7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında HDP’ye karşı devlet
terörünün başlamasından beri demokrasi güçlerinin tekrar toparlanması için somut bir eylem önerimiz vardı. Kısaca
şöyle özetlenebilir: her şehrin, her semtin merkezi meydan veya yerlerinde,
hiçbir slogan atmadan, bağırmadan, pankart, bayrak, rozet taşımadan günün belli
saatlerinde kitlesel olarak sessizce bulunmak.
Bugün en geniş kesimleri birleştirebilecek ve onlara tekrar moral
ve güç kazandırarak, kendilerini ve siyasi sistemi değiştirmelerini sağlayabilecek
mümkün ve gerekli biçim bu olabilir dedik.
Bu öneriyi ve yakın versiyonlarını yıllardır çeşitli
vesilelerle tekrarladığımız için yavaş yavaş duyulmaya, tanınmaya, onay görmeye
başladı. Kim bilir belki bir gün hiç ummadık yerde ve biçimde gerçekleşebilir
ve bütün dengeleri alt üst edip bu çürümeyi tersine çevirebilir, köklü
demokratik dönüşümlerin yolunu açabilir.
(Kişisel kanım odur ki, küçük sosyalist örgütlerin ve liberal
aydınların nicel ağırlıklarıyla ölçülemeyecek kadar büyük bir ideolojik ve
örgütsel egemenlikleri olmasaydı, böyle bir hareket çoktan başlamış olabilirdi.
Her iki kesim de bu öneri karşısında derin bir suskunluk göstererek, bu yönde
en küçük bir girişim göstermeyerek, böyle bir direnişin başlamasının en büyük
engeli olmaktadırlar.)
Ancak bu önerimizin teorik
ve tarihsel arka planı ve müthiş devrimci
potansiyeli yeterince anlaşılmış değildir. Önerimiz genellikle pratik gerçekleşebilirliği
ya da sadece herhangi bir şiddeti reddetmesi ve kesinlikle yasalara uyma
temelinde bir öneri olması bakımından değerlendirilmektedir.
Elbette bu öneriyi yaparken bunları da gözetiyoruz ve
gözettik ama bu önerinin arka planı çok daha derindir, toplumun tarihinin
binlerce yıllık deneylerine ve de özellikle modern tarihin ezilenlerinin
mücadelelerinin sonuçlarının damıtılmasına dayanmaktadır. Uzun yılların
araştırmalarına dayanan bir teorik genellemenin pratik bir öneriye
dönüştürülmüş biçimidir.
Hatta bu öneri aslında uzun yıllardır temellerini atmaya
çalıştığımız Marksizm’in yeni baştan inşası gibi bir teorik arka plan olmadan
da tüm kapsamıyla anlaşılamaz. Yani bu öneri aynı zamanda en genel ve soyut teorik sorunlarla, en canlı somut politik taktiklerin, mücadele ve örgüt biçimlerinin nasıl bir
bütün oluşturduğunun somut bir örneğidir.
Bunu modern fiziğin en küçük (Kuantum fiziği) ve en büyüğü (Genel
Görecelik) açıklamasının genel
teorilerine ve bu teorilerin akıllı cep telefonlarındaki pratiğe uygulamasına benzetebiliriz.
Elimizdeki akıllı telefonlarda bu soyut teoriler ve pratiğin sentezini
görebiliriz. O telefonlardaki yerimizi belirleyen ve yolumuzu bulmamızı
sağlayan aplikasyonlar aslında evrenin en genel yapısını açıklayan Einstein’in
genel ve özel görecelik kuramlarına dayanırlar. Çünkü Uzaydaki GPS cihazının
bağlı olduğu uyduların hızının, dünyanın çekim gücünün, ışık hızının sabit
olması ve çekim gücünün aslında uzay zamanda bir eğilmeye tekabül etmesi
nedeniyle uzay zamanda yarattığı saatlerdeki yavaşlama hesaba katılmasa
yerimizi doğru tespit edemez. Ama aynı zamanda Atom altı parçacıklar aleminin
yasalarını ve işleyişini ele alan Kuantum fiziği olmaza, ona dayanan atom ve
atom altı parçacıklara ilişkin teoriler olmasa, transistorlar vs. ve o küçük
cebimize sığan akıllı telefonlar olamazdı.
Önerimizin benzer bir karakteri vardır. O aynı zamanda hem toplum
ve tarihi açıklayan yepyeni, klasik Marksizm’in eleştirilmesine ve
geliştirilmesine dayanan bir teoriye dayanmaktadır hem de onun yine somut
toplumsal mücadelelerden çıkarılmış somut sonuçlarını bir araya getirmektedir.
Aşağıda bu ilişkiyi kısa bir özet şeklinde açıklamayı
deneyeceğiz.
*
Teorik içeriği bir yana, eğer biçimsel bir ilke olarak ifade
etmek gerekirse gerek dünyada gerek Türkiye’deki muhalif, demokrat veya
sosyalist hareketin yıllardır içinde bulunduğu krizin esas nedeni, henüz bölünmelerle bölünmek gerektiğini ve bunun
önemini kavramamış olmasıdır.
Bunun ardında da Sosyolojinin veya Marksizm’in en temel
kavramlarındaki belirsizlik, Sosyolojinin veya Marksizm’in henüz bir bilim
olarak kurulmamış bulunması yatmaktadır.
Yani eğer kısaca ve daha somut olarak ifade etmek gerekirse,
Toplum’un ne olduğunun ve ne zaman ortaya çıktığının tanımlanmamış
olması; bunun ardında Din’in ne olduğunun tanımlanmamış olması, bunun
ardında da Ulus’un ne olduğunun tanımlanmamış olması bulunmaktadır
diyebiliriz.
Bu gibi, en temel olgular tanımlanmamış ve bilinmez kalınca,
Devrim, Bilim, Felsefe, Sınıf, Parti, Marksizm veya Sosyoloji (yani Toplum
Bilimi) gibi kavramlar da anlaşılmaz kalıyor.
Bu durum, tıpkı uzay, zaman, ağırlık, kütle vs. gibi
kavramlar ve soyutlamalar olmadan bir fizik veya canlılık, mutasyon, tür,
popülasyon gibi kavramlar olmadan bir biyoloji kurmaya benzemektedir. Bu
kavramların olmadığı ve doğru dürüst tanımlanıp ilişkilerinin netleştirilmediği
bir fizik veya biyoloji nasıl düşünülemez ise, üstyapı, din, ulus vs. gibi
kavramlar olmadan bir Marksizm veya Toplum Bilim (Sosyoloji) de düşünülemez.
*
Bir örnek olarak, konumuzla da bağlantılı, Din ve Tarikat
(Parti) olgularını ve kavramlarını ele alalım.
Tarikatlar, kapitalizm öncesinin partileridir. Bu nedenle
Partiler de modern toplumun dininin tarikatları ya da mezhepleri olarak
anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. Din konusunu kısaca ele aldıktan sonra Parti
(Mezhep, tarikat, sekt) konusuna tekrar geleceğiz.
Din klasik Marksizmce henüz tanımlanmamıştır, dolayısıyla ne
Toplum’un ne olduğu ne de Ulus’un ne olduğu da tanımlanmamıştır dedik.
Din deyince herkesin aklına otomatikman inanç kavramı geliyor. Yani bilim dışı, akla ve kanıtlara yer
vermeyen. (Din’in “kişisele”, “özele ilişkin” şeklindeki hukuki anlamını şimdilik bir yana bırakalım. Aslında bu da tıpkı
“inanç” gibidir. Ve zaten dinin epistemolojik bir kategori olarak tanımlanması,
onun özele ilişin, yani hukuki bir kategori olarak tanılanmasının bir aracı
olmasıyla ilgilidir ama burada buna girmeyelim konuyu dağıtmamak için.)
Ama böyle yapılarak aslında dinin sosyolojik değil, epistemolojik
bir olgu ve kategori olduğu yönünde bir varsayıma dayanılmış oluyor.
Dolayısıyla buradan da Din, Bilimle zıtlık içinde ele
alınıyor. Yani olaylara, kanıtlara ve akıl yürütmelere dayanmayan bir düşünce
yöntemi olarak, yani bir “inanç” olarak ele alınıyor.
Ve bu anlamda Din’i bir inanç olarak ele alıp inancı eleştirenler
ve savunanlar, dini doğa bilimlerine ilişkin bir teori, ama olaylara ve
deneylere dayanmayan bir teori gibi ele alıp tartışılmış oluyorlar.
Halbuki, burada Din’i böyle ele almanın, yani din ve bilimi
zıtlık içinde ele almanın, Din’i bir epistemolojik kategori veya olgu olarak,
dolayısıyla da doğa bilimlerine ilişkin akıl dışı, saçma bir teori olarak ele
almanın ve böyle tartışmanı kendisi sosyolojik olarak bilim dışıdır.
Çünkü sosyolojik olarak sosyolojik
bir olgu ve kategori olan ve bütün toplumlarda görülen dini, epistemolojik bir olgu veya kategori olarak ele almanın
kendisi, din epistemolojik bir olgu ve kategori olmadığı, dolayısıyla da inanç diye bir sosyolojik bir kategori olmadığı
için yanlıştır ve bilim dışıdır.
Yani din karşısında, bilimi savunmanın kendisi bilim
dışıdır.
Çünkü Din epistemolojik bir sorun değil sosyolojik
bir olgudur.
Ama aynı zamanda işin en ilginç yanı, Din’i böyle bilim ile
zıtlık içinde ele almanın kendisi modern toplumun dininin kendisinin
dayandığı bir varsayımdır, bu dinin bir dışavurumudur, görünümüdür.
Yani, dini epistemolojik bir sorun olarak ele almanın
kendisi tamı tamına bir dinin, modern toplumun dininin, ön kabulüdür.
Ve bizzat bu ön kabulün kendisi toplumun sınırlarını
çizmenin ve toplumsal ilişkileri düzenlemenin bir aracıdır. Yani bu tartışmadaki
tarafların hiç de düşünmediği ve kavramadığı anlamda bu kabulün kendisi bir
Din’in temelidir hatta bir dindir bile denebilir, modern toplumun dinidir ve
dini inanç olarak ele alıp tartışmak, bu dinin içinde bir tartışmadır. Teolojik
bir tartışmadır. Aynı dinden olanların, dini inanç olarak tanımlayanlar
dininden olanların bir tartışmasıdır.
Çünkü modern toplumun dini, din tanımı üzerinden kurulmuş
ve kendisinin kendi tanımına göre din olmadığını iddia eden bir dindir.
Bu nedenle aslında bir “kendine gönderme”dir. Yani
kendini işaret eden bir önermedir, bir döngüdür. Antinomi gibidir, ama onun
çelişkisizidir. Aynı temel mantık yanlışını içerir.
Bu toplumun din tanımını alıp dinin ne olduğunu araştırmaya
kalktığınızda, aslında sosyolojik olarak dinin ne olduğunu anlamazsınız ama nesnel
olarak bu toplumun dinini yeniden üretmiş olursunuz.
İşte Klasik Marksizm’in anlamadığı ve görmediği tam da
buydu. Bu nedenle bir Üstyapılar Teorisi yoktu, bu nedenle Din Teorisi
yoktu ve bir Din Teorisi olmadığı için de bir din teorisi bulunmadığının da
farkında değildi. Ve nihayet bunların dolaylı bir sonucu olarak da bir ulus ve
ulusçuluk teorisi (milletler ve milliyetçilik teorisi) de yoktu.
Dolayısıyla Marksistler ve Marksizm, nesnel olarak, bu dinin
savunucusu ve yayıcısı işlevi görüyordu ve bu din karşısında bilimsel bir din
tanımına dayanan (yani dini sosyolojik bir olgu olarak ele alan ve bilimsel
olarak öyle tanımlayan) bir bilim dolayısıyla da bir din (yani toplumun
ilişkilerini bilimsel olarak düzenleme ve sınırlarını belirleme işlevi
göremiyordu) olamıyordu. Dolayısıyla Marksizmin ve Marksistlerin, bir
“ütopyası” bir programı, bir toplum tasavvuru olamıyordu. Çünkü, programı veya
ütopyası sadece ekonomik kavramlara dayanıyordu ama toplumun sınırları ve
ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ve düzenlenmesi gerektiği sorununu görmüyor,
anlamıyor ve cevapsız bırakıyordu.
Bu nedenle Marksizm ve Marksistler kriz içindeydi ve hiçbir
sorunu çözemez olarak kalıyordu.
“Militan Maddeciliğin
Önemi” üzerine makale yazan Lenin’den, Tanrı fikriyle mücadeleyi gündeminin
başına koymuş Richard Dawkins’e, hatta tersinden Kuran’da en modern fizik ve
biyoloji teorilerinin bulunduğunu iddia eden Müslümanlara veya yaradılışçılar
ve Evrimciler tartışmalarına kadar her tür yazar ve görüş, ne kadar birbirine
zıt görünürlerse görünsünler, aslında aynı gizli ve ortak varsayımı paylaşmış
olurlar: Din bilimle ilişki içinde ele
alınması gereken epistemolojik bir olgu ve kategoridir.
Ama bu önermenin veya dayandığı gizli varsayımın kendisi,
yani dinin epistemolojik bir olgu veya bu kategoriden bir “şey” olduğu yargısı,
sosyolojik olarak bilim dışı bir önermedir.
Ama sadece bu kadar da değil, bu gizli varsayım veya önerme
aynı zamanda modern toplumun dininin dayandığı temel kabuldür. Bu din bu kabul
üzerinden şekillenmiştir.
Yani bu varsayım veya önermenin ve bunlara dayanan tarafların
varlığı, yani dini bilimle zıtlık içinde epistemolojik bir sorun olarak kabul
etmenin kendisi, hiç de epistemolojik bir sorun değil, anlaşılabilir ve
açıklanabilir sosyolojik bir olgudurlar.
Bu konu iyi kavranınca, bütün ulusalcıların ve de
Müslümanların neden aynı zamanda bilim ve din zıtlığı bağlamındaki tartışmalara
çok meraklı olduğu da kolayca açıklanabilir olur.
Bu ilerici gibi görünen “bilimci” veya “gerici” (“inanççı”,
“vahiyci”, görüşün, aslında aynı modern
toplumun dini içinde yer alan ikisi de gerici ideolojilerin çatışması olduğu
daha iyi görülebilir.
*
Neden böyledir? Yani neden sosyolojik bir olgu epistemolojik
bir olgu olarak tanımlanmakta ve ele alınmaktadır?
Bir zamanlar, yani Aydınlanma’nın
doğuşunda, toplumların ilişkilerini ve sınırlarını belirleyen dinleri, bu
tahtından etmek için, yani modern toplumun sınırlarını başka bir ilkeye göre
belirlemek ve ilişkilerini düzenlemek için, önce dinleri bilimle zıtlık içinde
inanç olarak ele almak, inancı da özele ilişkin olarak, politik alanın dışında
tanımlamak, farklı dinlerden insanları aynı Din içinde birleştirmek ve eşit
kılmak için gerekliydi. Elbet bunu zorlayan üretici güçlerin gelişimi, buna
bağlı olarak meta üretimi ve dünya ticaretinin yayılması ve gelişimiydi.
Bu ele alış ve ayrım, klasik Marksizmin “burjuvazinin
devrimci dönemi” dediği dönemde (ki bu kavram da sorunludur, aslında burjuvazi
hiçbir zaman devrimci olmamıştır, ama bu başka bir tartışmanın konusudur), yani
Aydınlanma döneminde, iyi kötü ilerici ve devrimci, yani farklı dinlerden
insanları, politik olarak, devlet karşısında eşitleyici bir işlev görmüştü. Modern toplumun
dini, bu döneminde kozmopolit, insanları birleştirici ve eşitleyiciydi ve gerek
özel ve politik ayrımı, gerek bu ayrıma dayanarak dini politik alanın dışına
çıkararak ve çıkarmak için özele ilişkin olarak, yani inanç olarak tanımlamak
ilerici ve devrimci bir işlev görüyordu. Yani var olan bölünmelerle bir
bölünmeydi. Var olan bölünmelerle bölünerek insanların biçimsel eşitliğini
ve birliğini savunmuş oluyordu. Yani Hristiyan, Müslüman, Protestan, Katolik,
Musevi, Şii, Hindu, Budist, Şamanist gibi bölünmeyle bunları kişilerin özel
sorunu olarak kabil edenler ve etmeyenler bölünmesini geçirmiş oluyordu. Tam da
bu nedenle tüm bu dinlerin içinden aydınlanmacılar (ve daha sonra da Aydınlanmanın
karşı devrime uğramış biçimiyle ulusçular) çıkıyordu.
Aydınlanma, tıpkı putlar (kabileler veya aşiret düzeni ve
onun totemlerle, potlarla bölünmüşlüğü) karşısında İslam’ın Allah’ının
totemlere göre bölünmeyle bölünmeyi ifade etmesi gibi, eski bölünmelerle bir
bölünmeyi ifade ediyor, kökten bir paradigma değişimi yapıyor geniş kesimleri
birleştirme ve ilişkilerini düzenleme işlevi görüyordu.
Ve var olan bölünmelerle bölünen Aydınlanma Dininin
(Evet Aydınlanma sosyolojik olarak ve kendi iddiasının aksine ve tam da bu
nedenle bir dindir, din olmadığını, dinlerin özele ilişkin olgular veya
epistemolojik olgular olduğunu iddia eden, ama aslında tam da bu normatif
kurala göre toplumun sınırlarını çizen ve ilişkilerini düzenleyen (Dinler
sosyolojik olarak tam da bunun yaparlar: Toplumların sınırlarını çizerler ve
ilişkilerini düzenlerler) bir Dindir.) insanların eşitliği yerine ulusların
eşitliğini geçirerek bir karşı devrime uğradığı gerçeğini es geçerek bunu
gündemden düşürmek, aslında bu en gerici ulus ilkesine dayanan devletleri ve
bölünmeleri savunmaktan başka bir anlama gelmez.
Hele bir dille, bir dinle tanımlanmış bir ulusun ve
ulusçuluğun olduğu Türkiye gibi bir ülkede bu türden evrimci ve yaradılışçı
gibi tartışmalar, faşizmin ideolojik ve politik egemenliğinin bir aracıdırlar.
Böylece ulusalcıların ve bu tartışmalara (akıl mı inanç mı,
bilim mi din mi?) çok teşne İslamcıların aynı madalyonun veya gericiliğin iki
yüzü oldukları daha iyi kavranabilir.
Bugün egemen olması gereken tartışma, modern toplumun
dininin ve onun karşı devrime uğramış biçimi olan ulusların ve ulusçuluğun
nasıl akıl, mantık ve bilim dışı olduğunu, insanlığın yok oluşuna yol açacağını
göstermektir.
Günümüzde Lenin’in dediği “militan maddeciliğin” savunusu veya “inanç mı akıl mı, din mi bilim
mi?” tartışması ancak dinin, ulusların ve ulusçuluğun sosyolojik olarak ne
olduğu (Yani Marksizmce nasıl açıklanacağı) düzeyinde yürüyebilir ve
yürümelidir.
Tıpkı bir zamanlar dinlerin politik alandan dışlanmasında ve
bunun için de “özele ilişkin” (hukuki) veya “inanca ilişkin” (epistemolojik) bir
sorunu olarak kabul edilmesinde olduğu gibi, ulusların ve ulusçuluğun her türlü
politik bağlamdan koparılarak kişilerin özel sorunu yapılması, yani ulusların
ve ulusal devletlerin yıkılması için bir teorik, “ideolojik” veya “felsefi” ön
hazırlık gerekir.
Aydınlanma öncesinde Descartes’tan Kant’a kadar birkaç
yüzyılda felsefenin yaptığı bu hazırlığı, bugün insanlık, ya da Marksistler
zamana karşı bir yarış içinde, dinin ve ulusun sosyolojik tanımı ve buna bağlı
olarak modern toplumun tüm kavramlarının yeni baştan sosyolojik olarak tanımlanması
bağlamında yapmak zorundadırlar.
Bir zamanlar Aydınlanma bütün dinleri özel olana veya inanca
atarak var olan dinlerin bölünmesiyle nasıl bölündüyse, bugün de uluslar
bölünmesiyle bölünmek, Aydınlanma’nın ikinci versiyonunu oluşturmak
gerekmektedir.
Yani yeryüzünde bugünkü uluslar ve ulus devletler bölünmesiyle
bölünmek, bugün dünyadaki bütün devletlerin dayandığı temel ilke olan, ulusal
olanın politik olanla çakışması ilkesiyle, yani ulusçulukla, yani bu aydınlanmanın
kozmopolitliği dünya çapındaki insanların ve yurttaşların eşitliği ilkesini
tersine çevirmiş, karşı devrimci, gerici dinle ve onun bölünmeleriyle bölünmek
gerekmektedir.
Yeryüzü ölçüsündeki bütün sol, muhalif, devrimci ve
sosyalist hareketin krizinin temelinde, sorunun henüz böyle koyulmamış olması
ve dolayısıyla böyle koyuşun politik sonuçlarından çok uzaklarda bulunulması
yatmaktadır.
Tarihteki bütün devrimler (Ki bugünkü Devrim kavramı da
sadece politik iktidarla tanımlanmış olduğundan ulusçuluğun ve ulusal
devletlerin gerici varsayımlarını yeniden üretmektedir. Bugün dünyada devrimci
de yoktur bu nedenle. Çünkü ulusal devletler çerçevesindeki değişiklikler
gerçek devrim olamaz, çünkü bir devrim ancak uluslara karşı olabilir)
var olan bölünmelerle bölünerek gerçekleştirilmiştir.
Yani günümüzün devrimi var olan bölünmeyle bir bölünme olmak
zorundadır.
Aslında tarihteki bütün devrimler var olan bölünmelerle bir
bölünmedirler. Yeni dinler, eski dinlerin bölünmeleriyle bölünerek ortaya
çıkarlar. Devrimler toplumsal ilişkileri düzenleyen ve sınırları çizen yeni
bir bölünmenin eski bölünmelerin yerini almasından başka bir şey değildirler.
*
Kabilelere bölünmüş bir dünyada, ticaretin ve şehirlerin
ortaya çıkmasıyla, bir zamanların totemlere dayanan toplumlarının yerini yeni
ihtiyaçlara uygun bir toplumun alması, yani yeni duruma uygun sınırların
çizilmesi ve ilişkilerin düzenlenmesi, kabile
(klan, gens) bölünmesiyle bölünmeyi gerektirmiştir.
Adem’de sonraki ilk büyük peygamber olan hazreti Nuh,
aslında, tüm kabilelerin totemlerini aynı panteonda toplayarak (Nuh’un gemisi
ve ona alınan hayvanlar), o zamanın bölünmeleriyle bir bölünme
gerçekleştirmişti. Bu nedenle belki ilk büyük devrimciydi Nuh. Nuh’un gemisi,
aslında bir Sümer Zigurratı, gemisine aldığı hayvanlar ve bitkiler de kabile
sisteminin totemleriydi (Putlarıydı).
İbrahim, diğer putların (totemlerin) var olan bölünmesi ile,
bir tek Allah ve diğer diğer putlar bölünmesi tarzında yine var olan
bölünmelerle bölünerek, bütün tek tanrılı dinlerin dayanacağı paradigmayı
yaratmış ve en azından 12 Yahudi kabilesi içindeki bölünmelerle bölünerek, ilk
tek tanrılı dini kurmuştu.
Ama diğer totemlerin tanınmamasını şart olarak koşan İbrahim
ve Musa’nın tek tanrısı bile, henüz Yahudilerin dışındaki toplumları, aynı
Tanrının kulluğunda eşitleme iddiasından uzaktı. Bunu sadece Yahudilerden talep
ediyordu. Allah henüz tüm insanların ve tüm toplumun değil, bir “kavimin”, bir kastın
tanrısı olabilmişti. Diğer tanrılar yerlerinde duruyor ve onları da birleştirme
gibi bir iddiası bulunmuyordu. O henüz seçilmiş bir “kavmin” (bir kastın)
tanrısıydı.
Çünkü birkaç bin yıllık uyarlık tarihi boyunca, ilk kez Nuh’un
keşfettiği farklı kabileleri aynı bütünde birleştiren, onların totemlerini
toplayan Panteon (Zigurrat, Kabe) kabile totemlerinin toplandığı,
kabilelerin ilişkilerini düzenleyen bir yer olmaktan çıkmış, dönüşmüş ve daha
soyut hale gelip, daha geniş alanları kapsayan toplumların-dinlerin temsilcisi
olan tanrıları bir araya getiriyordu. Büyük imparatorlukların Kabeleri,
panteonları böyleydi. Nemrut dağındaki bir bölüğü doğuya, bir bölüğü batıya
bakan tanrılar Doğu ve Batı tarafında bulunan toplumların tanrılarıydı ve büyük
ölçüde kabile totemleri olmaktan çıkmış çok daha büyük toplulukların tanrıları
olmuşlardı. Tanrılar somut toplumları temsil ederler.
Allah önceleri onlarla açıktan bir savaşa girip kendi
egemenliğini, yani tüm insanların Allah’ın kulları olarak eşitliğini
kuramayacağından, önce bir kabilenin veya kabileler federasyonunun (12 Yahudi
kabilesi) tanrısı olabildi ve dolayısıyla diğer tanrıların yanında, kastlara dayanmayan
Akdeniz-Önasya dünyasında bir ticaret kastının kuruluşunun aracı oldu.
Hıristiyanlık da var olan bölünmelerle bir bölünmedir
aslında. Roma İmparatorluğunda yüzlerce Tanrı vardı. Bunlar farklı toplulukları
sembolize ediyorlardı. Romalılar her fetih ettikleri yerin tanrısını alıp kendi
panteonlarına koyarak sisteme entegre ediyorlardı. Roma’nın kurduğu sistem
bölünmelerle bir bölünme olmaktan uzaktı. Bunu ancak daha sonra Hıristiyanlık
sağlayabildi. Ve Roma imparatorluğu alanındaki insanları aynı Din (aynı
sınırlar ve ilişkiler) içinde birleştirebildi.
Hıristiyanlık Yahudilik içinde din adamları oligarşisine
karşı bir parti (sekt, tarikat), yani
sınıf mücadelesi aracı, olarak ortaya çıkmıştı. İsa’nın küçük sekti, Yahudilik
içinde bir bölünme olarak kalsaydı, örneğin Essenliler gibi, o zamanlar çok
güçlü olan, sonra adı bile anılmayan unutulan, bilinmez bir parti (sekt, mezhep-tarikat)
olarak kalırdı.
Ama Antakyalı Paulus, bu partiyi (sekti, tarikatı) bir dine
dönüştürdü. Bunu var olan bölünmelerle bölünerek yaptı. İsa’nın öğretisini var olan bölünmelerle bir
bölünmenin aracı yaptı. Bunun için de ilk Hıristiyanlar içinde, Yahudiliğin içinde
bir mezhep olarak doğan Hıristiyanlığa başka dinlerden kimsenin kabul
edilmemesini savunan Yahudilere karşı savaşarak, Yahudiler ve diğer dirlerden
olanlar böünmesiyle bölünerek, tüm dinlerden herkesin Hıristiyan olabileceğini
savunarak o küçük tarikatı, tüm Roma topraklarında egemen olacak bir dine
dönüştürdü. Ve yine büyük bir devrim yaptı.
Muhammet de Mekke’deki putları yıkarken, yine var olan
bölünmelerle bölünerek en azından üç uygarlık alanına yayılabilen ve insanları
bu alanlarda Allah’ın kulluğunda birleştirip eşitleyebilecek bir din kuruyordu.
Bu tanrının var olan putlar bölünmesi ile bölünmesi ve bir
kastın tanrısı, eşitsizliğin tanrısı olmaktan çıkıp, bütün insanların
eşitliğinin tanrısı olabilmesi için binlerce yıl geçmesi, Hazreti Muhammet’in
gelmesi gerekiyordu. Allah ancak o zaman tam anlamıyla bir kastın tanrısı
olmaktan çıkıp, tüm uygarlık alanlarının eşitleyicisi olabilecek gücü ve
iddiayı ortaya koyabilmişti.
*
Ama bütün bu dinlerin hepsi, aynı zamanda daha ilk
başarılarını kazandıklarında egemen devletler ve sınıfların gerçekleştirdiği
birer karşı devrim yaşadılar.
Yeni dinler, yani bu devrimler yayılışlarını bu karşı
devrime uğramış biçimler içinde gerçekleştirdiler.
Diyebiliriz ki, sınıflı toplumlar boyunca devrimler,
ya da yeni dinler, karşı devrime uğramış biçimleri içinde yayılmışlardır.
Marks’ın dediği devrimi öldürenler onun vasiyetini yerine ettirirler önermesi,
başka bir bağlamda söylenmiş olsa da, bir yanıyla da bu gerçeğin modern tarihin
olguları ışığında sezilmesidir.
Bu yayılışları boyunca uyarlığa yeni geçen genellikle henüz
komünal ilişkiler içindeki toplumların o dinlere geçmesiyle bir gençlik aşısına
uğrayarak, devrimci dönemlerinin soluk bir yankısına, bir Rönesans’a
uğradılarsa da yeni dine geçen toplumlar da aynı akıbete (karşı devrime), hem
de daha hızla uğramaktan kurtulamadılar.
Örneğin Müslümanlığa geçmiş Oğuz kabilelerinin Anadolu ve Balkan
yarımadalarını, Berberi kabilelelerinin İberik Yarımadasını, Özbek
kabilelerinin Hint alt kıtası veya yarımadasını ele geçirmeleri, aslında
İslam’ın karşı devrime uğramış biçiminin uygarlığa yeterince bulaşmamış toplulukların
sağladığı gençlik aşılarıyla yayılışından başka bir şey değildir.
Buradan şu sonuç çıkar, gerçek devrimler toplumun
sınırlarını yeniden çizer ve ilişkilerini düzenler. Yani devrimler, bir dinden
diğer dine geçiş sağlarlar. Diğer bir ifadeyle, devrimler, var olan dinler ve/veya
bölünmelerle bir bölünmedirler ve bu bölünmeler temelinde yeni bir dinin doğuşu
ve kuruluşudurlar.
Bu nedenle partiler,
yani mezhepler veya tarikatlar devrim yapamazlar. Çünkü
onlar verili bir din veya toplum içinde, farklı sınıfların konum ve çıkarlarını
korumanın aracıdırlar. Var olan dinler içinde bir bölünmedirler. Var olan
dinlerle bir bölünme değildirler ve paradigmaları da buna uygun değildir. Çünkü
başka dinlerle bölünecek, onları da kapsayacak bir paradigmaları yoktur ve başka
dinlerin içinde bölünmelere yol açamazlar.
Örneğin, Hıristiyanlığın veya Budizm’in içinde bir Alevilik
yoktur, Protestanlık Müslümanlığın veya Hinduizm’in içinde olamaz. Dolayısıyla
örneğin İslam’ın içinde bir ezilenler (köylüler) partisi olan Alevilik, birer
din olan Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm vs. gibi bölünmelerle bölünemez,
böyle bir bölünmenin aracı olamaz. Bunu başaracak bir sosyal ve kavramsal
temelden yoksundur. Bu nedenle devrim yapamaz. Mezhepler ve tarikatlar, yani
eski çağların partileri, sadece var olan bölünmelerden biri içinde (örneğin İslam’ın
içinde) sınıfsal bir bölünmenin ifadesi ve belli bir sınıfın çıkarlarını
korumanın aracı olabilir.
Bu bütün dinlerin içindeki bölünmeler için geçerlidir.
O halde sosyolojik olarak Din, alışıldığı ve yaygın olarak
görüldüğü gibi, bilim ile değil, Parti yani Tarikat, Sekt, Mezhep gibi
kavramlarla, yani bir din içindeki genellikle belli sınıfsal bölünmelere
karşılık düşen kavram ve olgularla zıtlık içinde ele alınmalıdır.
Bu nedenle Partiler (mezhepler, tarikatlar de antik çağın
partileridir) devrim yapamazlar. Çünkü var olan bölünmelerle bölünemezler.
Bir parti, ancak bir parti olmaktan çıkıp, bir din
olduğunda veya var olan bölünmelerle bir bölünmeye dönüştüğünde bir devrim
yapabilir.
Bunun en güzel ve somut örneği Hristiyanlıktır. Haham
oligarşisine karşı bir sekt, bir parti olmaktan çıkıp, Roma İmparatorluğu
alanındaki bütün bölünmelerle bölünerek bir Din olduğunda ancak bir devrim
başarabilmiştir. Benzeri minyatür ölçülerde İslam ve Aydınlanma’da da
görülebilir.
İslam başlangıçta Kureyş’li Patricilere (soylu ve
zenginlere) karşı, Mekke’nin pleplerine (yoksullara) dayanan bir partiydi. Kuran’ın
ilk dönem ayetleri (Bahçe sahipleri vs.) genellikle sınıf farklarına vurgu
yapar.
Hatta peygamberliğinden önce, Muhammet ilk başta Hazreti Nuh
gibi, bir yöntem izleme denemelerinde de bulunmuştu. (Örneğin aşiretler
arasındaki kim taşıyacak kavgasına karşı, Hacer ül Esved taşını bir bezin
üstüne koyup, çeşitli aşiretlerin ortaklaşa taşımaları ve böylece kavgayı
engellemesi meselinde olduğu gibi.)
Ancak bütün bu tecrübelerle bunun çıkmaz olduğunu görünce
var olan aşiret bölünmelerine karşı savaş açabildi.
Aydınlanma da böyledir. Var olan dinlerle, yani bölünmelerle
bir bölünmedir. Tüm sınırların ve ilişkilerin yeniden tanımlanmasıdır,
Dolayısıya yeni bir din olabilmiştir. Tam da var olan dinlerle bölünme olduğu
için tüm dinlerden kendisi için savaşacak gönüllüler bulabilmiştir. Tıpkı ilk Hristiyan
veya Müslümanların da farklı dinler ve kabilelerin içinde Hıristiyanlık ve
Müslümanlık için savaşacaklar bulabilmesi gibi.
Aydınlanma da bir dünya pazarı ve ticaretinin ortaya çıkışının
ürünüydü. Ama bu dünya pazarı ve ticareti fiili ve ekonomik olarak birliğine
rağmen, binlerce yıllık uygarlık dinleri içinde (keza komünlerin dinleri
içinde) bölünmüştü. Aydınlanma eğer Protestanlık gibi çıktığı yerdeki din
içinde bir bölünme olarak kalsaydı tüm dünyaya yayılamazdı ve diğer dinlerden
insanların içinde taraftarlar bulamaz onları bölemezdi, dünyayı birleştirmenin
bir aracı olamazdı.
Aslında bu bakış açısından Nuh ve İbrahim’den başlayarak
Aydınlanmaya kadar bütün dinlerin ortaya çıkışı ve yayılışı, üretimin ve
ticaretin ortaya çıkardığı fiili ilişkilere uyun bir üstyapının ortaya çıkıp
yerleşmesinden başka bir şey değildir ve aynı geleneğin devamıdırlar.
Bütün bu devrimlerde, yeni dinler var olan bölünmelerle bir
bölünme olarak ortaya çıkmışlardır. Bir parti veya tarikat ancak bir parti veya
tarikat olmaktan çıktığında yeni bir din olarak ortaya çıktığında köklü bir değişiklik
yapabilmiştir.
Aydınlanmadan önce Protestanlık, Püritenizm, Kalvenizm
vardı. Yani Hristiyanlık içinde partiler. Bunlar hiçbir şekilde tüm dinlerden
insanları birleştirecek bir paradigma sunamazlar, yepyeni bir dine
dönüşemezlerdi. Protestanlığın sınırlarını aşıp, onu da bir kişisel soruna
indirgeyen Aydınlanma bunu başarabildi.
Aydınlanma dini, o zamanların dünyasına egemen olan
Hıristiyanlık, İslam, Budizm, Brahmanizm, Taoculuk, Konfüçyüsçülük gibi büyük
uygarlık dinleri karşısında, nasıl bir ilkeye dayanarak, bu çok farklı
paradigmaları olan dinlerle bölünüp tüm yeryüzünü bir tek din içinde birleştirebilir,
eşitleyebilir ve ilişkilerini düzenleyebilirdi?
Bunun tek bir yolu vardı, o dinleri, yani var olan sınırları
ve bölünmeleri ve ilişkileri, kişilerin özel sorunu olarak tanımlamak ve toplumun
fiili örgütlenmesinin, ilişkilerinin düzenlenmesinin ve sınırlarının
çizilmesinin aracı olmaktan çıkarmak ve tem da bu işlemin kendisiyle ilişkileri
yeniden düzenleyip sınırları çizmek.
Bunun için de toplumsal hayatı, özel ve politik diye iki alana ayırmak gerekiyordu.
İnsan hakları evrensel beyannamesinin birinci maddesinin
yaptığı tamı tamına budur. İnancın, düşüncelerin (yani uygarlık dininden isen
uygarlık dinin), (veya uygarlık öncesi bir dinden isen) soyun (klanın, totemin)
senin özel sorunundur, diğer insanlarla eşit olmana engel olmaz diyordu. Ancak
böylece tamamen farklı dinlerden insanlar, bu din ister “soya” dayanan bir
komün dini, isten “inanca” dayanan bir uygarlık dini olsun, eşit yurttaş olabiliyorlardı.
Bu sayede Çin’den Mağribe kadar milyonlarca insan bu dinin
gönüllü savunucuları oldular.
Ancak bu yeni din de tıpkı öncekiler gibi daha ilk
adımlarını attığında bir karşı devrim yaşadı. İnsanları eşitlemenin aracı olan
özel ve politik ayrımı, politik olanı bir toprak parçasında yaşayanlarla veya
bir dilden, bir dinden olanlarla tanımayarak, yani ulusları ve ulusçuluğu icat
ederek, insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçirerek devletlerin ve
yıktığından daha derin, korkunç ve her türlü değerden yoksun bölünmelerin
temelini attı.
Bu Aydınlanma devriminin yayılması da işte bu karşı devrimci
biçiminde, uluslar ve ulusçuluk biçiminde oldu. Ulusçuluğun yayılışı, aslında
Aydınlanma devriminin karşı devrime uğramış biçiminde yayılmasından başak bir
şey değildir.
Aydınlanma devriminin ikinci baskısı da Rusya’da Ekim Devrimi’nde
yaşandı ama o da birincisinin Napolyon karşı devrimiyle ezilmesi gibi Stalin
karşı devrimiyle ezildi. Kendisini ezen karşı devrimciler aracılığıyla da
yayıldı.
Ama bu devrimin her yayılışı, ki bu fiiliyatta sömürgeciliğe
karşı ulusal savaşlar biçiminde ortaya çıkmıştı, aynı zamanda Aydınlanma’nın
fikirlerinin ve özlemlerinin silik yankılarının yeniden canlanması, birer kısa
süreli gençlik aşısı olduysa da orijinalinden daha kısa zamanda ve daha kötü
karşı devrimlere uğradılar. Neredeyse bütün ulusal kurtuluş savaşlarının kaderi
bunun bir kanıtını oluşturur.
İşte bugün dünyadaki uluslar ve ulusal devletler düzeni, bir
karşı devrimin düzenidir. Uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı esas sorun
olarak ele almadan, dolayısıyla bu bölünmeyle bölünmeden, yani “ulusal olanın olanın politik olanla
çakışması ilkesini” (ulusçuluğun ve ulusal devletlerin varlığının dayandığı
temel ilkedir bu Gellner’in tanımı ve formülasyonu) sorgulamadan ve ona karşı
savaş açmadan bu düzeni yıkmak mümkün olamaz.
Ulusal devletler içinde tarikatlar veya partilerden, yani
var olan fiili bölünmeler içinde alt sınıfların çıkarını savunmanın aracı olan
partiler ve tarikatlardan başka bir şey olmayan bugünkü, enternasyonalist (yani
ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini, ulusçuluğun bu ilkesini,
sorgulamayan aksine onu savunan, ona dayanan) sosyalist ve Marksist partiler bu
nedenle bir devrim yapamazlar ve insanlığın içinde bulunduğu çıkmaza karşı bir
çözüm sunamazlar.
Bugün bir devrimci hareket, yeni bir din, Aydınlanma’nın
geleneğine dayanarak, ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın
da kişilerin özel sorunu olmasını, savunan bir hareket olabilir.
Yani tıpkı İslam’ın kaynağa (İbrahim’e) dönerek, ama onu
yeni koşullarda yeniden tanımlayarak yaptığının benzerini yapmak gerekmektedir.
Özel ve politik ayrımına dayanmak ama bu ayrıma dayanarak nasıl tanımlanırsa
tanımlansın bütün ulusları ve ulusçuluğu kişilerin özel sorunu yapmak. Politik
olanı ulusal olanla tanımlamaya karşı tanımlamak.
Çünkü ancak bu ilkeyi savunarak var olan bölünmelerle bölünülebilir
ve yeryüzü ölçüsünde bir tek “devlet”, aslında devlet olmayan devlet
kurulabilir.
Sınıf mücadelesinin aracı olan partiler ancak böyle bir
programı benimsediklerinde bir dinin yeni savunucu, savaşçı ve yayıcılarına
dönüşebilirler.
İşte Dinin gerçek sosyolojik ve bilimsel bir tanımı
yapıldığında, yani Marksizm gerçek bir bilim olduğunda, Sosyoloji yeniden
kurulduğunda, Toplum, Din, Ulus gibi kavramlar bilimsel olarak tanımlandığında,
Marksizm gerçekten bir partinin ideolojisi olmaktan çıkar bir din olur.
Aydınlanmanın din bilim zıtlığının yerini dinin (yani toplumun sınırlarının ve
ilişkilerinin toplumsal hayatın ve hareketin yasalarına uygun olarak yeniden
tanımlanması ve şekillenmesi) bilimle özdeşleşmesi alır. Marksizm ancak gerçekten
bir bilim olduğunda bir din olabilir ve bir devrim gerçekleştirebilir.
*
Buraya kadar genel ve teorik alanda kaldık. Bu arka plan
bilinmeden bizim Türkiye’deki güncel politikaya ilişkin, stratejiye, taktik ve
mücadele biçimlerine ilişkin önerilerimiz anlaşılamaz.
Stratejiye, programa ilişkin bir örnek vereyim: Sık sık, “Türkiye’de demokrat yoktur. HDP’nin programı bile demokratik değildir” diyorum. Ve ona “Kürtlüğün tanınması” değil, “Türklüğün de tanınmaması” programını öneriyorum ve ancak böyle bir program ile ancak Türklerin de demokratik mücadeleye kazanılabileceğini ve dönüşebileceklerini yazıyorum.
Stratejiye, programa ilişkin bir örnek vereyim: Sık sık, “Türkiye’de demokrat yoktur. HDP’nin programı bile demokratik değildir” diyorum. Ve ona “Kürtlüğün tanınması” değil, “Türklüğün de tanınmaması” programını öneriyorum ve ancak böyle bir program ile ancak Türklerin de demokratik mücadeleye kazanılabileceğini ve dönüşebileceklerini yazıyorum.
Yukarıda yazılanlar ışığında bakıldığında bunun var olan
bölünmelerle bir bölünme önerdiği, gerici ulusçuluğa karşı nispeten demokratik
bir ulusçuluğu Türkiye ve Ortadoğu için bir program ve strateji olarak önerdiği
görülebilir.
Nasıl?
Yukarıda açıklanan Aydınlanma’nın uğradığı karşı devrim de
aslında iki aşamalı olmuştur.
Birincisinde ulus bir toprak parçasında yaşayanlarla
tanımlanmıştır. Bu karşı devrimde devlet henüz, dil ve din körüdür. Ulus dili,
dini ne olursa olsun o devletin topraklarında yaşayanları kapsar ve eşitler.
Diğer ulus ve devletlerle bölse de. Buna nispeten “demokratik bir ulusçuluk”
diyoruz, özünde bu da bir karşı devrim olmakla birlikte. Çünkü insanların
evrensel ve kozmopolit eşitliği yerine ulusların eşitliğini getirmiş,
dolayısıyla Aydınlanma’nın tüm insanların eşitliği ilkesini ortadan
kaldırmıştır.
İkinci karşı devrimde ise, ulus bir dille, kültürle, dinle,
kanla, soyla vs. veya bunların çeşitli bileşenleriyle tanımlamıştır. Bu ikinci
karşı devrimin ya da ulusçuluğun anavatanı da Almanya’dır. Bu iki farklı
ulusçuluğa, hiç de özlerindeki farklıları yansıtmayacak şekilde Fransız ve
Alman ulusçulukları denilmekte bu farklılık sanki iki farklı kültürün farkıymış
gibi koyulmaktadır.
İşte politik olanın bir dille, dinle vs. tanımlanmış
ulusçuluğuna karşı ulusun bir dille, dinle tanımlanmaya
karşı tanımlanmasını getirerek, bugünkü bölünmeyle bölünen nispeten
demokratik devrimci bir program öneriyoruz.
İşte programatik, politik ve stratejik olarak bunları
savunurken, yani var olan bölünmeyle bölünen bir politik hareket yaratmaya
çalışırken aynı zamanda bu tür bir bölünmenin teorik arka planına ilişkin
de yukarıda kısaca özetlenen teorik çalışmalar yapıyor, ezberleri bozuyoruz.
Ama bunlarla da yetinmiyoruz. Bu politik, programatik ve stratejik hedeflere yönelik olarak aynı zamanda günlük politikanın tamamen en acil ve can alıcı, taktiklerine, örgüt ve mücadele biçimlerine yönelik sorunlarında da öneriler yapıyoruz.
Ama bunlarla da yetinmiyoruz. Bu politik, programatik ve stratejik hedeflere yönelik olarak aynı zamanda günlük politikanın tamamen en acil ve can alıcı, taktiklerine, örgüt ve mücadele biçimlerine yönelik sorunlarında da öneriler yapıyoruz.
Ve bu önerilerimiz hem politik ve stratejik hedeflerle hem
de onların ardındaki teorik önermelerle tam bir uyum halindedir.
Ama aynı zamanda tam da yine bölünmelerle bölünme yaklaşımıyla
politik taktikleri ve örgütlenme anlayışlarını ortaya koymaktadır.
Bugün toplumsal muhalefet bölünmüş bulunmaktadır. Bu
bölünmüşlüğü birleşelim demekle birleştirmek mümkün değildir. Biz fiiliyatta bu
bölünmeyle bölünme yaratacak, insanların bizzat eylem içinde deneyerek yaşayarak
değişeceği ve var olan bölünmelerle bölünebileceği bir biçim öneriyoruz.
Bugün toplumsal muhalefet nasıl hareket ediyor?
Öncelikle her parti, her örgüt kendi bayrağı, flaması,
sloganı, müziği vs. ile bir gösteri veya protestoya katılıyor veya kendisi
böyle örgütlüyor.
Ama bu onu toplumun diğer kesimlerinden ayırmış oluyor aynı
zamanda. Böylece geniş kitlelerin, inancı, soyu, sopu, görüşü ne olursa olsun
somut bir hedef etrafında bir araya gelmesi olanağı ortadan kalkıyor.
Diğer bir sorun da politik özgürlükler alanında bu
özgürlükleri savunma biçimine dönüşüyor her eylem. Yani bir politik özgürlüğü
kullanma aracı oluyor. Devlet saldırınca bunu savunmak için genellikle
direniliyor. Direnilince de ya çatışma, gözaltı ve tutuklamalar oluyor ya da
bir süre sonra katılım azalınca artık hiçbir şey yapılamaz hale geliniyor.
Tabii her iki halde de kitlelerin katılımı olanaksızlaşıyor. Küçük aktif
grupların ötesinde ciddi bir direniş, örgütlenme görülemiyor.
İşte önerdiğimiz biçim iktidarın silahını hem ona karşı bir
silaha dönüştürmek hem de aynı zamanda bu silahı var olan bölünmelerle
bölünmenin bir aracı olarak kullanmak anlamına geliyor.
Bugün gelin bir miting yapalım, kimse kendi bayrağını
taşımasın ya da şu ortak bayrak ve slogan etrafında birleşip bir şey yapalım
dense, bu hem olanaksızdır hem de yeni ayrılıkların kapısını açar. Diyelim bir
bölüm anlaştı ama anlaşamayanlar bunun dışında kalır vs..
Halbuki bu birliği sağlayacak olan bizzat iktidarın terör
rejimidir.
Politik haklar alanına girmeden eylem yapmak dediğimiz bir
taşta iki kuş vurmaktadır.
Birincisi, iktidarın her türlü politik eyleme karşı
kullandığı polis gücünü kullanamaz kılmaktadır. Çünkü ortadaki politik eylem
politik alana giren bir eylem yapmamaktır.
Hiçbir set çıkarmadan, bayrak flama taşımadan her gün aynı
saatte aynı yerlerde bulunmak hukuken politik bir eylem değildir ve bunu
politik bir eylem olarak görüp dağıtmak da hem hukuken hem de pratik olarak
olanaksızdır. Çünkü aynı zamanda direnilmeyecektir. Burada durma, orada dolaşma,
şurada oturma dendiğinde biraz ötede bütün bunlar yapılmaya devam edilecektir. Bunu
kanıtlama ve buna karşı bir tedbir geliştirme olanaksızdır. Çünkü temel
insanlık hakkıdır bir yerde bulunmak, yürümek, oturmak, dolaşmak, sohbet etmek
vs..
Ama bize hem polisle çatışma olmadığı için. Geniş kitleler
açısından bir riski olmadığı için, ama aynı zamanda memnuniyetsizliği dışa
vurma olanağı sağladığı için kolaylıkla sahiplenilip uygulanabilecek bir
biçimdir bu. Yeter ki başlangıcı için küçük de olsa bir katalizör, bir maya
bulunsun.
Süt ılımış içine bir parça yoğurt atıp mayalamak gerekiyor. Ortada
olmayan bir kaşık maya.
Ama iktidarın bizi sıkıştırdığı politik alana girmeden
politik eylem yapma biçimi aynı zamanda muhalefetin bölünmeleriyle bir bölünme
yaratmak için de bir olanak olarak ortaya çıkıyor.
Kimsenin slogan atmaması, bayrak flama taşımaması, yani
politik, dinsel, kültürel vs. başka bir kimlik veya bu kimliği ifade eden bir
sembol kullanmaması aynı zamanda var olan bölünmelerle bir bölünmedir.
Böylece muazzam bir devrimci özellik taşımaktadır.
Milyonlarca insan anlatmayla, iknayla değil, kendi denemeleriyle, mücadele
içinde değişir.
Siyasi olarak kendini ifade etmenin olanaksızlığının zorunlu
olarak ortaya çıkardığı herhangi bir var olan bölünmeyi ifade etmeme ve edememe
durumu, zorunlu olarak, böyle bir niyet taşımasa da aslında var olan bölünmelerle
bir bölünmedir.
Bizzat eyle ve deneme içinde bunun nasıl bir güç ve
değiştirme gücü taşıdığı, var olan bölünmelerin çıkmazı deneyle milyonlarca
insan tarafından görülebilir ve milyonlar eylem içinde kendilerini eğitip değiştirebilirler.
Bir mücadele biçimi ve taktik çerçevesinde edinilen bu ders,
kısa zamanda programatik bir sonuca doğru, ulusu bir dille, dinle, kültürle
tanımlayanlarla bu bölünmeyle bir bölünmeye doğru dev adımlar atabilir.
Bu somutta programatik olarak, dil ve din körü bir iliş ve
ulusçuluk anlamına gelir.
Bir yasağı aşmak ve kitleselleşebilmek için buraya kadar
ilerleyebilen bir hareket buradan da dünyayı kaplamış uluslar bölünmesiyle bir
bölünmenin adımını atıp uluslara karşı bir savaşın bayrağını yükseltebilir.
Dünyadaki bölünmelere karşı bir bölünmenin başlangıç vuruşunu yapabilir. Buna
insanlığın her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı var. Değişen iklimden global
pandemilere kadar her şey ulusları, ulusal devletleri mezara koymanın zamanının
geldiğini bağırıyor.
Gerekli olan tek şey var: Kadıköy veya Beşiktaş’ta böyle bir
hareketi başlatacak bir maya ve asgari ölçüde kritik bir kütle.
Kritik kütleye erişildiğinde bir zincirleme bir nükleer
reaksiyon başlayabilir.
2 Mart 2020 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder