Terör örgütleriyle bağlantılı birkaç eski 68’li dışında hiç
kimse ezeli ve ebedi Türk devletinin ve onun başındaki sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın bu Koronavirüs karşısında hangi politikayı uyguladığını görmüyor ve
anlamıyor. Bu nedenle de kendi içinde zerrece tutarlılık olmayan eleştiriler
yapıyorlar.
Aslında böyle yapmaları iyidir. Böylece milletimiz onların
çapsızlığını görmektedir.
Onların bu çapsızlığının katkısıyla da kısmet olursa sayın
Erdoğan’ı Cumhuriyet’in yüzüncü yıl dönümünde devletimizin başında görmeye
devam edeceğiz.
Hatta Atatürk gibi ölünceye kadar devletin başında kalacak
ve öldükten sonra da içinde bulunduğumuz rejimin kurucusu olarak ebediyen
anılacak ve tarih kitaplarına altın harflerle yazılacaktır.
Öncelikle bu koronavirüs salgını karşısında sayın Erdoğan’ın
devletimizin ne yaptığını ve yapmak istediğini anlamak gerekir.
Sanılanın aksine binlerce yılık geleneği olan ezeli ve ebedi
Türk devleti, bu gibi sorunların nasıl karşılanacağı konusunda, daha dünkü
çocuk olan Avrupa devletlerinden çok daha tecrübelidir ve kimi muhaliflerin
dediğinin aksine ne yapılacağını onlardan çok daha iyi bilmektedir. Onlar ta
Nizamülmülk’lerden beri kayda geçirilmiş devlet yönetme sanatını
bilmemektedirler.
Ama önce devletimizin ne yaptığını anlamak gerekir.
Tabii anlamak için de devlet nasıl yönetilir, devlet
adamlığı nedir, bunu bilmek gerekir.
Öncelikle, bir devlet, hele ki Türk devleti, kendi var oluş
nedenini tartışma konusu yapmaz.
Her şeyin birinci koşulu budur.
Tüm önermeler bununla mantıki bir tutarlılık içinde
olmalıdır.
Bu devlet niye var?
Türk milletinin ezeli ve ebedi var oluşunu sağlamak için
öncelikle Türk devletinin var olması gerekir. Çünkü Türk Devleti olmazsa Türk
Milleti, Türk milleti olmazsa Türk Devleti olamaz. Bunlar birbirinden
ayrılamaz.
O halde devletin de milletin de en büyük amacı devletin ve
milletin varlığıdır. Bu olmadan hiçbir şey olmaz.
O halde her sorunu, kimi entelektüellerin sürekli
tekrarladığı gibi, demokrasi, insan hakları, kalkınma, refah, adalet, eşitlik
gibi hedefler açısından değil, devletin ve milletin varlığı açısından ele almak
gerekir. Devlet olmazsa bunların hiç biri olamaz.
Demokrasi, adalet, insan hakları, kalkınma, refah sonra
gelir. Devlet ve Millet olmazsa o demokrasi, o refah, o insan hakları, o adalet
kim tarafından kullanılabilecektir?
Hiç kimse.
Kimileri hem Türk milletinden olmak, hem de Türk devletini
savunmak ama aynı zamanda demokrasi, refah vs. istiyor. Bu ne dediğini bilmemek
ve bunların birbiriyle çeliştiğini görmemektir.
Elbet onlar da olsa daha iyi olur ama her şeyin bir önceliği
vardır. Aydınların, muhalefetin anlamadığı budur. Devletin ve Milletin önceliği
esastır.
Bunu anlamak devlet adamı olmanın birinci koşuludur.
Bu en temel önermedir. Her şey buna göre anlamını bulur. Descartes,
“Düşünüyorum öyleyse varım” demiş. Bu batılılar için doğru olabilir ama
her Türk için bu temel önerme şöyledir: “Türk devleti var o nedenle varım”.
Descartes’tan önce, eski çağlarda insanlar “Allah yarattı
onun için varım” diyorlardı. Descartes Allah yerine Aklı geçirdi.
Ama sonra da aklın yerini devletler aldı. Devletler
yarattığı için uluslar var. Devletsiz ulus ulussuz devlet olmaz. Modern
dünyanın temel ilkesi budur. Dünyada ulussuz yer yoktur öyle bir varlık da
yoktur. Böyle bir hak da yoktur ve mümkün değildir.
Türk milletini yaratan da Türk devletidir. Türk isen “Türk
devleti var öyleyse varım” demek gerekir.
*
Elbet bunu açıkça ifade etmek gerekmez. Arife tarif
gerekmez. Devleti yönetenler bunu bilirler. Bunu halkın bilmesi de gerekmez.
Bazı şeyler yapılır ama söylenmez. Söz ayağa düşürülmez. Bakmayın o batılı
devletlere onlar da aslında böyle davranırlar.
Bunlara daha başka ilkeler de eklenebilir ama biz bu
kadarıyla yetinelim.
Bu açık olunca Türk devletinin ve milletinin çıkarının her şeyin
üzerinde olması gerektiği, her şeyin ona tabi olması gerektiği daha iyi
anlaşılır.
Muhalefetin anlamadığı budur. Onlar hem Türk devletini ve
milletini savunduklarını söylüyorlar hem de onun önüne batılı emperyalistlerden
aldıkları yabancı ideolojileri, örneğin demokrasi ve insan hakları gibi ilkeleri
koymaya çalışıyorlar. Halbuki sayın Erdoğan’ın ve de ezeli ve ebedi Türk devletinin
bu konuda hiçbir tereddüdü yoktur ve son derece tutarlıdırlar.
Bu durumda Koronavirüs salgını karşısında devletin ve
milletin bekasını esas alan bir devletin hedefinin ne olacağı açıktır. Bu
koronavirüs salgınını, bir an önce ve asgari kayıpla atlatmak, Türk devleti ve
milletinin gücünü arttırmak için fırsata çevirmek.
Elbette bu öyle her durumda açık açık söylenmez. Söylenmesi
de zaten malumu ilan etmek olur. Devletin Anayasası bunu açıkça belirtmiştir
zaten.
İşte başta sayın Erdoğan ve devletimiz de tam böyle
davranmaktadır.
Bazı şeyleri söyleyerek dört bir yandan düşmanlarla çevrili
devletimiz ve milletimize saldırmasına niye imkan hazırlayalım ve onlara bu silahı
verelim ki?
Devletimizin ve Milletimizin varlığı ve çıkarı her şeyin
önünde olması gerektiğine göre, sorun şudur: koronavirüs salgını karşısında nasıl
bir yol ve yöntem bu amaca hizmet eder?
Bir sürü Avrupa ülkesinde olduğu gibi hastalığın yayılmasını
yavaşlatarak, yoğun bakım gerektirecek hasta sayısını, eldeki yoğun bakım yatağı
ve suni teneffüs aygıtı, hastane, doktor, sağlık personeli imkanının altında
tutmak için azamiyi yapmak; böylece yaşlı ve hasta her insanı yaşatmak için millet
olarak azami çabayı göstermek, tüm milleti seferber edip tüm kaynakları ortaya koymak
bir yoldur.
Türk devletinin bu yolu izlemesi devletimizin ve
milletimizin varlığına ve gücünü pekiştirmesine hizmet eder mi?
Soruyu böyle sormak gerekir. Soruyu doğru sormak çözümün
yarısıdır. Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez. Birisi ben Türk’üm diyorsa
soruyu böyle sormak zorundadır.
Devletimiz Avrupa ülkelerinin zorla ve yarı gönüllü olarak
izlediği bu yolu izlemenin yanlış olduğu kararını vermiştir ve bu doğru bir
karardır.
Neden?
Esas olarak hasta ve yaşlı, nüfusu, onun da bir kısmını yaşatmak
için tüm milli kaynakları seferber etmek, tüm toplumu aylarca evlerine tıkmak,
ekonominin yıllarca altından kalkamayacağı bir yükün altına girmesine yol
açmak, Türk devletinin iflas etmesi ve onunla birlikte Türk milletinin de yok
olması anlamına gelir.
O halde yapılacak şey açıktır.
Hastalık zaten yayılacak ve toplumda “sürü bağışıklığı”
oluşacaktır. Bütün bilim insanları nüfusun yüzde yetmişi (veya ellisi) hastalığa
yakalanıp doğal bağışıklık oluşturmadan pandeminin son bulamayacağını matematik
kesinlikle söylüyor. Bu yüzde yetmişin doğal bağışıklık yani hastalığa
yakalanıp iyileşmesinin de aylar süreceği, yani en azından beş altı ay süreceği
apaçıktır. Kaldı ki, bunun da mikrobun arada daha kötü bir mutasyon yapmaması
ve oluşan bağışıklığın en azından birkaç ay devam etmesi koşulunda mümkün
olduğu gibi bir varsayım da var.
Yani nüfusun yüzde yetmişinin enfekte olmasını engellemenin
bir yolu yoktur. Tek yol aşı geliştirmek olabilir ki bunun araştırılması da en
az bir yıllık bir iş. Daha kısa vadede etkili bir ilaç bulunabilir. Ama şimdi
bulunsa bile denemesi ve kullanılması aylar süren bir süreçtir.
Hasılı hastalığın yayılmasını engellemenin yolu yoktur. Varsayalım
ki en sert tedbirleri alıp durdurdunuz. Tedbirleri biraz gevşettiğinizde o tekrar
çıkıp kaldığı yerden devam eder. Ta ki yüzde yetmişi veya elliyi bulana kadar.
Ayrıca yayılmayı hızlandırmaya çalışmak bile gerekmez, çünkü
geometrik diziyle yayılmada o kendi kendini otomatikman hızlandırmış olmaktadır.
Öte yandan okulların, toplantıların, umumi yerlerin,
kapatılması, karantina uygulamaları gibi yarım tedbirlerin hiçbir yavaşlama
sağlamadığı hem teorik modellerle, hem de şimdiye kadarki uygulamaların
gösterdiği gibi apaçıktır.
Yayılmayı bu yöntemlerle yavaşlatabileceğini düşünenlerin
hemen hepsi pes etti ve geri adımlar atmaya başladı, sokağa çıkma yasağı koydu
veya koymak zorunda kaldı ve kalmayanlar da kalacak.
Hatta aksine bizim gibi Şark ülkelerinde bunlar hızlandırıcı
etki yaparlar. Çünkü uygulamada kurallar uygulanamaz, uygulayacak personel
bilinçsizdir, işler sallapati yapılır vs..
Örneğin hacdan gelenleri önce evlerine yollayıp sonra kimi
eleştiriler karşısında geri adım atıp aynı yurda tıktığınızda, sadece tutarsız
davranmış olmazsınız aynı zamanda yurda tıktıklarınızın içlerinde virüsü henüz
almamışlar bile alırlar. Üstelik hepsi de yaşlıdır. Hastalığın kuluçka süresi
iki haftadır ve ciddi bir belirti göstermez. Hatta bu kuluçka döneminde testte
temiz de çıkılmaktadır. Onbeş gün karantinadan sonra bu yaşlı hacıları evlerine
yolladığınızda topluma onlarca virüs bombası atıp, yayılmayı hızlandırmış
olursunuz.
Bu durumda yapılacak tek şey vardır. İşi oluruna bırakmak ve
doğa kanunlarının hükmünü icra etmesine imkan tanımak. Zaten ölenler genellikle
yaşlılar ve onların içinde de daha önce şeker, solunum yetmezliği, yüksek
tansiyon, kalp gibi hastalıkları olanlar. Nüfusun yüzde doksanı veya doksan
beşi ciddi bir rahatsızlık göstermeden, hatta hastalığı kaptığını bile bilmeden
atlatmaktadır.
Bu durumda yapılacak en akıllıca şey: Hiçbir şey yapmamak
olabilir.
“Hiçbir şey yapmamak” formülüne hemen itiraz
etmemeli.
Çünkü sanılanın ve bazı devlet adamı bilgeliğine sahip
olmayanların sandığının aksine hiçbir şey yapmamak da bir şey yapmaktır.
Elbette hiçbir şey yapmaz görünmek kötüdür. Böyle bir şey
millet ve devlet bütünlüğünü bozabilir. Devletin gereksiz görülmesine yol
açabilir.
Bu nedenle aslında bir sonuç alınamayacağı bilinmekle
birlikte bir şeyler yapmak veya yaparmış gibi görünmek devletin çıkarı ve
bekası bakımından daha optimum bir sonuç verir.
Bu nedenle elbette devlet ve millet bütünlüğünü korumak ve
pekiştirmek için, yani yine devletimizin bekası ve gücü için bir şey yaparmış
gibi görünmek gerekir. Ama gerçek devlet adamları bunun aslında hiçbir şey
yapmamak olduğunu bilir.
Kaldı ki, Türk milleti de bunu bilir ve anlayışla karşılar.
Örneğin “teftiş fırçası” gibi deyimler milletin bunun bilincinde olduğunu
gösterir.
Ayrıca yayılmayı yavaşlatıyormuş gibi yapıp yayılmasını de
hızlandırmış da dolayısıyla belanın bir an önce işini tamamlamasını da sağlamış
olursunuz. Bir şey yaparmış gibi görünerek, milletin devlete güveninin devamını
sağlar, milletin ve devletin birliğini pekiştirir, milletin devletin etrafında
kenetlenmesini sağlar ve böylece bozguncuları da tecrit edebilirsiniz.
İşte başta sayın devlet başkanımız Erdoğan olmak üzere devletimiz
böyle bir strateji izlemektedir
Bu nedenle bu salgından Türk devleti ve milleti en kısa
zamanda güçlenerek çıkacaktır.
Sorun devletimizin bu noktada hiç taviz vermeden,
herhangi bir zayıflık emaresi göstermeden sıkıca durmasındadır.
Yarım tedbirler, hiçbir şey yapmama, yani yaparmış gibi
görünerek yayılmasını hızlandırma ve bir an önce nüfusun yüzde yetmişinin
bağışıklık kazanmasını sağlamaya yarayacağından, yaparmış gibi görünmek, yarım
tedbirler almak bu stratejinin önemli bir ayağıdır. Hiçbir şey yapmama ve sürü
bağışıklığını bir an önce sağlama politikasıyla çelişmemektedir.
Maalesef her milletin içinde olduğu gibi Türk milletinin de
içinde bulunan muhalefet, aydınlar, kullanışla aptallar falan bunu anlayacak
kapasitede olmadıklarından, gerçek amaç ile deklare edilmiş amaçlar arasındaki
farkı göremediklerinden eleştirilerini deklare edilmiş amaçlar açısından
yapacaklardır.
Aslında bu da iyidir, çünkü bu da devletin bekasına hizmet
eder, demokrasi olduğunu dış dünyaya gösterir. Bu bakımdan bu kullanışlı
aptallara da her devlet gibi Türk devletinin de ihtiyacı vardır. Bunlar ciddi
bir tehlike oluşturmazlar.
Eğer başta sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan olmak üzere
devletimiz sağlam durursa, geri adım atmaz ama atar gibi yapıp hiçbir şey
yapmama çizgisini sürdürürse, işin sonunda, diğer devletler ve milletler bir
süre sonra bizlerin kararlığına gıpta ile bakıp bizi takdir edeceklerdir.
Tabii denildiği gibi bir politikayı kararlıca ve istikrarlı
biçimde uygulamak esastır. Kararlı ve istikrarlı, bunlar anahtar kavramlardır.
Örneğin İngilterede önce akıllıca “Sürü bağışıklığı”
sağlayalım dediler, sonra tepki ve eleştiriler karşısında geri adım attılar ve
atıyorlar.
Niye geri adım atmak zorunda kaldılar?
Çünkü onlarda devletin ve milletin bütünlüğü ve devletin her
şeyin üzerinde olduğu gibi bir anlayış ve hukuk yoktur. Nasıl yarım hamilelik
olmazsa, bu işler öyle yarım yamalak olmaz.
Oralarda kişi özgürlükleri öncelikli denir. Bu nedenle haber
alma ve eleştiri hakkı geniştir. Bu durumda mecburen hükümetler bu nedenle geri
adım atmışlar, kimseye yaranamamışlardır. Tutarsız ve zayıf oldukları görülmüştür.
Türk devleti böyle davranmaz, davranamaz ve davranmamalıdır.
Salgının bir an önce atlatılması hedefine bağlı
kalınmalıdır. Bu politikayı sürdürmek için İngiltere’de bulunmayan güçlü
araçları vardır devletimizin.
Örneğin yapılacak eleştiriler elbette devletimizin ve
milletimizin çıkarlarını en başta tutan basınımız tarafından yayılmayacak ve
devlet ve millet düşmanlarının ekmeğine yağ sürülmeyecektir.
Gerçi bir sosyal medya var ama orada herkes kendi akvaryumu
içinde konuştuğu ve mastürbasyon yaptığı için bunun fazla ciddiye alınacak bir
yanı yoktur. Hatta böylece boşalmalarına hizmet edip patlamaları engeller, bu
ortam belli sınırlar içinde devletimiz için uzun vadede yararlıdır bile.
Muhalefeti ise ciddiye bile almak gerekmez. Onlar hala
devletimizin stratejisini bile anlamamış durumda.
Devletle aynı amacı paylaştıklarını söylemekte (Koronayla
savaş) veya bu amacı eleştirmemekte ama bu amaca uygun olmayan araçları
savunmakta ve önermektedirler.
Bir örnek verelim, hem de en solcu ve demokrat olduğu
söylenenlerden
Örneğin HDP’den Garo Paylan ne diyor?
“Salgını kontrol etmek”ten söz ediyor.
Sorunun salgını kontrol değil, yavaşlatma olduğunu bile
kavramamış.
Bunun için de ne yapılmalıymış?
Örneğin: “Bütün bütçe kaynaklarını sağlık için seferber
edin. Yoğun bakım ve solunum destek üniteleri hazır hale getirilmeli, eczaneden
ya da aile hekiminde ücretsiz Uygulayabileceği Korona test kitine ulaşabilmesi.”
Salgının “kontrol” edilemeyeceğini ayrıca salgını kontrol
etme amacının da saçma ve yanlış olduğunu bile kavramamış
Salgını “kontrol etmenin” bir tek yolu var. Tüm
ülkede sokağa çıkma yasağı ve bu yasakla birlikte hiçbir hizmetin ve üretimin
aksamaması, bu ancak bir yavaşlama sağlayabilir, tabii bu da yeterince erken
yapılmış ise.
O dediği önlemlerle yayılması ne yavaşlatılabilir ne de “kontrol
altına” alınabilir.
Aslında söyledikleri kendi zayıflığını ve politikasızlığını
örtmeye yönelik.
Bilmediği veya kullanmadığı “yayılmayı yavaşlatma”
amacı açısından, kendi içinde tutarlıysa, genel sokağa çıkma yasağı
istemesi gerekir.
Bunu istemesi ise, temel bir insan hakkının kullanışını
devletten isteme olur ki kendi ayağına kurşun sıkması anlamına gelir.
Bu durumda top çeviriyor. Kendi genel çözüm önerisini
sunmuyor. Çünkü yok böyle bir önerisi.
Haydi, kendi ayağına kurşun sıkmayı göze alıp genel sokağa
çıkma yasağı istedi diyelim, o zaman şunun nasıl olacağını da söylemesi
gerekir. İnsanlar evlerinde nasıl yaşayacak, onlar yiyeceği nereden bulacak.
Alışverişini nasıl yapacak. Üretim ne olacak toplum üretimi sürdüremezse nasıl
yaşayacak?
Bu konularda hiçbir önerisi yok. El kesesinden hovardalık
yapıyor. Haydi diyelim ki, devlet sokağa çıkma yasağı uyguladı, üretim durdu.
Bunun için para nereden bulunacak?
Bir başka örnek de Erkan Baş.
Kendisi Komünist imiş. İşçiden ve emekten söz etmek komünistliğin
olmazsa olmazı.
O da sorunu anlamamış. Hala işçiler aç kalacaklar deyip
duruyor.
Erkan baş da gerçek sorunlardan kaçıyor.
Tüm toplumun sorunu var ortada. Sorun şu bu yayılma yavaşlatılacak
mı yoksa kendi başına mı bırakılacak?
Ne bu soruyu soruyor ne de bir cevabı var.
Güya komünist ve politika yapıyor. Alınan tedbirlerin
aslında neye hizmet ettiğini bile anlamamış.
Ama bu da iyi devletimiz için. Aslında nesnel olarak hükümetin
ve devletin destekçisi olduğunun bile farkında değil.
İşte Türk devleti böyledir. Onu küçümseyenler anlamıyorlar.
Muhalefet yaparken bile ona destekler ve ona güç verirsiniz.
Çıkıp esas sorunun ne olduğunu söylese ve kendi karşı önerilerini
söylese bu anlaşılabilir ama bu yok.
Özetle ezeli ve ebedi Türk devleti ve sayın Erdoğan bu
muhalefetten zerrece ürkmeyerek ve hatta onları kendisinin yedekleri yaparak
aslında başarılı bir yol izlemektedir.
Toparlarsak, ister sosyal medyada kendi akvaryumlarında
mastürbasyon yapanlar olsun ister en solcu görünen siyasi partiler olsun
devletin muhalefetin eleştirilerinden çekinmesi için hiçbir neden yoktur ve
çekinmemektedir de haklı olarak.
Bu nedenle gerek değerli devlet başkanımız Erdoğan gerek
devletimiz, bu planı istikrarlı bir şekilde hiçbir geri adım atmadan
uygulayabilirler.
Birkaç bozguncu da tehditle, polis ve hapis baskısıyla
susturulur.
Zaten Türk milleti hem biraz korkudan hem de Türk Devleti
olmazsa Türk milletinin de olmayacağını bildiğinden hepsi gönüllü polistir.
Önemli olan sıkı durmaktır. Taviz vermemektir. Verir gibi
görünmek başkadır vermemeye hizmet ettiğinde elbette verir gibi görünmek de
iyidir
Bu noktada sıkı durmak gerekir. Bunun için de haberleşme
tekelini elde tutup ölümler duyurulmaz, duyulması lokal kalması sağlanırsa,
sosyal medyada duyurma teşebbüsleri daha baştan bozgunculuk ve moral bozma
olarak damgalanırsa zaten kendiliğinden bir otosansür ve kontrol mekanizması
harekete geçer.
Dolayısıyla zaten olacak ölümler onların yakınlarının
acılarıyla kısa zamanda unutulur,
Çünkü hayat devam ediyordur.
Hatta ölenlerin ve öleceklerin çoğu yaşlı ve bakım
gerektiren hastalar olacağı için, onların yakınları bile bir yandan üzülürler
veya üzülür gibi yaparlarken, iyi bize de çektirmedi kendisi de fazla çekmeden
gitti diye sevineceklerdir.
Bu durumda yaşlı ve hastaların kitlesel ölümleri nedeniyle
bir toplumsal tepki oluşması ve bunun politik bir harekete dönüşmesi de
neredeyse olanaksızdır.
Yeter ki devlet istikrarlı olarak yerinde dursun, sayın
Erdoğan’ın dediği gibi, bir iki ay dayansın. Birkaç ay sonra bu fırtınayı atlatmış
olacaktır Türk devleti ve milleti.
Diğer ülkeler hala ya yasakları yeni ilan ederken; onları
sürdürmeyi veya sürdürüp sürdüremeyeceklerini tartışırken, biz kararlılığımızla
fırtınayı atlatmış olacağız.
Elbet bunun bir bedeli de olacaktır. Her savaşta bedeller
ödenir. Koronavirüsüyle de bir savaş yapılmaktadır. Bunun da elbet bedelleri
olacaktır.
Yaşlı ve hastalardan bir bölümünü, zaten kapasitemiz yetmeyeceği
için, hiçbir tedavi ve kurtarma girişiminde bulunamadan kaybetmiş olacağız ama
sonunda zaferle çıkacağız.
Hedefi “Koronavirüse karşı mücadele”, “Kronavirüsle savaş” olarak tanımlama önemli. Zaten gerçek savaş hangi kavramlarla düşünüldüğünü belirlemekte olur. Muhalefet ve en keskin komünistler bile hepsi devletimizin dilini kullanıyor ve bunun farkında değil, “koronavirüsüyle savaş” diyorlar, onu yenmekten söz ediyorlar. Aslında bilmeden devlet millet bütünlüğün pekiştiriyorlar, iyi yapıyorlar.
Hedefi “Koronavirüse karşı mücadele”, “Kronavirüsle savaş” olarak tanımlama önemli. Zaten gerçek savaş hangi kavramlarla düşünüldüğünü belirlemekte olur. Muhalefet ve en keskin komünistler bile hepsi devletimizin dilini kullanıyor ve bunun farkında değil, “koronavirüsüyle savaş” diyorlar, onu yenmekten söz ediyorlar. Aslında bilmeden devlet millet bütünlüğün pekiştiriyorlar, iyi yapıyorlar.
Savaş olarak tanımlayınca da bunun mantık sonuçlarına
ulaşmak gerekir. O zaman Yaşlı ve hastaların bir kısmının toplumun bir an önce
savaştan zaferle çıkılması ve genelin mutluluğu için feda edilmesini kabullenmek
gerekir.
Sorunu ve dilemmayı açıkça koyma cesareti göstermeyenler
kaybedeceklerdir.
Sorun nedir? Tekrar edelim:
Nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan ve hatta toplumun
üzerinde bir yük olan yaşlı ve hastaları yaşatabilmek ve bunun için azamiyi
yapmak bunu için de hastalığın yayılmasını yavaşlatmak ve tüm ekonomiyi aylarca
fiilen durdurup iflas noktasına getirmek mı, yoksa toplumun ezici çoğunluğunu
oluşturan gençleri ve onların geleceklerini korumak için hiçbir şey yapmama ve
işi oluruna bırakıp sürü bağışıklığının en büyük hızla oluşmasını sağlamak mı?
Ayrıca esas seçmeyi, virüs yaptığı için, kişisel olarak kimsenin vicdan azabı duymayacağı bir seçimdir bu.
Ayrıca esas seçmeyi, virüs yaptığı için, kişisel olarak kimsenin vicdan azabı duymayacağı bir seçimdir bu.
Toplumsal bir vicdan azabı belki denebilir ama gençlerini
bir hiç için cephelere yollayan ve öldürten insanlar için bu kabul edilmez bir
şey olmayacaktır. Toplu yaşamanın temeli fedakarlıktır. Bir zaman göçebe
kabileler, avcı ve toplayıcı topluluklar tüm kabileyi tehlike altına atmamak
için yaşlıları bir parça yiyecekle yalnız başına terk ediyorlardı. Ve bu onlara
hiç de akıl ve ahlak dışı gelmiyordu. Aksine bu gönüllü yapılan bir fedakarlıktı.
Yaşlılar kendileri zamanlarının geldiğini, yakınlarına yük olabileceklerini
görüp ölüm yalnızlığına çekiliyorlardı. O zaman akli ve ahlaki olan şimdi niye
olmasın? Devletin ve milletin bekası ve gücü söz konusuysa gençleri nasıl ölüme
yolluyorsak niye yaşlılardan bu fedakarlığı istemeyelim.
Elbette o yaşlıların boğularak acılar içinde ölmesini engellemek
için, can çekişmelerini ve acılarını kısaltmaları için, onları can çekişen atlara
yapıldığı gibi bir merhamet vuruşu da yapılabilir ve yapılmalıdır. Yani onlara
isterlerse acı çekmeden ölmelerini sağlayacak ilaçlar da sunulabilir ve
sunulmalıdır.
Elbette bu Koronaya karşı savaşta yitirdiğimiz yaşlı ve
hastalar da şehitlerimiz olacaktır. Bu şehitlerin ailelerine şehit maaşı
bağlanması da düşünülebilir ve düşünülmelidir. Bu ayrıca onların yakınlarının
tepki göstermelerini engelleyip devletlerine ve milletlerine daha bir güvenle
bağlanmalarını sağlamaya hizmet eder.
Bunun yaşlı ve hastalar için çok bir problem olmayacağı da
açıktır. Onlar zaten çocukları için yaşamıyorlar mı? Çocukları için her şeyi
yapmaya hazır olduklarını söylemiyorlar mı?
Argümanlar daha çok uzatılabilir. Özetle denebilecek şudur:
Başta Erdoğan olmak üzere Türk devleti doğru bir çizgi izlemektedir. Tek sorun bu çizginin istikrarlı bir şekilde
inatla sürdürülmesidir.
Elbette gerek sayın Erdoğan’ın hedefi gözetmekteki ısrarı,
bunun için en hızlı dönüşleri bile yapabilmesi, kararlılığı ve istikrarı, keza
Türk devletinin gelenekleri bunun başarılacağını göstermektedir.
Devletimiz bu koronavirüs felaketini milletimiz için bir
fırsata çevirmeyi başaracaktır.
Şimdi bir gelecek tahmini yapalım.
Örneğin yaz ortalarına kadar bu yayılmanın tepe noktası
aşılacaktır muhtemelen. O andan itibaren, biz kaynaklarımızı tüketmediğimiz,
üretimimizi durdurmadığımız için ekonomik kaybımız minimumda olacaktır. Ama
diğer ekonomilerin durumu farklı olacaktır. Bu geçen zamanda yaptıkları
tüketimin yerini doldurmaları gerekecektir. Ama ellerinde gerekli ürünler
olmadığı için bizim kapımızı çalacaklardır.
Evlerinde aylarca kapalı kaldıkları için bir an önce
kendilerini tatil yerlerine atmayı düşüneceklerdir. Türkiye’nin plajları
dolacaktır. Çünkü biz erkenden sürü bağışıklığına ulaştığımız için Türkiye
dünyada en emin yer olacaktır. Tüm oteller, plajlar tıklım tıklım dolacaktır.
Bu arada tüm devletler çok para bara basıp düşük faize
geçtikleri için, biz bu arada borçlarımızın önemli bir bölümünü daha düşük
faizli ve daha uzun vadeli borca çevirmiş olacağız. Bu ayrıca ekonomiyi canlandırmak
için yepyeni olanaklar sunacaktır.
Keza düşen petrol
masrafları ile ucuz petrol alıp depolarımızı dolduracağız. Dış açıklarımızı
büyük ölçüde kapatmış olacağız.
Yaşlıların ve
hastaların masrafları azalacağından sigorta sistemimiz de tekrar eski gücüne
kavuşmuş olacak devletin bütçesine ek bir yük bindirmeyecektir.
Sonuç olarak bu fırtına sonrasını çok elverişli koşullarda
karşılayabiliriz.
Şimdi yapılan eleştiriler bu durumda sağlanacak ekonomik
iyileşme ile kısa zamanda unutulur ve sayın Erdoğan tekrar konumunu ve gücünü pekiştirebilir.
Ölünceye kadar da (Allah geçinden versin) devlet başkanlığını sürdürüp ikinci
bir Atatürk olabilir.
Görüldüğü gibi var olan koşullarda en doğru stratejiyi
Erdoğan ve Devletimiz uygulamaktadır.
Bizlere düşen bunu anlamak ve desteklemektir.
Hem Türk devletini yaşatma hedefine itiraz etmeyip hem de bu
stratejiye itiraz edenler tutarsızlar ve hiçbir uygulanabilir perspektif
sunmayanlardır.
Tutarlı olmanın ve başka bir perspektif sunmanın bir tek
yolu vardır. O da şudur: bir tek hasta ve yaşlı insanı kurtarmak için tüm toplumun
en büyük fedakarlıkları göze alması politikası ve hedefi.
Ama bunu izleyenler sonuçlarına da katlanmalıdırlar.
Örneğin, kendi içlerinde tutarlılarsa, demokratik olarak, birkaç
yaşlı ve hasta için tüm toplum mu, tüm toplum için birkaç hasta ve yaşlı için
mi alternatiflerini toplumun önüne koyup, onun onayını almaları gerekir
Halk bu demokratik oylamada, toplum için hastaları feda
edelim derse ne yapacaklardır?
Aslında böyle bir oylamanın Türkiye’deki cevabı bellidir. Toplum
için yaşlı ve hastaları feda.
Devletimiz onun bu cevabını bildiği için böyle
davranmaktadır.
Haydi halka danışmadan, cevabı önceden sezdikleri için, yayılışı
yavaşlatma amacıyla iç tutarlılığı çiğneyerek zorla genel sokağa çıkma yasağı uyguladılar
ve hastalığın hızı yavaşlatıldı diyelim.
Bu arada ekonomik hayatın devamı nasıl sağlanacaktır?
Bunu aylar boyunca sağlamanın bir tek yolu vardır: Tüm üretim,
dağılım ve tüketimin devlet kontrolünde temel ihtiyaçlarla sınırlandırılarak sürdürülmesi
ve tüm topluma eşit olarak uygulanması. Buna ne isim verirseniz verin, bir
zamanlar Bolşeviklerin iç savaş sonucu açlık sınırında uygulamak zorunda
kaldıkları bu sistemin adı “Askeri Komünizm”dir.
Neden öyledir?
Komünizmin askerisi mi olurmuş? Hani devlet olmayacaktı?
Gerçek komünizm ürünlerin müthiş bir bolluğunu var sayar. Bunun sağlayacağı bir eşitliği, aslında eşitliğin de ötesini hedefler. “Herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneği kadar” der. Yani toplum o kadar zenginlemiştir ki aslında kaba eşitlik bile aşılmıştır. İhtiyacının ne olduğuna ve bunun karşılığında topluma ne vereceğine bir şey verip vermeyeceğine bireyler karar verir.
Gerçek komünizm ürünlerin müthiş bir bolluğunu var sayar. Bunun sağlayacağı bir eşitliği, aslında eşitliğin de ötesini hedefler. “Herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneği kadar” der. Yani toplum o kadar zenginlemiştir ki aslında kaba eşitlik bile aşılmıştır. İhtiyacının ne olduğuna ve bunun karşılığında topluma ne vereceğine bir şey verip vermeyeceğine bireyler karar verir.
“Askeri komünizm”de ise, ihtiyaçlar en temel ihtiyaçlarla sınırlıdır,
ürünler herkese eşit olarak bölüştürülür.
Yani bu eşitlik yoksullukta, temel ihtiyaçlarda
eşitliktir. Gerçek komünizmde devlete ihtiyaç yoktur, askeri komünizmde ise
devletin çelik yumruğu gerekir.
Bunu uygulamaya hazırlar mı, uygulamaya kalkarlarsa toplum
bunu kabul edecek midir? Devlet bu kadar güçlenince sonra onun elinden bu güç
nasıl alınacaktır? Sovyetler bunun pek mümkün olmadığını göstermişti.
O halde bugün insanlık ve her devlet iki alternatif
karşısındadır.
a)
Yaşlı ve hastalar için toplumu feda etmek, bunun
için de, yayılmayı yavaşlatmak için, herkesi aylar boyunca evine tıkmak. Evlere
tıkalı nüfusun en temel ihtiyaçlarının eşit olarak karşılanmasını, yani üretim,
dağılım ve bölüşüm ve tüketimini örgütlemek. Yani en azından nüfusun yüzde
yetmişi bağışıklık kazanana kadar Askeri Komünizm. Bu da aylarca sürecek
bir süreç.
b)
Esas olarak toplumu ya da devleti ve milletin
genel çıkarını öne almak. Yaşlı ve hastaların bir kısmını tüm toplumun çıkarı
için feda etmek. Bunun için de hiçbir şey yapmayarak doğanın hükmünü icra ederek
en kısa zamanda yüzde yetmişinin bağışıklık kazanmasını sağlamak. Bir an önce
sıkıntılı dönemi aşmak. Bu da bir savaştır ve savaşlarda zafer için yapılanı
yapmak. Belki yaşlı ve hastaların ölümünün daha az acı çekmesini sağlayacak
ötenazi hakkı gibi düzenlemeler yapılabilir.
Bütün uygar uluslar birincisi
üzerinden örgütlendiler, en azından o iddiadalar. Eğer mantık sonuçlarına
giderlerse dünyaya askeri biçimiyle komünizmi burjuva devletler getirecektir,
en azından bir dönem.
Türk devleti ikincisine karar
vermiş bulunuyor.
Zafer başta sayın Cumhurbaşkanımız
Erdoğan olmak üzere ezeli ve ebedi Türk devletinin ve Türk milletinin
olacaktır. Yeter ki yalpalamayalım ve sabırla sürdürelim..
Yazıyı bir muhalif hanım
kızımızın şarkısının sözleriyle bitirelim.
“İstikrarlı hayal hakikattır”
Demir Küçükaydın
22 Mart 2020 Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder