Aşağıdaki yazıyı,
yıllar önce “ Kuş Gribi” (Tavuk Vebası) salgını vesilesiyle yazmıştık. Şimdi yine
benzeri “Koronavirüs” salgını var.
2006 yılında yazılmış
olmasına rağmen yazı aktüalitesini koruyor. Sadece “Kuş Gribi” (Tavuk
Vebası)” başlığını değiştirdik ve onun yerine başlığa “Koronavirüs
Salgını Vesilesiyle” yazdık.
Bir de üslup ve
ayrıntı düzeyinde bazı düzeltmeler yaptık.
Yazı “Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak
– Denemeler” başlığı ile yayınlanan kitabımızda yer alıyordu.
Kitabı indirmek
isteyenler şu linkten indirebilirler: https://yadi.sk/i/lhdLoRpl3a9bs6
28 Ocak 2020 Salı
Demir Küçükaydın
*
Eskiler, “bina ve zina”nın çoğalması “Kıyamet
alametidir” derlerdi.
Sanılanın aksine bu öyle çok da yanlış bir gözlem değildi ve
yaşanmış tarihten çıkarılmıştı.
“Tarihsel Devrimler”, yani uygarlıkların “Barbarlar”
tarafından yıkılışları (Kıyametler) yasasının yüzeyde bir görüntüyle ifadesiydi[1].
“Bina” demek, Kent demektir, Kent demek Uygarlık
demektir; Uygarlık demek Sınıf Farkları demektir; Sınıf Farkları
demek Sınıf Savaşları demektir. Sınıflar Savaşı demek, Bir tarafta üst
ve egemen sınıf, diğer tarafta alt ve ezilen sınıf demektir; bu da üst sınıfın
üst ve egemen konumunu korumak için oluşturduğu silah, yani Devlet demektir;
bütün bunların hepsi, egemen, üst ve zengin sınıflarda İbn-î Haldun’un “bedevilik”
veya “asabiyet” dediği, ilkel komün geleneklerinin henüz yaşadığı
zamanın nefsine egemenliğinin; “bir lokma bir hırka” geleneklerinin
tükenmesi; dünya zevklerine düşkünlüğün, hasılı “zina”nın artması
demekti.
Ve bu “alametler” belirince de, o uygarlık, bir “kıyamet”
ile (Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla, bir “Tarihsel Devrim”,
bir “Barbar akını”, bir “Kavimler göçü” ile) yok olmaya yazgılı
olması demekti.
“Mene Mene Tekel Upharsin” (“Menetekel”)
(Günlerin sayılı) her uygarlığın alnına yazılmıştı. Sodom, Gomore ya da Lut,
hep bu gidişin kutsal kitaplara yansımış örnekleriydi.
*
Şimdi de “bina ve zina”nın olağanüstü arttığı bir
çağdayız. Kıyamet alametleri de belirdi. Gün geçmiyor ki buzulların eridiği;
ozon deliğinin büyüdüğü; bir zelzelenin ya da sel baskınının veya tsunaminin
binlerce insanın canını aldığı, bir salgın hastalığın veya tehlikesinin kapının
önünde olduğuna dair bir haber görmeyelim.
Belli ki “Allah”, yoldan çıkan kullarını ikaz ediyor veya cezalandırıyor.
Milyonlarca insanın böyle düşündüğüne şüphe yok.
Aslında derinden bakınca böyle bir düşünüşün pek de yanlış
olmadığı görülür.
Allah’ın tıpkı doğa ve toplum yasaları gibi “ne yerde ne
gökte, her yerde ve hiçbir yerde” olduğunu göz önüne getirirsek, bu
yasaların çocuksu bir imgesi olduğunu unutmazsak, doğa ve Toplum’un da, yani
onun yasalarının ifadesi olan Allah’ın da yasalarına uymayan insanları
cezalandırmakta olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Nasıl, “doğayı itaat altına almak için ona itaat etmek
gerekir”se ve itaat etmeyeni doğa cezalandırırsa, aynı şekilde Allah da
(yani doğa ve toplum yasaları da), kendisine itaat etmeyenleri gazabına
uğratır; uğratmadan önce de, semptomlar görülür (aklını başına toplaması için, “kıyamet
alametleri”) yollar.
*
Eskiden bu yasaları sezen ve bu yasalara uygun bir yaşam
tarzını, yani bir toplumsal düzeni öneren; “Allah’ın elçisi” denilen, yani
tarih ve toplum yasalarını sezen ve onları insanların anlayacağı şekilde onlara
anlatan, peygamberler vardı.
Bu peygamberler, yani tarihin ve
toplumun yasalarını doğru olarak sezip buna uygun bir yaşam ve toplum düzenini
insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya çalışanlar, kendi zamanlarının
devrimcileriydi.
Modern çağlarda ise peygamberler
gibi zulüm ve azap içinde yaşayanlar; bu tarih ve toplum yasaları keşfetmeye ve
ona uygun bir toplum düzenini insanlara anlatmaya ve böyle bir düzen kurmaya
çalışanlar, yani günümüzün peygamberleri, Tarihsel Maddeci yönteme dayanan
sosyalistler, yani Marksistler oldular.
Ve nasıl bütün peygamberler, hep İbrahim’in soyundan ya da
geleneğinden geldiler ve onun geleneğinin devamcısı olduklarını söylediler;
yollarını kaybedip şaşırdıklarında tekrar ona dönerek yollarını buldularsa;
modern peygamberler de, yani Lenin’ler, Luxemburg’lar, Troçki’ler,
Kıvılcımlı’lar, Mandel’ler de hep aynı şekilde davrandılar. Yani hep Marks’a
dayandılar.
Biz de eski veya modern peygamberlerin bu yolunu yordamını
izleyelim. Bu kıyamet alametleri karşısında, modern çağın peygamberlerinin
İbrahim’i Marks’a bakalım. Onun bulduğu tarih ve toplum yasaları; yani “Allah’ın
vahileri”, ne diyor? Onlara bakalım.
Marx, Üretici güçler değişimlerinin belli bir noktasında,
var olan üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin hukuki ifadesi olan mülkiyet
ilişkileriyle (yani siyasi, hukuki sistemle, üstyapı ile) bir çelişkiye ve
çatışmaya girerler. Bu sınıflar mücadelesinde ifadesini bulur. Ama ortada bir
devrimci sınıf yoksa veya bu devrimci sınıf bu ilişkileri değiştirecek yetenek
gösteremezse; (yani Allah’a gönül verenler zafer kazanamazsa), bir çöküş ve yok
oluş (“Kıyamet”) aksi durumda ise devrim (“Hakkın Zaferi”)
gerçekleşir diyordu.
Yani “Kullar”, yani insanlar, Allah’ın dediklerine, yani
Doğa ve Toplum yasalarına uygun davranmalıdırlar; uygun davranılmazsa, o
yasalar uymayanı cezalandırır.
İşte şimdi yaşadığımız bu felaketler, hep bu, Allah’ın
dediklerine uygun bir yaşam ve toplum düzeni olmamasından dolayı ve bunlar hep
Allah’ın, yani doğa ve toplum yasalarının, insanları Marks’ın dediğine uygun
olarak cezalandırması.
Ne demişti Marks? Toplumsal yaşayışın yani hukuki, siyasi
vs. sistemin, yediğin, içtiğin, giydiğin, barındığın şeyleri üretme biçimine
(Üretici güçlerinin düzeyine, dolayısıyla üretim ilişkilerine, toplumun alt
yapısına) denk olsun.
Bu günkü dünyaya bakalım ne görüyoruz?
Bırakalım elektronik mağazalarını bir kenara; köşe başındaki
bakkala gitsen ne görürsün? Dünyanın dört bir köşesinden gelen mallar, Brezilya
mangoları, Orta Amerika muzları, Yeni Zelanda kivileri, İsrail avakadoları,
Uzak Asya’nın adı sanı bilinmez egzotik meyveleri vs. rafları doldurmaktadır.
Eskiden her sebze ya da meyvenin yendiği ve bulunduğu bir
zaman olurdu, şimdi dört mevsim her şey bulunabilir.
Bu küçücük gözlem bize neyi gösterir?
Gören göz için şunu: üretici güçler ve buna bağlı ekonomik
ilişkiler öylesine gelişmiş ki, artık bu gelişkinlikle, dünya küçük bir köye
dönmüştür.
Ama buna mukabil, yüzlerce küçük devlet bu dünyanın biricik
var oluş tarzı olmaya devam ediyor.
Peygamber Marks’ın dediğine göre, dünya ticaretinin ve
üretici güçlerin böyle gelişmişlik düzeyine ulusal devletler (yani bu mülkiyet
ve hukuk ilişkileri, yani bu üstyapı) uymaz. Onun bir tek dünya devleti olması,
bütün ulusal sınırların kalkmış olması gerekir.
Keza yine Peygamber Marks’ın dediğine göre, bu kadar
toplumsallaşmış bir üretime özel mülkiyet ve kara dayanan bir ekonomi de dar
gelir.
Bu günkü dünyada, üretici güçlerin bu gelişmişlik düzeyine
uygun bir düzen, Allah’ın dediklerine uygun bir düzen, Hakka dayanan bir düzen;
yani doğanın ve toplumun yasalarına uyun bir düzen; bütün ulusal devletleri
yıkmış; özel mülkiyet ve kar ekonomisine son vermiş bir düzen
olabilir.
“Allah’ın vahyi”, ya da Doğa ve toplum yasalarının,
yani Tarihsel Maddeciliğin, Marksizm’in dediği budur.
Böyle bir düzen olmazsa veya kurulamazsa, kıyamet habercisi
felaketler ve belirtiler görülmeye başlar ve insanlar doğru yola, yani doğa ve
toplum yasalarının kendilerine bu söylediği şekilde bir toplum düzeni kurmayı
başaramazsa, yıkılış, yani kıyamet kaçınılmazdır.
Kıyameti önlemenin tek yolu, bu tarih ve toplum yasalarının
dediği gibi bir düzen kurmaktır, bunun için devrim yapmaktır; yani bütün devletleri
ve sınırları yıkmak; kâr ve özel mülkiyeti ortadan kaldırıp insanların
ihtiyaçlarına uygun; azami kârı değil, doğa yasalarını ve insanların
ihtiyaçlarını gözeten bir üretim düzeni kurmaktır.
Bu yapılamazsa, hak değil (yani doğa ve toplum
yasalarının gerektirdiği bir toplum düzeni değil) batıl (Doğa ve toplum
yasalarına karşı duran, kâra tabi olan) üstün gelirse, Kıyamet
(insanlığın yok oluşu) kaçınılmazdır.
Gerçekten de bütün bu felaketlere baktığımızda, nedenlerini
araştırdığımızda, hep ulusal devletleri, sınırları ve özel mülkiyet ve kâr
ekonomisini görürüz.
Evet halkın sıradan gözlemi yanılmamaktadır. Bu tsunamiler,
kuş gripleri, AİDS’ler, bina ve zinanın çoğalmaları, hep “Kıyamet
Habercileri” dirler, yani bir sosyal devrim gereğini insanların gözüne
gözüne sokan belirtilerdirler.
*
Hastalıklar, mikroplar, virüsler, milyonlarca yıldır var. Bu
mikroplar ve virüsler milyonlarca yıldır mutasyonlar geçiriyorlar veya türden
türe atlıyorlar.
Ama bunların sonuçları eskiden başkaydı şimdi başka.
Tsunamiler, depremler, sel felaketleri binlerce yıldır var ama bunların sonuçları
eskiden başkaydı şimdi başka. Çünkü onlar bu günkü toplumsal düzen ve
ilişkileri aracılığıyla insanların yaşamlarını belirliyorlar.
Örneğin tsunamiyi ele alalım. Milyarlarca insan tsunami ile
ilk kez, son tsunami felaketinde tanıştı ve bu kavramı ilk kez duydu. Ama
Tsunami Japonca bir kelime olduğuna göre, Japonlar bunu binlerce yıldır
biliyorlardı ve bunun için bir kelimeleri bile vardı.
Ama eskiden, yani globalleşmenin ve kapitalizmin böylesine
yaygın olmadığı zamanlarda, bu felaketler olduğunda, lokal kalıyordu.
Muhtemelen sahildeki balıkçı köyleri etkileniyor, onlar da birkaç kuşak sonra
bunlardan dersler çıkarıp örneğin küçük balıkçı köylerini daha yüksek yerlere
kuruyorlar ve felaketlerin zararını asgariye indiriyorlardı. Belki, hayvanların
ya da bitkilerin bu gibi felaketlerin işareti olabilecek davranışlarına göre
bir tür alarm sistemi bile oluşturulabiliyorlardı.
Ama globalizm çağında, kapitalizm çağında işler değişti. Bu
bölgesel ve doğal felaketler, var olan toplum sisteminin yol açtığı felaketler
haline geldi.
Ve o nedenle de birer “kıyamet alameti”, yani
toplumsal düzeni değiştirmek gerektiğinin belirtisi olarak görülmesi doğrudur.
Modern kapitalist toplumda her şey kâra dayanır. Ekonominin
motoru daha fazla kârdır. Ama daha fazla kâr veya kâr oranı elde etmek için; iş
gücünün fiyatının düşük olması gerekir. İş gücünün yetiştirilmesi, korunması ve
yeniden üretilmesi ne kadar az masraflı olursa, fiyatı o kadar düşürülebilir, dolayısıyla
da o oranda yüksek kâr edilebilir; kâr oranlarının düşüş eğilimi bir ölçüde
olsun dengelenebilir.
İş gücünün fiyatı nasıl düşük tutulur?
Onun yeniden üretiminin masrafları azaltılarak.
İlk burjuva devrimleri olduğunda, devrimciler kendilerini
tüm dünyada işleyecek bir düzenin prototipi olarak görüyorlardı. Yani yayıldıkları
ülkelerde de aynı düzeni geçerli kılmayı hedefliyorlardı.
Ama burjuvazi ve eski düzenin restore olan devleti bir karşı
devrim yaptı ve bu fikirden ve idealden hızla vaz geçildi. Bu devrimlerin
yayıldığı ülkeler, devrimin zaptettiği ülkeler, örneğin Napolyon’un ele
geçirdiği ülkeler, Devrimin kurduğu düzenin eşit haklı yurttaşları olmadılar. Fransız
ulusunun dışında başka bir ulus olarak görüldüler. İnsanların eşitliğinin
yerini Ulusların, yani devletlerin eşitliği aldı. Fransız ulusunun yaşadığı
yerlerin dışındakiler ya sömürgedir dendiler ve en basit insan hakkından bile
yoksun bırakıldılar, ya da onların dilleri, dinleri başkadır denildi ve
yurttaş, dolayısıyla da insan kavramının dışında tutuldular.
Böylece sermaye, daha ilk adımda, o dışta tuttuğu ülkelerden
kaynak aktararak “anavatan”daki işçileri de satın almanın ve iş gücünün
fiyatını düşük tutmanın, böylece kâr oranlarını yükseltmenin yolunu buldu.
O dışta tutulan ülkelerdeki işgücünün fiyatının olağanüstü
düşük olması için, en zorba devletler ve anti demokratik rejimler desteklendi.
Geri ülkelerde, hiçbir demokratik hak olmayınca, işçiler bir
araya gelip işgüçlerinin fiyatını yükseltemez; yani işgücü kendini savunamaz.
Dolayısıyla bu ülkeler muazzam bir açlık ve yoksulluk içinde bulunurlar. Bu da
ayrıca oralarda işgücü fiyatının dana da düşük olmasına yol açar. Ve bu
ülkelerdeki korkunç ucuz işgücü, esas zengin ülkelerdeki işgücünün yeniden
üretiminin fiyatının düşürülmesini ve düşük tutulmasını sağlar. Bu yöntemle
burjuvazi bir taşta bir sürü kuş vurur.
İşgücünün yeniden üretilmesi nedir? Önce beslenmesidir. Geri
ülkelerdeki işgücü olağanüstü ucuz olduğundan, zengin ülkelerdeki işçilerin
tüketimleri için, çok ucuza yiyecekler ithal olur.
Benzer şekilde, iş gücünün yeniden üretilmesi bir anlamda da
tatildir. Modern üretimin yanı sıra modern yaşamın yol açtığı stres, işgücünün
hızla yıpranmasına yol açar. Bunun yeniden üretebilir hale gelmesi için, yılda
bir iki kere, deniz ve güneş altında yenilenmeye tabi tutulur, bir tür
rektifiyeden geçirilir.
Geri ülkelerde işgücünün fiyatı çok düşük olduğundan, iş
gücünün “tatil” aracılığıyla yeniden üretimi çok ucuza mal edilir. Böylece
zengin ülkelerdeki iş gücünün fiyatını düşük tutmak mümkün olur. Bu da kâr
oranlarındaki düşmeye karşı bir ölçüde tampon görevi görür. Bu nedenle “kitle
turizmi” denen, batılı işçi kitlelerinin iş gücünün bant usulüyle yeniden
üretilmesine yönelik bir sanayi gelişir. Sahil boylarına muazzam oteller, tatil
tesisleri yapılır. Doğa ve tarih tahrip edilir. Dünün kendine yeterli
balıkçılar ve çiftçileri, turizm tesislerinde boğaz tokluğuna çalışan hizmetçilere
dönüşürler.
Turizmin halkları yakınlaştırdığı falan da tamamen bir
propagandadır. Aslında yerli halk “turistik tesisler”de turistlere hizmetçilik
yapar. Yerli halkın “kültürü” diye turistlere sunulanlar, turistlerin zevkine
uygun yemek, dans ve müzik gösterileridir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Yerli
halk, otellerdeki çarşafları yıkamakta, tuvaletleri temizlemekte, mutfaklarda
onlara yemek yapmakla hatta başka ihtiyaçlarını gidermekle meşguldür.
İşte birkaç ve temel nedenini ve görünümünü öylesine
sıraladığımız böyle bir dünyada, yani iş gücünün yeniden üretimim bile
globalleştiği bir dünyada; ulusal devletler, sonuçlarıyla ve oluşturdukları
ilişkilerle tsunamilerin de çok farklı sonuçlar yaratmasına yol açarlar.
Sahillere kurulmuş, “Denize sıfır” otellerdeki
binlerce turist birdenbire bu felakete maruz kalır. Ama aynı zamanda, eskiden
çoğu Tsunamilerin erişemeyeceği yerlerde yaşayan ve çalışanlar artık o
otellerin yanındaki yoksul yerleşim birimlerinde yaşamakta ve oralarda
çalışmaktadırlar. Onlar da felaketi başka biçimde yaşarlar.
Yani bakkalda dört mevsim dünyanın başka bölgelerinden
gelmiş muzları bulduğun bir çağda, ulusal devletler varsa, bu, büyük zenginlik
ve yoksulluk farkları; sahillerde muazzam turizm tesisleri; bu tesislerde boğaz
tokluğuna çalışan ve hemen onarın yanında yoksulluk içinde büyük yerleşim
birimlerinde yaşayan yerli insanlar demektir.
Böyle bir dünyada Tsunamiler başka türlü sonuçlara yol
açmaktadırlar. Ama bu sonuçlar Tsunamilerin değil, aslında o günkü dünyaya
uymayan toplumsal düzenin sonucu olarak öyledirler. Böyle bir dünyada ulusal
devletler olursa, bütün bunlar da olur.
Ve nihayet, globalizm çağında bu felaketlerin algılanması da
başka olur.
Ölenler içinde batı ülkelerinin turistleri, yeryüzünün
beyazları da olduğundan, bütün medya bu felaketi tüm insanlara aktarır. Ama
gerçek ile aktarılan felaket farklıdır. Yardımlar da, haberler de hep beyaz
adama yöneliktir. Beyaz adamın içinde olmadığı felaketler gazetelerin köşesinde
veya haberlerin sonunda küçük bir haber veya değinme olarak kalır.
Bir yandan böyledir ama diğer yandan felaketlerin insanlara
televizyon vs. aracılığıyla duyurulması; bunun duyuruluş biçimleri ve bunların
insani sonuçları da en az o felaketler kadar korkunçtur. Sadece beyaz adamın
uğradığı felaketin anlatılmasını bir yana bırakalım, felaket haberini ve
resimlerini hemen borsada yükselen ya da düşen hisse senedi fiyatları izler
örneğin. Yani insanlar insan kardeşlerinin uğradıklarına da sağırlaşmaya başlar
böylece.
Şimdi eğer, üretici güçlerin bu günkü gelişim düzeyine uygun
bir toplum düzeni olduğunu var saysak, o zaman da tsunamiler olurdu.
Ama önce o dünya cumhuriyeti buna karşı uyarı sistemleri
kurmuş olurdu.
Ulusal devletler olmadığından bu muazzam gelir ve zenginlik
farkları olmaz, o zaman da, sahillerdeki “tatil cennetleri” ve “cennet”lerde
çalışan işçilerin ve yerli halkın cehennemleri olmazdı.
Keza, toplumsal ve doğal dengeleri gözeten optimum
büyüklükteki işletmeler nedeniyle böyle muazzam büyük turizm tesisleri ve aşırı
şehirleşmeler olmazdı.
Keza, iş gücünün aşırı sömürüsü ve yabancılaşmanın ortadan
kaldırılması hedef olduğundan, böyle aşırı çalışma ve sömürünün ikiz kardeşi
aşırı tembellik ve güneş altında günlerce yatıp akşamları içmek ve eğlence
adına her türlü rezaleti yapmak gibi “turizm”ler de olmazdı.
Görüleceği gibi, Allah, Yani Toplum ve Doğa yasaları,
kendilerine uygun davranmayan toplumu bir şekilde “ceza”landırmaktadır.
Eğer insanlar Tsunamilerin böylesine felaketlere yol
açmasını; böyle felaketlere kurban gitmeyi istemiyorsa, Peygamber Marks’ın
dediklerine gelmeleri, uluslara, sınırlara, özel mülkiyete ve kar ekonomisine
karşı savaşa girmeleri gerekiyor.
Aksi takdirde Tsunamilere veya ozon deliklerine ve
denizlerin ısınmasına veya biyolojik felaketlere bile fırsat kalmadan,
muhtemelen, yine bu üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle yayılmak kaynak ve
pazarları el geçirmek zorunda olan, Avrupa, Amerika, Çin, Japonya ve Rusya
arasındaki rekabet ve savaşlar içinde zaten bir nükleer kıyamete kurban
gidecekleri çok açıktır.
İşte Kuş gribi de, böyle bir felaket. Onun yaşanışı ve
sonuçları, globalleşmiş bir dünyada, ama hala ulusal devletlerin, sınırların,
özel mülkiyetin ve kar ekonomisinin egemen olduğu bir dünyada, insanlara bir
cezaya, bir kıyamet alametine dönüşmektedir.
Aslında Allah, yani doğa ve toplum yasaları bu felaketlerle,
insanları uyarmaktadır, yaşam ve toplum düzenlerini bir an önce değiştirmeleri
için, değiştirmedikleri takdirde de çok daha büyük felaketler yaşayacakları
için.
*
Mikroplar ve Virüsler en başarılı canlılardır. Bizlere
hayatın evrimi en tepesinde Memeliler ve İnsanın bulunduğu, en altta bakterilerin,
mikropların ve virüslerin bulunduğu bir gelişim olarak aktarılır.
Ama canlı olmanın, yani türün devamını sağlamının (Teleonominin)
ölçülerine vurduğumuzda, bırakalım insanları bir yana, memelilerin bile
başarılı bir canlı türü olduğuna dair hiçbir kanıt getirilemez. Bunlar
bütünüyle insan merkezli ilerlemeci doğa kavrayışlarıdır.
Şu beğenmediğimiz dinozorlar bile, bir tür olarak 150 milyon
yıl bu dünyada egemenlik kurmuşlardı ve eğer kozmik veya jeolojik bir felaket
sonucu yok olmasalardı belki bu gün bile hala egemen olmaya devam edeceklerdi.
Memeliler şunun şurası topu topu 65 milyon yıldır onların yerini aldılar ve her
şey bunun birkaç yüz yıl içinde son bulacağını gösteriyor.
Mikroplar ve virüsler ise, sadece var olmaya değil, çeşitlenmeye
de devem ediyorlar. Memeliler ve insanlar yok olduğunda da var olmaya devam edecekler
Doğada sürekli olarak mutasyonlar olmaktadır, bu mutasyonlar
sonucu daha farklı özellikleri olan canlılar ortaya çıkmaktadır. Ama bunların
çok küçük bir bölümü onlara “yaşam savaşı”nda bir üstünlük sağlayabildiğinden,
diğer kuşaklara aktarılabilmektedir.
Çok yüksek bir öldürücülük ve kolay yayılma, yaşam savaşında
mikroplara uzun vadede büyük bir üstünlük sağlamaz. Hızla yayılan çok öldürücü
bir mikrop, üzerinde var olup yayılacağı canlıları yok ettiğinden aslında,
tıpkı bu günkü insanlar gibi, kendi var oluş koşullarını da ortadan kaldırmış
olur. Dolayısıyla, öldürdüğü canlılarda hiçbir direncin oluşmadığı koşulda
bile, bu kendi sınırlarına toslar.
Ancak hiçbir canlı türü tümüyle dirençsiz değildir mikrop ve
virüslere karşı. Daima, yine çok önceleri farklı bir mutasyona uğramış ama bir
işlevi yokmuş gibi görünen o mikroplara karşı bağışıklığı olan, “şerbetli”
canlılar, yani sürünün içinde bir kara koyun daima vardır. Tüm Popülasyon yok
olduğunda, o mikroba dayanıklı “kara koyunlar” yaşarlar, bu sefer, o kara
koyunlardan türeyen ve o mikroba karşı bağışıklığı olan kuşaklar
yaşadıklarından, o hastalık fiilen yeni kuşaklar açısından eski öldürücü
özelliğini yitirmiş olur.
Milyonlarca yıldır bu süreç işlemektedir. Dolayısıyla bugün yaşayan
türler, hastalıklara karşı belli dirençler geliştirmiş türlerdir. Elbette
sürekli mutasyona uğrayan yeni mikrop ve virüs kuşaklarında bu süreç
tekrarlanmaktadır.
Mikropların tür atlamaları da tıpkı mutasyonlar gibi
görülebilir.
Ne var ki, Kapitalizm denen geniş üretim yordamıyla birlikte
bu süreç çok özgül bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Artık sorun biyolojik
değil, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkar.
Kapitalizm geniş yeniden üretim yordamıdır. Yani aynı
üründen milyonlarcanın üretilmesi, mümkünse bütün dünya pazarına o ürünün
egemen olması hedeftir. Böylece binlerce canlı, doğanın ritminin de dışına
çıkarılarak, hormonlar, ışık hileleri vs. aracılığıyla, sermayenin devir hızını
arttıracak ve dolayısıyla kâr oranının düşme eğilimini azaltacak şekilde
üretilir. Böylece olağan koşullarda doğada hemen hemen hiç bulunmayacak
şekilde, aynı türden binlerce, yüz binlerce canlı (örneğin tavuk) bir arada
bulunmaktadır.
Öte yandan, geniş yeniden üretim, yani kapitalizm standardizasyon
demektir. Bu nedenle aynı tohumdan, aynı türden, aynı özelliklere sahip
milyonlarca canlı üretilmektedir. Böylece bir türün ayakta kalmasını sağlayan çeşitlilik
yok edilmektedir.
Bütün bu ve benzeri gelişmelerin birinci sonucu, herhangi
bir hastalığın, yüz binlerce, milyonlarca canlının ölümüne yol açmasıdır. Bu
durumda da hastalığın yayılmasını engellemek için toplu imhalar demektir.
Sadece bu kuş gribiyle ilgili olarak Hollanda’dan bir örnek
verelim. İmhanın hangi boyutlarda olduğunun anlaşılması için:
“18 Mart 2003 tarihinde toplam 25 vak’a (20 vak’a
yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a hindi
kümesinde) tespit edilmiş olup, 673.041 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
27 Mart 2003
tarihinde toplam 54 vak’a (38 vak’a yumurtacı kümesinde, 9 vak’a broiler
damızlık kümesinde, 4 vak’a hindi kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde) tespit
edilmiş olup, 1.162.839 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.
02 Nisan 2003 tarihinde toplam 31 vak’a tespit edilmiş
olup, 556.028 duyarlı kanatlı hayvan
imha edilmiştir.
07 Nisan 2003 tarihinde toplam 32 vak’a (24 vak’a
yumurtacı kümesinde, 3 vak’a broiler damızlık kümesinde, 2 vak’a köy kümesinde)
tespit edilmiş olup, 1.197.884 duyarlı kanatlı hayvan imha edilmiştir.” (AVIAN
INFLUENZA (Tavuk vebası, Kuş gribi) HASTALIĞI VE DÜNYADAKİ DURUMU, Ragıp
Bayraktar)
Bunlar sadece 2003 yılında üç hafta içindeki rakamlardır.
Küçücük Hollanda’da, Yuvarlak hesap 3,5 milyon kanatlı hayvan, topu topu 200
hastalık belirtisine karşı imha edilmiştir.
Burada kapitalizmde basit bir salgının bile nasıl Pazar ve
kar kaygısı snedeniyle korkunç katliamlara yol açtığı açıkça görülmektedir.
Hollanda kanatlılarının dünya pazarında rekabet şansının azalmaması için
korkunç bir imha gerçekleştirmiştir.
Kâra değil, insanların ihtiyaçlarına dayanan bir ekonomide ise,
bir tek işletmenin kârlılığı ya da verimliliği değil, tüm insanlık açısından
verimlilik ve yarar ve insanların ihtiyaçları ile dünya ölçüsündeki verimlilik
ilişkisi göz önün alınır.
Örneğin, kapitalist bir işletmenin verimliliği için, işin
otomasyonu, olabildiğince ürünün bir arada üretilmesi, işletme masraflarını
azaltır. Zaten bu nedenle on binlerce tavuk vs. bir arada büyütülür, dünya
pazarı için. Bu bir tek işletme açısından son derece rasyonel olabilir.
Ama insanlığın tümü göz önüne alındığında, bu üretim biçimi irrasyonal
olarak ortaya çıkar. Sadece hastalık olasılıklarında yapılan imhalar göz önüne
alındığında bile, bu muazzam bir emeğin ve ürünün imhası anlamına gelmektedir.
Bir başka örnek. İngiltere’de her üretilen iki tavuktan biri
Avrupa’ya ihraç edilmektedir. Keza, İngiltere’de tüketilen her iki tavuktan
biri de ithal edilmektedir. Bu tavukların da uzak İngiliz sömürgelerinden
değil; Avrupa’dan ithal edildiğini varsaysak bile şöyle bir sonuç ortaya
çıkmaktadır. İngiltere’de üretilen her iki tavuktan biri, bir Avrupa seyahati
yaptıktan sonra, Britanyalıların boğazına girmektedir.
Tek tek işletmeler ve onların kârlılıkları açısından bütün
bu sonucu yaratan işlemler son derece rasyonel olabilir. Ama ortaya sonuç
itibariyle son derece irrasyonel, her iki tavuktan birinin, bir Avrupa seyahati
yaparak tüketicinin boğazına girmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu tavukların
bu seyahati için TIR’lar, yollar, şoförler, bunların harcadığı yakıtlar, yol
açtıkları çevre tahribatları vs. göz önüne alındığında, çok büyük işletmelerin;
dünya pazarı için üretimin insanların toplu yaşamı için hiç de rasyonel
sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülmektedir.
Ama başka ve daha rasyonel bir düzen için, kâr ekonomisinin
ortadan kaldırılması; tüm insanların ihtiyaçları ile toplumsal verimlilik ve
doğanın dengesini gözeten optimum büyüklüklere dayanan planlı bir ekonomi
gerekir.
Bu olmadığında, yani, Marks’ın deyimiyle insanlar üretici
güçlerin gelişme düzeyine uygun bir toplum düzenleri kurmadığında, örneğin hala
kâr ekonomisine dayandıklarında; planlı bir ekonomiye geçmediklerinde, doğa ve
toplum kanunları onları cezalandırmakta ve sonuçlar birer kıyameti alameti
olmaktadır.
Burada kuş gribini örnek aldık ama sorun sadece bu değil,
örneğin deli dana hastalığında da aynı durum söz konusuydu.
*
Buraya kadar sadece ürünlerin imhası boyutuna kısaca
değindik. Bir de, hastalıkların insana geçmesi söz konusu olduğunda, bu
sistemin tüm yaşayış tarzı, yani ulusal devletleri, geri ve zengin ülkeler vs.
de felaketleri pekiştirici bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin son derece öldürücü ve kaynağı muhtemelen tropikal
Afrika mağaralarındaki canlılar (muhtemelen yarasalar) olan ve onlardan
insanlara geçen Ebola (Marburg) virüsü üzerine araştırmalar şunu
göstermektedir.
Eskiden de, zaman zaman bu virüs insanlara sıçramaktadır.
Kabileler bu virüsün yol açtığı hastalığın belirtilerini tanımlamışlardır.
Ama o zamanlar, hastayla tüm ilişkiler kesilmekte, o
insansız bir yerde ölüm terk edilmekte veya oraya bir daha uğranılmamakta veya
o bölge yakılmaktadır. Elbette bunlar dinsel bir ritüel içinde
gerçekleşmektedir. Böylece hastalık daha doğduğu noktada lokalize edilmekte ve
yok olmaktadır.
Ama günümüzde globalleşmiş dünyada, insana bulaşan mikrop
birkaç saat içinde kıtaları aşmakta, Avrupa veya ABD’nin bir şehrinde ortaya
çıkmaktadır.
Ama daha da ilginci, bu gibi mikropların esas bulaştıkları ve
yayıldıkları noktalar bizzat hastanelerin kendileridir. Hastalıklara karşı
mücadelenin aracı olması gereken yerler, hastalıkların yayılışının araçlarına
dönüşmektedirler.
Özellikle geri ülkelerdeki hijyenik ölçütlere, istenilse
bile yoksulluk nedeniyle uyulamayan hastaneler böyledir.
Ama geri ülke demek her şeyden önce ulusal devletler, yani
gerçekte var olan kapitalizm demektir.
Böylece globalleşme çağında ulusal sınırlar ve bunun yol
açtığı zenginlik ve yoksulluk farkları, hastalığın yayılışının ve felakete
dönüşmesinin bir nedeni haline gelmektedir.
Belki bu Ebola’da henüz gerçekleşmedi ama AİDS örneği
ortada. Bugün Afrika’nın neredeyse yarısı AİDS’li. Aynı hastalık zengin
ülkelerde büyük ölçüde kontrol altına alınmış bulunuyor. AIDS, Batı
ülkelerinden tekrar Afrika’ya gelerek yayıldı.
Ayrıca Özel mülkiyet, bir de bu hastalıklara karşı ilaçların
isteyen tarafından üretilmesini engelleyerek, yani insanların hastalıklarını
bir kâr aracı yaparak bütün bu felaketin üzerine tüy dikmektedir.
Sözde buna en fazla direnen “ilerici” hükümetler bile, Güney
Afrika örneğinde görüldüğü gibi, özel mülkiyet ve ulus devlet dışında bir var
oluşu düşünemediklerinden ve bunun kavgasını veremediklerinden, kendi yaptıkları
muadil ilaçlar için belli sınırlamaları kabul etmekte ve ilaç firmalarına belli
bir haraç ödemeye devam etmektedirler.
Ancak, bunların yanı sıra, günümüzde hastalıklar, dünya
pazarı için mücadelelerin; ulusal devletlerin mücadelesinin, ekonomi dışı zorun
bir aracı da olmaktadır.
Örneğin kuş gribinin esas yayıldığı bölgenin bugün dünya
ekonomisinin en dinamik ve hızlı büyüyen bölgesi, Asya’nın Pasifik kıyıları ve
Güneydoğu Asya olması nedeniyle, Avrupalı Ülkeler ve ABD, Asya ülkeleri
karşısında rekabet güçlerini arttırmanın bir aracı olarak Kuş gribini, oradan
gelen mallara karşı engeller çıkarmak veya ora mallarına talebi azaltmak için bahane
olarak kullanmaktadırlar.
Bu da o ülkelerin, kendileri de yine bizzat dünya pazarı
için üretim yapmaya programlanmış devlet ve işletmelerinin ya hastalığı
gizlemelerine ya da tıpkı mallarının adı kötüye çıkmasın diye milyonlarca
tavuğu imha eden Hollandalılar gibi gereksiz ve abartılmış imhalara girişmesine
yol açmaktadır.
Ne var ki, her iki durumda da, bu ülkeler batılı ülkeler
gibi zengin ve organize olmadıklarından, emekçi insanlar ve basit halk için, bu
gibi gizleme ve abartılı imhalar tam bir felakete dönüşmektedir.
Böylece geri ülkelerdeki işletmeler ve halk, sadece modern
üretimin ve ilişkilerin değil, kapitalizm öncesinin de darbesine maruz
kalmaktadırlar.
Tavukları imha edilen Hollandalı işletmeci, devletten bunun
karşılığında belli bir tazminat alır. Zarar sosyal olarak ödenir. Bu onun için
yoksulluk ve açlık anlamına gelmez.
Ama Geri ülkenin küçük üreticisi ya gizlenen hastalığın
kurbanı olur, ya da elindeki iki üç tavuk da alınıp açlığın ve yoksulluğun
iyice pençesine düşer.
Türkiye’deki Kuş gribinde bütün bunlar görüldü. Türkiye’yi
kapısında tutmak isteyen Avrupa bunu bahane ederek, yeni tedbirler
geliştirirken; bundan korkan ve bunları engellemek isteyen Türk burjuvazisi ve
devleti, önce hastalığı gizledi, sonra da mızrak çuvala sığmayınca abartılı
imhalara girişti ve birkaç tavuğu olan yoksul insanların soluk borusu olun
birkaç tavuğunu da yok etti. Burada o insanların kaderi kimseyi
ilgilendirmiyordu; ülkenin imajı, yani Türk ürünlerinin yolunun tıkanmaması ve
politik olarak Avrupa’nın eline koz vermeme biricik kaygı olarak ortaya
çıkıyordu.
Haberlerdeki abartılı görüntüler insanların yaşamları ve
sağlıkları için değildi, Türk mallarının ve devletinin imajını korumaya
yönelikti.
Ama Türkiye’de bu akıl dışılık aslında zirvelerine ulaştı.
Hükümet ve devlet, kümes hayvancılığını yok etmek[2] için
bir vesile yaptı bu kuş gribini. Aslında kümes hayvancılığı, Kuş gribi gibi
felaketlere karşı en emin savunma alanıyken, kitlesel imhaları engellemenin en
iyi yoluyken ve binlerce yıldır böyle engellenmişken, bu, “ekonomi dışı cebir”
ile olağan rekabet ile bile değil, yasalarla, tedbirlerle küçük üreticilerin,
yoksul insanların soluk borularını tıkamanın yoluna da girildi.
Böylece, şarklı usullerle, ekonomi dışı cebir aracılığıyla,
yani kapitalizm öncesi ve dışı yöntemlerle kapitalizmin yayılışı gündeme geldi.
Kümes ve bahçe tavukçuluğunun olağan rekabet yöntemleriyle yok edilmesi için
bile sabredemedi Türkiye’nin Müslüman ve Laik sermayesi.
Ve nihayet, Türkiye gibi geri bir ülkenin sömürgesi olan
Kürdistan’da Kuş Gribini Kürdistan başka Batı başka yaşadı[3].
Ve sadece bu kadar da değil, kuş gribi, Kürtlere karşı bir
ırkçı silah olarak kullanıldı. O güne kadar, binlerce yıldır olduğu gibi
hayvanlarla iç içe yaşamış insanlar, uygarlıktan uzak pis vahşiler olarak
gösterildi. Özel savaş dairesinin bir psikolojik savaş aracı olarak Türk orta
sınıflarını yedekte tutmak için kullanıldı.
Toparlarsak, Kuş Gribi örneğinde görüldüğü gibi, Özel
Mülkiyet, kâr ekonomisi klasik doğal felaketleri birer modern kıyamet alametine
çevirmektedir. Bunu önlemenin tek yolu kâr ekonomisini, ulusal devletleri ortadan
kaldırmaktır.
Kapitalizme ek olarak ulusal devletlere bölünmüş, zengin ve
yoksul ülkelerin olduğu bir kapitalizmde bunun şiddeti katlanmaktadır. Soyut
olarak pek ala yeryüzü ölçüsünde, aydınlanmanın ideallerine uygun olarak bir
tek kapitalist ülke mümkün iken, bu günkü kapitalizmin var oluşu için, ulusal
devletler ve “zengin demokratik” “geri baskıcı” devletler ayrımı sistemin
devamı için ayrılmaz bir koşul haline geldiğinden; gerçekte var olan
kapitalizmde felaketlerin şiddeti katlanmaktadır.
O geri ülkelerin sömürgesinde ise, Kürdistan örneğinde
görüldüğü gibi, bir sömürgeci savaş aracına ve ekonomi dışı zorla küçük
üreticiliğin yok edilmesine dönüşmektedir.
O halde kuş gribine karşı mücadele, ilk elde sömürgeciliğe
ve ulusal baskıya karşı; ekonomi dışı zorla küçük üreticiliğin yok edilmesine
karşı bir mücadele içinde tüm emekçileri ve demokratik güçleri birleştirmeyi
hedeflemeli.
Ancak bu yetmez. Bu aynı zamanda bu günkü ulusal devletlere
ve de nihai olarak kapitalizme, yani özel mülkiyete ve kâr ekonomisine karşı
bir mücadele olmak; en azından ona dönüşmek zorundadır.
Tabii Hak yolundan gidenler için, yani doğa ve toplum
yasalarının söylediklerini anlayanlar; onların uyarılarına kulak kabartanlar
için.
Bütün belirtilerin gösterdiği gibi, günümüz dünyasında, Kâra,
Özel Mülkiyete, hasılı Kapitalizme karşı olmadan hakka uygun bir toplumsal
yaşam kurulamaz.
Demir Küçükaydın
26 Ocak 2006 Perşembe
[1]
“Tarihsel Devrim” kavramı ve Antik Tarihin gidiş yasaları üzerine Hikmet
Kıvılcımlı’nın “Tarih devrim Sosyalizm” eserini okumak gerekir. Bu
yazının teorik arka planının bir kısmını da bu eser oluşturmaktadır. Hikmet
Kıvılcımlı’nın bu eseri ve diğer eserleri şu linkten indirilebilir: https://drive.google.com/open?id=0B4WCAkfIVlkyY2gzcnQtWFkzZ3c
[2]
“Sağlık Bakanı, sadece hastalığın ön plana çıktığı günlerle sınırlı olarak
değil, çok daha kalıcı, uzun vadeli önlemlerin alınması ve halkın da buna
alışması gerektiğini savunuyor.
Akdağ, önlemlerin kesin sonuç vermesi ve kalıcı olması
için Türkiye'de tereddüt edilmeden ev ölçeğinde beslenen yaklaşık 10 milyon
tavuğun itlaf edilmesi gerektiğini vurguluyor.
Akdağ, bu görüşünün gerekçesini şöyle özetliyor:
"Kuş gribi virüsü göçmen kuşlardan kümes
hayvanlarına bulaşıyor. Onlardan da temas eden insanlara. Kuşların göç
yollarını değiştiremeyeceğimize göre bu sorun sürekli bir nitelik taşıyor.
Türkiye'de virüsün insanlara bulaşmasının nedeni, kırsal kesimde, ev veya bahçe
ölçeğinde kümes hayvanı beslenmesi. Elbette bunun ekonomik nedenlerini
anlıyorum ama sonuçta devlet 3-5-10 kümes hayvanının sağladığı ekonomik katkıyı
telafi edebilir. Bu ekonomik kayıp karşısında dağınık ve açıkta kümes hayvanı
beslenmesinin insanlarımıza yönelik olarak taşıdığı tehlike dikkate alınırsa,
ihmal edilebilir boyuttadır. Tarım Bakanlığımızın tespitlerine göre Türkiye'de
ev ölçeğinde beslenen kümes hayvanı sayısı 10 milyon civarındadır. Bana göre
kesin ve kalıcı çözüm, bu hayvanların itlaf edilmesi ve bu tür kümes hayvanı
beslemenin tümüyle terk edilmesidir."
'Kültür değişmeli'
Sağlık Bakanı, kuş gribi virüsünün yarattığı ve
yaratacağı tehlikenin artık Türk insanının kültürünü değiştirmeye zorlayacak
boyutta olduğunun altını çiziyor. Hayvanlarla iç içe yaşama, kümes hayvanlarını
sevme, onlarla temas etme, çocukların oynamasına ve sevmesine izin verme gibi
kültürel alışkanlıkların da bırakılmasını salık veriyor.
Akdağ, bu konuya hükümetin çok ciddi biçimde
eğildiğine bir örnek olarak son Bakanlar Kurulu toplantısında, ilkokullarda
çocukların kümes hayvanlarıyla temas etmelerinin ne gibi tehlikeler taşıdığının
bir ders gibi verilmesi üzerinde de durulduğunu vurguluyor. Çocukların bu
hayvanlarla temasının kesilmesinin, kesin ve kalıcı önlemlerin başında
geldiğine işaret ediyor. “ (F. Bila, 20. Ocak. 2006 tarihli Milliyet)
“Grip Kuş ve..
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Birkaç kuşta tespit edilen kuş gribi nedeniyle
çiftlikler boşaltıldı,
Birkaç gün önce doğuda bir yer;
Birkaç insanda görülen kuş gribi nedeniyle
boşaltılacak çiftlik bulunamadı.
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Tüm kanatlılar; her türlü modern yöntemler
kullanılarak itlaf edildi. Her kuş için vatandaşa ödenecek tutar ulusal basın
dahil bir çok yöntemle ilan edildi.
Birkaç gün önce doğuda bir yer;
Birkaç memur bulabildikleri birkaç tavuğu -çoğu
ölmüştü- çıplak elleriyle bir römorka yüklediler. Kanatlılara yine az da olsa
bir para ödendi.
Bir iki ay önce batıda bir yer;
Köy girişlerindeki traktörler dahil her şey modern
yöntemlerle ilaçlandı, Kuş gribinin tehlikeleri ve ilgili korunma yöntemleri
bol bol anlatıldı. Medyada ilaçlama görüntüleriyle birlikte sunuldu bu hem de.
Birkaç gün önce doğuda bir yer
Ölen insanlar ve hastalığa yakalananlar hastaneye
kaldırıldı ve ilgililer bunun kuş gribi olmadığını insan gribi olduğunu
açıkladılar. Aynı aileden dört kişi aynı anda zatüre olmuşlardı hepsi buydu...
Bir iki ay önce batıda bir yer;
İyi ki kimse ölmemişti, büyüklerimiz! tehlikenin
geçtiğini hatta dini usüllere uygun kesildiğinde; yine bir kuş olan tavuk etini
yiyebileceklerini açıkladılar. Çiftlik sahipleri ne derece modern yöntemlerle
tavuk ürettiklerini reklam ettiler. Biz mutlu olduk. Artık tehlike geçmişti.
onbeş gün önce doğuda bir çiftlik!
Çiftlikteki tüm tavuklar telef oldu.Yüreğimiz ağzımıza
gelmişti ki yetkililer olayın nedenini açıklayıverdiler" korkulacak bir şey
yoktu, yolculukları boyunca çok hırpalanan tavuklar kamyon şoförünün
kasislerden çok hızlı geçmesi nedeniyle ölmüşlerdi" hepsi buydu, inanmıştık.!
Birkaç gün önce doğuda bir yer
Sağlık bakanı açıklayıverdi korkulacak bir şey yoktu.
Olay basit bir kuş gribi vakasıydı. Ölen "unsurlar" (Sayın Başbakan
vatandaşına emek örgütlerine STK lara unsur demeyi tercih ediyor, bildiği bir
şey var galiba bizde öyle yapalım) kuş gribinden ölmüşlerdi.
İlgililer ve yetkililer açıklayıverdi; önlem
alınmıştı, kuş gribine yakalananların aileleri yakın temasta olanları tıbbi
korunmaya alınmıştı. Başka hiçbir önleme gerek yoktu, ölen olursa bunların da
tahlilleri alınacaktı. Yani rahat olunmalıydı.
Tarım bakanı açıklayıverdi; bu basit bir vakaydı, daha
önceden de bu bölge üzerinde şüpheleri vardı, çünkü ülkemizde biri Kars, diğeri
batıdaki göller bölgesi olmak üzere göçmen kuşların giriş yaptığı iki güzergah
vardı. Ama panik olunmadan durum atlatılacaktı.
Tv ler duyuruverdiler; hem de kuş gribine
yakalananların, üşütüp hasta olmasınlar
diye tavuklarıyla birlikte uyuduklarını, ölmek üzere olan tavukların kesilip
yenildiğini üstelik çocukların bu kesik başlarla nasılda güzel oyunlar
oynadığını atlamadan.
Önce zatüre bakanın açıklamasından sonra kuş gribi
diyen profesörler açıkladılar; ilaç gelmişti artık müdahale edebileceklerdi.
Almanya da kuş gribi vakası hiç olmamasına rağmen
tedbiren nüfusun onda birine yetecek kadar halihazır da ilaç vardı ne de
gereksiz bir şeydi bu; insanlar öldükten sonra da ilaç temin edilebilirdi
pekala.
Tv ler ilgili hastalıktan ölmüş tavukları halkın,
çocukların çıplak elleriyle traktöre nasıl kayıtsızca yüklediklerini, halkın sırf
parasını az bulduğu için kuşları vermediklerini, bu halkın nasılda cahil olduğunu
her karesiyle gözümüze soka soka gösterdi.
Okulda birkaç öğretmen tavuklarıyla birlikte uyuyan
cahillere güldü! Öyle ya tavuklarıyla aynı odada uyuyamazdı insanlar. Ama eğer
insansalar!
Bugün bir haber; yaklaşık otuz kişi hastaneye
kaldırılmıştı-Doğuda birçok yer-
Ama kim korkar bundan biz her gün trafikte bile bundan
daha çok insan kaybetmiyormuyuz.
Sahi şu meşhur tavuklar yesin diye ithal edilen
mısırlara ne oldu bakanım? Birkaç kilsunu birlikte patlatıp yeseydik, Yüzüncü
Yıl hastanesinin önünde Tavuklara da hastalara da verirdik yesinler diye. Basına her şey bittikten sonra bilgi
vermekten! başka, zaten yapacak ne işimiz var ki...Değil mi?”^
1 yorum:
Bu muhteşem yorum ve bilinçlendirme için çok teşekkürler Demir Küçükaydın!
Ertuğrul BARKA
Yorum Gönder