(Aşağıdaki yazıyı “Öcalan’ın
savunması Üzerine Notlar” başlığı altında 2002 yılında yazmıştık. Yazıda
görüleceği gibi Öcalan’ın çok önemli ve
ciddi bir teorisyen olduğunu söylüyor ve bunun nasıl mümkün olabildiğini de açıklamaya çalışıyorduk..
Yazıda aynı zamanda Kürt Ulusal Hareketini, komünden uygarlığa geçiş olarak başka bir ışık altında ele almaya
çalışmıyor, bu somut konudan hareketle Öcalan’ın teorisyen niteliklerini ve
teorisinin içeriğini açıklamaya da çalışıyorduk.
O zamanlar Öcalan’ın teorisyen, hele önemli bir teorisyen olduğunu söylemek
hem Türkler, hem de sosyalistler arasında lanetlenmek demekti. Öyle de oldu.
Ama bu yazı aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi’nin de sansürüne uğradı.
Yazıyı yazdığımızda o zamanlar Avrupa’da çıkan Özgür Politika’ya da yollamıştık
yayınlamaları ve en azından bu vesileyle Öcalan’ın savunması üzerinden bir
tartışma başlatmaları ve aynı zamanda hareketin teorik gelişimini böyle bir
tartışma içinde sağlayabilmeleri için.
Ne var ki, onlar da Öcalan’ın fikirlerinin herhangi bir tartışılmasına
gelemeyecek bunu kaldıramayacak durumda olduklarından, yazının sadece Öcalan’ın
Teorisyen oluşuyla ilgili, Öcalan’a “övgü” denebilecek ilk bölümünü
yayınladılar. Gerisini Öcalan’ın açıklama ve eleştirisine giren bölümleri ise
yayınlamadılar. Öcalan tabuydu, dokunulmazdı.
Şimdi köprülerin altından çok sular aktı. O zamanlar yayınlanma olanağı
bulamayan bu yazıyı, tekrar yayınlıyouz.
Yazıyı olduğu gibi koruduk. Sadece bazı dipnotlar koyduk. Elbette bizim
görüşlerimizde de bir sürü değişmeler oldu. Din ve Ulus teorileri alanında daha
sonra başka görüşler de geliştirdik ve bugün yazsak birçok konuyu farklı
açıklayabilirdik. Ama bunlar yazının esasını etkilememektedir.
Bu yazıya daha sonra Öcalan’ın görüşlerinin ayrıntılı analizleriyle devam
etmek istiyorduk. Ancak yazdığımız kadarıyla Kürt basınında bile sansüre
uğrayınca motivasyonumuz kırıldı ve yazıyı başka, bol bir zamanda yazarız,
nasıl olsa yayınlanmıyor diye düşündük. Sonra da araya giren başka işler ve
sağlık sorunları nedeniyle yazıya bir daha dönemedik. Bir giriş olarak kaldı.
Yazıyı tekrar yayınlayarak Öcalan’ın görüşleri üzerine bir tartışma da
başlatmayı ikinci bir hedef olarak gözetiyoruz. 28.11.2013)
Öcalan’ın Savunma’sının Önemi ve
Tartışılması Gereği Üzerine
Abdullah Öcalan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM)
verdiği savunma, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru”
adıyla, aşağı yukarı bin sayfa tutan iki ciltlik kitap halinde Türkiye’de ve
Avrupa’da yayınlandı. Kitap Türkiye’de hemen toplatıldı.
Bu kitap hukuki bakımdan bir savunma olarak hazırlanmış
olmakla birlikte, bu hukuki biçim içinde bir Tarih Yorumu, bir Toplum Anlayışı
olduğu gibi aynı zamanda politik bir Programdır. Kitabın şu an Orta Doğudaki en
dinamik ulus ve ulusal hareketin önderi tarafından yazılmış olması, gerek bu
önderin Kürt Ulusal hareketi içindeki belirleyici ağırlığı; gerekse bu ulusal
hareketin Orta Doğu’daki dengeleri giderek artan oranda etkileme ve hatta
belirleme eğilimi göstermesi nedeniyle, içeriği ne olursa olsun, bir proje
olarak, ister bu hareketin dostu, ister düşmanı olsun, herkesin ciddiyetle
okuması ve tartışmasını gerektirir.
Şu ana kadar, kitabın yazarının bu özgül niteliği nedeniyle
bile olsun bu kitap pek tartışılmadı. Bu onun, çeşitli ülkelerin stratejleri, araştırmacıları,
istihbarat görevlileri tarafından okunmadığı ve bilinmediği anlamına gelmiyor
elbette. Bu baylar kitabın tam da öneminin farkında oldukları için, onu
unutturma ve gündemden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Çünkü kitap çok önemlidir
ve Kürtlerin hapsedildiği gettonun dışına çıkmayı başarıp okunabildiği ve
üzerine tartışılabildiği takdirde, büyük bir maddi güce dönüşme potansiyeli
taşımaktadır. Bu nedenle kitabın gözlerden ve bilinçlerden uzak tutulması,
elbette psikolojik savaşın ve dezinformasyonun bir parçasıdır.
Bu tavrın anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Egemen ulusların,
devletlerin başka türlü davranması düşünülemez. Onlar Kürt ulusal hareketini
bastırmaya ve yok etmeye çalışmaktadırlar. Savaşın kurallarına uygun olarak da,
yapmaları gerekeni yapmaktadırlar. Tıpkı faili meçhuller gibi, tıpkı köy
boşaltmalar ve daha bin bir türlü savaş biçimi gibi.
Peki, ye sosyalistlere ve demokratlara ne demeli? Onlar şu
Türkiye’de cidden biraz politika yapmak niyetindeyseler, yukarıda belirtilen
gerekçelerle, bu kitabı değerlendirmek, onun üzerine tartışmak ve onun
karşısındaki konumlarını belirlemekle yükümlüdürler. Ciddi politikacılarsa
eğer, karşı dahi olsalar bunu yapmak zorundadırlar. Çünkü Kitapta dile
getirilen görüşler, Kürt Ulusal Hareketi’nin çizgisi; bundan sonraki evrimi
üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olacaktır. Yani milyonlarca insanın
talepleri ve özlemleri bu kitapta dile getirilen fikirlerle yakından
bağlantılıdır ve bağlantılı olacaktır. Ciddi bir politikacı iseniz, böyle
önemli bir kitabı, ister katılın, ister karşı olun, tartışmanız gerekir. Eğer
ondaki fikirleri yanlış buluyorsanız, o milyonlarca insana o fikirlerin
yanlışlığını göstermek diye bir sorununuz olması gerekir. Dolayısıyla o kitapta
geliştirilen görüşleri tartışmanız, varsa eleştirilerinizi belirtmeniz gerekir.
Peki, Türkiye veya Kürdistan sosyalistlerinde ve
ilericilerinde böyle bir tavır görülüyor mu? Asla. Onlar da soldan aynı susuş
kumkumasını sürdürüyorlar. Tartışmayarak, üzerine hiç bir şey yazmayarak;
yokmuş gibi yaparak; susuşa getirerek o kitapla savaşıyorlar.
Fakat bu kitabın önemli yapan, sadece onu yazan kişinin
kimliği, Kürt hareketindeki ağırlığı değildir. Kitap, içeriğiyle de çok
önemlidir. Kitap, hiç kimsenin bilmediği; hiç bir toplumsal etkisi olmayan biri
tarafından yazılsaydı da içeriği bakımından önemlidir.
Bunu şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım. Türkiye’den gelen
tesadüfen karşılaştığımız sol eğilimli, hatta sosyalist bilinen kişilere,
Öcalan’ın savunmasının çok önemli olduğunu söyleyip, okuyup okumadıklarını
sorduğumda, şöyle cevaplarla karşılaştım. “Kitabı devletin görevlileri
hazırlamış ve Öcalan’a vermişler. O böyle bir şey yazamaz.”
Böyle bir cevap elbette, ezen ulusun ezilen ulusu hakir
görüşünü yansıtır. Yani Öcalan’ın gerek üslup, gerek dil, gerek nicelikçe böyle
bir kitabı yazacak kapasitede olmadığı ve olamayacağı. Bunu ancak egemen
ulusun, istihbarat görevlileri veya stratejlerinin yazabileceği.
Ama şimdilik cevapların bu yanını bir yana bırakalım. Çünkü
burada anlatmak istediğimiz başka bir şey, kitabının, yazarının kişiliğinden
bağımsız olarak önemi.
Biz bu kişilere aynen şunu dedik: “Öyleyse de bu kitap
önemlidir, öneminden bir şey yitirmez. Eğer Türkiye’de böyle bir kitap
yazabilecek bir devlet görevlisi veya görevliler topluluğu varsa, işimiz çok
zor demektir ve o zaman Türk devleti hakkında bütün bildiklerimizi de gözden
geçirmemiz gerekir. Nasıl oluyor da böyle çok önemli, yeni ve ezilenlere güçlü
silahlar sunabilecek fikirler geliştirip yazabiliyorlar; nasıl oluyor da Tarihe
böyle yaklaşabiliyorlar; nasıl oluyor da böyle projeler geliştirebiliyorlar?”
Türk solcuları, kitabın üslubu, dili ve hacmi gibi nedenlerle
onun Öcalan tarafından yazılamayacağı akıl yürütmesini yapmaktadırlar ama
kitabın içeriği aksine onun bir Türk devleti görevlisi tarafından
yazılamayacağının kanıtıdır.
Var sayalım ki bu kitabı yazan bir Türk devlet görevlisidir,
yine kitap değerinden bir şey kaybetmez. Çünkü bu kitaba değerini veren, kimin
tarafından yazıldığı değil, içeriğidir.
Bu fikri tersinden bir örnekle daha açmaya çalışalım.
Düşünelim ki, Öcalan bir muziplik yapmaya karar verdi ve avukatlarıyla gizlice
anlaşarak, bu kitabın kendisiyle ilgisiz başka bir isimle basılmasını sağladı.
Kimse bu kitabın kimin tarafından yazıldığını bilmiyor.
Bu takdirde de bu kitap değerinden bir şey yitirmezdi. Yine
tartışılması gerekirdi. Ama o zaman, gerçekten kitabın içindeki fikirlerin
önemini bilenler tarafından, içeriğinden dolayı tartışılırdı. Hiç bir olumlu
veya olumsuz ön veya bön yargı olmadan.
Ama bu içeriğin değerini anlamak için, anlayabilecek
kapasitede olmak gerekir. Meşhur kaşıkçı elmasının hikayesi bilinir. Bu değerli
taşı bir balıkçı bulur. Onu sadece güzelce ve parlak bir taş olarak görür ve
bir kaç kaşık karşılığında satar. Elindeki hazinenin değerini kavrayacak
bilgiden yoksundur balıkçı. Cevahirin kıymetini kuyumcu bilir.
Maalesef bu kitap söz konusu olduğunda, ne Türkler ne de
Kürtler arasında böyle cevahirin değerini anlayacak kuyumcular görülmüyor.
Egemenler bu kitabın içeriğinin öneminin farkında olduklarından
dolayı susuşa getiriyor. Solcular ise içeriğinin önemini anlayacak kapasitede
değiller, sırf biçimsel özellikleri bakımından bile onu, ezilen ulustan bir
öndere layık görmüyorlar. Kitap, egemen ulus açısından böyle bir çifte komploya
kurban gidiyor.
Kürtler açısından ise, durum tam tersi. Onlar kitabın öneminin
farkındalar, ama Öcalan yazdığı için farkındalar. Bu farkındalık Öcalan’ın
otoritesinden geliyor. Eğer bu kitap, Öcalan tarafından yazıldığı bilinmeyen
bir kitap olsaydı, muhtemelen Kürtler de bu kitabı tartışmazlardı.
Tam da bu durum, kitabın Kürt cephesindeki tartışmalarının
handikapını oluşturuyor. Kitap, yazarının kimliğinden bağımsız, dile getirdiği
fikirler bakımından tartışılamıyor. Maalesef böylece anlaşılması ve gerçekten
tartışılması olanaksızlaşıyor. Olgular, yöntem, kavramlar düzeyinde, bilim dışı
kaygılardan arınmış olarak değil, politikanın bir fonksiyonu olarak
tartışılıyor ve yorumlanıyor. Kitap, kutsal kitapların akıbetine uğruyor, yani
üzerinde yorumlar yapılan bir metin haline dönüşüyor. Yani kitap üzerine
tartışmalar, skolastik bir karakter taşıyor.
Böylece Türk tarafında kitap Abdullah Öcalan tarafından
yazıldığı için tartışılmaz ve susuşa getirilirken, Kürt tarafında Öcalan
tarafından yazıldığı için belki okunuyor ama tam da bu nedenle bilimsel olarak,
olgular ve kavramlar düzeyinde tartışılamıyor.
Biz bu kitabı, her şeyden önce, Öcalan yazdığı için değil, kim
yazmış olursa olsun, içeriğini önemli bulduğumuz için, içeriğinin
tartışılmasının gerektiğine inandığımız için tartışmak istiyoruz. Esas olarak
yapmaya çalışacağımız budur.
Bu onun niteliğini, yani onun politik ve somut anlamını
tartışmayacağımız anlamına gelmiyor. Hatta başlangıçta onun niteliğine, onu
yaratan eğilimlere, onun anlamına ilişkin yazacaklarımız daha ağırlıklı
olacaktır. Giderek onun ayrıntılarına ve içeriğine girdikçe, onun kimin
tarafından yazılmış olursa olsun, önem taşıyan ortaya koyduğu sorular ve
cevaplara gireceğiz.
*
Aslında Öcalan’ın bu kitabı özerine bir kitap hazırlayıp,
kitabı bitirdikten sonra yayınlamayı düşünüyorduk. Çünkü Öcalan’ın kitabı,
tartıştığı problemler katalogunun zenginliği ve sistematik bütünlüğü ile
kişinin fikirlerini onunla kıyas içinde açıklayabilmesi için az bulunur bir
temel sunmaktadır.
Ne var ki, olayların ve tarihin giderek hızlandığı bir
dönemden geçiyoruz. Birbiri ardından sarsıcı alt üst edici gelişmeler
yaşanıyor. Bunları sıcağı sıcağına ele almak gerekiyor. Bu durumda, belli bir
konu üzerine yoğunlaşmak, büyükçe bir eser için olaylara belli bir süre için mesafe
koymak ve onlardan uzaklaşmak adeta olanaksız hale gelmekte. Araya giren sağlık
sorunları vs. ise bunu iyice olanaksızlaştırmakta. Bu durumda, başlangıçtaki
savunmalar üzerine kitap hazırlama projemizden vazgeçmek zorunda kaldık. Bunun
yerine her biri bağımsız ama aynı zamanda birbirini tamamlayan bir sistem
içinde, haftada bir veya iki yazı halinde yazmaya karar verdik.
15 Şubat 2002 Cuma
Orijinal bir Teorisyen Olarak
Öcalan ve Bunun Kökleri
Söze, Türkleri ve Türkiye sosyalistlerini çileden çıkaracak
bir önerme ile girelim: Öcalan AİHM’ye savunma biçiminde hazırladığı bu
kitabıyla, sadece çok iyi bir örgütçü, taktisyen ve stratej değil aynı zamanda
önemli bir teorisyen olduğunu da göstermiş bulunmaktadır. Ya da bu önermeyi
şöyle ifade edelim: Öcalan Türkiye Sosyalist hareketinin çıkardığı, orijinal
teorik görüşler geliştiren bir kaç teorisyenden biridir. Hatta daha da somut
konuşalım. Bu orijinal teorisyenlerin biri Hikmet Kıvılcımlı diğeri de Abdullah
Öcalan’dır[1].
Türkiye’de orijinal fikir geliştiren teorisyen hemen hemen hiç
çıkmamıştır. Bu gerçekten incelenmeye değer bir konudur. Ve muhtemelen Oğuz
boylarının tarihe giriş biçimleriyle olduğu kadar; modern Türk ulusunun yaratılış
biçimiyle de ilgilidir[2].
Oğuzlar, ya da Anadolu’da yaşayan Türk boyları, büyük ölçüde
göçebedirler. Yani uygarlık ve sınıflı toplum öncesinin damgasını taşırlar. Bu
aynı zamanda yazısız kültürdür. En açık biçimi Alevililiğin kitapsızlığında ve
şiirle sözlü bilgi aktarımında ifadesini bulur. Tarihsel bakımdan bu olumlu
nitelikler, aynı zamanda yazısız bir kültür demektir. Ama yazısız kültür de,
analitik düşüncenin gelişmemişliği; taşralılık; köyünün ötesini görememe
anlamına gelir. Orijinal fikirler ise, büyük medeniyetlerin kültür ve bilim
mirası bir şekilde özümlenerek, aşılma süreci içinde ortaya çıkarlar. Bu
nedenle, Türklerin ya da daha doğrusu Oğuzların göçebeliği ve Aleviliği ile
Türklerden orijinal teorisyen veya sanatçı çıkmaması arasında bir ilişki olsa
gerektir.
Bu göçebelerin elbette uygarlığa adapte olanları; feth
ettikleri uygarlık tarafından kültürel olarak feth edilenleri de olmuştur. Ama
bunlar da, üretimle ilgisiz bir devlet sınıfları kastı olduklarından. Böyle bir
yaratıcılığı besleyecek köklerden yoksundurlar. Belki, insanları köleleştirme;
yıldırma, bin bir badireden devleti kurtarma alanında orijinal katkıları
olmuştur ama bunlar da insanlık için, “olmaz olsun” denecek türden katkılar
olsa gerektir.
Modern Türk ulusunun yaratılışında ise, Anadolu’nun Hıristiyan
haklarının sürülmesi ve katli veya mübadelesi orijinal bir fikir geliştiriminin
kültürel ve ekonomik temellerini yok etmiştir. Hıristiyan burjuvazinin
tasfiyesi ekonomiyi geriletmekle kalmamış böylece batı burjuva kültürü ile bağlar tümüyle
koparılmış; buna karşılık, harf devrimleri ve batılılaşma çabalarıyla da
binlerce yıllık uygarlıklar zincirinin kültürel mirasıyla bağlar koparılmıştır.
Böylece sıradanlık ve taşralılık Türkiye’nin bütün düşünsel ve
kültürel hayatına da damgasını vurmuş, hafızasını yitirmiş ve şizofrenik olarak
doğan bu Türk ulusunun, o aşağılık kompleksinin bir yansıması olarak, hor
gördüğü Arap ülkeleri kadar olsun, bir tek orijinal teorisyen yetiştirememesi
sonucu ortaya çıkmıştır.
Tek orijinal teorisyen Hikmet Kıvılcımlı’dır. O da Türkiye
Cumhuriyeti’nin değil, Osmanlı’nın aydınıdır. (Nazım Hikmet ve Hikmet
kıvılcımlı, bu iki Hikmetler, olağanüstü Tarihsel koşulların bir araya
gelmesiyle mümkün olmuş, Osmanlı’nın, ya da Osmanlı’yla sonu gelmiş uygarlıklar zincirinin kuğu
çığlığıdır. Ekim devriminin dünyayı sarsan rüzgarlarının ve bir imparatorluğun
çöküşünün ürünüdürler.)
Biricik orijinal düşünür olan Kıvılcımlı, orijinalliğini, Türk
ulusunun oluşumunun tamamen tersi bir evrim göstermesine borçludur. Türklük, batılılaşma
namı altında bütün tarihi unutmaya ve unutturmaya çalışırken, o tamamiyle o
unutulan tarihe yönelmiş, toplumu oradan hareketle anlamaya çalışmıştır.
Türkiye Rum ve Ermeni burjuvazisini tasfiye ederek batı Burjuva uygarlığıyla
bütün kültürel ve ekonomik bağları dinamitlerken, o Ekim Devrimi’nin ilhamı ve
etkisiyle, burjuva kültürünün en ileri yanlarının mirasçısı Marksizm
aracılığıyla bu Kültürün bozulmamış zirve ve kaynaklarını tanıyabilmiştir.
Ancak bu temel sayesinde, Tarihsel Maddeciliğe katkı sayılabilecek orijinal bir
teori geliştirebilmiştir.
Türkiye sosyalist hareketi de, içinden çıktığı ulusun bütün
zaaflarını üzerinde taşımıştır, bu da çok normaldir. Elbette ürünü olduğu
toplumun damgasını taşıyacaktır. Ama Kıvılcımlı gibi bir düşünürle Türk
toplumunun ve onun sosyalist hareketinin oluşumlarının birbirine zıt bu
niteliği, aradaki giderek açılan makas, Kıvılcımlı ile Türkiye Sosyalist
hareketi arasında korkunç bir kopukluk ortaya çıkmasına da neden olmuştur.
Aslında Kıvılcımlı ile Sosyalist Hareket arasında gibi görülen bu kopukluk,
teoriyle Türkiye sosyalistleri arasındaki kopukluğun özgül bir biçimi ve
görünüşüdür. Türkiye’nin orijinal teorisyen yetişmesini engelleyen tarihsel ve
toplumsal mekanizmaların bir ifadesidir.
*
Şimdi birden bire garip bir olay gerçekleşiyor. Abdullah
Öcalan, AİHM’ye bir savunma hazırlıyor ve bu kitap olarak yayınlanıyor. Bu
kitabı okuduğunuzda, eğer daha önce Kıvılcımlı’nın kitaplarını okumuş bir
kimseyseniz, birden bire Öcalan’ın Kıvılcımlı gibi binlerce yıllık uygarlıklar
zinciri, hatta onun gibi uygarlıklar öncesinin ilkel sosyalizmi ile meşgul
olduğunu görürsünüz. Aynı konulara kafa yormaktadır. Hatta ilk bakışta
Öcalan’ın Kıvılcımlı’yı okuyup da bu kitabı yazdığını bile düşünebilirsiniz[3].
Bu vesileyle yeri gelmişken Öcalan’ın Savunması ile Kıvılcımlı
ilişkisine kısaca değinelim.
Öcalan bu savunmasından önce, bir de Urfa Davası ile ilgili
savunmalarını yazmıştı. (Bu savunmalar kitabın sonunda, “Dicle-Fırat
Havzasında Tarih, Kutsallık ve Lanetin Simgesi URFA” ve “Hz. İbrahim Geleneğini
Güncelleştirmek Hangi Anlama Gelir” başlıklarıyla yer alıyor.)
Biz İnternette kitap yayınlanmadan aylar önce, tesadüfen bu
savunmaya rastladık. Zaten Hazreti İbrahim’den söz eden adı, ilgimizi çekmeye
yetti. Merakla okuduk. Ortada şaşkınlık verici bir durum vardı. Öcalan’ın bu
savunması ile Hikmet Kıvılcımlı’nın son zamanlarda yayınlanmış ve İnternette şu
adreste bulunan (http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/apkicin.htm
) “Allah Peygamber Kitap” başlıklı kitabıyla müthiş benzerlikler
içeriyordu. Bunu çevremizdeki insanlara şöyle ifade ettik. “Ya Öcalan bu
kitabı okumuş etkilenmiş, ya da okumamışsa çok benzer noktalara varmış. Keşke
avukatları bu kitap ile Öcalan’ın savunması arasındaki paralelliği görüp, Kıvılcımlı’nın
bu kitabını Öcalan’a götürseler” anlamında sözler söyledik.
Daha sonra tesadüfen, PKK çevrelerine yakın bir tanıdığımız,
Kıvılcımlı’nın bu kitabını kendisinin de gördüğünü, Öcalan’ın ilgisini
çekebilir diyerek, kendisine iletilmek üzere Öcalan’ın avukatlarına
yolladığını; ama kendisine ulaşıp ulaşmadığını bilmediğini söyledi.
Öcalan’ın bu kitabı okuyup ondan etkilenerek mi, yoksa
kendiliğinden böyle bir benzerliğin ortaya çıktığının, savunmanın değeri ve
burada ele aldığımız Öcalan’ın orijinal bir teorisyen olması bakımından önemi
yok.
Önemi yok, çünkü, eğer Öcalan, savunmasında Kıvılcımlı’nın bu
kitabından etkilenerek o fikirleri savunuyorsa, bu onun, orijinal bir
teorisyenin değerini bilip onun balını alabilme yeteneğinde olduğunu gösterir.
Kıvılcımlı’nın bu kitabı yıllardır İnternet sayfalarında
duruyor. Epey bir süre önce de Türkiye’de yayınlanmış. Hiç bir Türk
sosyalist teorisyeninin, bırakılım bu
çok önemli kitap üzerine bir tartışma açmasını, bir kitap tanıtması yazdığını
gören var mı? Yok!.. Yoktur böyle bir şey. Tarihsel maddeci din teorisinde bir
devrim denebilecek buluşlar içeren; dinler tarihine bambaşka bir görüş getiren
bu kitabın, hem de bir Türkiyeli Marksist tarafından yazılmış bu kitabın, layık
olduğu öneme vurgu yapan bir tek yazı çıktı mı sosyalist basında? Sosyalist
Basını bir yana itelim, Türkiye’de genel olarak. Yok, yok, yok.[4]
Şimdi Türkiye sosyalistlerinin zerrece ilgilerini çekmeyen bu
kitabı, eğer Öcalan almış, okumuş ve onun esinlendirdiği fikirlerden
savunmasında yararlanmışsa, en azından, Öcalan’ın onun yayınlarını yakalayacak
dalga boyunda olduğunu; aynı frekansta olduğunu gösterir. Yani Cevahirin
kıymetini görüp, ondan yararlanacak durumdadır; buna karşılık Türk
Sosyalistleri, ellerinin altındaki hazinenin değerini bilmek bir yana, ona düşmanca
bir suskunluk içindedirler. Çünkü orada
tartışılanlar onların ufkunun dışındadır.
Yani, eğer Urfa Davası Savunması’ndaki fikirlerini
Kıvılcımlı’nın bu kitabından almış olması halinde, bu yine Öcalan’ın ciddi bir
orijinal teorisyen olduğunu gösterir. Orijinal fikirleri görmekte ve
değerlendirebilmektedir.
Yok eğer Öcalan, Kıvılcımlı’nın bu kitabını bilmeden ve
okumadan bu Urfa Davası Savunması’nı yazmışsa, bu onun aynı orijinal teorik
yaklaşımlara ve sorulara bağımsızca ulaştığını gösterir. Özetle, her halükarda,
yani Kıvılcımlı’nın tartıştıklarına bağımsızca varmak veya o tartışılanlardan
yararlanabilmek, karşımızda orijinal bir teorisyen olduğunu göstermektedir.
Hukukçular bir “hukuk nosyonu”ndan söz etmeyi severler. Yani
bir hukukçunun olaylara nasıl yaklaşması gerektiğine ilişkin bir ön bilgidir
bu. Belki somut sorunlarda yanlış çözümleriniz olabilir, ama bu sizin bir
hukukçu nosyonunuz olmadığı anlamına gelmez.
Öcalan’da da bir teori nosyonu var. İlerde görülecek, elindeki
kavramsal araçlar son derece yetersizdir; olgulara ilişkin bilgileri sınırlıdır
ama bütün bu eksikliklere rağmen kendi içinde bir tutarlılığı olan bir teorik
sistem inşa edebilmektedir.
Teori her şeyden önce en ilgisiz gibi görünen olaylar
arasındaki görünmez ilişkiyi bulmaktır. İşte Öcalan’da bu nosyon var. Çıkardığı
sonucun veya o sonucu çıkarırken dayandığı bilgilerin doğru olup olmaması
önemli değildir; olaylar arasında bu tür görünmez, derin ilişkilere kafa
yorması; onları anlamaya çalışması önemlidir. Türkiye sosyalistlerinde olmayan ve
Öcalan’da olan tam da budur.
Hazreti İbrahim, Urfa’nın Peygamberler Diyarı olması ve PKK
Urfa davası ve bu günün politik görevleri arasında bir bağlantı kurmak ve bunu
tutarlı bir mantık zinciriyle göstermek için, insanda bir teori nosyonu olması
gerekir.
Peki, bu teori nosyonu nereden geliyor Öcalan’a? Çünkü Kürt
Ulusal Hareketi, Türk geriliği ve gericiliğinin baskısı altında ortaya
çıktığından, mücadele ettiğinin bütün olumsuz niteliklerinin aynadaki aksini
üretme eğilimi de gösterir çoğu zaman. Gerçi Öcalan büyük ölçüde Türkiye
Sosyalist Hareketinin ürünüdür; Kürdistan Demokrat Partisi, Hoybun gibi
geleneklerden gelmez. Ama teori söz konusu olduğunda, yukarıda da gösterildiği
gibi, Türkiye Sosyalist hareketinin sicili çok kötüdür. Hiç bir şey gökten
zembille inmez, daima bir yerlerden bilinmeyen derinden işleyen bir damar
olması gerekir.
Bu damarlardan biri, unutulmuş bir tortu halinde Türk
sosyalist hareketinin tamamen tersi bir evrimin ifadesi olan Kıvılcımlı’dır.
Öcalan’ın 70’li yıllarda Kıvılcımlı’nın eserleriyle tanışmamış olması; o
zamanlardan kafasında bir tortu kalmaması düşünülemez. 70’li yılların sonunda,
İhtiyat Kuvvet’in daha sonra PKK olacak, Apocularca yüzlerce alınıp okunduğunu
biz biliyoruz.
Sanırız bunlar da yetmez. Bizzat Orta Doğu’nun peygamber
geleneği ile bir bağlantısı da var gibi. Çocukluktan beri edinilen binlerce
izlenimin birikiminin, edinilen kültürel mirasın yanı sıra; halk kitlelerinin
derinliğinde yatan bu geleneğin, bizzat halk tarafından Öcalan’a öğretilmesi,
aktarılması da söz konusudur kanımızca.
Öcalan zaman zaman, bu gelenekle, kendi kişiliği ve yaşamı
arasında bağlantılar kurar. Kimi zaman Musa, kimi zaman İsa, kimi zaman İbrahim
ile kendi yaşamı arasındaki paralelliklere dikkati çeker.
Öcalan’ın bu tür konuşmaları, çoğu kez hafızasını yitirmiş,
şizofrenik, teorik düşünme yeteneği olmayan Türkler ve Türkiye Sosyalistleri
tarafından, megalomanlık, aklını yitirmişlik; Ağca’nın şarlatanlıklarının bir
benzeri olarak anlaşılır ve gösterilmeye çalışılır.
Aslında, bu Peygamberler ile kendi yaşamı ve mücadelesi
arasında benzerlikler ve ortak yasalar arama ve gösterme bile Öcalan’ın teorik
düşünme yeteneğinin ve orijinalitesinin bir kanıtıdır. Ama daha da önemlisi
kanımca, bu yetenek ile o paralellikler kurulan gelenek arasında da bir bağın
olduğudur. Öcalan, bir yanıyla da, Orta Doğu Peygamberler geleneğinin son
mirasçısı gibidir.
Hazreti Muhammet kendisinin son peygamber olduğunu
söylemiştir. Evet Öcalan bir peygamber değildir, olmayacaktır ve kendisinin de
böyle bir iddiası yoktur. O modern bir ulusal hareketin örgütçüsüdür. Ama bu
ulusal hareketin örgütçüsü ve bir ulusun yaratıcısı, aynı zamanda, birdenbire
bu peygamberler diyarının birliği ve refahını öneren bir projeyle ortaya
çıkıyor. Bu elbette modern toplumsal süreçlerle de açıklanabilir. Ama başka bir
bakış açısından, o peygamberler geleneğinin bir devamı olarak da görülebilir.
Kürt ulusal hareketi, aynı zamanda, Kürt komününün parçalanışı
ve uygarlığa girişi olarak da kavranabilir. Arap komününün medeniyete geçişi,
Muhammet’i çıkarmıştır. Muhammet de kendini İbrahim’e bağlamıştır. İbrahim de
Müslümandır. Burada aynı zamanda bir kaynağa dönüş de söz konusudur. Teorinin,
yani o zamanki teori olan dinin, yozlaşmalardan arındırılmış öz haline bir
dönüştür bu aynı zamanda. (Bu biz sosyalistlerin de ihtiyacı olan ve muhakkak
yapmamız gereken bir görevdir. Yani biz sosyalistler de Marksizmin
İbrahimlerine, Muhammetlerine dönmeliyiz, Muaviyelerin kirlettiği öğretiden
kurtulmalıyız.)
Kürt ulusal hareketi, orta Doğu’nun, bu güne kadar komün
geleneklerini yaşatmış son halkının,
yani Kürtlerin, uygarlığa geçişi olarak
da kavranabilir. Böylece bu bölgenin uygarlığa geçişlerinin peygamberler aracılığıyla
gerçekleşmesi geleneği bir yanıyla hükmünü icra etmektedir. Bu geçişin
“peygamberi” olarak da Öcalan ortaya çıkmaktadır.
Ama bu artık modern bir uygarlığa geçiştir. Peygamberlerin
varlığına olanak vermez. Modern çağın dini olan ulusçuluğun peygamberleri olan,
ulus kurucuların dönemidir. Ama bu modern çağın da öylesine geç bir döneminde;
dil ve etniye dayanan ulusçuluğun tüm olumsuzluklarıyla ortaya çıktığı ve
başarı için Kürt ulusçuluğunun bu klasik biçimi aşmak zorunda olduğu bir
dönemde ve şu darma dağın olmuş binlerce yıllık peygamberler toprağında
gerçekleştiği için; Kürt komünün uygarlığa geçişinde, peygamberler geleneğinin
yeniden canlanması için bir uygun olanak ortaya çıkmaktadır.
Bu anlamda, Öcalan’ın kimi peygamberlerin hayatı ile kendi
hayatı; dinler ile bu günkü hareket arasında kurduğu paralellikler bir megalomanın
sayıklamaları değil, aksine Öcalan’ın bile sandığından daha derin ilişkilerin
sezilişi; tam da ondaki teorik orijinallik yeteneğinin bir kanıtıdır.
21 Şubat 2002 Perşembe
Komün’den Uygarlığa Geçiş Olarak
Kürt Ulusal Hareketi
Geçen yazıda Kürt Ulusal hareketinin Kürt Komününün çözülüşü
olarak da ele alınabileceğini yazıyorduk.
Türkiye’de veya Dünyada Kürt hareketine böyle yaklaşanlara pek
rastlanmaz. Rastlanmayacağı gibi, böyle bir yaklaşımı bir orijinalite olarak
değerlendirebilecek kimse bulmak da olanaksızdır. Zaten bu yaklaşımın ve böyle
bir yaklaşımı bir teorik orijinalite olarak değerlendirebileceklerin yokluğu,
aynı olgunun iki farklı görünümüdür.
Burada Kürt Ulusal Hareketine Kürt Komününün uygarlığa geçişi
olarak bakmanın Marksizm’le bağlantısı üzerine kısaca da olsa değinmek
gerekiyor.
*
Tamamlanmamışlık, bütün büyük yaratıcıların eserlerine
damgasını vurmuş gibidir. Onlar tam gizli hazinenin yerini söylerken ölen film
kahramanlarına benzerler. Mozart’ın şaheseri Requiem tamamlanmamış bir eserdir. Marks’ın Kapital’i de gerçekte planlananın küçük bir bölümü ve tamamlanmamış
bir eserdir. Tarihin sınıflar mücadelesi olduğunu söyleyen Marks, Sınıf’ın ne
olduğu üzerine yazamadan ölür.
Kıvılcımlı da bu geleneği sürdürür. İki bin yılının başlarında
Kıvılcımlı’nın bir eseri yayınlandı: Komün Gücü (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Komün
Gücü, Tarih bilimi Kitapları, Şubat 2000). Bu kitap da, Mozart’ın Requiem’i
veya Marks’ın Kapital’i gibi tamamlanmamış bir eserdir. (Biz bu eseri
Kıvılcımlı Sempozyumu’na katılan bir katılımcının bize vermesiyle çok yakın
zamanda ilk kez gördük.)
Bu kitap belli ki, hazırlanmakta olan bir eserin kendisi bile
değil, ilk taslağı. Fikirlerin çoğu daha sonra işlenmek üzere, ham olarak,
düşüncenin serbest akışı içinde, kaynak vs. gösterilmeden, zaman zaman konudan
konuya atlayışlarla ifade ediliyor. Bir de bu el yazmalarını yayına
hazırlayanın keyfi olarak kendi yorumlarını yer yer koyması işin tuzu biberi
oluyor. Ama bütün bunlara rağmen, kitap, tıpkı bir Requiem, bir Kapital
gibi, bu henüz taslak biçiminde bile, çarpıcı, alt üst edici, ufuk açıcı
niteliğini sergiliyor.
Tarihsel Maddecilik doğarken, tarihin sınıflar mücadelesi
olduğunu söylemişti. Kıvılcımlı, buna tarihin aynı zamanda, ilkel sosyalizm ile
uygarlıklar; medeniyet ve barbarlar mücadelesi olduğunu eklemişti.
Bu son tamamlanmamış kitabında, Komün Gücü’nde ise,
insanın ortaya çıkışından bu güne kadar, tüm insanlık tarihini, Komün’ün oluşumu ve uygarlığa geçişi ve
değişimi tarihi olarak ele almaktadır. Kıvılcımlı’nın bu kitabındaki bakış
açısından, Tarih komünden uygarlığa geçiş
ve komün elemanlarının değişimi tarihidir denilebilir. Bu önerme de en
azından Tarihin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu kadar doğru bir önermedir.
Onunla çelişmez, onun daha derin ve doğru olarak anlaşılmasını sağlar.
Tabii bütün bu yaklaşımlar, Marksizm diye Stalinizmin biçtiği
deli gömleklerinden başka bir şey bilmeyenler veya otantik Marksizm geleneğine
pek yabancı olmasalar da onu kutsal bir kitap gibi belleyen, Avrupa merkezci
bir düşünce geleneğine hapis olmuş dogmatik Marksistler için anlaşılmaz kalmaya
mahkum veya olsa olsa, öğretiden sapma olarak görülebilecek bir tarih ve
topluma bakıştır.
Gerçek Marksizm’in, ya da Tarihsel maddeciliğin, ya da gerçek
sosyolojinin gözlerden uzak bu evrimiyle bu gün ulaştığı yer şöyle bir
analojiyle daha iyi anlaşılabilir.
Eskiden biricik bir astronomi vardı, görünen ışığın
astronomisi, ister çıplak gözle, ister optik teleskoplarla bakılsın, evrenin
resmi detaylarda netleşmeler gösterse bile esas olarak değişmiyordu. Ancak
artık sadece insan gözünün algıladığı ışık alanıyla sınırlı optik teleskoplarla
evrene bakılmıyor, evren başka ışıklar altında da görülebiliyor. Kızıl ötesi,
mor ötesi, röngen, gamma, radyo vs. teleskopları ve astronomileri de var. Ve
bunların her birinin verdiği evren resmi, görünür ışığın verdiğinden çok başka.
Görünür ışıkla kapkaranlık birer boşluk gibi görünen yerler, birden bire
muazzam radyo, rontgen veya gamma ışınları yayınlayan alanlar olarak
görülmekte, görünür ışık alanı tüm önemini yitirmektedir.
İnsanlık tarihine de, tıpkı Astronomide evrenin tarihine
bakıldığı gibi, başka ışıklar altında bakılabilir. Bu ışıkların her birinin
altında tarih bize çok başka görünür. Kıvılcımlı’nın yaptığı tam da böyle bir
başka ışıkla, başka dalga boyundan bakmadır.
Kıvılcımlı’nın Klasik eserlerinde Tarihin sınıflar mücadelesi
olduğu anlayışını da içeren, ama onu aşan ve derinleştiren, barbarlıklar ve
uygarlıklar savaşı ışığı altında bakılır tarihe. Ve bu tarih, radyo
astronominin görünür ışığın astronomisinden çok farklı bir evren resmi vermesi
gibi, insanlık tarihinin çok başka bir resmini sunar.
Ama Kıvılcımlı, Komün Gücü adlı eserinde, bir adım daha
atmış, bu sefer tarihe, daha başka dalga boylarının ışığı altında bakmıştır.
Tarih artık sadece sınıflar mücadelesi, sadece medeniyetler ve barbarlar güreşi
değil aynı zamanda komünden uygarlığa geçişin tarihidir.
Bunu bizzat kendisi bu kitabında şöyle belirtiyor:
“Bu kaba çizgileriyle bile anlaşılabilir ki “Medeniyetler
Tarihi” diye abartarak sansür ettiğimiz şey: içinden çıktığımız komün kabuğunu
tekmeleyişimizdir: o zaman daima “ileriye bakış” ve “kaçış” insanlığa içine
girip koşuşturduğu medeniyetin de ne anlama geldiğini anlayamayış (bir manyetizmaya tutuluş) bönlüğünü
kazandırmıştır. Demek komün çekirdeğimizi kanunlarıyla bilmek, büyük
sansürümüze eş değer bir sosyal psikanalizin yerine de geçer.
“Medeniyetler tarihi denen şey gerçekte komünlerin sınıflı
topluma geçişleri tarihidir: Tarihsel devrimlerin, medeniyetlerle komünlerin
güreşi tarihidir.” (s.294)
*
Kıvılcımlı bu kitapta, Komün’ü değişmez bir öz olarak değil,
aksine sürekli değişen, medeniyetlerle veya verili uygarlık düzeyiyle ilişki
içinde farklı elemanları öne çıkan, farklılaşmış bu komünlerin farklı
biçimlerde farklı uygarlıklarla ilişki içinde uygarlaşması ve komünün
elemanların bu uygarlıklar içinde de dönüşerek varlığını sürdürmesi olarak ele
almaktadır. Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, Komün kavramı, olası bir
birleşik alanlar kuramında olması gereken ve kendisi dört temel kuvveti oluşturan
o henüz ne olduğu bilinmeyen kavramın işlevine benzer bir işleve sahiptir.
Kıvılcımlı’nın bilinen klasik kitaplarında, Komün nispeten
değişmez olarak alınmaktadır. Bu, kendisinin değişimi üzerinde durulmadığı
Komün’ün medeniyetle ilişkisi üzerinde durulur. Bu bağlamda daha ziyade “İlkel
Sosyalizm” veya “Barbarlık” kavramı kullanılır. Bunlar Komün’ün medeniyet
karşısındaki niteliklerini tanımlamaya yarayan kavramlardır. Komün’ün kendisini
değil, onun unsurlarını, kimi niteliklerini öne çıkarır ve tanımlarlar ve bu
nitelikler aşağı yukarı değişmezdir.
Ama komündeki değişimi ele aldığınızda bu kavramların
sınırları ortaya çıkar. Bu noktada, komün kavramı, çok üst düzeyde bir
soyutlama olarak, kendisi de bizzat değişen ve dönüşen bir öz olarak ortaya çıkar.
Bu kitapta, uygarlık bile komün olarak, onun elemanlarının öne
çıkması ve dönüşümü olarak görünür. Kitabın alt üst edici yanı tam da bu
noktadadır. (İlginçtir, benzer yaklaşımlar Öcalan’ın savunmasında da
görülmektedir.)
Bu genel çerçeve içinde, Kıvılcımlı, komünün farklı
uygarlıklara geçiş biçimlerinde, komünün farklı elemanlarının öne çıkmasını ele
alır ve bu geçişleri bir sınıflama denemesi yaparken “Türk-Kürt-Kafkas-Moğol-Çin-Afrika
Komün Elemanları” başlığı altında şu değinmelerde bulunuyor:
“1- Önce komünler vardı: Aşağı ve orta konak
aşamasını yaşayıp çoğalıyorlardı.
2- Yukarı Barbar Kent aşamasına, Irak ortamında
geçebildi.
3- Medeniyet: Kentlerin parçalanması ve federasyonu
oldu. Yine ilkin ırak kentlerinde ve arasında...
4- Hz. Muhammed’in İslam medeniyetine (750’ye dek) beş-altı
bin yıllık tarih, kentlerin medeniyete geçişi tarihi oldu.
5- Hunlarla 300-400’lü yıllardan başlayan ve Babür’ün Hint
Kastlarında sönüşüyle (1525) biten 1000 yılı aşkın tarih, kent tabanının
göçebe çoban komünlerle yeniden canlandırılmaları tarihi oldu.
Kabaca
Türklerin-Moğolların-Cermenlerin-Hunların-Macarların-Frankların-Anglo
–Saksonların-Vizigot-Ostrogot ve Vandalların-Slav ve Bulgarların- Daha
kuzeyindeki Viking-Polon-Fin komünlerinin tarihi, son 1000 yıl içine giren kent
tabanının yeniden canlandırılışı devrimde olup biter.
Kürtler ve Afrika komünleri, medeniyete bulaşsalar da,
tarih öncesini fazlaca aşmış sayılmazlar. Hiç değilse bu birbirini tamamlayan
iki büyük tarihsel devrimler çağında rol oynamış bulunmazlar.” (Dr. Hikmet
Kıvılcımlı, Komün Gücü, s.289-290)
Yine aynı bölümün devamında şunları yazıyor:
“Afrika-Kürt Komünleri, medeniyet güreşlerine
bulaşmadıkça komüncül yapılarını kimi yerde korumuş kimi yerde yozlaştırıp
gerilik içinde sömürge durumuna düşmüşlerdir. Bu emperyalizm ve sosyalizm
arasında kanamak anlamında tarihe en geç gelişin örneklerini oluşturmaktadır.”
(s. 291)
Kıvılcımlı bu satırları yazdığında henüz ortada ne PKK vardır
ne de Kürt Ulusal Hareketi ve uyanışı. Bu nedenle Kıvılcımlı’da Kürt ulusal
hareketini aynı zamanda Kürt komününün uygarlığa geçişi olarak bir
değerlendirme bulunmaz. Ama Kürdistan’da Komün’ün yaşadığına vurgu çok açıktır.
Afrika ve Kürt komününü birlikte anmaktadır.
*
Kıvılcımlı’nın bu kitabının veya benzer yazılarının varlığını
bilmeden önce, Kürtler ve Kürdistan üzerine 1979 yılında yazdığımız ilk
sistematik yazıda, Kürdistan’da Komün’ün yaşadığı ve Kürt Komününün
Kürdistan’ın tarihiyle bağlantısı üzerine şunları yazıyorduk:
“Kürdistan tarih boyunca Antika Bezirgan Medeniyetleri
arasında ticaret yollarının geçtiği bir bölge olmuştur. Onun dağlık yapısı
Kürtlerin ilkel sosyalist üretim ilişkilerini sürdürmelerine olanak
sağlamıştır. Bu nedenle Kürdistan Ön Asya medeniyetleri ortamında ilkel
sosyalizm geleneklerini nispeten yaşatan bir yiğitlik ve hürriyet adası olarak
kalmıştır.
(...)
Kürdistan'ın tarihi kaderini onun çevre medeniyetlere göre
bu coğrafî konumu ve ilişkileri belirlemiş sayılabilir. Kürdistan'ın
hayvancılığa (ve ona tekabül eden göçebeliğe ve ilkel sosyalizme) dayanan geri
toplumsal yapısı, daima daha üst bir
ekonomi ve kültür düzeyindeki çevre medeniyetlerin etkisi altında bulunmasına
yol açmıştır.
Çevrede ise, binlerce yıl kökleşen tefeci-bezirgan sermaye
buralarda modern kapitalist ilişkilerin doğmasına olanak sağlamamış; bu ülkeler
kapitalist gelişime karşı bir bakıma şerbetli (bağışıklı) kalmışlardır.
20. yüzyılla birlikte
kapitalizm emperyalizm aşamasına girmiş; eski medeniyetlerin antika
tefeci-bezirgan sermayesi ile batı medeniyetinin Finans-Kapitali kader
ortaklığına yönelmişler; ekonomi ve kültür bakımından etkisi altında olduğu
çevre medeniyetlerle birlikte Kürdistan da, Batı emperyalizminin sömürgesi ya
da yarı sömürgesi durumuna girmiştir.
Tabii bu gelişimle birlikte, Kürdistan'da da modern burjuva
ilişkiler az da olsa filizlenmeye başlamış dolayısıyla burjuva fikirler de
görülmeye başlamıştır. Ancak çevre medeniyetlere kapitalizmin geç ve güç
girmesi; onların bir sömürgesi haline dönüşmeye başlayan Kürdistan'a, daha da
geç ve güç girmesine yol açmış; dolayısıyla Kürdistan'da modern burjuva ulusal
kurtuluşçu uyanışlar ve hareketler çok geç doğabilmiştir. Kürdistan'ın
kapitalist ilişkilere ve dolayısıyla burjuva demokratik devrimler çağına bu son
derece geç girişi, ona özgül niteliklerini de vermiştir.
Kürdistan'ın sömürgesi olduğu - ve kendileri de modern
ilişkilere geç giren - çevre medeniyetler
de birer yeni sömürge veya yarı sömürge oldukları ve onlar kendi burjuva
devrimlerini yaparken, Kürdistan henüz onlara göre geri ilkel sosyalist ya da
derebeyi ilişkileri egemenliği altında bulunduğu için; Kürdistan derebeyliği ya
da aşiretçiliği Emperyalizm tarafından, egemen ülkelerin burjuva devrimlerine
karşı da zaman zaman kullanılmaya çalışılmıştır.
Bu karşılıklı etkileşimler sonucu; Emperyalist metropoller
yalnızca çevre egemen ulusların anti-emperyalist eğilimlerine karşı bir koz
olarak kullanabilmek için, Kürt ulusunun Ulusal Kurtuluş özlemlerine zaman
zaman ilgi gösterir gibi yapmış; ancak gerek petrole sahip; gerek sosyalizme
hudut olmaları bakımından bu ülkelerin (zaten uluslararası finans-kapitalle
uzlaşmaya hazır olan) egemen sınıflarıyla derhal uzlaşmış ve Kürt ulusal
kurtuluş eğilimlerini; hareketlerini satmıştır.
Sosyalist ülkeler ve özellikle Sovyetler Birliği ise çarpık
«Tek ülkede sosyalizm» formülasyonunun bir sonucu olarak, Kürdistan'ı
egemenliği altında tutan ve Sovyetleri tecride yönelmiş emperyalist ülkeler
karşısında nispeten tarafsız bir tutum takınan ülkelerle ittifak stratejisini
gütmüş; bunlarla arayı daha fazla bozmamak için de Kürt ulusunun ulusal
kurtuluş özlemlerine kuşkuyla yaklaşmış; Kürt ulusunun çektiklerine gözlerini
kapamış; en azından görse bile sesini çıkarmamıştır.
Bu özgün durumun sonucu olarak Kürtler adeta "Avukatsız
Bir Halk" durumunda kalmışlardır. Değişen dengelere göre, Sosyalist ya
da emperyalist kimi ülkeler zaman zaman desteklese de, ilk fırsatta egemen
ulusların hakim sınıflarıyla uzlaşmayı yeğleyip desteklerini çektiklerinden: "Kürde
Kürt'ten başka dost olmaz" sözü adeta darbı meselleşmiştir.” (Sosyalist, sayı:83, 24. Temmuz.1979)
Burada önemli olan, Kürtler üzerine yazdığımız ilk yazıda,
Kürt Komününün Kürt tarihinin şekillenmesindeki belirleyici rolüne dikkattir.
Bir daha bu konuya ayrıntılı olarak dönme olanağı bulamadık. Ama bu yazıda dile
getirilen fikirler kafamızı sürekli meşgul etti ve Kürt ulusal hareketinin aynı
zamanda, Kürtlerin uygarlığa geçişi olarak da, hatta biraz modern çağda
gerçekleşen bir “barbar aşısı” gibi görülebileceği yönündeki düşünceler ilk
fırsatta üzerlerinde daha dikkatli durmak üzere bir kenarda durmaya devam etti.
Sonra birden, hemen hemen aynı günlerde, Kıvılcımlı’nın Komün Gücü ve Öcalan’ın Savunma’sında benzer yaklaşımların
bulunduğunu görmek, bizim için büyük bir sürpriz oldu.
*
Şimdi, Öcalan’ın savunmasını okuyan, Öcalan’ın tam da yukarıda
aktarılan yazıda dile getirilen ve tartışılan noktaları tartıştığı, benzer
soruları sorduğu, benzer olgular üzerinde yoğunlaştığını görür. Öcalan “Kürt
Olgusu”nu anlamak için Tarihin derinliklerine, ilk neolitik devrime kadar
gitmek zorunda kalıyor.
Kendisi bunu bizzat şöyle yazıyor:
“Kürt olgusu üzerinde önemli bir tartışma yapılırken,
şüphesiz sorunun bu aşamaya gelmesinde önemli pay sahibi olarak, kapsamlı,
bilimsel ve çözümleyici bir yaklaşımı savunmanın temeli haline getirmek büyük
önem taşımaktadır.
Dolayısıyla derinliğine olmasa da, ana hatlarıyla
uygarlığın tarihsel çözümlemesini yapacağız ve eldeki sorunun kaynağına inmenin
yanı sıra, sorunun çözümünü de bu çözümlemenin yol göstermesine bağlayacağız.”
(s.13, cilt:1)
Bu yöntem tıpkı, Kıvılcımlı’nın hareket noktasına
benzememekte midir? O da, “Türkiye’yi anlamak için onun içinden çıktığı, daha
doğrusu bir türlü çıkamadığı Osmanlı’yı anlamak gerekiyordu, Osmanlı’yı anlamak
için de, ta Sümerlerden beri gelen uygarlıklar zincirini; onların kuruluş ve
yıkılışlarını anlamak gerekiyordu” diyerekten tüm bir antik tarihin
çözümlemesine girişmişti.
Şimdi aynı şeyi Kürtler bağlamında Öcalan yapmak zorunda
kalmakta, “Kürt olgusu”nu çözümlemek için, bölgenin tarihine girmekte, bu da
onu, ister istemez, bölge aynı zamanda uygarlığın doğduğu yar olduğundan; bütün
tek tanrılı dinlerin doğduğu yer olduğundan, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin
konusu olan Antik Tarih ile meşgul olmaya, tam da Kıvılcımlı’nın tartıştığı
sorunları tartışmaya zorlamaktadır. Ve hayret verici bir biçimde, birçok
konuda, Kıvılcımlı’dan habersizce, benzer sonuçlara ulaşmakta, benzer gözlemler
yapmaktadır.
Elbette Öcalan ile Kıvılcımlı arasında kökten farklar
vardır. Kıvılcımlı bir “Türk Tarihi” yaratma durumunda değildir; o toplumun genel yasalarını
araştırmaktadır. Buna karşılık Öcalan, Kürt ulusal hareketinin önderi olarak,
bir Kürt Tarihi yaratmaktadır.
Kıvılcımlı’nın kavramsal araçları büyük ölçüde otantik
Marksizm’in gelişmiş kavramsal araçlarıdır; Öcalan ise, büyük ölçüde Stalinist
geleneğin kavramlarına dayanmakta, bundan kurtulduğu noktalarda da burjuva
sosyolojisinin kavramlarını kullanmaktadır.
Kıvılcımlı nispeten daha zengin ve derin bir olgular
yığınını ele almakta; Öcalan ise, bizzat kendisinin de belirttiği gibi, ikinci elden yüzeysel kaynaklarla
yetinmektedir. Bu liste uzatılabilir.
Ama hayret verici olan, Öcalan’ın bütün bu
dezavantajlara rağmen ulaştığı, birçok durumda Kıvılcımlı’nınkiyle büyük
benzerlik ve paralellikler gösteren, görüşlerdir. Sorun Öcalan’ın bütün bu
dezavantajlara rağmen bu benzerliğin ve orijinalliğin nasıl mümkün
olabildiğidir.
Benzerlikler onlarca konuda sıralanabilir. Medeniyetin
yaratıcılık efsanesinden, peygamberlerin işlev ve anlamlarına kadar. Bunları
tek tek almak ne gerekli ne de mümkün. Merak eden bu eserleri okuyarak bunları
kendisi bizzat görebilir. Biz bu paralelliği sadece Kürt Komünü bağlamında ele
alalım.
Kürt Komünü’nü sadece geçmiş değil, bu gün yaşayan bir
gerçeklik olarak ele almak ve bunu günün tarihini anlamak için kullanmak, her
iki yaklaşımın da ortak noktasıdır. Öcalan’ın teorisyen özelliği de tam bu
noktadadır. Hiç bir Türk veya Kürt sosyalisti bulamazsınız soruna böyle
yaklaşan. Onlar için tarih, geçmişe aittir. Kıvılcımlı’da ve Öcalan’da ise o,
şu an bizlerde yaşayandır. Bu sanıldığından çok daha derin ve olgun bir
düşüncedir.
İnsanlar da genellikle, çocukluk ve gençliklerinde,
geçmişlerine kafa yormazlar, aksine ondan kurtulmak ve uzaklaşmak isterler,
ancak belli bir olgunluk düzeyine eriştikten sonra, çocukluklarının, aile ve
çevre geleneklerinin kendileri üzerinde nasıl belirleyici etkilerde
bulunduklarını, kendilerinin adeta o bir zamanlar unutulmaya ve kendisinden
kopulmaya çalışılan geçmişin yaşayan hali olduklarını görürler. Bunları fark
etmek bireylerin yaşamında bir olgunlaşmanın, bir derinleşmesinin ifadesidir.
Benzer şekilde toplumun tarihinde de, bu günü yaşayan geçmiş olarak görmek; en
sıradan ve olağan kabul edilene kafa yormak ve onun niçin öyle olduğunu
düşünmek; tarih veya şeyler niçin
oldukları gibidirler sorusunu sorabilmek, bu olgunlaşma ve derinliğin
ifadesidir.
Buna verilen cevapların doğru ya da yanlış olmasının
önemi yoktur; böyle bakabilmek, bu soruları sorabilmektir önemli olan.
Öcalan’ın savunmasını önemli yapan da onun bu nitelikleridir, kimilerinin
sandığı gibi, olgular, kavramlar veya çıkarsamalar düzeyindeki doğru ya da
yanlışları değil.
*
Öcalan’ın savunması da, bir bakıma Kürt komününün değişimi ve
Kürt olgusunun anlaşılmasındaki anahtar rolüyle ilgilidir. Öcalan,
Kıvılcımlı’nın yukarıdaki alıntıda açıklanan yaklaşımını, “Kürt olgusunu” kavramak için temel metodolojik araç olarak
kullanmaktadır. Ve muhtemelen bunu Kıvılcımlı’nın bu eserini bilmeden
yapmaktadır.
Bunu bazı alıntılarla göstermeyi deneyelim:
Savunmaların ikinci cildinin başında “Kürt Tarihi İçin
Bir Çerçeve” başlığı altında daha ilk satırlarda şunu yazıyor:
“Kürt tarihinin düğümü neolitik toplumdadır. Kavram olarak
neolitik toplumun çözümlenmesi ve bu çağda Kürtlerin prototiplerinin
belirlenmesi, tarihin aydınlatılmasında kilit rol oynayacaktır. Dikkatli bir
gözlemci bu gün bile Kürtlerin yoğun bir biçimde neolitik toplum özelliklerini
yaşadıklarını tespit etmekte güçlük çekmeyecektir” (s. 43, cilt: 2)
Burada Öcalan’ın “Neolitik
Toplum” dediği, kelimesi kelimesine ilkel
sosyalizmdir, komündür. Yani
Komün, Kürt tarihinin anlaşılmasının düğümüdür. Bu tam da Kıvılcımlı’nın dediği
ve yaptığı değil midir?
Yine bir başka örnek:
“Kürtler bütün güç ve enerjilerini bu çağdan alıp bu çağa
vermişlerdir. Bu günkü Kürt zihniyet yapısının çok geri kalması da esas olarak
neolitik çağda takılıp kalmalarından, adeta orada gönüllü bırakılmalarından
ileri gelmektedir. Sanıldığının aksine, neolitik çağın etkileri halen dünyada
küçümsenmeyecek ölçülerde varlığını sürdürmektedir. Köylülük, maddi yaşam ve
zihniyet olarak neolitikten kalma bir toplumdur. Tarım kültürü başta gelen
özelliklerini bu çağda edinmişti.”
(s.49, cilt:2)
Burada geçer ayak söylenmiş gibi görünen bu fikir, yani köyün
hala yaşayan neolitik toplum olduğu görüşü, son derece önemli bir metodolojik
yaklaşımdır ve aynen Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da da vardır.
Örneğin “Kadın Sosyal Sınıfımız” adlı
çalışmasında Kıvılcımlı kelimesi kelimesine
şöyle yazmaktadır:
“EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli, Barbarlık
çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. (...)” (Dr. H. Kıvılcımlı, Kadın Sosyal Sınıfımız, Kıvılcım,
Temmuz-Ağustos 1978, s.121)
Bu toplumsal yapının kavranması için çok önemli
bir yöntemsel yaklaşımdır.
Marks, Kapital’de
saf bir kapitalizmi alır. Bu, Kapital’in
bir yanıyla hep taze kalan niteliğini sağlar. Kapitalizm, geliştikçe, meta
üretimi yaygınlaştıkça dünya daha fazla Kapital’de
ele alınan kapitalizme benzeyecek, orada ele alınan yasalar daha güçlü bir
biçimde etkilerini hissettirecektir. Onun tükenmez tazeliğinin nedeni budur.
Ama bu onu aynı zamanda, somut sınıf
mücadeleleri ve yaşanılan somut gerçekliği tüm yönleriyle anlamak bakımından
adeta kullanılmaz kılar. Gerçek kapitalizmde, ya da sermayenin gerçek tarihsel hareketinde durum farklıdır. Sermaye
artık saf olarak yoktur ortada, bir kapitalizm öncesinin var olduğu dünyada
hareket eder sermaye ve bu eski toplum biçimleri ile bir simbiyoz bir ilişkiye
girer. Onları değiştirirken kendisi de değişir. Onları sadece tasfiye etmez,
güçlendirir de. Zaten bütün modern Yeni
Sosyal Hareketler bu sermayenin
gerçek tarihsel hareketinin ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Ama bu noktaya geliş, metodolojik bakımdan
bir sıçramayı gerektirir. Geçmiş sadece geçmiş olarak değil, bu gün olarak,
modern ilişkilerle simbiyoz ilişkisi içinde ele alınmalıdır.
Bunu şöyle ifade edelim. Bir an için deli
gömleği niteliğini bir yana itelim. Tarihsel maddecilik kitaplarının klasik
şemasını göz önüne getirelim. İlkel Toplum, Köleci Toplum, Feodal Toplum,
Kapitalist Toplum, Sosyalist Toplum. Burada evrimsel bir çizgi vardır. Bunların
her biri birbirini izler. Ama bir arada karşılıklı ilişkileri yoktur bu
yaklaşımda. Tıpkı, tek hücreliler, yumuşakçalar, omurgalılar, memeliler,
maymunlar, insan gibi bir çizgi söz konusudur.
Böyle bir sıralamayla yaşayan bir ekosistem,
bir “hayat birliği” anlaşılamaz. Modern biyoloji ve paleantoloji artık bu zaman
içinde birbirinden kopuk dizilemeyle yetinmiyor. Bu zaman içinde birbirini
izleyenlerin, bir arada, aynı zaman ve mekan içindeki karşılıklı ilişkileriyle
canlıları ve canlılar tarihini anlamaya çalışıyor.
Türkiye’deki bütün tarih, toplum ve strateji
tartışmaları aslında bu zaman içinde birbirini izleyen bir üretim biçimleri
anlayışıyla yapılmıştır. Bu günkü bütün sol örgütlerin program ve
stratejilerini belirleyen altmışlı yılların strateji tartışmalarının temel
metodolojik yanılgısı budur. Burada tek istisna, Kıvılcımlı’nın katkısıdır. O
geçmişe ait olanı bu günkü kapitalizm ile ilişki içinde, bunların birbirini
karşılıklı değiştirmesi ve o el kitaplarında öğrenilen şemaya hiç uymayan bir
başka gerçekliğin ortaya çıkması ve bunun anlaşılması için kullanmıştır.
Finans-Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması
kavramı bu tür yaklaşımın bir ürünüdür. Keza, yukarıdaki alıntının yapıldığı “Kadın Sosyal Sınıfımız” yazısı da bu
anlamda Marksizm’e bu bağlamda büyük bir metodolojik katkıdır. Bu yazıda Köy,
Kasaba ve Şehir, bir bakıma, tarihsel olarak birbirini izleyen, İlkel
sosyalizm, antik medeniyet, modern kapitalizm olarak ama bir ve aynı zaman ve
mekan içinde, bu farklı toplumların karşılıklı ilişkileri olarak, tıpkı bir
ekosistem gibi, bir “hayat birliği” gibi, ele alınır.
İşte Öcalan da, Kürtlerin bu gün yaşayan
neolitik bir toplum olduğunu söylerken, bu anlamda, ilkel sosyalizmi tarihe
değil, bu güne getirmekte, bu ilkel sosyalizmin medeniyetlerle ilişki içinde,
ama ilkel sosyalizm veya neolitik niteliğini koruyarak geçirdiği değişimi ve bu
uygarlıklarla ilişki içinde değişmiş neolitiğin, modern sömürgeci ilişkilerle
girdiği simbiyoz ilişkilerle Kürt gerçekliğini anlamaya çalışmaktadır. Kitabın
özü bir yanıyla budur. Ama bu tam da kitabın yöntembilimsel olarak en orijinal
yanını oluşturmaktadır.
Burada önemli olan şudur. Öcalan, bütün
bunları, Stalinist kabuğu atarak başarmaktadır. Stalinistler veya dogmatik
Marksistlerin (yani bu dogmatik Marksistler pek ala Troçkist veya başka bir şey
de olabilir) bakış açısından, Öcalan’ın Marksizm’den uzaklaşması gibi görünen
şey, aslında özüne dönmesi, Marksizm sandığı Stalinist kavramları terk etmesi,
aydınlanmanın ideallerine yaklaşmasıdır. Ne demokrat ne de sosyalist olmaya
olanak tanımayan bir ideolojinin kabuklarını kırıp bir devrimci demokrat haline
gelmesi, özüne dönmesidir. Böylece aydınlanma idealleri bir yeniden doğuşa
uğramaktadır.
Öcalan’ın kendisi de bu durumun bilincindedir
ve bunu şöyle ifade etmektedir:
“PKK’nin çıkışı sırasında yeterince yapılamayan, reel
sosyalizmin şematik yaklaşımlarının yanı sıra, Kürt ilkel
milliyetçiliğinden duygusal etkilenmelerle daha sonraki çıkmazların, anlamsız
kayıplar ve acıların temel nedeni olan ve hakkıyla yerine getirilemeyen bu
çalışmayı yapmak, gecikmiş de olsa ve bu büyük acılar pahasına da gelse,
herkesin gücü oranında yerine getirmesi gereken bir görevdir. Tabii ancak gücü
ve sorumluluğu olanlar bu göreve hakkını vereceklerdir.
Kalın çizgileriyle uygarlık çözümlemesine girişmemin
anlamı budur. Birçok halk veya toplum için bu netleşmiş olabilir. Onların çok
kapsamlı tarihsel ve toplumsal çalışmaları bunu mümkün kılmıştır. Ama Kürt
olgusu için bu gereklidir ve anlam kazandırmayı bekliyor. Bunu yaparken, yine
tarihsellik esas alınmak durumundadır. Her ne kadar parlak ve kalın bir çizgide
olmasa da, bir Kürt tarihi vardır. Bu tarihi aydınlatmadan, günümüzü görmek ve
içinden çıkılmaz hale gelen bu gerçekliği teşhis ve tedavi etmek mümkün
olmayacaktır. Tarihsel metot başarıldığında, eşsiz bir çözüm gücü ortaya çıkar
ve aynı oranda ince bir kolaylığa yol açar.” (s.13, cilt:1)
*
İşte, ister Tarih ile, ister ekolojik bir
sistem gibi, farklı aşamaların aynı zaman ve mekanda bir arada karşılıklı
etkiler içinde bulunduğu günümüzle ilgilenin, bütün yolların Roma’ya çıkması
gibi her yerde karşınıza, yaşayan bir gerçeklik olarak Kıvılcımlı’nın
ifadesiyle Kürt Komünü, Öcalan’ın
ifadesiyle Kürtlerde yaşayan neolitik
toplum ile karşılaşırsınız.
Kürdistan, Anadolu, Mezopotamya, İran
uygarlıklarının kesişme noktasında yaşamalarına rağmen, göçebeliği zorlayan
dağlık yapı ve hayvancılık adeta onların tarih öncesini bu güne kadar
yaşatmalarına neden oldu.
Medeniyete daha az bulaşmış, onunla doğrudan
fazla bir ilişki içinde bulunmayan Dersim gibi alanlar, 1938’lere kadar pratik
olarak medeniyetin etkilerinden muaf kaldı. Dersim İsyanı denen olay, aslında
bir Kürt isyanı veya Zaza isyanı değil, devlet, askerlik hizmeti, vergi
tanımayan ilkel sosyalist Dersim adasının, tıpkı Afrika’nın fethedilip
sömürgeleştirilmesi gibi, fethedilmesi ve sömürgeleştirilmesi, oralara
devletin, verginin, askerliğin, sınıfların yani uygarlığın sokulmasıdır.
Kürdistan’ın medeniyete çok az bulaşmış,
otantik bölgelerinde Alevilik, yani sınıfsız toplumun, kitapsızlığın, sözlü
kültürün, uygarlığa bulaşmamışlığın, Komünün dini egemen olurken; Kürdistan’ın
Uygarlık etkilerine daha açık bölümlerinde, hem bu uygarlık etkilerinin sonucu,
ham de uygarlaşmaya karşı bir savunma mekanizması olarak Şafiilik egemen oldu.
Şafiilik, bir yandan bir uygarlık dininin
mezhebi olarak Kürt Komünü üzerindeki uygarlığın etkilerini yansıtır.
Medeniyetlerle ilişki içinde güçlenmiş Komün’ün despotik elemanını yansıtır ve
güçlendirir. Keza, kısa namazlarıyla, savaşçı ve göçebe bir toplumun
ihtiyaçlarına da denk düşer.
Ama bunun yanı sıra, Şafiilik, İcma’da Hanefiliğin aksine yaygınlığı değil, eskiliği
temel alarak, Komün geleneklerinin medeniyet etkileri karşısında korunmasına ve
sürdürülmesine de olanak sağlamıştır. Bu bakımdan Türkler ve Kürtler arasında
temel farklılık oluşmuştur. Normal göçebe, medeniyete bulaşmamış Türkmen ve
Oğuz kabileler genel olarak benzer durumdaki Kürtler gibi alevi olarak
kalırlarken, medeniyete bulaşan veya medeniyetten Müslümanlaşanlar, bölgenin
çok farklı kültürleri iç içe barındırması ve bunun gerektirdiği tolerans
nedeniyle, eskiliği değil yaygınlığı
temel alan Hanefilik mezhebini
benimsemiş ve onu güçlendirmişlerdir.
Hanefilik bir bakıma, medeniyet Rönesansı yapan
fatihlerin mezhebidir. Birçok farklı gelenek ve adetleri aynı devlet bütünü
içinde bir arada tutmayı sağlar. Bu eğilim Osmanlı’da örfi hukukun sınırlarının genişlemesi ve buna karşılık şeri hukukun
daraltılması biçiminde de görülür. Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin şu Laikliği
bile büyük ölçüde bu tarihsel geleneğin devamı olarak görülebilir.
Ancak, Şafiilik, Komün’ü koruyan bir işlev
görmekle birlikte, bir uygarlık dininin mezhebidir. Dolayısıyla bu uygarlık
dininin kültürel elemanlarını komünü yaşayan bir dünyaya aktarmanın da bir
aracıdır. Böylece, orta doğu uygarlıklar geleneği ve bu geleneğinin kavramsal
araçları bu komün tarafından kullanılabilir, bunlardan beslenebilir hale gelir.
Her şeyden önce yazı ve yazılı kültür, buna bağlı olarak analitik düşünce
gelişir, bir tarih bilinci gelişir. Böylece Uygarlığın kültürel silahlarına ve
kavramlarına yabancı olmayan bir komün biçimi ortaya çıkar.
Zaten bölgede yaşayan Komün gelenekleri,
Öcalan’ın Kitabında da dikkati çektiği gibi, uygarlıklar tarihi boyunca, despotların,
Nemrutların köleciliğine karşı direnişi ve reform çabalarını ifade eden
Peygamberlik geleneğini ve peygamberlerin ortaya çıkışını besleye gelmiştir.
Şimdi böyle bir arka planı olan Kürt Komünü,
altmışlı ve yetmişli yıllarda artık karşı konulmaz bir biçimde modern toplumla
ilişki içinde uygarlaşma sürecine giriyor. Ama bu uygarlaşma, aynı zamanda
ezilen bir ulus, bir sömürge olma koşullarında gerçekleşiyor. Sömürgeliğe ve
köleliğe karşı direniş, elbette hala yaşayan Komün geleneklerine dayanma durumunda
kalacaktır.
Eski çağ peygamberleri de dinlerini tamamen
aşiretlere dayanan toplumlardan oluşan bir dünyada yaymaya çalışırlardı. Onlar
gelişmiş biçimlerinde aşiretleri bir araya getirmez, aşiret kardeşliği yerine
din kardeşliği ile uygarlaşmanın ve medeniyette bir tazeleşmenin yolunu
açarlardı.
Yirminci yüzyılda, bu din kardeşliğinin
yerine, aşiret kardeşliğine üstün tutulacak kardeşlik Kürtlük oldu. Böylece
Kürtlük, hem aşiret düzeninin çözülmesini sağlayan hem de onun yerine eskiden
dinlerin gördüğü işlevi görebilen Komün geleneklerinin en azından bazılarını
uygarlığın içine aktararak onu daha bir katlanılabilir kılan bir işlev
yüklenmiştir.
Ne var ki, Kürt komününü uygarlığa geçişi,
sadece Sömürge koşullarında köleleştirilmiş bir halk olma çerçevesinde
değildir, aynı zamanda ulusun dil veya kültür veya etniye dayanan tanımının
artık gelişmiş kapitalizmin şartlarına uymadığı bir dönemde; ulusun tıpkı
kapitalizmin ilk doğduğu dönemlerdeki gibi, yurttaşlıkla tanımlanmasının bir
eğilim ve ihtiyaç olarak ortaya çıktığı dönemde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla,
Kürt Ulusal Hareketi, hem Kürt ulusal hareketi olmak, hem de Kürt hareketi
olmaktan çıkmak zorundadır. Bölgenin yapısı ve tarihi de bunu zorlar.
Savunmanın yapmaya çalıştığı da budur.
12 Mart 2002 Salı
[1]
İlginçtir, son zamanlarda İhsan Eliaçık da benzer sözleri etmektedir.
[2]
Bugün ulaştığım gerek olgulara gerek teorik genellemelere ilişkin görüşlerle bu
teorisyen yoksunluğunu, yine nakli kültürle ifade ederdik ama bunu orta Asya
Oğuz boylarına bağlamazdık. Ünkü bu tamamen yanlış bir tarih Anadolu Aleviliği
Orta asyadangelenlerle ilgili değil, binlerce yıllık yerleşik halkının komünal
yaşamıyla ilgili. Tabii bunun yanı sıra, yazıda değinduğumuz Hıristiyanların
katli de çok önemli bir neden bu teorisyen yokluğunda. Ancak neden ne olursa
olsun teorisyen çıkmaması bir olgu.
[3]
Aslında Öcalan’ın bu teorisyen özelliğinin ardında esas olarak Kıvılcımlı
vardır kanımızca. Öcalan Ankara Cezaevinde yatarken, o sırada orada yatan ve
Kıvılcımlı’nın kitaplarını basan, Mehmet
Filiz’e gelen Kıvılcımlı’nın kitaplarını yutarca okuduğunu biliyoruz. Ayrıca
biz de 78’lerde Kıvılcımlı’nın, Kürt sorunuyla ilgili, “İhtiyat Kuvvet Milliyet
(Şark)” adlı kitabını yayınladığımızda, bu kitabın iki baskısının neredeyse bir
buçuğunu “Apocular” almış ve o zamanki bütün militanlarına okutmuşlardı. Bir de
böyle bir etki vardı.
[4]
Bu kitabın değerini de Sosyalistler anlamadı ve susuşa getirdi ama Müslüman
İhsan Eliaçık anladı ve Kıvılcımlı Sempozyumuna sunduğu bildiride bu kitabı
yazan Kıvılcımlı’nın bir Kuran müfessiri olduğu tezini ayrıntılı olarak işledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder