Değerli arkadaşım Nabi Kımran’ın 17 Ağustos 1999 İzmit
depreminde bir hapishanede bir devrimci olarak yaşadıklarını anlattığı “Gazete
Duvar”da yayınlanmış
bu yazı, “somut şartların somut tahlili” ile, böyle kırılma noktalarında “normal”
zamanlardaki paradigmaların ve önceliklerin ne kadar kökten ve hızlı
değişeceğini somut olarak gösteriyor.
Bir depremde bir hapishanenin yıkıntıları arasında, çaresiz
insanların hayatını korumak söz konusu olduğunda, devrimcilerin can düşmanlarıyla
birle iş birliği yapmaktan, en azından bir ateşkes yapmaktan, kendilerinin
yeminli düşmanı faşistleri ve Mafia çetelerinin bile canını kurtarmaktan, kendi
haklarından feragat etmekten çekinmediğinin somut örnekleriyle dolu. Tam da
bunun için can düşmanlarının bile saygısını kazanıyorlar.
Hapisteki devrimciler bunu oturup. somut şartların somut
tahlili budur, bu durumda bunu önceliğe almamız gerekir diye tartışmadılar. Yılların
bir devrimci olarak içlerine işlemiş hümanizmi ile tıpkı bir şoförün otomatik hareketlerle debriyaja basıp
vites değiştirmesi gibi, adeta içgüdüsel olarak yaptılar.
Bugün dünya ve Türkiye tıpkı Depremi hapishanede
karşılamış mahkumlar gibi ama maalesef böyle insancıllığı içselleştirmiş
anın acil görevlerine içgüdüsel olarak uygun tepkiler veren devrimciler ve
örgütler yok.
Hikayedekinden farklı olan henüz depremin olmaması. Ama
büyük bir depremin öncü sarsıntıları duyuluyor.
Büyük bir deprem geliyor, bir can pazarı geliyor, "bu
durumda acil olarak ne yapmak neler önermek gerekir?" diye soran bile yok.
Hatta aksine insanlar gelenin korkunçluğunu anlamak ve
kabullenmek istemiyor.
Deprem öncesinin Türkiye ve dünyasında, deprem sonrasının hapishanedeki örgütlü ve bilinçli kendi öz örgütlenmeleri olan halkı bile yok.
Örneğin bile bile salgının kucağına atılan mahpustakilerin tüm ülke çapındaki hapishaneleri kapsayan bir açlık grevi bile yok.
Örneğin bile bile salgının kucağına atılan mahpustakilerin tüm ülke çapındaki hapishaneleri kapsayan bir açlık grevi bile yok.
Depremden sonra Devrimciler hapishanenin örgütlü ve
bilinçli halkı olarak, kendi öz örgütlenmeleriyle, “askeri komünizm”
uygulayarak eldeki kaynakları eşitçe bölüşüyorlar.
Bugün böyle bir öz örgütlenmeyle, adeta ikili iktidar
organı olarak ortaya çıkacak, organlarıyla var olan devletin yapmadığını yaparak, canları kurtarabilecek, var olan devletin ne kadar asalak bir ur olduğunu
gösterecek ne bir örgütlülük var, ne de 200 yıllık işçi ve sosyalist mücadelelerin
derslerini ne “geçiş taleplerini” bilenler var, ne Lenin’in “Yaklaşan Felaket
ve Kurtulma Çareleri” yazısını okumuş ve üzerine düşünüp sonuçlar çıkarmış yeni
devrimci kuşaklar var.
Bugün yığınlar böylesine korkmuş, dağılmış, tek tanrılı
dinlerin binlerce yılda oluşturduğu, kapitalizm öncesinden kalma değerleri bile
yitirmiş, en azından devlete içgüdüsel bir güvensizlik ve düşmanlık duyma gibi
tüm olumlu özelliklerini yitirmiş, Kapitalizm öncesi şark despotluklarının
günümüzdeki uzantısı devletin gücünün hayranı olmuşlar. Bu kamburun üstüne modern toplumun kamburu binmiş, kapitalizmin her şeyi parayla ölçülen bir metaya çevirmiş değerleri ile
yoğrulmuşlar.
Ve onun kendini örgütlemesinin öncüsü olabilecek, tıpkı
ılımış süte katılarak onu yoğurt yapmaya yarayacak bir maya gibi, katalizör
rolü görebilecek bir kaşık yoğurt bile yok.
Öte yandan bu yığınlar ancak kendi deneyleriyle
öğrenirler.
Bu çıkmazdan kurtulmak ama aynı zamanda “Korona
Hapishanesi”nde olanca insanın canının kurtarılması için ne yapmak ne önermek
gerekir politik olarak?
Böyle bir durumda ilk yapılacak iş, paradigmanın
değiştiğini görmektir.
Onu göre somut öneriler getirmektir. Bunlar belki çoğuna
ilk elde saçma gibi görünebilir. Ama bir toplumsal örgütlenmeyi, bir değişimi,
yitirilmiş güveni kazanmanın başka çaresi yoktur.
Şu paradoks bile kimseyi uyandırmamaktadır. Aslında
özgürlüklerin son kalıntılarını yok etmek ve sokağa çıkma yasağı uygulamak için
hiçbir büyük bahane aramayacak olan bu hükümet, bunu uygulamamak için bin dereden su getiriyor. Bu devlete zerrece güvenmeyen devletin düşmanı, hele
özgürlüklerin kısıtlanmasının en keskin muhalifleri ya da bilim adamları acil
sokağa çıkma yasakları istiyor. Her ülkede böyle bu.
Çünkü bir tarafta insan hayatına değer vermek, diğer
tarafta da karları ve gücü koruma esas yönlendirici. Yani “İnsan mı ekonomi mi?”
Bu rollerin yer değiştirmişliği bile demokratik
muhalefeti uyandırmaya, bu durumu kavrayarak somut önerilerle bu durumu
demokrasi mücadelesine güç kazandırmak için değerlendirmeye yetmiyor.
Önderlik demek öngörü demektir. Öngörü yetmez, kararlıca
ve enerjiyle davranıp ön görünün gerektirdiği kararları organ kararıyla
birleştirip uygulamak gerekir.
Sadece öngörü değil, en küçük tutamak olabilecek bir
organ da yok.
İşte biz bu nedenlerle acil olarak sokağa çıkma yasağı
diyoruz. Muhalefet partileri ikinci bir meclis gibi harekete geçebilir ve hükümetin cinayetine karşı öz savunma çağrısı yapabilir diyoruz.
Bu meclis, tüm ordu, polis ve diğer memurları, evlerine
kapatılmış halkın iaşe ve ibadesini, ihtiyaçlarını karşılamakla görevlendirsin
diyoruz.
Derhal zamanı durdursun, bütün ödemeleri, borçları,
alacakları dondursun ve o andan itibaren tüm yurttaşlara var olan kaynakları
eşit olarak dağıtabilmek için, aynı zamanda tüketim sınırı da olacak bir geliri
versin diyoruz.
Başka hiçbir şey hem korkunç ölümleri hem de ekonomik
korkunç bir çöküşü engelleyemez diyoruz.
Bunlarla başlansın halkın örgütlenmesi, “durumun normale
dönmesi” için neler yapılacağı için tartışma yapabilmek ve kararlar alabilmek
için zaman kazanılsın diyoruz.
Sadece bu öneriler bile, bu örgütsüz dağınık,
toparlanmasını sağlayacak bir parçacık mayadan bile yoksun, halkın önüne bir perspektif
koyabilir diyoruz.
Başka bir somut önerisi olan var mı?
Bu koşullarda hükümetin programının karşısına yaklaşan felaketi önlemek işlevi görebilecek ve ezilenleri ezenlerle, yoksulu zenginlerle en azından kısa bir zaman için, “zamanın durdurulduğu” süre için, korona kadar eşit kılacak “askeri komünizm” öneriyoruz.
Bu koşullarda hükümetin programının karşısına yaklaşan felaketi önlemek işlevi görebilecek ve ezilenleri ezenlerle, yoksulu zenginlerle en azından kısa bir zaman için, “zamanın durdurulduğu” süre için, korona kadar eşit kılacak “askeri komünizm” öneriyoruz.
Sokağa çıkma yasağı kaçınılmazdır.
Sorun:
Sorun:
- Bunu sosyalistlerin, demokratların ve genel olarak muhalefetin ve “önce insan” diyenlerin mi somut bir paket ile halka önereceği ve bir girişimde bulunacağı,
- hükümetin mi olayların zorlamasıyla ilan edip ölümleri gizlemek ve tepkileri bastırmak için mi kullanacağı (“önce karlar”)
- ya da ordunun mu yapacağıdır. (“önce devlet ve millet”)
Şu koşullarda maalesef bundan daha iyisi yok ya da
aklımıza gelmediği için bunu öneriyoruz.
Bizzat bu öngörü ve uyarılardan ve çağrılardan hareketle,
giderek sistemin karşısına halkın örgütlenmesini çıkarmak için belki güven
oluşturulabilir diyoruz.
26 Mart 2020 Perşembe
Demir Küçükaydın
Nabi Kımran’ın görmesini bilen için derslerle dolu
hikayesini okumanızı öneririm.
Korona Hapishanesi
Nabi Kımran
Bu bir devlet, ideoloji, soysuzluk ve asalet yazısıdır;
korona günleri yazısı olarak da okunabilir.
17 Ağustos 1999. Sabaha karşı saat üç. Sakarya Hapishanesi
2. Koğuş.
Bir kabusun ortasındayız sanki. Gözlerimizi yumup kabusa
dönmek istiyoruz ama okyanusta fırtınaya tutulmuş sandal misali sallanıp duran
koğuş, kırılan camlar, devrilen ranzalar, kibrit çöpü gibi savrulan
arkadaşların haykırışları izin vermiyor: Deprem!
Beş dakika içinde atlatıyoruz şoku. İlk iş kapıları
kıramayan koğuşları kısıldıkları kapandan kurtarmak. Murat Dil (sonraları
kansere yakalandı, hapishaneden götürülüp hastaneye yatırıldıktan birkaç gün
sonra da aramızdan ayrıldı), Hıdır, Cemal kapı patlatmada uzman sayılırlar. El
kadar demirle hemencecik hallediliyor bu iş. Ardından 19. ve 20. koğuşlardaki
kadın arkadaşların kapıları patlatılıyor. 3, 4 ve diğer koğuşlar kendi işlerini
kendileri görüyorlar.
Bu hengame sürerken silahlar patlamaya başlıyor. Yüzlerce
mermi, uzun tarakkaların izi gökyüzüne yükseliyor, çatıdan kopan kiremit parçaları
üzerimize yağıyor: Devletimiz iş başında; “Duvarlarda bir çatlak bulup kaçmaya
kalkışmayın” diyor, “yoksa depremin yarım bıraktığını G-3 mermileri tamamlar”.
Nihayet kapı patlatma işlemleri sona eriyor. Hapishane elimizde. İdareden eser
yok, çoktan kirişi kırmışlar. Hasar inanılmaz. Akordiyon gibi açılmış yaşlı
bina, üst maltadaki (koridor) derin çatlaklardan alt kat görünüyor, üzerinden
atlayarak yürüyoruz. Yarılan duvarlardan koğuşların içleri, havalandırmalar
görünüyor. Ranzaların üzerine tırmanıp dışarıya baktığımızda mahallenin yerle
bir olduğunu görüyoruz, komşularımız öldüler. Hapishanedekiler kaçmasın diye
muhkem binalar inşa eden “devlet aklı”, mahallenin yıkıntıları arasında acı bir
ironi gibi yükseliyor. “Bu derme çatma müteahhit düzeni sona ersin” diyenler
muhkem hapishanede hasbelkader sağ kalırken, çürük zemine malzemeden çalınarak
inşa edilen Sakarya yerle bir olmuş durumda…
Nispeten sağlam bir yer arayışımız 4. koğuşun
havalandırmasında son buluyor, bütün siyasi tutsaklar oraya toplanıyor.
Bu arada Susurluk’la bağlantılı Hadi Bilmemne çetesinin
elemanlarını da arkadaşlarımız çıkarıyor kilitli kaldıkları koğuşlardan. İdare
tarafından kışkırtılıp üzerimize salınan tosuncuklar süt dökmüş kedi gibi,
ağdalı teşekkürler ediyorlar. Fidan (Kalşen) hemşire ayrım gözetmeden adlileri,
faşistleri ve bizimkileri tedavi ediyor. O gün canla başla koşturan bu hayat
dolu genç kadının 19 Aralık 2000’de, adına “Hayata Dönüş” denen katliamda
Çanakkale Hapishanesi’nde bedenini ateşe vereceğini nereden bilebilirdik? Tıpkı
Uşak Hapishanesi’ne gönderilen Fidan’ın koğuş arkadaşlarının 19 Aralık’ta,
depremde kurtardığımız türden faşist-dinci-mafyöz-lümpen; ezcümle devletin
“makbul mahkumları” tarafından linç edileceklerini bilemeyeceğimiz gibi.
Roller tersine dönmüş: Bizler, içerideki tutsaklar,
firardaki idareyi arıyoruz fellik fellik. Yoklar! Sanki yer yarılmış içine
girmişler. Müdürün odası dış bahçeye bakıyor. Pencereden bağırıyoruz. Sonunda
idarenin üç büyüğü, Müdür, Savcı ve Komutan geliyor pencerenin önüne. İki asker
ölmüş, devrilen kule biçmiş askerleri. “Çatıyı çok güzel taradınız, ruhumuz
güvenle doldu” demek geliyor içimden, vazgeçiyorum. “Başınız sağ olsun”
diyorum. Hayat hem hiç olamayacağı kadar keskin renklere ayrılıyor böylesi
anlarda, tıpkı karşılıklı siperlerde mevzilenenler gibi, hem de kısa ateşkes
anları oluyor. Kulenin biçtiği o ölü gençler etimize kelepçeyi gömen askerler
olmaktan çıkıyorlar bir anlığına, anacıklarının dizlerini döverek yaslarını
tuttukları çocuklara dönüşüyorlar. Başsağlığı dileğimiz hilesiz hurdasız, anın
ağırlığıyla yüklü.
Dolaşmaya devam ediyoruz hapishanede. Adli koğuşlardaki ağır
koku öğürtülerle dışarı kaçmamıza yolaçıyor. Şimdi anlıyoruz sayım almaya gelen
gardiyanların sık sık, “anarşiksiniz ama koğuşlarınız temiz Allah için”
sözlerinin ne anlama geldiğini. Örgütlülük ve ideoloji kaynaklı hayat
tarzımızın temizlik-sağlık demek olduğunu söylesem yeni bir “ideolojik” suç mu
işlemiş olurum, kestiremedim.
4. Koğuş havalandırmasında toplanan “örgütler halkının”
hapishanede kafasına göre dolaşması yasak. Böyle bir curcunaya izin vermek, bir
artçı sarsıntıda onlarca insanın ölümüne davetiye çıkarır, zaten artçıya gerek
yok, hapishane yük taşıyamayacak kadar “yorgun”. Yalnızca temsilcilerin ve
görevli devrimcilerin dolaşma hakkı var; o da ikişer kişiyle ve belirli
kurallarla sınırlanmış durumda. Lafı dolandırmayalım, “savaş komünizmi”
zamanındayız. Tüm bu kararlar hepi topu yarım saatlik Konsey (Örgütlerin
temsilcilerinden oluşur) toplantısında alındı, sonra deklare edildi ve hiçbir
itiraz, tartışma vs. olmadı. Oylama, oydaşma, foruma izin vermiyor durumun
nezaketi ve bu işlere onca meraklı devrimciler yeni duruma bir saat içinde uyum
sağlayabiliyor, başka çare de yok zaten. Eldeki malzemenin, yiyecek-içecek,
battaniyenin, sigara stokunun, ilaçların değerlendirilmesi, hasta ve
yaralıların bakımı gönüllülerden oluşan çok sayıda komite ve görevliye emanet
ediliyor dakikalar içinde. Başka sözcüklerle örgütlülük hayat kurtarıyor.
Fakülte yıllarından arkadaşım Seyit Ali Uğur ile dolaşıyoruz,
ikimiz iki ayrı örgütün temsilcileriyiz. Sanki 1980’lerin ortasında İ.Ü.
Edebiyat’ın meşhur Hergele Meydanı’nda başlayan voltamız, olanca doğallığıyla
buraya, Sakarya Hapishanesi’nin havalandırmasına varmış gibi; içeri girsek
İktisat’ın çay ocağında Kır-Şehir mevzuundaki tartışmamıza kaldığımız yerden
devam edebilirmişiz gibi geliyor bana.
Ve sonunda Sakarya Hapishane gemisinin en fazla su aldığı
bölümüne varıyoruz: Adli kadınlar koğuşu. Dehşete düşüyoruz Seydo ile, asıl
felaket burada. Koğuşun bir kısmı göçmüş, havalandırma duvarı yıkıldı
yıkılacak. Bir köşeye toplanmış kadınlar, çocuklar ağlaşıp duruyorlar.
“Devrimci abiler, abe çıkarın bizi buradan” diye ellerimize sarılıyorlar.
Manzara isyan ettirici. Hışımla Müdür odasının penceresinden bağırıyoruz.
“Müdür, Müdüür!” Devletin üçlü tepesi, müdür, savcı, komutan sokuluyorlar.
“Adli kadınlar koğuşunu derhal boşaltın, yoksa ilk artçıda katil olacaksınız!”
Bir köşeye çekilip fısır fısır konuşuyorlar. “Olmaz.” “Neden!?” “Onları
çıkarırsak sizi de çıkarmak zorundayız, sizin güvenliğinizi alamayız biz
bahçede.” Israrımız üzerine bir ara formül öneriyorlar: “Onların çıkarılması
nedeniyle siz de aynı talepte bulunmazsanız, adli kadınları bahçeye
alabiliriz.” Tereddütsüz kabul diyoruz Seydo ile, sonra on dakika süre
istiyoruz: Buna kendi başımıza karar veremeyiz, Konsey kararı, hatta tüm
kitlenin onayı gerekiyor. Tek bir itiraz gelmiyor ve on dakika sonra kadınlara,
“toplanın gidiyorsunuz” müjdesini veriyoruz. Çoluk çocuk boynumuza sarılıyor,
“yaşasın teröriz abiler” diyerek. “Terörist değil, devrimciyiz” diyoruz,
“(h)epsi bir abi, biz de teröriziz bundan sonra” diyerek güle oynaya
koşuşuyorlar bahçeye.
Seydo ile turlarımıza devam ediyoruz. Alt kattan uğultular,
bağırtılar, hatta böğürtüler geliyor. Merdiven başına geldiğimizde küçük
dilimizi yutacağız neredeyse: Aşağıda yağma var! İdarenin kiler olarak
kulladığı dar, uzun bir bölümün kapısını patlatmış adliler, malzemeyi kapışmak
için dövüşüyorlar. Un, şeker çuvalları patlamış, yumurtalar kırılmış, birisi
altta kalanın kafasını un yığınına bastırırken elindeki sucuk kangalını kapmaya
çalışıyor! Bir karton Marlboro kapan diğeri, pis bir sırıtışla kalabalıktan
sıyrılmaya çalışıyor! Diğeri kenarda çikolata tıkınıyor. Bağırış çağırış,
küfürler, akla ziyan bir kıyamet tablosu… Kapı altından kel 2. Müdür görünüyor.
İdarenin depremden sonra ilk ve son görünüşü bu hapishanede. Bu kel müdür,
resmi unvanının ötesinde bir derinlikle yüklü görünürdü gözümüze, şu anda da
rolünü oynuyor. Hışım gibi gelip bas bas bağırıyor: “Yazıklar olsun size! Bir
de milliyetçiyim, müslümanım, vatanseverim diyorsunuz kendinize, teröristler
kadar olamadınız!” Curcuna zınk diye kesiliyor; müdürün sözlerinden değil,
merdiven başında bizi fark etmelerinden. Bize arkası dönük müdür, yağmacı ahalinin
baktığı yöne kafasını çevirince bizi görüyor. “Ehemm, şey, kem küm…” “İşinize
bakın” deyip başbaşa bırakıyoruz tosuncuklarla şeflerini. Yine de içimiz
burkuluyor, sessizliğe gömülüyoruz. Görüneni aşan, karanlık bir varoluşsal
anlam deryasının derinliğinde boğuluyoruz sanki: Yüzünde çarpılmış bir gülüşle
sucuk kangalını, Marlboro kutusunu kurtarmaya çalışan, üstü başı una, şekere,
yumurtaya bulanmış bu insanların üzerine beş dakika sonra bina çökebilir ve
varacakları eşek cennetinde sucuk ızgara yapıp, Marlboro tüttürebilirlerdi! Ve
bu kuvvetli olasılık yağmadan vazgeçirmiyordu insan denilen mahlukatı – haşa
mahlukattan… Sonraki günlerde karaborsa başladı hapishanede: Marlboro, sucuk,
Nestle çikolata bilmemkaç papel! Bulunduğumuz havalandırmaya rüşvet kabilinden
Marlboro attı sübyanlar, geri fırlattık, “yapmayın karaborsa, ihtiyacı olana
verin” dedik. “Size bedava abi, burdakilere olmaz” deyip, gülüşerek
uzaklaştılar. Bizi sevenler vardı içlerinde muhakkak, hele bu felaket anında
yaptıklarımızdan sonra; ama asıl neden otorite kim ise onunla iyi geçinme
refleksiydi. Coğrafyamız insanına devlet-nizam dersinde adeta yaşama içgüdüsü
olarak öğretilen, iliklerine işleyen o refleks, şimdi devrimcilerle iyi
geçinmelerini söylüyordu yağmacılara; çünkü bu deprem günlerinde hapishanede
otorite el değiştirmiş, devrimciler iktidara gelmişti.
Tam üç gece dört gün bekledik bu yıkıntının içinde. Bize
yemek getirmeyi bile unuttu idare, ikinci gün bakraçlarla kapıya bıraktıkları
yemeği almadık. İçimiz almadı, tiksinti, öğürtü çağrışımlıydı kapıdaki
bakraçlar. Peynir, ekmek, zulamızda ne varsa idare ettik. Hevaller iki gün
erteledikleri etkinliği gerçekleştiremediler ama yaptıkları poğaça, börekleri
dağıttılar hapishanede. Soğukhava deposunu gayet nizami şekilde patlatarak -dört
görevli yetmişti bu iş için- kamulaştırdıkları sığır butunu yemek için davet
ettiler 4. Koğuştaki ahaliyi. Dışarıdan nasıl görünür bilmem, hapishanelerde
devrimci örgütler arasında gına getiren protokol kuralları işler, hepsi bir
yana itildi o günlerde. Temsilciler, “ileri gelenler” değil, en fazla ihtiyacı
olanlar gönderildi hevallerin yemek davetine.
Dördüncü günün sabahı düzenli, kendinden emin, gururlu bir
şekilde terkettik Sakarya yıkıntısını. O yıkıntının altında, tam da 4. Koğuşta
aylardır kazdığımız tünelimizi, özgürlük düşümüzü bıraktık arkamızda. Ve o gün
bir çok arkadaşımızla son kez sarılıp vedalaştığımızı bilmiyorduk…
21 yıl sonra bugün yeni bir felaketin içinde, küresel korona
hapishanesinin hücrelerinde milyarlarca insanla birlikte gün sayıyoruz. Yeni
bir kabusun ortasındayız ve ne kadar birbirine benziyor kabuslarımız. Renkler,
şekiller, zamanlar, sesler, her şey birbirine karışıyor. Kel müdür “ayıp değil
mi” diye çıkışıyor milliyetçi-mukeddesatçı tosuncuklara, Süleyman Soylu
sürdürüyor sözü: “Maske stoku yapmaya devam ederseniz fabrikalarına el koymak
zorunda kalırız, ayıp değil mi?” Ne ayıbı yahu, şimdi ihtiyarları linç etmenin
tam zamanı, poşetle su atalım balkonlardan üzerilerine, hadi durmayın! Yaşlı
bir kadın otobüse alınmıyor, asfalta yuvarlanıyor boylu boyunca. Zonguldak
galiba burası. Hayır hayır, Sakarya Hapishanesi’nin önü, o kadın da annem,
faşist bir güruh tarafından yanındaki diğer ihtiyarlar, çocuklar, kadınlarla
birlikte linç edilmiş. Kalçası kırılmış, bayılmış yatıyor asfaltta. (Annem
Hacer Kımran Sakarya Hapishanesi’nin önünde linç edilip kalçası kırıldığında 65
yaşındaydı.) “Evden çıkmayın, kendi OHAL’inizi ilan edin” denilenler, “kira ne
olacak, eve ekmek nasıl gelecek” diye sorduklarında “Orası bizi ilgilendirmez,
varoş olmayın, bilinçlenin biraz” diye paylanıyor. “Evde, mutfakta yangın var,
ne yapacağız?” diyenlere Çiller yanıt veriyor, “Otelin önündeki
vatandaşlarımızın kılına zarar gelmemiştir”. Otelde yananların payına -kader,
kısmet- yanmak düşmüştür, dışarıdakiler ise sağlam, öyleyse herkes dağılabilir.
Hem bu mesleğin fıtratında var kuyulara gömülüp kalmak, grizularda yanmak,
fıtrata karşı gelinmez; gelenin hakkıdır devletimizin tekmesi. Halit Narin
derinlerden, “şimdi gülme sırası bizde” diyor, sözü Erdoğan tamamlıyor: “Yüzün
gülüyor Rıfat.” Evet evet gülmekten katılacağız bu korona günlerinde, konut
kredileri son derece elverişli hale geldi, tam zamanı. Yağmanın ortasında
gürbüz bir mavi yakalı, yaşlı kadını itip kurtarıyor koca bir paketi, zafer
bayrağı gibi dalgalanıyor kalabalığın üzerinde tuvalet kağıdı. Üstelik devir
yatırım devri, Kürt illerinde kayyım virüsü hızla yayılarak terörün kökünü
kurutuyor, yatırım yapmayıp da ne yapacaksınız bu huzur ve güven ortamında? Bak
adam İzmir’de sahte can yeleği işine girmiş, paraya para demiyor. “Eyyy Avrupa!
Siz Aylan bebeği bilir misiniizz!???” “O halde para gönderin, salmayalım
üstünüze Aylan bebeğin akrabayı taallukatını!”
Fakat o da ne? Dünyamızın birlik ve beraberliğini bozan
sesler geliyor bir yerlerden. Çav Bella marşı mı bu? Ne lüzumu var bu kökü
dışarıda marşların, mehter, mehteer, veerrr mehterii! Genç, güzel bir kadın
yürüyor Sakarya Hapishanesi’nin maltasında, 2. Koğuşun kapısına bir karton
iliştiriyor: “İçeride mahsur kaldıysanız, koğuş kapılarınız itinayla
patlatılır: Müracaat 7 numara.” Kim yazıyor bu saçmalıkları!? En iyisi yazının
sonuna bakmak. Ohoo bi sürü bölücü, yıkıcı, KHK’lı bilmemne: Murat Sevinç,
Nagehan Tokdoğan, Hürrem Sönmez, Fikret Başkaya, uzayıp giden bir liste…
Halbuki ben yazdım sanıyordum. “Ben yazdım” diye bağırıyor biri, öbürü, “hayır
ben” diye sürdürüyor. Bir havalandırma dolusu insan, bir filikaya doluşmuş
milyarlarca insan “ben yazdım” diye haykırıyor, kalantor yolcularıyla uzaklaşan
transatlantiğe karşı. Sintinelerinden ölüm, bacalarından zehir kusan
transatlantiğin önünü kesiyor bayraklarında “eşitlik, özgürlük, dayanışma,
adalet, kainata saygı” yazan filikalar. Amansız bir kavga olacak belli: Ya bu
kabus hapishanesini yıkacağız ya da türümüz bir kabusun içinde yok olup
gidecek!
* Firari Kahkahalar (Kalkedon Yay. 2010) adlı kitap
çalışmamda deprem gününün daha geniş bir anlatımı bulunabilir. (N.K.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder