*
Öncelikle “Politik İslam”
denilen gelenekten gelen, bugüne kadar kendine demokrat ve sosyalist
diyenlerden çok daha demokrat ve sosyalist bir duruşu sürdüren Ayhan Bilgen’in,
“Politik İslam”ın milliyetçi ve devletçi damarına karşı, demokratik ve ve
eşitlikçi damarını canlandırmak bakımından desteklenmesinin hayati önemi
olduğunu düşünüyordum ve hala düşünüyorum. Çünkü gerçekten güçlü ve tutarlı bir
demokratik dönüşüm ya da devrim için, Aydınlanma ve İslam’ın, birbirinin diline
kapalı demokratik ve eşitlikçi geleneklerinin canlanması, birbiriyle buluşması
ve birbirinin dilini anlamasının hayati önemi vardır. Bu birleşme olmadan
Türkiye’de köklü demokratik dönüşümler, ezilenlerin çoğunluğunun gerçekten
demokratik ideallere kazanılması olanaksızdır.
Bilgen’in aday
gösterilmesi, ayrıca, Politik İslam geleneği ve paradigması içinde,
eşitlikçiliğe vurgu yapıp AKP’ye muhalefeti buradan yapan ama demokratik bir eleştiriye
pek yanaşmayan ve bu nedenle de sosyalistlerin “sınıf, anti emperyalizm, anti
kapitalizm” diyerek fiilen ulusalcı olanlarına benzeme eğilimi gösteren ve son
zamanlarda partileşen akıma karşı başka bir alternatifin varlığını göstermek
bakımından da muazzam önemliydi. Çünkü Bilgen’in temsil ettiği sesi boğulan damar,
en azından o zaman daha çok tartışılır ve bilinir olabilir, etkisi artabilirdi.
Ne yazık ki Bilgen aday
gösterilmiş değil. Kendisi mi aday olmayı kabul etmedi, yoksa başkalarının
önünü açmak için mi çekildi veya “Bilgen nasıl olsa sağlamdır, daha kırılgan
olanların desteği için onu feda edebiliriz” diye, aslında Bilgen için en büyük
övgü olan bir düşünceyle mi aday gösterilmedi? Bilmiyorum.
Ama Bilgen’in seçilebilir
bir yerden aday gösterilmemiş olmasını pek doğru bulmuyorum. Bilgen’in yukarıda
değinilen, İslam paradigması içinden demokrasiyi ve eşitlikçiliği içine
sindirmiş duruşunun niteliği karşısında milletvekili sayısının niceliği önemini
yitirir.
*
Sırrı Süreyya Önder’i o
zamanlar kimse böyle politik angajmanıyla pek bilmiyordu ve adı akla
gelmiyordu. Gördüğüm Beynenmilel
filmi zaten politik angajmanın ipuçlarını veriyordu. Ama daha sonra Sezai
Sarıoğlu’nun “Nehir Muhabbetleri”nden
birinde kendisini daha yakından görmüş ve dinlemiştim. O zaman halkın derin
katmanlarından gelen, binlerce yıllık tecrübelerden süzülmüş bilgeliği,
Kürdistan’ın medrese geleneği; Aydınlanma ve Sosyalizmin ideallerinin çok
orijinal ve harika bir bileşeni olduğunu görmüştüm. Bunu her yerde söylüyor,
çevremdekileri bu isme dikkat etmeye davet ediyordum.
Hikmet Kıvılcımlı’dan
sonra ilk kez hem de çok genç kuşaktan birinin sosyalizm ile derinlerden gelen
bu gelenekleri kaynaştırabilmiş bir örneğini görüyordum Sırrı Süreyya Önder’de.
Eğer Ayhan Bilgen için
İslami paradigma içinde Aydınlanma ve Sosyalizm ideallerini savunmak dersek;
Sırrı Süreyya Önder için Aydınlanma ve Sosyalizm paradigması içinde İslam’ın
ideallerini savunmak diyebiliriz. Farklı yönlerden hareket edip aynı noktada
buluşurlar. İkisi, derin bir vadiyle birbirinden ayrılmış iki kıtayı birleştiren
bir köprüdürler. Bu köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak kurarlar.
Böyle bir köprüye,
ezilenlerin derin katmanlarının demokratizmini, politik demokratik bir programa
ve ideallere kazanabilmek için muazzam bir ihtiyaç vardır.
Bu, sosyalistler ve
Marksistlerce ta Hikmet Kıvılcımlı’dan beri sezilmiş, Köprüyü yapacak
malzemeler dağlar gibi yığılmıştır.
Ama 70’lerin yükselişinin
sarhoşluğu, sonra 12 Eylül’ün darbeleri, Sovyetler’in çöküşünün ve özel savaş
rejiminin gericiliği altında unutulmuşlar, çürümeye terk edilmişlerdi. Şimdi bu
malzemeyi tekrar değerlendirip köprüyü kuracak birileri nihayet ortaya
çıkmıştı. Bu nedenle Sırrı Süreyya’nın aday gösterilmesinin iyi olacağını
düşünüyordum. Ama kendini destekleyen bir örgütü olmadığı, bir kişi olduğu için
pek ihtimal vermiyordum. Ama medya aracılığıyla tanınması bu eksiği giderdi.
Ne var ki, benzetmemize
bağlı kalırsak, Köprü’nün adaylar arasında sadece bir ayağı var. Diğer ayak
maalesef yok ve bu ciddi bir sorun oluşturuyor.
*
Kafamdaki üçüncü isim
Ertuğrul Kürkçü idi. Ama bu yazı biraz da Ertuğrul için yazıldığından onu sona
bırakıp, Veysi Sarısözen’i niçin düşündüğümü açıklayayım.
Veysi Sarısözen’i ta
68’lerden beri uzaktan izlerim. Aslında çok farklı geleneklerdenizdir.
Köklerimizde TİP vardır ama o FKF’li ben DÖB’lüyümdür. Bizler Dev-Genç’e egemen olur ve onları atarken,
onlar başka arayışlara yöneldiler. TKP
aramaya başladılar, işçilerle ilişkiler kurup geliştirmeye çalıştılar.
1974 sonrasında TKP’nin yükselişi, sadece Vietnam ve
Portekiz devrimlerinin başarısının sonucu değil; aynı zamanda bizlerin Dev-Genç’ten attığımız en önde gelenleri
Veysi Sarısözen olan eski FKF’lilerin,
diğer adıyla Partizan çevresinin
gençlik aşısının ürünüydü.
Veysi’yi yıllar sonra
tekrar Sovyetlerin ve Doğu Avrupa’nın çöküş sürecine rastlayan, Kuruçeşme Tartışmaları’nın Avrupa’da
yapılan paralelinde tekrar gördüm.
O sıralarda birçok
TKP’lide görülen tam bir moral bozukluğu içinde, liberalizme teslim olma veya
tam bir inkar ve görmezden gelme içinde imanı yüksek tutmaya çalışanlardan
farklı bir yönelişe girdiği görülüyordu.
Veysi, kendi eski
hataları ve çizgisinin, başkalarına sözü bırakmadan, biraz da işin içine kara
mizah katarak, kendi şahsıyla ilgili anekdotlar biçiminde bir eleştiri ve
özeleştirisini yapıyordu. Olanların günahının sosyalizmde olmadığını, bu ideale
bağlı kalmak gerektiğini dolaylı olarak vurgulamış oluyordu böylece.
Veysi’de ikinci gördüğüm,
Türk sosyalistlerinin radikal kanatlarıyla bir dirsek teması ve yakınlık içinde
yeni konumlanışlarını sürdürmek niyetinde olduğu idi.
TKP’nin daha önceki dönemlerde, Radikal sola karşı uzak duran hatta
düşmanca denebilecek tutumları göz önüne alınınca, burada ciddi bir özeleştiri
ve ders çıkarma çabası olduğu görülüyordu. Bu bağlamda elbette radikal sol
içinde, yine de en doktriner, sınıfa ve teoriye daha yakın, Dev-Genç’in bölünmeler öncesi kahramanlık
döneminin geleneklerini iyi kötü sürdüren Kurtuluş,
bu dirsek temasını sürdürmenin en uygun aracı gibi görülüyordu muhtemelen.
Veysi böylece, geldiği
gelenekte, içine kapanan ve olaylara gözlerini kapayan imanı bütün sekterlerden
ve liberalizme kayan veya politikayı tümden boşlayanlardan tamamen farklı bir
çizgiye yönelmiş bulunuyordu. Yetenekli ve birikimli bir insan olduğundan, daha
sonra Sosyalist Demokrasi Partisi
biçiminde süren Kurtuluş’un, “dışardan bir unsur” olmasına rağmen
fiili yürütücüsü oldu.
Kurtuluş büyük ölçüde şehirli orta sınıflara dayanır Dev-Yol gibi. Dolayısıyla 1992’den beri
gerek Sovyetler’in çöküşü gerek özel savaş rejiminin yarattığı çürüme ve bu
tabakalardaki ulusalcılığa yönelmenin baskısı bir noktadan sonra Kurtuluş’ta da
hissedildi ve Mahir Sayın yıllar sonra “Sınıf’ı keşfederek”, boykot değil
“hayır” diyerek bu eğilimi dile getirdi. Tabii bu dönüşün haksızlığa uğrayan
ilk kurbanı da “dışardan bir unsur” olan Veysi Sarısözen oldu.
Ne var ki bu oldukça
gecikmiş, artık ulusalcılığın inişe geçtiği dönemde bir dönüş olduğundan şükür
ki fazla bir yol kat edemedi ve güçler dengesine bağlı olarak tekrar geri
dönüşler yapabilir durumda kaldı.
Ancak bütün bu haksız
dışlamaya rağmen, Veysi Sarısözen Kürt hareketinin yanında durmaya devam etti
ve yetenekleriyle çok önemli bir işlev gördü. Geldiği gelenekten diğerleri Taraf sayfalarında boy gösterir veya
liberallerle birlikte toplantılar düzenlerken, Veysi bütün bu liberalleri,
“şeytan azapta gerek” ilkesi gereğince, Özgür
Gündem geleneği içindeki yayınlardaki yazılarıyla sürekli şahta tuttu.
Liberallerin tek yapabildiği ise susmak ve görmezden gelmek oldu.
Veysi’nin kıvrak zekası,
hazır cevaplılığı, birikimi sadece gazete sayfalarında ve Kürt okuyucuyla
sınırlı kalmamalıydı. Veysi’nin güçlü bir belagatı da vardır ve önümüzdeki
dönemde önem kazanacak liberallere karşı mücadelede, Veysi demokratik hareketin
en önemli ve güçlü silahlarından biri olabilirdi.
Ayrıca eğer Ertuğrul MDD ve Dev-Genç geleneğinin bir sembolü ise, Veysi de TİP ve FKF geleneğinin
bir sembolü olarak, 68’lerin iki farklı çizgisinin en sağlam kalmış
damarlarının Kürt hereketinin katalizatörlüğü ve yükselişiyle tekrar
buluşmalarını temsil ederlerdi.
Taş yerinde ağırdır.
Veysi Kıvrak zekası, belagatı ve birikimiyle, aday gösterildiği ve seçildiği
takdirde diğerlerine Meclisi dar edebilecek, Meclis kürsüsünü en iyi
kullanabilecek, bugün yaptığıyla kıyaslanmayacak katkılar yapabilecek biridir.
Ayrıca tıpkı Ayhan Bilgen
ve Sırrı Süreyya’nın bir köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak oluşturmaları
gibi, Türkiye sosyalist hareketi içinde, MDD ve TİP geleneği arasındaki köprüyü
Ertuğrul ile birlikte iki farklı ucundan hareketle kurabilirlerdi. Ayhan
Bilgen’in yokluğu gibi Veysi’nin de yokluğu bu köprüyü şimdilik tek ayaklı
yapmaktadır. Veysi’nin neden aday gösterilmediğini bilmiyorum ve Ayhan Bilgen
için yazdıklarım Veysi için de geçerlidir.
*
Ertuğrul Kürkçü, aday
gösterilmesini ve seçilmesini aklımdan geçirip orada burada zikrettiğim bu dört
kişi içinde, en iyi tanıdığım ve aynı zamanda en sevdiğim
ve takdir ettiğimdir. Son
yıllarda kendisini birçok yazıda eleştirmiş olmam, debbağın sevdiği deriyi
yerden yere çalmasından başka bir anlama gelmez.
Ertuğrul’u daha görmeden
ve Ertuğrul olduğunu bilmeden tanımıştım. Ankara’da bir miting vardı, buna
bizim İstanbul DÖB’ten de bazı arkadaşlar katılmışlardı.
Geldiklerinde, mitingte
üç tane uzun saçlı çocuk bulunduğundan, çok hızlı ve cesur çocuklar
olduklarından ama anarşist olduklarından söz etmişlerdi. Yani Ertuğrul’un daha
adını duymadan efsanesini duymuştuk. Sonradan öğrendiğimize göre bunlar
Ertuğrul, Koray (12 Mart döneminde öldürüldü) ve Sait (vefat etti) idi.
Daha sonra 1970 yazında
Flisitin dönüşü yakalanıp Antep ve Nizip’te yatıp çıktıktan sonra ODTÜ
yurtlarında kalarak biraz temizlenip, bitlerden arındığımız dönemde güzel bir
yaz gününün akşam şerinliğinde, yurtların önünde çimenlerde birkaç arkadaş
otururken biraz ötede Dev-Genç’ten iki arkadaş şakacıktan boğuşmasını
izliyordum. Onlardan biri olan Kürkçü diğerine, şimdi sana karşı “aktif ideolojik mücadele” yapıyorum
diyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. Çünkü bizim Dev-Genç ve özellikle de DÖB
saflarında, bazan fikire karşı fikirle değil, fiziki araçlarla mücadele etme
eğilimi ortaya çıkmaya başlamıştı. Ve buna da “aktif ideolojik mücadele” deniyordu. Ertuğrul bununla alay ediyordu
arkadaşıyla şakacıktan boğuşmasına “aktif
ideolojik mücadele” diyerek. Kendisiyle alay edebilenler her zaman
önemlidir.
Dev Genç’in aşağı yukarı 200 kişiyi aşmayan bir tür “çekirdeği”
vardı. Bunların hepsi birbirini belki tanımazdı ama iyi kötü herkes birbirini
bilirdi, yeni parlayan bir militanın adı hemen duyulur, kimin ne yaptığı hemen
herkesce bilinirdi. Bu bağlamda Ertuğrul ile hiç konuşmamıştık ama bir şekilde
birbirimizi tanıyorduk.
Hepimiz aynı mahallenin
çocuklarıydık. Aynı aşirettendik.
İlk karşılaşıp konuşmamız
1974 affı sonrasında Toptaşı cezevinde oldu. Sanki eskiden beri tanışıyormuş
gibi hiçbir yabancılık ve zorluk çekmeden, kaldığımız yerden devam eder gibi
konuşmaya başlamıştık. Af çıkmış cezaevleri boşalmıştı. Sadece 12 Mart
döneminin idamlıkları ve aftan az önce içeri düşüp aftan faydalanamamış bizler
kalmıştık.
Birdenbire Ertuğrul
Toptaşı’na geldi. Muhtemelen bir bürokratik yanlışlık vardı. Çünkü 12 Mart’ın
kılıç artıkları ya askeri cezaevinde ya da Niğde’deydi. Zaten bir iki hafta
sonra Ertuğrul’u alıp götürdüler. Yaşanan o korkunç olaylar, baskılar ve Askeri
cezaevlerinden sonra Toptaşı kısa bir ara, bir tatil yeri, biraz nekahat dönemi
gibi olmuştu. Uzun uzun yaşananları, teorik ve pratik sorunları konuşmuş
tartışmıştık. Aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyorduk.
1978’de Ecevit iktidara
gelince, THKP-C’den Ertuğrul Kürkçü, Oktay Etiman, Orhan Savaşçı, Yusuf Küpeli
ve Münir Ramazan nihayet Mamak’tan Niğde’ye getirilmişlerdi. Ertuğrul ve Orhan
bizim kaldığımız koğuşu tercih ettiler ve sonraki yıllarda hep aynı koğuşta
kaldık. Aynı koğuşun sakinleri olarak, olağan cezaevi yaşamıyla geçti yıllar.
Futbollar oynadık, tartıştık, televizyon seyrettik, yemekler yaptık, lokmalar
döktük, direnişler yaptık, hücrelerde yattık, toplantılar yaptık,
tüneller kazdık, boklu ve
sidikli sular içinde kaldık ve onları taşıdık, “mahkum sendikası” kurduk, öldürülmemek için nöbetler tuttuk vs..
Sonra hep birlikte
Malatya E-Tipi ÖzelCcezaevi’ne götürüldük. Orada Müşahade Hücrelerinde
ayrı katlarda ama yine hep birlikte kaldık.
Niğde ve Malatya
cezaevlerinde yaşanan tecrübeleri yazan henüz çıkmadı. Ama Özellikle Ertuğrul
ve Aydın Çubukçu’nun varlığı çok önemlidir. Çok önemli işler yapıldı.
Mahkumların birliği sağlandı. Akıllıca politika ve taktiklerle önemli haklar
elde edildi ya da baskı girişimleri savuşturuldu ve haklar korundu. Her zaman
bulunan sekterlerin ve idarenin provakasyon ve baskı çabalarına birçok kez
başarıyla karşı koyuldu. Bugün bile o dönem bu cezaevlerinde yatanlar, oraları
özlemle anarlar ve oradaki tecrübelerin hayatlarındaki önemini belirtirler.
Sonraki yıllarda
Ertuğrul’un Avrupa’ya yolu düştüğünde denk gelirsek karşılaşma ve
konuşmalarımız oldu. Ama önemli her durumda aynı yerlerde birlikte bulunduk.
Ansiklopedi ve Özgür Gündem’de gözden ve gönüllerden uzak kalmış benden yazı
isteyen Ertuğrul’du. 2002 Seçimlerinde Bloğu destekleyen Dev-Gençliler
bildirisini birlikte hazırlamıştık.
Ancak gerek hayatın
akışını belirleyen rastlantılar gerek modern modern yaşamın insana zaman
bırakmayan yoğunluğu insanları farklı yerlere atıyor ve eski bağları
zayıflatıyor.
Bütün bu yıllar boyunca
Ertuğrul’un ne yaptığını ne yapmadığını, ne yazdığını ne yazmadığını sürekli
izledim. Türkiye devrimci hareketinde ne yaptıklarını, ne
yazdıklarını nerede olduklarını
sürekli izlediğim, radar ekranında hiç kaybetmemeye çalıştığım beş altı kişi
vardır. Ertuğrul bunların başında gelir. Ertuğrul’un ciddi bir izlenmeyi hak
ettiğini düşünürüm hep.
Ama sadece izlemedim,
yeni bir girişimde bulunacağımda, bir iş yapacağımda, fikrini almak veya
birlikte yapmak istediğim ilk isimdir.
Türkiye’de Radikal
demokrat bir çizgi izleyecek ve böyle bir çerçevede yer alabilecek tüm
entellektüel kapasiteyi toplayabilecek, yeni tartışma konularını gündeme
getirip kafalarda 60’larda olan gibi derinden bir değişikliğin temellerini atacak
bir dergi projesi üzerine çalıştığımda ilk alkıma gelen ve ilk gittiğim
Ertuğrul oldu.
Marksizmin gelişimi ve
yepyeni ufuklara açılışı anlamına gelebilecek, bugün gerek dünyada gerek
Türkiye’deki sorunlara çözümler ve açıklamalar getiren Din ve
Ulus teorileri alanında
keşifler yapıp bunları yazdığımda, okumasını en çok istediğim ve okuması için
peşinden koştuğum insan Ertuğrul oldu.
Ertuğrul (ve Mahir) evet
demeden sosyalistler arasında ne çatı partisinin ne de başka bir girişimin hiçbir
başarı şansı olmadığını her zaman söyledim ve yazdım.
Bütün bu dönem boyunca
hep aynı yerlerde ama zaman zaman aynı veya farklı pozisyonlarda bulunduk.
Şimdi tekrar aynı yerdeyiz.
Bu Blog, aslında Kürt
özgürlük hareketinin önerdiği “Çatı
Partisi” önerisinin filli ve minyatür bir gerçekleşmesi sayılabilir.
Ama bir farkla. O öneri
yapıldığında birlikte olacaklar veya olması düşünülenler arasında örneğin Kürt
burjuvazisi ve milliyetçiliğini temsil eden Şerafettin Elçi veya Altan Tan’lar
değil, Ayhan Bilgen’ler ve Ahmet Türk’ler bulunuyordu. Yani gerek içerikçe
gerek sembol kişiler düzeyinde daha radikal demokrat bir öneriydi. O zaman da
kimseden bağımsızlığın ve örgütsel varlığını dağıtılması istenmiyordu. Şu veya
bu nedenle olmadı. Ama o zaman olsaydı, bugün çok daha iyi bir noktada
olunabilir ve Kürt burjuvazisi temsil eden eğilimlere öyle tavizler vermeye
gerek olmazdı.
Ertuğrul bu blogta yer
almasaydı, Çatı Partisi girişiminin
olmadığı gibi bu Bloğun da fazla bir anlamı olmazdı. Ertuğrul var olduğu için
bu blog var. Ertuğrul’un adı ve ağırlığı onun bir insan olarak varlığının çok
ötesindedir. O bir semboldür aynı zamanda.
Hala sosyalistlerin
önemli bir bölümünün kabul edebileceği tek isimdir. Ve ismi birbiriyle bir
araya gelemeyecek birçok fatklı kişiyi, eğilimi bir araya getirmeyi başarabilmektedir.
Ama aynı zamanda
Kızıldere’nin tek canlı şahidi olarak, o ölen tüm arkadaşlarımızın bizlere bir
emanetidir de.
Ertuğrul’un seçilmesi,
Ertuğrul’un değil, Deniz, Sinan, Mahir, Hüseyin, İbo ve adını anamayacağımız
binlerce kaybımızın Meclis’e girmesidir. Her şey bir yana, sırf bu anlamıyla
bile bir zaferdir.
Ama Ertuğrul aslında
sadece bir sembol olarak ele alınamayacak ölçüde yetenekleri ve birikimi olan
bir devrimcidir.
Uzun süredir (neredeyse
ta 1970’teki Dev-Genç’ten beri, yani 40 yıldan fazla) canlı ve yükselen bir
hareketle canlı bir bağ içinde olmadığından kavrayış gücünü ve zekasını
yeterince kullanma ve geliştirme imkanı bulamamıştır ve bu nedenle bu yanı
henüz pek görülmemektedir.
Bugün görülen Ertuğrul,
olabilecek Ertuğrul’un henüz kötü bir kopyası bile değildir. Bu durumdaki
Ertuğrul bile var olanların hepsinden çok ileridir.
Bir de bu ileri olanın
dev adımlarla ileri gittiğini düşünün.
Ertuğrul, yükselen ve
radikalleşen Kürt demokratik hareketinin özsuyuyla beslenmeye başladığı zaman,
hızla ve dev adımlarıyla muhtemelen çok daha büyük yollar kat edecektir.
Bunun nasıl bir şey
olduğunu anlamak için, BDP’nin genç
milletvekillerine bakın. Bu hareketle canlı bağlar içinde kısa bir dönemde ne
kadar büyük bir yol kat ettiklerini göz önüne getirin.
Bu öyle kuru bir dilek
değil. Bunun ip uçları var.
Örneğin, son altı ayda
yazdığı yazılarda ve konuşmalarda vurgularında ve kullandığı kavramlarda çok
önemli değişmeler var.
Diğer yandan hiçbir
komplekse kapılmadan hızla gereken sonuçları çıkarıyor kimi gözlemlerden.
Örneğin Kürt özgürlük
hareketinin Türk sosyalistlerine iltimas geçtiğinden veya artık 60 ve 70’lerde
Türkiye sosyalistlerinin Kürtleri kurtarmaktan söz ederken şimdi durumun tersi
olduğu anlamına gelebilecek sözleri vs. bu bağlamda ilk akla gelenler.
Bir zamanlar Kürt
hareketinin uzak durmanın pirim yaptığı, Kürt hareketinin bir rakip olarak
görüldüğü, “Kürt eksenli politika yapmayız” sözlerine, “politikamız
“Kürt eksenli” olmak
zorundadır” diyerek cepheden kimsenin itiraz etmediği; Kürtlerin “Etnik eksenli
politika” yaptıklarından söz edildiği ÖDP’nin içinde ve
dışında, bu gericiliğin
baskısı altında hiç bir zaman söylenmemiş ve söylenemeyecek sözler bunlar.
Kanımca Ertuğrul’un
seçilmesi hiç de sürpriz olmayacak.
Şimdilik herkes
Ertuğrul’un sembolik niteliğiyle ilgili görünüyor ve ondan böyle konuşmasını ve
davranmasını bekliyor. Bir doza kadar bu beklenti anlaşılır ve haklıdır. Ancak
bu beklenti Ertuğrul’u altın bir kafese koyup esir etmektir. Ertuğrul çok daha
fazlasını yapabilir. Onun için bu kafese girmekten de dikkatle kaçınmalıdır ve
şimdiden kaçırdığına dair veriler vardır.
Seçildikten sonra,
Ertuğrul, yapacakları ve yapmayacaklarıyla Kürtler arasında başlayan devrimci
kabarış ve radikalleşmenin Batı’da yayılışı ölçüsünde bizler için olumlu,
egemenler için olumsuz bir sürpriz olacaktır.
Yaşarsak göreceğiz.
Demir Küçükaydın
07 Haziran 2011 Salı
http://www.mersinyasam.com/news/23211.html
Bu Yazı İçin Yorumlar
1. ismet Dal Says:
Haziran 9th, 2011 içinde
13:22
Sirri Sureyya ve Ertugrul
icin yapilan degerlendirmenin her kelimesine katiliyorum.Diger arkadaslari
maalesef tanimiyorum.Ozellikle Ertugrul icin yazilanlar son derece dogru
tespitler.Bugune kadar Kurt siyasi hareketine uzak kalmayi yegledim.Ancak Kurt
siyasi hareketinin sosyalist harekete bir ivme
kazandirabilecegi gorusune
katiliyorum.Yasayip gorecegiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder