(Aşağıdaki yazıyı iki yıl önce 1 Mayıs vesilesiyle yazmıştık. Bu yıl Erdoğan-Ergenekon diktası İstanbul seçimlerini yenilemenin hesaplarını yaparlar, Kılıçdaroğlu "bizi sokağa çıkmaya çağırıyorlar" derken 1 Mayıs, kitlesel ve sivil bir direnişe çevrilebilir ve bütün hesaplar bozulabilirdi. Aşağıda iki yıl öncesi için yaptığımız öneri bugün için de geçerlidir. bu kadar basit mücadeleleri bile beceremeyen demokratlar, kendilerini ölüme atarak bu gibi başarısızlıkları çok daha zor yollarla (Stratejilerinin yanlışlığı ayrı konu) başarıya çevirmeye çalışıyorlar. Kürt hareketinin kitleselliğinden gelen bir aklı, bir basireti vardı. Türk sosyalistleri ve liberal aydınları o hareketi de kendilerine benzetmiş bulunuyorlar. İki yıl önce yapılmış bu öneri bugün hala geçerlidir. 30. Nisan. 2019)
Türk sosyalistlerinin temel sorunu anmalara, rozetlere,
ritüellere çok düşkün olmalarıdır.
Pek bilinmez veya artık bilinmek istenmemektedir ama
1960’ların sonundaki yükselişi yaşayan devrimci gençler, yani DÖB’lüler
(Devrimci Öğrenci Birliği) ve Dev-Genç’lilerin hiç öyle ritüelleri yoktu. Çünkü
gerçek, canlı, dinamik bir hareketin örgütsel ifadesiydiler.
Kırk yılda bir anma falan yapılır, o da aktüel politik
mücadele için bir mesaj vermeye, bunun için vesile yaratmaya yönelik olurdu.
Bizim ve özellikle de bizim Deniz’in (mare nostrum) dilimizden düşmeyen “vaktimiz yok ölenlerin matemini tutmaya, akın var güneşe akın, güneşi
zapt edeceğiz güneşin zaptı yakın” şiarıydı.
Bir örgüt canlı bir hareketle bağını, dinamizmini, yaratıcılığını
yitirip bürokratlaşmaya, taşlaşmaya başladığında rozet sloganlar, bayraklar,
semboller, ritüeller, anmalar önem kazanmaya başlar.
Bu hiç şaşmaz. İşin kötüsü daha sonra böyle bir şekillenme
içinde örgütlü hareketlerle ve siyasi mücadelelerle tanışanlar, bir süre sonra
politika yapmanın böyle bir şey olduğunu sanmaya başlarlar. Çünkü başka bir şey
görmemişlerdir. Debbağhanede çalışan işçiler bir süre sonra ufunetin kokusunu
duymaz olurlar.
Belli bir siyasi kimliği ifade eden ya da onunla özdeşleşmiş
sloganlar (Örneğin “Mahir, Hüseyin, Ulaş, kurtuluşa kadar savaş”), semboller,
ritüeller (“şehitlerin” ölüm yıldönümleri) politik faaliyetin temel biçimi
olduğunda, zaten o örgütler, hareketler taşlaşmış, kendi varlıklarını
sürdürmeleri kendi başına bir amaç haline gelmiş demektir.
*
Gerçek devrimcinin, belli bir siyasi kimliğin rozeti ya da
alâmetifarikası olmuş sembollerle, sloganlarla, ritüellerle işi olmaz.
Gerçek devrimci ezilenlerin, gayrı memnunların kendi öz
örgütlenmelerini yaratılması; onların mücadeleye çekilmesi ve kendi
deneyleriyle gelişmesi üzerinde yoğunlaşır; kafasını hep bu gibi sorunlara
yorar.
Çünkü gerçek devrimci, milyonlarca insanın canlı eylemi ve
eylem içinde değişmesi olmadan ne o insanların; ne de toplumsal düzenin
değişmesinin mümkün olmadığını bilir.
Sorunu böyle koyanın da tek derdi insanların dini, milliyeti,
siyasi düşüncesi ne olursa olsun bir araya gelip ortaklaşa bir şeyler
yapmaları, örgütlenmeleri, ortaklaşa tartışmaları için olanaklar yaratmak
üzerinde toplanır.
Kafasını bu gibi sorunlara takan bir devrimcinin, kendi siyasi
hareketinin sembollerini, bayraklarını ortaya çıkarma, sergileme, insanları
onların etrafında toplamaya kalma gibi bir derdi olmaz.
Çünkü bunlar başkalarının gelmesini engeller. Bunlar küçük bir
örgütün taraftarlarını birleştirebilir ama onları milyonlarca insandan ayırır.
Bu ayırmanın aracıdırlar; zeytinyağı gibi açıkta kalmaya yol açarlar.
Bir fabrikadaki işçileri veya bir mahallenin yeşilliğini
korumak isteyen mahalleliyi örgütlemek
istiyorsanız, onların en temel ve can alıcı sorunların ne olduğuna bakarsınız.
İnsanları o temel sorunu halletmek için birleştirmeye ve ortaklaşa bir harekete
götürmeye çalışırsınız. Sonra bizzat o örgütlenme ve mücadele içinde o insanlar
değişmeye başlarlar.
Bu bir ülke veya dünya çapında da böyledir.
Bir devrimcinin alâmetifarikası, alâmetifarikasızlığı olur.
Ya da bir tek alâmetifarikası olur, somut ve doğru hedefler
etrafında insanları birleştirme çabası.
Bu en basit bilgiden yoksundur bütün sosyalist örgütler.
Daha doğrusu artık unutmuş bulunmaktadırlar.
Çünkü onlar artık hayatiyetini kaybetmiş, Hindistan’ın
kastları gibi taşlaşmış, beyin kireçlenmesine uğramış yapılardır.
*
1 Mayıs bu taşlaşmış solun ve sosyalistlerin ortak ritüelidir.
Her sene, her sol grup orada kendi renkleri, bayrakları,
sloganları ile tabiri caiz ise (ki bu sol grupların kendi aralarında
kullandıkları bir deyimdir) “görücüye
çıkmak”tadırlar.
Sadece bu da değil, 1 Mayıs’ı Taksim’de “kutlama” da sol için,
bir tür kendi başına hedef haline gelmiştir.
Yani bir politik eylem ve mücadelenin vesilesi olmaktan
çıkmış, kendisi bir hedef haline gelmiştir. Solu ve sosyalistleri toplumun
gerisinden tecrit eden bir hedef.
Hâlbuki 1 Mayıs’ı demokrasi mücadelesinin ciddi bir vesilesi
ve mevzii yapmak mümkündür.
Örneğin, geçen yıllarda, 1 Mayıs’ın ya 24 Nisan’da kutlanması;
ya da 1 Mayıs’ta Ermeni katliamının temel sorun yapılması gibi öneriler yaptık.
Keza daha önceki yıllarda Festus Okey’in Polis tarafından
öldürülmüş olması üzerinden Türkiye’de yaşayan yabancıların eşit hakları gibi
sorunun güncelleştirilmesi gibi öneriler yaptık.
Yani 1 Mayıs, ezberleri bozmak, toplumun gündemine başka bir
yaklaşımı, başka bir paradigmayı sokmak için, bir provokasyon olarak
kullanılabilirdi.
Eğer bu gibi öneriler veya benzerlerine göre
davranılabilseydi, iktidar ve devlet, solun 1 Mayıs’ı böyle etkili kullanmasını
engellemek için, Taksim’de 1 Mayıs kutlamalarının, bir karnaval havasında
kutlanmasını kendiliğinden teşvik ederdi.
Yani bir parça akıllıca bir siyasi mücadeleyle, hem toplumun
gündemine çok can alıcı sorunlar sokulmuş, ezberler bozulmuş olur; hem de bir
yan ürün olarak Taksim Alanı bile alınmış olabilirdi.
Bu önerilere zerrece itibar edilmedi, görmezden gelindi.
Çünkü bu öneriler o örgütlerin var oluş temellerini tehdit
ediyordu ve onlar için kendi var oluşları kendi başına bir amaçtı.
*
Ama sorun sadece örgütlerin kendi başına bir amaç olması da
değildir. Bunun yanı sıra, Türk solunun, Milliyetçi ve ulusalcı olmasıdır;
demokrat olmamasıdır.
Sosyalistler “sınıf”, “işçi sınıfı”, “emek”, “neo liberalizm”
veya “kapitalizm” veya “Emperyalizm” demeyi solculuk ve sosyalistlik
sanmaktadır. Bunları öne çıkararak aslında demokratik görevlerden kaçmaktadır.
Kürtlerin haklarını, göçmenlerin haklarını, Ermenilerin haklarını “sınıf
sorunu”; “emek sorunu” değil diyerek bir kenara atmakta, demokrasi
mücadelesinden kaçtığını, sözüm ona sınıfçı ve sosyalist bir söylemin ardına gizlenerek,
ileriye kaçarak gizlemeye çalışmaktadır.
“Sınıf”, “sınıf mücadelesi” “işçi sınıfı” ve “Emek” gibi
kavramların sosyalizm ile Marksizm ile ilgisi yoktur. Bunlar burjuva tarihçiler
ve ekonomi politikçiler tarafından bulunmuş kavramlardır. Marksizm’i ve
sosyalizmi bunlara indirgemek, onu burjuvazinin kabul edebileceği bir hale
getirmektir. Lenin’in o meşhur “Ne
Yapmalı?” kitabında vurguladığı gibi, Sosyalistler, toplumdaki tüm gayrı memnunları, tüm ezilenleri birleştirmeye çalışırlar.
Demokrasi mücadelesini örgütlemek, geniş kesimleri mücadeleye
çekmek, bunu yapamadığı veya yapmadığı durumlarda da toplumun ezberini bozmak
gibi alışkanlıkları yoktur bu ulusalcı ve kendi örgütlerinin varlığını kendi
başına bir amaç haline getirmiş sosyalistlerin ve sosyalist örgütlerin.
Tam da demokratik mücadeleden kaçtığı için, 1 Mayıs’ı somut
bir demokratik hedef için vesile yapmaktan kaçındığı için, Taksim’de 1 Mayıs
kutlamanın kendisini kendi başına bir amaç olarak belirledi bu sol.
Haydi, bunun yanlışlığını bir yana bırakalım ve doğru bir
hedef tanımlaması olduğunu var sayalım.
Bunu yapacak güç ilişkileri olup olmadığı; böyle bir şeyi
hedeflemenin kendisinin sosyalistleri geniş toplum kesimlerinden tecrit edip
etmediği gibi soruları hiçbir zaman gündemine almadı.
Haydi, bunu da geçelim.
Yaptığını bile zekice yapmadı.
Bir an için Taksim Alanında 1 Mayıs yapmayı hedef almanın
doğru bir hedef tanımlaması olduğunu var sayalım.
Devletin ve hükümetin buna izin vermeyeceği; bunu her kanaldan
tüm baskı yöntemleriyle ezeceği hiç kimse için bir sır değildir.
Bu polis baskısını kıracak bir güç varsa bu da gereğinde
anlaşılabilir. Ama normal olarak böyle bir durum devrim dönemlerinde falan
olur. Böyle bir durum da yok. Aksine geriliyoruz ve savunmadayız.
Bu durumda 1 Mayıs’ı taksimde yapma isteği iki biçimde
sonuçlanabilir.
a) Çatışarak
girmeye çalışma. Bunun sonucunda girememe. Aynen de böyle oldu. Hatta taksim
civarında ara sokaklarda yaşayanların linç tehditlerine maruz kalma gibi
durumlar ortaya çıktı.
b) Ya da bunu
yapmazsan, başka bir yerde Taksim’de yapılanın benzeri, herkesin kendi
rozetleriyle, bayrak ve sloganlarıyla resmigeçit yaptığı ritüel.
Zaten sonunda bu oldu. Yani her halükârda bir yenilgi.
Hâlbuki bir parça akıllı taktikler ve mücadele biçimleri
izlenerek Taksim fethedilebilirdi.
Bu sorun bile değildir.
Taksim verilmiyor mu?
Bu durumda, bu diktatörlüğün Türkiye’de bir demokrasi olduğu
imajı için sahnelediği oyunun parçası olmayacağız denir ve gösterilen Taksim
dışı yerde de, hiçbir yerde de “1 Mayıs kutlaması” yapılmayacağı ilan edilir.
Bunun yanı sıra tüm yurttaşlara, 1 Mayıs günü Taksim ve
civarında bulunma çağrısı yapılır. Yani oralara slogansız, bayraksız,
pankartsız gelmeleri, oturmaları, gezmeleri, yürümeleri, otlara uzanmaları vs..
Böyle bir eylem olmayan eyleme en az 1 milyon kişi gelir. Bunu
Gezi gösterdi.
Bir engelleme olmazsa, bir milyona yakın kişinin, sessizce
Taksim ve civarını doldurması Türkiye’deki dengeleri değiştirir.
Polis ve diğer güçler Taksim ve civarını kuşatıp oraya kimseyi
sokmadığı takdirde ne olur?
Gelenler yine aynı şekilde polis kordonunun etrafında aynı
şeyi yaparlar. Yüz binler tarafından kuşatılmış bulunan polis bir süre sonra
tehlikeli bir biçimde çembere alındığını görünce zaten kendi çekilir, korkar.
Böylece şiddetsiz bir biçimde Taksim ele geçirilebilir.
Kaldı ki, polisin kuşatıp oralara girmeyi engellemesi,
hükümetin kendi yurttaşlarının seyahat etme, gezme gibi çok temel bir hakkını
bile gasp etmesi anlamına gelir.
Bu onun tecridini, bütün gerici ve anti demokratik yüzünü
iyice açığa çıkarır ve onu daha da tecrit eder.
Yapabileceği başka bir şey daha vardır. Bu sadece dolaşan,
duran oturan yurttaşlara saldırmak, onları dağıtmak.
Bunu yaptığı an ise, arı kovanına çomak sokmuş olur.
Hiçbir yasa dışı davranışı olmayan yüz binlerce insana
saldırmak, Erdoğan’ın sonunu getirir.
Yani Taksim’i tamamen sivil ve şiddetsiz bir hareketle ele
geçirmek mümkündür.
Böyle bir biçim uygulansa, demokrasi güçlerinin her halükârda
kazançlı çıkacağı açıktır.
Ama şu bizim anlı şanlı sosyalistlerimiz böylesine basit,
birleştirici, toparlayıcı bir eylem biçimini bile akıl edip uygulama yeteneği
gösterememektedirler.
Bu merkezi bürokratik oligarşi, bu diktatörlük rejimi bizlerin
çapsızlıkları ve yanlışları üzerinde yükselmektedir.
İçine girdiğimiz dönemde bir tek silahımız var: Sivil
itaatsizlik veya temel yurttaş hakları alanında kalarak kitlesel sessiz ve
birleştirici direniş biçimleri.
Erdoğan’ın, polisin silahları bu silaha karşı işlevsizdir.
Bu biçim hem tüm güçleri birleştirme, hem de karşı tarafın
bütün silahlarını etkisizleştirme özelliğine sahiptir. Bu 1 Mayıs vesilesiyle
bir kez daha hatırlatalım dedik.
28 Nisan 2017 Cuma
Demir Küçükaydın
(Yukarıda kapağı resim olarak kullanılan kitabı PDF veya EPUB ormatında indirmek ve okumak isterseniz aşağıdaki adrese gidiniz. Ya da QR Kodunu tarayınız.)
https://yadi.sk/d/QQ42Atv2erG8-A
(Yukarıda kapağı resim olarak kullanılan kitabı PDF veya EPUB ormatında indirmek ve okumak isterseniz aşağıdaki adrese gidiniz. Ya da QR Kodunu tarayınız.)
https://yadi.sk/d/QQ42Atv2erG8-A
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder