22 Mart 2020 Pazar

Başta Sayın Devlet Başkanımız Erdoğan ve Hükümet Olmak Üzere Ezeli ve Ebedi Türk Devleti Koronavirüs Salgınından Gerçek Bir Zaferle Çıkacaktır


Terör örgütleriyle bağlantılı birkaç eski 68’li dışında hiç kimse ezeli ve ebedi Türk devletinin ve onun başındaki sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bu Koronavirüs karşısında hangi politikayı uyguladığını görmüyor ve anlamıyor. Bu nedenle de kendi içinde zerrece tutarlılık olmayan eleştiriler yapıyorlar.
Aslında böyle yapmaları iyidir. Böylece milletimiz onların çapsızlığını görmektedir.
Onların bu çapsızlığının katkısıyla da kısmet olursa sayın Erdoğan’ı Cumhuriyet’in yüzüncü yıl dönümünde devletimizin başında görmeye devam edeceğiz.
Hatta Atatürk gibi ölünceye kadar devletin başında kalacak ve öldükten sonra da içinde bulunduğumuz rejimin kurucusu olarak ebediyen anılacak ve tarih kitaplarına altın harflerle yazılacaktır.
Öncelikle bu koronavirüs salgını karşısında sayın Erdoğan’ın devletimizin ne yaptığını ve yapmak istediğini anlamak gerekir.

Sanılanın aksine binlerce yılık geleneği olan ezeli ve ebedi Türk devleti, bu gibi sorunların nasıl karşılanacağı konusunda, daha dünkü çocuk olan Avrupa devletlerinden çok daha tecrübelidir ve kimi muhaliflerin dediğinin aksine ne yapılacağını onlardan çok daha iyi bilmektedir. Onlar ta Nizamülmülk’lerden beri kayda geçirilmiş devlet yönetme sanatını bilmemektedirler.
Ama önce devletimizin ne yaptığını anlamak gerekir.
Tabii anlamak için de devlet nasıl yönetilir, devlet adamlığı nedir, bunu bilmek gerekir.
Öncelikle, bir devlet, hele ki Türk devleti, kendi var oluş nedenini tartışma konusu yapmaz.
Her şeyin birinci koşulu budur.
Tüm önermeler bununla mantıki bir tutarlılık içinde olmalıdır.
Bu devlet niye var?
Türk milletinin ezeli ve ebedi var oluşunu sağlamak için öncelikle Türk devletinin var olması gerekir. Çünkü Türk Devleti olmazsa Türk Milleti, Türk milleti olmazsa Türk Devleti olamaz. Bunlar birbirinden ayrılamaz.
O halde devletin de milletin de en büyük amacı devletin ve milletin varlığıdır. Bu olmadan hiçbir şey olmaz.
O halde her sorunu, kimi entelektüellerin sürekli tekrarladığı gibi, demokrasi, insan hakları, kalkınma, refah, adalet, eşitlik gibi hedefler açısından değil, devletin ve milletin varlığı açısından ele almak gerekir. Devlet olmazsa bunların hiç biri olamaz.
Demokrasi, adalet, insan hakları, kalkınma, refah sonra gelir. Devlet ve Millet olmazsa o demokrasi, o refah, o insan hakları, o adalet kim tarafından kullanılabilecektir?
Hiç kimse.
Kimileri hem Türk milletinden olmak, hem de Türk devletini savunmak ama aynı zamanda demokrasi, refah vs. istiyor. Bu ne dediğini bilmemek ve bunların birbiriyle çeliştiğini görmemektir.
Elbet onlar da olsa daha iyi olur ama her şeyin bir önceliği vardır. Aydınların, muhalefetin anlamadığı budur. Devletin ve Milletin önceliği esastır.
Bunu anlamak devlet adamı olmanın birinci koşuludur.
Bu en temel önermedir. Her şey buna göre anlamını bulur. Descartes, “Düşünüyorum öyleyse varım” demiş. Bu batılılar için doğru olabilir ama her Türk için bu temel önerme şöyledir: “Türk devleti var o nedenle varım”.
Descartes’tan önce, eski çağlarda insanlar “Allah yarattı onun için varım” diyorlardı. Descartes Allah yerine Aklı geçirdi.
Ama sonra da aklın yerini devletler aldı. Devletler yarattığı için uluslar var. Devletsiz ulus ulussuz devlet olmaz. Modern dünyanın temel ilkesi budur. Dünyada ulussuz yer yoktur öyle bir varlık da yoktur. Böyle bir hak da yoktur ve mümkün değildir.
Türk milletini yaratan da Türk devletidir. Türk isen “Türk devleti var öyleyse varım” demek gerekir.
*
Elbet bunu açıkça ifade etmek gerekmez. Arife tarif gerekmez. Devleti yönetenler bunu bilirler. Bunu halkın bilmesi de gerekmez. Bazı şeyler yapılır ama söylenmez. Söz ayağa düşürülmez. Bakmayın o batılı devletlere onlar da aslında böyle davranırlar.
Bunlara daha başka ilkeler de eklenebilir ama biz bu kadarıyla yetinelim.
Bu açık olunca Türk devletinin ve milletinin çıkarının her şeyin üzerinde olması gerektiği, her şeyin ona tabi olması gerektiği daha iyi anlaşılır.
Muhalefetin anlamadığı budur. Onlar hem Türk devletini ve milletini savunduklarını söylüyorlar hem de onun önüne batılı emperyalistlerden aldıkları yabancı ideolojileri, örneğin demokrasi ve insan hakları gibi ilkeleri koymaya çalışıyorlar. Halbuki sayın Erdoğan’ın ve de ezeli ve ebedi Türk devletinin bu konuda hiçbir tereddüdü yoktur ve son derece tutarlıdırlar.
Bu durumda Koronavirüs salgını karşısında devletin ve milletin bekasını esas alan bir devletin hedefinin ne olacağı açıktır. Bu koronavirüs salgınını, bir an önce ve asgari kayıpla atlatmak, Türk devleti ve milletinin gücünü arttırmak için fırsata çevirmek.
Elbette bu öyle her durumda açık açık söylenmez. Söylenmesi de zaten malumu ilan etmek olur. Devletin Anayasası bunu açıkça belirtmiştir zaten.
İşte başta sayın Erdoğan ve devletimiz de tam böyle davranmaktadır.
Bazı şeyleri söyleyerek dört bir yandan düşmanlarla çevrili devletimiz ve milletimize saldırmasına niye imkan hazırlayalım ve onlara bu silahı verelim ki?
Devletimizin ve Milletimizin varlığı ve çıkarı her şeyin önünde olması gerektiğine göre, sorun şudur: koronavirüs salgını karşısında nasıl bir yol ve yöntem bu amaca hizmet eder?
Bir sürü Avrupa ülkesinde olduğu gibi hastalığın yayılmasını yavaşlatarak, yoğun bakım gerektirecek hasta sayısını, eldeki yoğun bakım yatağı ve suni teneffüs aygıtı, hastane, doktor, sağlık personeli imkanının altında tutmak için azamiyi yapmak; böylece yaşlı ve hasta her insanı yaşatmak için millet olarak azami çabayı göstermek, tüm milleti seferber edip tüm kaynakları ortaya koymak bir yoldur.
Türk devletinin bu yolu izlemesi devletimizin ve milletimizin varlığına ve gücünü pekiştirmesine hizmet eder mi?
Soruyu böyle sormak gerekir. Soruyu doğru sormak çözümün yarısıdır. Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez. Birisi ben Türk’üm diyorsa soruyu böyle sormak zorundadır.
Devletimiz Avrupa ülkelerinin zorla ve yarı gönüllü olarak izlediği bu yolu izlemenin yanlış olduğu kararını vermiştir ve bu doğru bir karardır.
Neden?
Esas olarak hasta ve yaşlı, nüfusu, onun da bir kısmını yaşatmak için tüm milli kaynakları seferber etmek, tüm toplumu aylarca evlerine tıkmak, ekonominin yıllarca altından kalkamayacağı bir yükün altına girmesine yol açmak, Türk devletinin iflas etmesi ve onunla birlikte Türk milletinin de yok olması anlamına gelir.
O halde yapılacak şey açıktır.
Hastalık zaten yayılacak ve toplumda “sürü bağışıklığı” oluşacaktır. Bütün bilim insanları nüfusun yüzde yetmişi (veya ellisi) hastalığa yakalanıp doğal bağışıklık oluşturmadan pandeminin son bulamayacağını matematik kesinlikle söylüyor. Bu yüzde yetmişin doğal bağışıklık yani hastalığa yakalanıp iyileşmesinin de aylar süreceği, yani en azından beş altı ay süreceği apaçıktır. Kaldı ki, bunun da mikrobun arada daha kötü bir mutasyon yapmaması ve oluşan bağışıklığın en azından birkaç ay devam etmesi koşulunda mümkün olduğu gibi bir varsayım da var.
Yani nüfusun yüzde yetmişinin enfekte olmasını engellemenin bir yolu yoktur. Tek yol aşı geliştirmek olabilir ki bunun araştırılması da en az bir yıllık bir iş. Daha kısa vadede etkili bir ilaç bulunabilir. Ama şimdi bulunsa bile denemesi ve kullanılması aylar süren bir süreçtir.
Hasılı hastalığın yayılmasını engellemenin yolu yoktur. Varsayalım ki en sert tedbirleri alıp durdurdunuz. Tedbirleri biraz gevşettiğinizde o tekrar çıkıp kaldığı yerden devam eder. Ta ki yüzde yetmişi veya elliyi bulana kadar.
Ayrıca yayılmayı hızlandırmaya çalışmak bile gerekmez, çünkü geometrik diziyle yayılmada o kendi kendini otomatikman hızlandırmış olmaktadır.
Öte yandan okulların, toplantıların, umumi yerlerin, kapatılması, karantina uygulamaları gibi yarım tedbirlerin hiçbir yavaşlama sağlamadığı hem teorik modellerle, hem de şimdiye kadarki uygulamaların gösterdiği gibi apaçıktır.
Yayılmayı bu yöntemlerle yavaşlatabileceğini düşünenlerin hemen hepsi pes etti ve geri adımlar atmaya başladı, sokağa çıkma yasağı koydu veya koymak zorunda kaldı ve kalmayanlar da kalacak.
Hatta aksine bizim gibi Şark ülkelerinde bunlar hızlandırıcı etki yaparlar. Çünkü uygulamada kurallar uygulanamaz, uygulayacak personel bilinçsizdir, işler sallapati yapılır vs..
Örneğin hacdan gelenleri önce evlerine yollayıp sonra kimi eleştiriler karşısında geri adım atıp aynı yurda tıktığınızda, sadece tutarsız davranmış olmazsınız aynı zamanda yurda tıktıklarınızın içlerinde virüsü henüz almamışlar bile alırlar. Üstelik hepsi de yaşlıdır. Hastalığın kuluçka süresi iki haftadır ve ciddi bir belirti göstermez. Hatta bu kuluçka döneminde testte temiz de çıkılmaktadır. Onbeş gün karantinadan sonra bu yaşlı hacıları evlerine yolladığınızda topluma onlarca virüs bombası atıp, yayılmayı hızlandırmış olursunuz.
Bu durumda yapılacak tek şey vardır. İşi oluruna bırakmak ve doğa kanunlarının hükmünü icra etmesine imkan tanımak. Zaten ölenler genellikle yaşlılar ve onların içinde de daha önce şeker, solunum yetmezliği, yüksek tansiyon, kalp gibi hastalıkları olanlar. Nüfusun yüzde doksanı veya doksan beşi ciddi bir rahatsızlık göstermeden, hatta hastalığı kaptığını bile bilmeden atlatmaktadır.
Bu durumda yapılacak en akıllıca şey: Hiçbir şey yapmamak olabilir.
Hiçbir şey yapmamak” formülüne hemen itiraz etmemeli.
Çünkü sanılanın ve bazı devlet adamı bilgeliğine sahip olmayanların sandığının aksine hiçbir şey yapmamak da bir şey yapmaktır.
Elbette hiçbir şey yapmaz görünmek kötüdür. Böyle bir şey millet ve devlet bütünlüğünü bozabilir. Devletin gereksiz görülmesine yol açabilir.
Bu nedenle aslında bir sonuç alınamayacağı bilinmekle birlikte bir şeyler yapmak veya yaparmış gibi görünmek devletin çıkarı ve bekası bakımından daha optimum bir sonuç verir.
Bu nedenle elbette devlet ve millet bütünlüğünü korumak ve pekiştirmek için, yani yine devletimizin bekası ve gücü için bir şey yaparmış gibi görünmek gerekir. Ama gerçek devlet adamları bunun aslında hiçbir şey yapmamak olduğunu bilir.
Kaldı ki, Türk milleti de bunu bilir ve anlayışla karşılar. Örneğin “teftiş fırçası” gibi deyimler milletin bunun bilincinde olduğunu gösterir.
Ayrıca yayılmayı yavaşlatıyormuş gibi yapıp yayılmasını de hızlandırmış da dolayısıyla belanın bir an önce işini tamamlamasını da sağlamış olursunuz. Bir şey yaparmış gibi görünerek, milletin devlete güveninin devamını sağlar, milletin ve devletin birliğini pekiştirir, milletin devletin etrafında kenetlenmesini sağlar ve böylece bozguncuları da tecrit edebilirsiniz.
İşte başta sayın devlet başkanımız Erdoğan olmak üzere devletimiz böyle bir strateji izlemektedir
Bu nedenle bu salgından Türk devleti ve milleti en kısa zamanda güçlenerek çıkacaktır.
Sorun devletimizin bu noktada hiç taviz vermeden, herhangi bir zayıflık emaresi göstermeden sıkıca durmasındadır.
Yarım tedbirler, hiçbir şey yapmama, yani yaparmış gibi görünerek yayılmasını hızlandırma ve bir an önce nüfusun yüzde yetmişinin bağışıklık kazanmasını sağlamaya yarayacağından, yaparmış gibi görünmek, yarım tedbirler almak bu stratejinin önemli bir ayağıdır. Hiçbir şey yapmama ve sürü bağışıklığını bir an önce sağlama politikasıyla çelişmemektedir.
Maalesef her milletin içinde olduğu gibi Türk milletinin de içinde bulunan muhalefet, aydınlar, kullanışla aptallar falan bunu anlayacak kapasitede olmadıklarından, gerçek amaç ile deklare edilmiş amaçlar arasındaki farkı göremediklerinden eleştirilerini deklare edilmiş amaçlar açısından yapacaklardır.
Aslında bu da iyidir, çünkü bu da devletin bekasına hizmet eder, demokrasi olduğunu dış dünyaya gösterir. Bu bakımdan bu kullanışlı aptallara da her devlet gibi Türk devletinin de ihtiyacı vardır. Bunlar ciddi bir tehlike oluşturmazlar.
Eğer başta sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan olmak üzere devletimiz sağlam durursa, geri adım atmaz ama atar gibi yapıp hiçbir şey yapmama çizgisini sürdürürse, işin sonunda, diğer devletler ve milletler bir süre sonra bizlerin kararlığına gıpta ile bakıp bizi takdir edeceklerdir.
Tabii denildiği gibi bir politikayı kararlıca ve istikrarlı biçimde uygulamak esastır. Kararlı ve istikrarlı, bunlar anahtar kavramlardır.
Örneğin İngilterede önce akıllıca “Sürü bağışıklığı” sağlayalım dediler, sonra tepki ve eleştiriler karşısında geri adım attılar ve atıyorlar.
Niye geri adım atmak zorunda kaldılar?
Çünkü onlarda devletin ve milletin bütünlüğü ve devletin her şeyin üzerinde olduğu gibi bir anlayış ve hukuk yoktur. Nasıl yarım hamilelik olmazsa, bu işler öyle yarım yamalak olmaz.
Oralarda kişi özgürlükleri öncelikli denir. Bu nedenle haber alma ve eleştiri hakkı geniştir. Bu durumda mecburen hükümetler bu nedenle geri adım atmışlar, kimseye yaranamamışlardır. Tutarsız ve zayıf oldukları görülmüştür.
Türk devleti böyle davranmaz, davranamaz ve davranmamalıdır.
Salgının bir an önce atlatılması hedefine bağlı kalınmalıdır. Bu politikayı sürdürmek için İngiltere’de bulunmayan güçlü araçları vardır devletimizin.
Örneğin yapılacak eleştiriler elbette devletimizin ve milletimizin çıkarlarını en başta tutan basınımız tarafından yayılmayacak ve devlet ve millet düşmanlarının ekmeğine yağ sürülmeyecektir.
Gerçi bir sosyal medya var ama orada herkes kendi akvaryumu içinde konuştuğu ve mastürbasyon yaptığı için bunun fazla ciddiye alınacak bir yanı yoktur. Hatta böylece boşalmalarına hizmet edip patlamaları engeller, bu ortam belli sınırlar içinde devletimiz için uzun vadede yararlıdır bile.
Muhalefeti ise ciddiye bile almak gerekmez. Onlar hala devletimizin stratejisini bile anlamamış durumda.
Devletle aynı amacı paylaştıklarını söylemekte (Koronayla savaş) veya bu amacı eleştirmemekte ama bu amaca uygun olmayan araçları savunmakta ve önermektedirler.
Bir örnek verelim, hem de en solcu ve demokrat olduğu söylenenlerden
Örneğin HDP’den Garo Paylan ne diyor?
Salgını kontrol etmek”ten söz ediyor.
Sorunun salgını kontrol değil, yavaşlatma olduğunu bile kavramamış.
Bunun için de ne yapılmalıymış?
Örneğin: “Bütün bütçe kaynaklarını sağlık için seferber edin. Yoğun bakım ve solunum destek üniteleri hazır hale getirilmeli, eczaneden ya da aile hekiminde ücretsiz Uygulayabileceği Korona test kitine ulaşabilmesi.”
Salgının “kontrol” edilemeyeceğini ayrıca salgını kontrol etme amacının da saçma ve yanlış olduğunu bile kavramamış
Salgını “kontrol etmenin” bir tek yolu var. Tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ve bu yasakla birlikte hiçbir hizmetin ve üretimin aksamaması, bu ancak bir yavaşlama sağlayabilir, tabii bu da yeterince erken yapılmış ise.
O dediği önlemlerle yayılması ne yavaşlatılabilir ne de “kontrol altına” alınabilir.
Aslında söyledikleri kendi zayıflığını ve politikasızlığını örtmeye yönelik.
Bilmediği veya kullanmadığı “yayılmayı yavaşlatma” amacı açısından, kendi içinde tutarlıysa, genel sokağa çıkma yasağı istemesi gerekir.
Bunu istemesi ise, temel bir insan hakkının kullanışını devletten isteme olur ki kendi ayağına kurşun sıkması anlamına gelir.
Bu durumda top çeviriyor. Kendi genel çözüm önerisini sunmuyor. Çünkü yok böyle bir önerisi.
Haydi, kendi ayağına kurşun sıkmayı göze alıp genel sokağa çıkma yasağı istedi diyelim, o zaman şunun nasıl olacağını da söylemesi gerekir. İnsanlar evlerinde nasıl yaşayacak, onlar yiyeceği nereden bulacak. Alışverişini nasıl yapacak. Üretim ne olacak toplum üretimi sürdüremezse nasıl yaşayacak?
Bu konularda hiçbir önerisi yok. El kesesinden hovardalık yapıyor. Haydi diyelim ki, devlet sokağa çıkma yasağı uyguladı, üretim durdu.
Bunun için para nereden bulunacak?
Bir başka örnek de Erkan Baş.
Kendisi Komünist imiş. İşçiden ve emekten söz etmek komünistliğin olmazsa olmazı.
O da sorunu anlamamış. Hala işçiler aç kalacaklar deyip duruyor.
Erkan baş da gerçek sorunlardan kaçıyor.
Tüm toplumun sorunu var ortada. Sorun şu bu yayılma yavaşlatılacak mı yoksa kendi başına mı bırakılacak?
Ne bu soruyu soruyor ne de bir cevabı var.
Güya komünist ve politika yapıyor. Alınan tedbirlerin aslında neye hizmet ettiğini bile anlamamış.
Ama bu da iyi devletimiz için. Aslında nesnel olarak hükümetin ve devletin destekçisi olduğunun bile farkında değil.
İşte Türk devleti böyledir. Onu küçümseyenler anlamıyorlar. Muhalefet yaparken bile ona destekler ve ona güç verirsiniz.
Çıkıp esas sorunun ne olduğunu söylese ve kendi karşı önerilerini söylese bu anlaşılabilir ama bu yok.
Özetle ezeli ve ebedi Türk devleti ve sayın Erdoğan bu muhalefetten zerrece ürkmeyerek ve hatta onları kendisinin yedekleri yaparak aslında başarılı bir yol izlemektedir.
Toparlarsak, ister sosyal medyada kendi akvaryumlarında mastürbasyon yapanlar olsun ister en solcu görünen siyasi partiler olsun devletin muhalefetin eleştirilerinden çekinmesi için hiçbir neden yoktur ve çekinmemektedir de haklı olarak.
Bu nedenle gerek değerli devlet başkanımız Erdoğan gerek devletimiz, bu planı istikrarlı bir şekilde hiçbir geri adım atmadan uygulayabilirler.
Birkaç bozguncu da tehditle, polis ve hapis baskısıyla susturulur.
Zaten Türk milleti hem biraz korkudan hem de Türk Devleti olmazsa Türk milletinin de olmayacağını bildiğinden hepsi gönüllü polistir.
Önemli olan sıkı durmaktır. Taviz vermemektir. Verir gibi görünmek başkadır vermemeye hizmet ettiğinde elbette verir gibi görünmek de iyidir
Bu noktada sıkı durmak gerekir. Bunun için de haberleşme tekelini elde tutup ölümler duyurulmaz, duyulması lokal kalması sağlanırsa, sosyal medyada duyurma teşebbüsleri daha baştan bozgunculuk ve moral bozma olarak damgalanırsa zaten kendiliğinden bir otosansür ve kontrol mekanizması harekete geçer.
Dolayısıyla zaten olacak ölümler onların yakınlarının acılarıyla kısa zamanda unutulur,
Çünkü hayat devam ediyordur.
Hatta ölenlerin ve öleceklerin çoğu yaşlı ve bakım gerektiren hastalar olacağı için, onların yakınları bile bir yandan üzülürler veya üzülür gibi yaparlarken, iyi bize de çektirmedi kendisi de fazla çekmeden gitti diye sevineceklerdir.
Bu durumda yaşlı ve hastaların kitlesel ölümleri nedeniyle bir toplumsal tepki oluşması ve bunun politik bir harekete dönüşmesi de neredeyse olanaksızdır.
Yeter ki devlet istikrarlı olarak yerinde dursun, sayın Erdoğan’ın dediği gibi, bir iki ay dayansın. Birkaç ay sonra bu fırtınayı atlatmış olacaktır Türk devleti ve milleti.
Diğer ülkeler hala ya yasakları yeni ilan ederken; onları sürdürmeyi veya sürdürüp sürdüremeyeceklerini tartışırken, biz kararlılığımızla fırtınayı atlatmış olacağız.
Elbet bunun bir bedeli de olacaktır. Her savaşta bedeller ödenir. Koronavirüsüyle de bir savaş yapılmaktadır. Bunun da elbet bedelleri olacaktır.
Yaşlı ve hastalardan bir bölümünü, zaten kapasitemiz yetmeyeceği için, hiçbir tedavi ve kurtarma girişiminde bulunamadan kaybetmiş olacağız ama sonunda zaferle çıkacağız.
Hedefi “Koronavirüse karşı mücadele”, “Kronavirüsle savaş” olarak tanımlama önemli.  Zaten gerçek savaş hangi kavramlarla düşünüldüğünü belirlemekte olur. Muhalefet ve en keskin komünistler bile hepsi devletimizin dilini kullanıyor ve bunun farkında değil, “koronavirüsüyle savaş” diyorlar, onu yenmekten söz ediyorlar. Aslında bilmeden devlet millet bütünlüğün pekiştiriyorlar, iyi yapıyorlar.
Savaş olarak tanımlayınca da bunun mantık sonuçlarına ulaşmak gerekir. O zaman Yaşlı ve hastaların bir kısmının toplumun bir an önce savaştan zaferle çıkılması ve genelin mutluluğu için feda edilmesini kabullenmek gerekir.
Sorunu ve dilemmayı açıkça koyma cesareti göstermeyenler kaybedeceklerdir.
Sorun nedir? Tekrar edelim:
Nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan ve hatta toplumun üzerinde bir yük olan yaşlı ve hastaları yaşatabilmek ve bunun için azamiyi yapmak bunu için de hastalığın yayılmasını yavaşlatmak ve tüm ekonomiyi aylarca fiilen durdurup iflas noktasına getirmek mı, yoksa toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan gençleri ve onların geleceklerini korumak için hiçbir şey yapmama ve işi oluruna bırakıp sürü bağışıklığının en büyük hızla oluşmasını sağlamak mı?
Ayrıca esas seçmeyi, virüs yaptığı için, kişisel olarak kimsenin vicdan azabı duymayacağı bir seçimdir bu.
Toplumsal bir vicdan azabı belki denebilir ama gençlerini bir hiç için cephelere yollayan ve öldürten insanlar için bu kabul edilmez bir şey olmayacaktır. Toplu yaşamanın temeli fedakarlıktır. Bir zaman göçebe kabileler, avcı ve toplayıcı topluluklar tüm kabileyi tehlike altına atmamak için yaşlıları bir parça yiyecekle yalnız başına terk ediyorlardı. Ve bu onlara hiç de akıl ve ahlak dışı gelmiyordu. Aksine bu gönüllü yapılan bir fedakarlıktı. Yaşlılar kendileri zamanlarının geldiğini, yakınlarına yük olabileceklerini görüp ölüm yalnızlığına çekiliyorlardı. O zaman akli ve ahlaki olan şimdi niye olmasın? Devletin ve milletin bekası ve gücü söz konusuysa gençleri nasıl ölüme yolluyorsak niye yaşlılardan bu fedakarlığı istemeyelim.
Elbette o yaşlıların boğularak acılar içinde ölmesini engellemek için, can çekişmelerini ve acılarını kısaltmaları için, onları can çekişen atlara yapıldığı gibi bir merhamet vuruşu da yapılabilir ve yapılmalıdır. Yani onlara isterlerse acı çekmeden ölmelerini sağlayacak ilaçlar da sunulabilir ve sunulmalıdır.
Elbette bu Koronaya karşı savaşta yitirdiğimiz yaşlı ve hastalar da şehitlerimiz olacaktır. Bu şehitlerin ailelerine şehit maaşı bağlanması da düşünülebilir ve düşünülmelidir. Bu ayrıca onların yakınlarının tepki göstermelerini engelleyip devletlerine ve milletlerine daha bir güvenle bağlanmalarını sağlamaya hizmet eder.
Bunun yaşlı ve hastalar için çok bir problem olmayacağı da açıktır. Onlar zaten çocukları için yaşamıyorlar mı? Çocukları için her şeyi yapmaya hazır olduklarını söylemiyorlar mı?
Argümanlar daha çok uzatılabilir. Özetle denebilecek şudur: Başta Erdoğan olmak üzere Türk devleti doğru bir çizgi izlemektedir.  Tek sorun bu çizginin istikrarlı bir şekilde inatla sürdürülmesidir.
Elbette gerek sayın Erdoğan’ın hedefi gözetmekteki ısrarı, bunun için en hızlı dönüşleri bile yapabilmesi, kararlılığı ve istikrarı, keza Türk devletinin gelenekleri bunun başarılacağını göstermektedir.
Devletimiz bu koronavirüs felaketini milletimiz için bir fırsata çevirmeyi başaracaktır.
Şimdi bir gelecek tahmini yapalım.
Örneğin yaz ortalarına kadar bu yayılmanın tepe noktası aşılacaktır muhtemelen. O andan itibaren, biz kaynaklarımızı tüketmediğimiz, üretimimizi durdurmadığımız için ekonomik kaybımız minimumda olacaktır. Ama diğer ekonomilerin durumu farklı olacaktır. Bu geçen zamanda yaptıkları tüketimin yerini doldurmaları gerekecektir. Ama ellerinde gerekli ürünler olmadığı için bizim kapımızı çalacaklardır.
Evlerinde aylarca kapalı kaldıkları için bir an önce kendilerini tatil yerlerine atmayı düşüneceklerdir. Türkiye’nin plajları dolacaktır. Çünkü biz erkenden sürü bağışıklığına ulaştığımız için Türkiye dünyada en emin yer olacaktır. Tüm oteller, plajlar tıklım tıklım dolacaktır.
Bu arada tüm devletler çok para bara basıp düşük faize geçtikleri için, biz bu arada borçlarımızın önemli bir bölümünü daha düşük faizli ve daha uzun vadeli borca çevirmiş olacağız. Bu ayrıca ekonomiyi canlandırmak için yepyeni olanaklar sunacaktır.
 Keza düşen petrol masrafları ile ucuz petrol alıp depolarımızı dolduracağız. Dış açıklarımızı büyük ölçüde kapatmış olacağız.
 Yaşlıların ve hastaların masrafları azalacağından sigorta sistemimiz de tekrar eski gücüne kavuşmuş olacak devletin bütçesine ek bir yük bindirmeyecektir.
Sonuç olarak bu fırtına sonrasını çok elverişli koşullarda karşılayabiliriz.
Şimdi yapılan eleştiriler bu durumda sağlanacak ekonomik iyileşme ile kısa zamanda unutulur ve sayın Erdoğan tekrar konumunu ve gücünü pekiştirebilir. Ölünceye kadar da (Allah geçinden versin) devlet başkanlığını sürdürüp ikinci bir Atatürk olabilir.
Görüldüğü gibi var olan koşullarda en doğru stratejiyi Erdoğan ve Devletimiz uygulamaktadır.
Bizlere düşen bunu anlamak ve desteklemektir.
Hem Türk devletini yaşatma hedefine itiraz etmeyip hem de bu stratejiye itiraz edenler tutarsızlar ve hiçbir uygulanabilir perspektif sunmayanlardır.
Tutarlı olmanın ve başka bir perspektif sunmanın bir tek yolu vardır. O da şudur: bir tek hasta ve yaşlı insanı kurtarmak için tüm toplumun en büyük fedakarlıkları göze alması politikası ve hedefi.
Ama bunu izleyenler sonuçlarına da katlanmalıdırlar.
Örneğin, kendi içlerinde tutarlılarsa, demokratik olarak, birkaç yaşlı ve hasta için tüm toplum mu, tüm toplum için birkaç hasta ve yaşlı için mi alternatiflerini toplumun önüne koyup, onun onayını almaları gerekir
Halk bu demokratik oylamada, toplum için hastaları feda edelim derse ne yapacaklardır?
Aslında böyle bir oylamanın Türkiye’deki cevabı bellidir. Toplum için yaşlı ve hastaları feda.
Devletimiz onun bu cevabını bildiği için böyle davranmaktadır.
Haydi halka danışmadan, cevabı önceden sezdikleri için, yayılışı yavaşlatma amacıyla iç tutarlılığı çiğneyerek zorla genel sokağa çıkma yasağı uyguladılar ve hastalığın hızı yavaşlatıldı diyelim.
Bu arada ekonomik hayatın devamı nasıl sağlanacaktır?
Bunu aylar boyunca sağlamanın bir tek yolu vardır: Tüm üretim, dağılım ve tüketimin devlet kontrolünde temel ihtiyaçlarla sınırlandırılarak sürdürülmesi ve tüm topluma eşit olarak uygulanması. Buna ne isim verirseniz verin, bir zamanlar Bolşeviklerin iç savaş sonucu açlık sınırında uygulamak zorunda kaldıkları bu sistemin adı “Askeri Komünizm”dir.
Neden öyledir?
Komünizmin askerisi mi olurmuş? Hani devlet olmayacaktı?
Gerçek komünizm ürünlerin müthiş bir bolluğunu var sayar. Bunun sağlayacağı bir eşitliği, aslında eşitliğin de ötesini hedefler. “Herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneği kadar” der. Yani toplum o kadar zenginlemiştir ki aslında kaba eşitlik bile aşılmıştır. İhtiyacının ne olduğuna ve bunun karşılığında topluma ne vereceğine bir şey verip vermeyeceğine bireyler karar verir.
“Askeri komünizm”de ise, ihtiyaçlar en temel ihtiyaçlarla sınırlıdır, ürünler herkese eşit olarak bölüştürülür.
Yani bu eşitlik yoksullukta, temel ihtiyaçlarda eşitliktir. Gerçek komünizmde devlete ihtiyaç yoktur, askeri komünizmde ise devletin çelik yumruğu gerekir.
Bunu uygulamaya hazırlar mı, uygulamaya kalkarlarsa toplum bunu kabul edecek midir? Devlet bu kadar güçlenince sonra onun elinden bu güç nasıl alınacaktır? Sovyetler bunun pek mümkün olmadığını göstermişti.
O halde bugün insanlık ve her devlet iki alternatif karşısındadır.
a)      Yaşlı ve hastalar için toplumu feda etmek, bunun için de, yayılmayı yavaşlatmak için, herkesi aylar boyunca evine tıkmak. Evlere tıkalı nüfusun en temel ihtiyaçlarının eşit olarak karşılanmasını, yani üretim, dağılım ve bölüşüm ve tüketimini örgütlemek. Yani en azından nüfusun yüzde yetmişi bağışıklık kazanana kadar Askeri Komünizm. Bu da aylarca sürecek bir süreç.
b)     Esas olarak toplumu ya da devleti ve milletin genel çıkarını öne almak. Yaşlı ve hastaların bir kısmını tüm toplumun çıkarı için feda etmek. Bunun için de hiçbir şey yapmayarak doğanın hükmünü icra ederek en kısa zamanda yüzde yetmişinin bağışıklık kazanmasını sağlamak. Bir an önce sıkıntılı dönemi aşmak. Bu da bir savaştır ve savaşlarda zafer için yapılanı yapmak. Belki yaşlı ve hastaların ölümünün daha az acı çekmesini sağlayacak ötenazi hakkı gibi düzenlemeler yapılabilir.
Bütün uygar uluslar birincisi üzerinden örgütlendiler, en azından o iddiadalar. Eğer mantık sonuçlarına giderlerse dünyaya askeri biçimiyle komünizmi burjuva devletler getirecektir, en azından bir dönem.
Türk devleti ikincisine karar vermiş bulunuyor.
Zafer başta sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan olmak üzere ezeli ve ebedi Türk devletinin ve Türk milletinin olacaktır. Yeter ki yalpalamayalım ve sabırla sürdürelim..
Yazıyı bir muhalif hanım kızımızın şarkısının sözleriyle bitirelim.
İstikrarlı hayal hakikattır
Demir Küçükaydın
22 Mart 2020 Pazar

Hiç yorum yok: