.
Bu metinde özellikle İnsan ve Toplum kavramları ele alınmaktadır. Bilindiği gibi Hikmet Kıvılcımlı, hemen her yerde, İnsan’ın bir sosyal hayvan olduğundan, toplum yaratıcı ve toplum yaratığı olduğundan söz eder.

28 Eylül 2012 Cuma

Karaburun Bilim Kongresi ve Sunulan Bildiri(ler)

Bu sene Karaburun Bilim Kongresi’nin ana teması “Kapitalizmin Kıskacında Doğa Toplum Teknoloji” idi.
Geçen yıl ilk kez bir izleyici olarak katılmıştık. Epey bir ulusalcı bir vurgu hissedilmesine rağmen yine de akademik alemden gerek öğretim görevlisi, gerek öğrenci olarak iyi kötü sosyal konulara ilgi duyan ve kendini en azından solda, sosyalist veya Marksist gören insanlar katılıyordu. En azından bizim kuşağın yüzde doksan dokuzu geçmişin özlemiyle yaşayan ve oralarda takılmışlarındansa, buradaki genç insanlarla bir diyalog ve tartışma içinde olmaya çalışmak, kafalarda kimi soru işaretleri oluşturma çabasında olmak denemeye değerdi.
Bu nedenle bu yıl konuya ilişkin bildiriler ile katılmayı denedik. Kongreyi örgütleyenlere beş konuda bildiri sunacağımızı ve sunacağımız bildirilerin özetlerini yolladık. Bunlardan sadece birisine izin verildi. Tek bildirinin kabul edilmesinin nedeni genç araştırmacıların önünü tıkamamızdı.
Kabul edilen konuda bildirimizi hazırlayıp önceden yolladık. Ancak gelen diğer bildiriler veya özetleri de kongrenin internet sayfasında yayınlandığından onları okuyunca, konuşmamızda bildiriye bağlı olmadan, daha farklı konulara değinmemiz gerektiği sonucuna ulaştık ve sunumu öyle yaptık.
Aşağıda, beş konuda sunduğumuz bildiri taslakları; kabul edilen konuda sunduğumuz bildirinin önceden yolladığımız yazılı versiyonu ve sözlü olarak yaptığımız sunumun aklımızda kaldığı kadarıyla kısa bir özeti yer almaktadır.

7 Haziran 2012 Perşembe

“Marksizm’in Güncelliği Sempozyumu” Vesilesiyle Marksizm’in Sorunları Üzerine


Marksizmle Karşılaşabilmenin Sorunları

Marksizm, Diğer adıyla “Tarihsel Maddecilik” veya “Tarihin Maddeci Anlayışı” konusu ve içeriğiyle toplumu ve onun değişim yasalarını anlamaya çalışan bir bilimdir. Yani Toplum Bilimidir. Diğer bir deyişle: “Sosyoloji”dir.
Bu gün Sosyoloji başlığı altında toplanan çeşitli tarih ve toplum teorileri ise, özünde, Tarihsel Maddecilik adlı Toplum Bilimine karşı, gerçeğin özünü gizlemeye yarayan bilim kaftanı giymiş İdeolojilerdir.
Tarihsel Maddecilik”, içeriği ve konusu bakımından gerçek Toplum Bilimi olduğu halde, onun adının yanlış olduğu; zarf ile mazruf arasında bir uyum bulunmadığı ve hatta bu durumun kendisi için bir handikap oluşturduğu görülür.
Toplum Bilime (Sosyolojiye) verilen bu “Tarihin Maddeci Anlayışı” veya “Tarihsel Maddecilik” adlandırması, yani insanların varlıklarını bilinçlerinin değil, varlıklarının bilinçlerini belirlediği önermesini temel alan bu adlandırma, varlık ve bilinç arasındaki bu ilişkinin, yine bizzat bu teorinin kurucularınca sürekli vurgulanmış ve fiilen uygulanmış olan, diyalektik niteliğine gereken vurguyu yapmaz. Yani, son duruşmada, var oluş tarafından belirlenmiş bilincin, bir kere ortaya çıktıktan sonra kendi bağımız evrimine ve var oluşu etkileyip değiştirmesine; yani ilişkinin diyalektik karakterine gereken vurguyu yapmaz.

18 Mayıs 2012 Cuma

Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri


Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamaktır” diye bir söz vardır.
Bunun için önce konumuzu anlayamamaya çalışacağız.
Ancak “Söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun” diye bir söz daha vardır.
Bu söze de uygun davranmak için, anlayamadıktan sonra, insanların bir sözü söylerken ne anladıklarını ve anlatmak istediklerini anlamaya çalışacağız. Yani kavramın sosyolojik doğruluğundan ve anlamından sonra; o yanlışlığın, sosyolojik bir olgu olarak, bir realite olarak bu kavramın ne anlamda kullanıldığını anlamaya çalışalım.
Konuyu tanımlayan “toplumsal aidiyet” “sınıf” için zıtlıkla veya başkalıkla koyuluyor. Ve burada hemen şu aklımıza takılıyor: Sınıf aidiyeti “toplumsal” olmayan, “metafizik”, “fiziksel veya “biyolojik” bir aidiyet midir? Elbette sınıf aidiyeti tamamen toplumsal bir aidiyettir. Sınıf toplumsal bir olgudur.

17 Nisan 2012 Salı

Teori ve Politika (12 Eylülcülerin ve Diğerlerinin Yargılanması karşısındaki Tavırlar Üzerine)

Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.) ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini okudukça bu konuda sosyalist teorinin tüm öncüllerinin ve mantık sonuçlarının; eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe, buna karşı bir şeyler yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden edemiyordum. Kimseden ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum.
En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli girişimin İstanbul’da yaptığı üç toplantıdan birine gitmiştim. Sosyalistler nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar; bakalım buradan bir şeyler çıkar mı diye, radar ekranından yitirmemek için.
Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim. Dün sabah kalkınca bu yazıyı yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye beklemeye bıraktığımda, Radikal’de İskender Pala ile yapılmış söyleşiyi okuyunca artık daha fazla geciktirmemeli diyerek bu gün son şeklini verip yayınlıyorum.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü

Biri Tarihsel Maddeciliğin bir açıklaması (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz), diğeri bir uygulaması (Komünist Manifesto) olan bu iki metin, toplumsal değişimin mekanizmasını; Toplumsal Devrim denen aynı olguyu ele alırlar ama bunu farklı kavram sistemleriyle ve önermelerle açıklarlar:
Teorinin bir açıklaması olan Önsöz'de şöyle:
"Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder."