Demir Küçükaydın
Mehmet Gunes'in 7 Agustos
2012'de Devrimci Karargah davasinda söyledikleri, aşağıdadır
Sonunda soyledigi dizelere diger tutsaklar eslik etmistir.
Durusma bugun, 8 Agustos'ta 10:00 dan itibaren devam edecek.
9. AĞIR CEZA MAHKEMESİ
BAŞKANLIĞINA
Dosya No:2009/213 E.
Önce bir açıklama yapmak istiyorum. Burada
bulunuşumu hukuki bir süreç, yasal bir uygulama olarak görmüyorum. Siyasal
kimliğim ve eylemlerim nedeniyle altıncı kez tutuklanıyorum. Sayısını
hatırlamadığım kadar çok da emniyet yetkililerince gözaltına alındım. Söylemek
istediğim emniyet teşkilatının beni çok
iyi tanıdığı ve dava konusu örgütle bir ilgimin olmadığını bildikleridir. "Bile
bile lades" diyorlar; toplumu, kamuoyunu terörize etmek için sık sık benzeri
operasyonlar yapıyorlar. Muhalifleri, devrimcileri sindirmek için bu oyunları
oynuyorlar. Ben başından beri bu oyunda yer
almayacağımı belirttim. Evime gelen polislere de
“Bu hukuki bir uygulama değil, çete
faaliyetidir” dedim. Bu gerçekleri karşısına çıkarıldığım savcıya da
anlattım. Şimdi görüyorum ki savcılık bu hukuksuzluğu iddianame haline
getirmiştir. Benim açımdan savcılık bu iddianameyi hazırlamakla tüm hukuki
kimliğini yitirmiştir ve bundan dolayı iddianame de yok hükmündedir; yaşanan
keyfiliğe hukukilik kazandırmaya hizmet etmektedir.
Aynı şekilde böylesi bir iddianameyi kabul
etmekle mahkemeniz de her türlü hukuki hükmünü kaybetmiştir. Mahkemenizi bir
hukuk kurumu olarak görmüyorum. Ama mahkemenizi de reddetmiyorum. İki sebepten…
Öncelikle bir şey değişmez, zaman kaybı olur. İki; heyetiniz değişse bile gelen
heyet de sizin gibi "özel" olacaktır. Ben kendi tecrübelerimden biliyorum ki bu
tür başında "özel" ibaresi bulunan kurumlar, genel hukuk kuralları ve adaleti
sağlamayı değil kendilerine verilen "özel" görevleri yerine getirirler. Ayrıca
Anayasalara -kağıt üzerinde de olsa- eşitlik ilkesi girdiğinden beri "özel"
mahkemelerin mahkeme vasfını yitirdiğini düşünüyorum.
Burada açıklayacaklarım bir savunma değildir.
Kendimi suç işlemiş olarak görmediğim için savunma yapmıyorum. Heyetinize bir
şey anlatmak, ikna etmek amacım da yoktur. Sadece şahsıma karşı yapılan faşizan
uygulamaları kamuoyuna teşhir etmek istiyorum
Bu iddianamenin hukuk dışı olduğunu söylemiştim.
Bu iddianameyi aynı zamanda kişilik haklarıma bir saldırı olarak kabul ediyorum
Bundan dolayı bu düzmece iddialara karşı savunma yapmayı kendi kendime
saygısızlık olarak görüyorum.
DİJİTAL DEVLET TERÖRÜNE HAYIR
Bu iddianamede benim tarafımdan
gerçekleştirildiği iddia edilen hiçbir şeyi reddetmiyorum, hepsini kabul
ediyorum. Dosyaya dâhil edilmem telefon görüşmelerim, birlikte yargılandığım
buradaki insanlarla ilişkilerim, evimde ve bilgisayarımda gerek kendi yazdığım
yazılar gerekse başkaca yazılı kaynaklar, kitap ve dergiler nedeniyledir.
Doğrudur, bunların hepsi bana aittir.
Benim telefonlarım dinlenmiş ve bu dinlemelerden
bazıları dosyaya geçirilmiş. Bunun hukuk denen kavramla uzak yakın ilişkisi
yoktur. Burada “şu konuşmada ne demek istiyorsunuz?” sorusunu hukuk adına
soramazsınız. Bu tam bir engizisyon sorusudur. Bu telefon konuşmalarının hepsi
benimdir, hepsini kabul ediyorum. Burada söylediklerimden kim ne anlıyorsa
anlamakta serbesttir. Bunlar konusunda ne bir soruya cevap veririm ne de tevil
yoluna giderim. Tam olarak ne söylemişsem hepsinin arkasındayım, siz ceza
istiyorsunuz diye ağzımdan çıkanı geri alacak değilim. Kim istiyorsa bunları
tepe tepe kullanabilir. Kim istiyorsa bunlardan dolayı istediği cürümü
atfedebilir. Ben telefon kullanıyorum, telefonda konuşmaktan hiç çekinmedim
bundan sonra da çekinmem. Hele bugünkü Türkiye'de daha fazla konuşacağım,
telefon konuşmalarımda siyasi görüşlerimi açıklamaya, tartışmaya devam
edeceğim.
Üç-beş yıldır tüm Türkiye'de dijital terör
estiriliyor, sık sık basında gazeteciler, hem de anlı şanlı(!) gazeteciler, “
telefonda konuşmaktan korkar hale geldik artık telefonda konuşamıyoruz"
diyorlar. Benzeri şeyleri televizyonlarda da adlarının başında bir sürü unvan
taşıyanlar tekrar ediyorlar. Bunları tüm toplumun tanıdığı bildiği insanlar da
söylüyor. Telefon dinleyenlerin de amacı zaten budur. Ben bu dijital istihbarat
terörüne meydan okuyorum. Bu, oto-sansür yaratmak içindir. Sansürden daha
tehlikelidir. Herkesi kendi beynine kelepçe vurmaya zorlamaktadır. Emniyetin
istihbarat birimleri, kocaman dinleme aygıtları, özel mahkemeler umurumda değil
şimdiye kadar nasıl konuşuyorsam, bundan sonra da telefonda konuşmaya devam
edeceğim.
Telefonda konuştuğum kişinin kim olduğunun ve ne
olduğunun hiçbir önemi yok. Bunlar mevcut yasalara göre takibat altında
olabilirler veya direkt kanunların suç saydığı fiil ve eylemler içinde
olabilirler. Bu konulan araştırmak, güvenlik detektifliği yapmak benim görevim
değildir. Böyle bir görevim olmadığı gibi hiçbir yerden bu tür işler için maaş
da almıyorum. Telefonla arandığımda veya bir tanıdığımı telefonla ararken acaba
bu ‘suçlu’ mudur bunu ararsam başım belaya girer mi diye düşünmeyi zül
addediyorum. Ben telefonla aradığım biri için savcılık temiz kâğıdı almak
zorunda değilim.
Telefonla “örgüt” kurduranlara ve telefon
konuşmalarından örgüt çıkaranlara papuç bırakmam. Burada bahsedilen
telefon görüşmelerini yaptım. Emral Pamuk ve Bayram Akdoğdu'yla telefonda
konuştum. Bu konuşmalardan hareketle benim örgüt üyeliğimi kanıtlamak isteyen
bunu yapmakta serbesttir. Ayrıca sizin için daha önemli olabilecek bir kanıtı
kendim açıklıyorum. Polis dinlemeleri tespit edememiş ya da eski tarihli
dinlemeleri koymamış. Ben Devrimci Karargah Örgütü'nün kurucusu ve lideri olarak
tanıtılan Serdar Kaya ile de telefon görüşmeleri yaptım.
Serdar Kaya'yı 1975 yılından beri aynı siyasal
ortamlarda bulunduğumuz için tanıyorum. Serdar Kaya o zamanlar Boğaziçi
Üniversitesi'nde öğrenciydi. Kendisini bu tarihten beri tanıyorum. Daha sonra
siyasal görüşlerimiz farklılaştı ve ayrı kanallardan yollarımıza devam ettik.
Ayrılıklar ilişkimizi bitirmedi, hep bir biçimde karşılaştık. Yıllar sonra,
farklı örgüt dosyalarından tutuklandık ve uzun yıllar Bayrampaşa Cezaevi'nde
birlikte kaldık. 2004 yılında çıkan Bilinç ve Eylem Dergisi'nde yazılar yazdık.
Ayrıca kendisiyle ailece tanışırız. Kendisini olduğu gibi eşini, çocuğunu da
yakından tanıyorum.
Devrimci Karargâh örgütü kamuoyunca tanınıp
Serdar Kaya'nın da bu örgütle ilişkileri ilan edildikten sonra bir daha
görüşmemiz olmadı. Olsaydı inkar etmeye tenezzül etmezdim. Şimdi bunu şunun için
anlatıyorum. Buradan çıksam ve 40 yıldır tanıdığım Serdar Kaya beni arasa,
olabilir eski tanışıklığımıza binaen herhangi bir saikle arayabilir, hiç
tereddüt etmeden yine telefona cevap veririm. “Beni arama başım belaya girer”
demeyi zül addediyorum.
İŞÇİLERLE İLİŞKİ SUÇ
OLAMAZ
Telefon görüşmesi yaptığım bir kişi de burada
yargılanan Emral Pamuk'tur.
Ayrıca iddianamede geçmiyor ama ben söyleyeyim Erdal Pamuk'u da tanıyorum.
İstiyorsanız onu da örgütsel ilişkim yapabilirsiniz. Emral ve Erdal Pamuk
akrabadır ve aynı mahallede otururlar. Televizyonlar bu mahalleleri göstermez.
Televizyonların gösterdikleri gökdelenlerin, bankaların, tekellerin
Türkiye'sidir. 24 saat ışıl ışıldır, eğlence ve zevk alemleri sabahlara kadar
sürer. Bu pırıl pırıl ve yüksek binaların hemen yanı başında da Emral'ler
oturur, onların mekanları başlar. Televizyonlar göstermez ama Türkiye'nin ezici
çoğunluğunu oluştururlar. Mülk ve servet dünyasının kahredici baskısını ve
sömürüyü etlerinde kemiklerinde hissederek yaşarlar. Yaşadıkları bu
adaletsizliğe her gün her saniye daha büyük öfkeyi büyüterek yaşarlar. Emral ve
Erdal Pamuk beton kırarak hayatlarını kazanırlar. Balyoz tabir edilen 10 kg’lık
kulplu demirle betonları kırar ve içlerinden çıkan demirleri satarak yaşarlar.
Daha doğrusu yaşayamazlar. Erdal'ın 3, Emral’ın 2 çocuğu var. Emral eşinin
hastalığından dolayı uzun süre çalışamadığı için 3 ay ev kirasını ödeyememişti.
Telefon konuşmasında bahsedilen para budur, bu parayı Emral’e verdim. Ayrıca
açıklıyorum aynı dönemde Erdal'a da para verdim. Okullar yeni açılmıştı, iki
çocuğu da önlük, çanta ve ayakkabı alamadığı için bir haftadır okula
gidemiyordu, ona da verdim.
Emniyetteki tutanakta Emral’le yaptığım telefon
görüşmesinden hareketle örgütsel ilişkim soruluyor. Benim sadece Emral ve
Erdal’la ilişkim yok binlerce, evet tekrar ediyorum binlerce
işçiyi ve emekçiyi isim isim tanırım. Ömrümün büyük bir bölümü onların arasında
geçti. Türkiye'nin her yöresinde, sayısız il ve ilçede, değişik iş kollarında
sendikal mücadele yürüttüm. Binlerce işçinin katıldığı büyük hak direnişlerini
örgütledim. İstanbul'da 1974 yılından sonraki tüm büyük direnişlerde, Ülker,
Epengle, Berec, Profilo direnişlerine hem örgütleyici hem de direnişçi olarak
katıldım. Büyükçekmece'de Akçimento işçilerini, Çatalca'da Boğaziçi İplik
Fabrikası işçilerini örgütledim. Bilecik, Osmaneli, Söğüt, Bozöyük, Eskişehir,
Denizli, Aydın, İzmir, Kars, Ankara, Adana, Mersin ve Diyarbakır dahil yıllarca
bir çok ilde çimento, toprak ve sanayi işçilerinin örgütlenmesi için mücadele
ettim. 1980 yılına kadar hep işçi mücadelesinin içinde oldum, onlarla dayanışma
yürüttüm. Daha sonra 12 Eylül faşist darbesi yapılınca, faşizme karşı mücadele
yürütürken işçiler hep yanımda oldu. Yüzlercesine misafir oldum, arandığımı
bildikleri halde bir tek gün bile yüzüme kapıyı kapamadılar.
Bu düzen,
bu düzenin kurumları ve zihniyeti bunları anlayamaz. Buradan örgüt çıkaranların
kendisi örgüttür, başka türlü bu mantığa varılamaz. Bu öyle bir mantıktır ki bu
düzende hiç kimse hiç kimseye bir tas su vermez. Veriyorsa bir çıkarı,
beklentisi vardır. Bu düzenin hayır kurumları bile sadece hayır kurumu değildir.
AKP'li Belediyeler yoksullara yardımı hayır, hasenat için yapmıyorlar.
Cemaatler, tarikatlar de aynı biçimde, yardım yapıyorsa cemaat'e katmak için
yapıyordur. Böyle olduğu, bu mantıkla düşündükleri için bir emekçiyle
dayanışmayı örgüt olarak algılıyorlar, kafaları böyle çalışıyor. Bu tür akçeli
işler hep şirketlerde, cemaatlerde olur. Bizde olmasının imkânı yok. Biz ancak
dayanışmada bulanabiliriz, zaten bu acımasız soygun düzenine karşı dayanışma
olmadan emekçiler yaşayamaz.
SUÇLULAR BAŞKA YERDE
Durumun tam açıklaması şudur: Bu sistem bir
işçiye karşılıksız para vermeyi suç sayıyor. Emekçiyle dayanışmayı suç sayıyor.
Bu kirli düzen için işçiler ve emekçilerle dayanışmak en büyük suçtur.
İşçilerin, emekçilerin örgütlenmesi de suçtur. Zehir hafiye TMŞ polisleri,
utanmadan sıkılmadan beton kırarak hayatını kazanan Emral Pamuk'a verdiğim 400
TL'nin peşine düşmüşler, onu soruyorlar, özel savcılar da bunu suç
sayıyor, iddianame yapıyor, ÖYM de bunu yargılıyor. Manzara bundan
ibaret.
Buradan TMŞ polislerine ve özel savcılara bir
çağrıda bulunuyorum. Tarih veriyorum 19 Aralık 2011 Taraf Gazetesi'ndeki
köşesinde Mehmet Baransu şöyle yazıyor : "Parantezi kapatırken Ak Partili bir
ismin 2004 yılında İsviçre'ye neden gittiğini, gelirken yanında bulunan valizde
kaç milyon dolar olduğunu, bu paranın Türkiye'ye neden getirildiğini doğrusu
merak ediyorum" diyor. Gidin Mehmet Baransu'yu sorgulayın. Kendisi derin bir
şahsiyettir. Gazetelerde sık sık meşhur ÖYM savcılarıyla beraber boy gösteriyor.
AKP'li diyor, özel olarak İsviçre diyor, milyon dolar diyor, açık açık yazıyor.
Mehmet Baransu denilen şahsa bu AKP’li kimdir, bu çanta kimindir, bu milyon
dolarlar neyin nesidir sorun! Özel Savcılar niye bu soruyu sormuyorlar? Ne eksik
ne fazla bu düzen ve bu düzenin adalet kurumları budur. Şaibeli milyon dolarlar
her tarafta uçuşur, herkesin dilinde dolanır. Türk polisleri, Türk savcıları hem
de özel yetkilileri, Emral’ın 400 TL’lik ev kirasının örgütsel izini sürerler,
sürüm sürüm süründürürler.
Benzeri bir konu, yurtdışından gelen paralarla
ilgili olarak dosyada yer alanlar. 2004 yılında genel yayın yönetmenliğini
yaptığım Bilinç ve Eylem Dergisi'yle ilgili. MİT raporunda yer alıyor, oradan
iddianameye geçmiş. Hiç yalana dolana başvurmayın, derginin banka hesapları
üzerinde yazıyor, sahibi ve yazıişleri müdürü adına gelen tüm paraları ve
kimlerin gönderdiğini öğrenebilirsiniz. Dergiye para gelişleri tabi ki
olmuştur. Ama bunlar bu düzenin efendilerinin para kabul edecekleri, ağızlarına
alacakları meblağlar değildir. 200, 300, 500 TL’ dır. Burada Mehmet Baransu'nun
sözünü ettiği milyon dolarları bulamazsınız. Yurtdışı satış paralarından örgüt
çıkarmak istiyorsanız oraya da istediğiniz isimleri yazabilirsiniz. Ben bu
konuda da yine size asıl adresleri bildireyim. Cesur bir savcı varsa Kanal 7'yi,
Samanyolu TV'yi araştırsın, bu değirmenin suyu nereden geliyor anlaşılsın.
Sürekli basında geçtiği gibi organize işler, finansal milyon dolarlık
kampanyalar dönüyor mu dönmüyor mu öğreniriz böylece.
Bir diğer konu, evimde yapılan aramada bin
sayfayı bulan özel not ve çalışmalarımı tek tek numaralayıp el koydular. Bu not
ve yazılarda dünya ve Türkiye'ye ilişkin güncel, tarihsel, politik görüşlerim
yer alıyor. Bunlarda yazılan tüm yorumları ve görüşleri kabul ediyorum, bana
aittir. Ayrıca evde kaldıkları 9,5 saat boyunca tek tek paraflamaktan bıktıkları
için geride kalan binlerce sayfaya hiç dokunmadılar. Onlar hala evde duruyor,
meraklısına bildiriyorum. Yine evimde internet üzerinden indirilmiş "özel
mahkeme"lerin hoşuna gitmeyecek bütün yazılar da bana aittir. Bunların içinde
Kürt sorunu ve PKK ile ilgili birçok görüş, makale, değerlendirme ve bizzat PKK
yöneticilerinin konuşmaları vardır. Mahkemeniz istiyorsa bunlardan dolayı beni
PKK'den yargılayabilir, böylesi dosyalarınız da var, biliyorum. Zaten savcı özel
olarak sormuştu, internetten indirilen bir yazıda Karayılan’ın resmi
vardı. “Buna ne diyorsunuz? diye. Ben de kendisine
oradaki dijital veriler içinde Fethullah Gülen’e ait yazılar da olduğunu onları
neden sormadığını sordum. Bir şey diyemedi. Siz bu dijital verilerden bir değil
onlarca örgüt yaratabilirsiniz. Buyurun ne yapıyorsanız yapın. Ben internetten
istediğim siteden istediğim yazıları indirmeye, merak ettiğim her şeyi okumaya
devam edeceğim. Engel olamazsınız.
Benim korkum yok, bütün hayatımı, ilişkilerimi
didik didik edin, hiçbir çekincem yok, her şeyimi araştırın, telefonlarımı
dinleyin, istediğinizi yapmakta serbestsiniz. Ama üstümüzde tepinemezsiniz.
Burada üzerimizden oyun oynanmak isteniyor. Terörle Mücadele Şubesi, akıl almaz
tuzaklar kuruyor, devrimcileri ve muhalifleri özel medyayla ilişki halinde bütün
toplumu terörize etmek için figüran olarak kullanmaya kalkıyor. Ben devrimci
mücadelem boyunca hiçbir dönemde ve hiçbir koşulda bu oyunlara müsaade etmedim.
Burada da bu oyunu bozmak için mücadele edeceğim. Sesim kısılır, söyleyeceklerim
bu salonda boğulur, burada kalır hiç önemli değil. Ben bu salonda bir kere daha
yüksek sesle devrimci fikirlerimi ve eylemlerimi savunacağım, gerçekleri
haykıracağım.
TARİH, ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELER
MEZARLIĞIDIR
Özel mahkemeleri çok iyi tanıyorum. Yukarıda
söyledim, defalarca yargılandım, altı kez tutuklandım. İlk
yargılandığım hariç hepsi özel mahkemelerdi. 12 Mart ve 12 Eylül’de Sıkıyönetim
Askeri Mahkemesi'nde yargılandım. Bunlar mahkeme değil, faşist darbecilerin
halka karşı intikam kurumlarıydı. Bunu sadece burada söylemiyorum, isteyen
dosyalara açıp bakabilir. Yargılandığım İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim
Mahkemesi'nde iki şey söyledim: Bir, sizler faşist cuntanın halka karşı kurduğu
intikam kurumlarısınız, sizi mahkeme olarak görmüyorum. İki, biz faşizme, Kenan
Evren'in faşist askeri cuntasına karşı mücadele ediyoruz, suçlu değiliz, suçlu
olan ve yargılanması gereken Kenan Evren cuntasıdır ve cuntayla işbirliği yapan
tüm kurumlardır… Tabii bunları burada anlattığım kadar kolay söyleyemedim. Kenan
Evren, faşist cunta lafları ağzımdan çıktığı anda askerler kafamı, gözümü
parçaladılar.
1991 ve 1993 yıllarında DGM'lerde yargılandım.
Bu mahkemelere karşı tavrım da aynı oldu. DGM'leri mahkeme olarak kabul etmedim,
Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nin devamı olduklarım, onları aratmadıklarını,
hatta onlardan daha intikamcı kurumlar olduklarını yüzlerine karşı söylemekten
çekinmedim. Bu söylediklerim gerçekti. Yüzlerine karşı intikam kurumları
olduklarını söylediğim İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi bile buna
rağmen birkaç duruşma sonucu beni ve başka birçok tutukluyu tahliye etti. Hatta
pek çok dosyada verdiği tahliyeler nedeniyle bu mahkemeyi lağvettiler. Çünkü bu
mahkemelerin ya da görev yapan yargıçların bazıları önceden seçilmiş değildi ya
da henüz 12 Eylülcü’leşmemişlerdi. Hukuk Fakültesinde kendilerine öğretilenlere
uygun davranıyorlardı. Yasaya bakıyor, delillere bakıyor ona göre karar vermeye
çalışıyorlardı. Onlar sizin bugün baktığınız örgüt davalarının çoğunda ‘örgüt’
görmez, beraat kararı verirdi ya da bu davaları hiç açmazlardı. Sıkıyönetim
Mahkemeleri’nin yerine kurulan DGM'ler daha özel ve seçilmişlerdi.
Hukuksuzlukta askeri Mahkemeleri yaya bıraktılar. Gerçek birer 12 Eylül
kurumları gibi çalıştılar, önlerine çıkan herkese ceza yağdırdılar. Bugün
ÖYM'ler, Askeri Mahkemeleri de DGM'leri de aratır durumdadır.
Türkiye'de en çok lafı edilen ve lanetlenen 12
Eylül ve Anayasasıdır. Ancak bugün o yerden yere vurulan 12 Eylül Anayasası bile
uygulanmıyor. Birçok maddesi değiştirilen, ancak hala yürürlükte olan “Terörle
Mücadele Yasası” 12 Eylül faşist Anayasası'na rahmet okutacak düzeydedir. 12
Eylül Anayasası ve yasaları yetmedi daha da ağılaştırıldı. Askeri Mahkemelerin
devamı olan DGM'ler ve bunların en ucubeleşmiş devamı ÖYM'ler, Terörle Mücadele
Şubesi'nin bir uzantısı gibi çalışmaktadır. Aslında bu mekanizma daha geniştir.
Siyasi polis, özel yetkili savcı ve hâkimler, F Tipi Cezaevleri ve bu
mekanizmayı tamamlayan basın. Basın bütün bu mekanizmanın öncü kuvvetidir.
Basını izleyerek bu hukuksuz yargı mekanizması daha net anlaşılabilir. Basın tek
kelimeyle tarihe geçecek ibretlik işlere imza atmaktadır. Buradaki gericilik ve
intikamcılık 12 Eylül’ü aşmıştır. 12 Eylül'ün yanı sıra emperyalist gericilikle
aşılanmış ve güçlendirilmiştir. Bu mekanizmalar Guantanamo hukukuyla aynı
eğilimdedir.
Hem özel ne demektir? Bütün özellere soruyorum
niçin, neden özelsiniz, nereniz özel ve niye özel? -Ben sonradan lanetlenmemiş
özel mahkeme bilmiyorum, bilen varsa bir tane örnek versin. Şu tarihte şu özel
mahkeme adaletli ve hukuka uygun görünüyor
desin. Özel adalet olmaz, özel adalet her yerde zulmün araçları olarak kullanılmıştır. Zalimlerin, zorbaların, haksızların, korkakların, diktatörlerin arkasına saklandıkları kalkan olmuşlardır. Hepsi böyledir ve güçsüzleri ezmişlerdir. Dünyada da böyledir. 100 yıl önce bir ABD mahkemesi Sakko ve Vanzetti adlı iki işçiyi idama gönderdi. Bütün dünyada kitaplaştırılmış anıları, çocuklarına yazdıkları mektupları halen okunmaktadır. Türkçeye çevrilmiştir. Onlar anılırken cezayı veren mahkeme lanetlenmektedir.
desin. Özel adalet olmaz, özel adalet her yerde zulmün araçları olarak kullanılmıştır. Zalimlerin, zorbaların, haksızların, korkakların, diktatörlerin arkasına saklandıkları kalkan olmuşlardır. Hepsi böyledir ve güçsüzleri ezmişlerdir. Dünyada da böyledir. 100 yıl önce bir ABD mahkemesi Sakko ve Vanzetti adlı iki işçiyi idama gönderdi. Bütün dünyada kitaplaştırılmış anıları, çocuklarına yazdıkları mektupları halen okunmaktadır. Türkçeye çevrilmiştir. Onlar anılırken cezayı veren mahkeme lanetlenmektedir.
Bizim ülkemizde de Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararını veren mahkeme lanetleniyor.
Deniz'lere idam veren hâkim ve savcılar köşe bucak
saklanıyorlar. Mezarlarında bile rahat etmeyecekler! Bugün Özel Yetkili
Mahkemeler, Deniz’leri, Mahir’leri, İbo’ları anmayı suç sayıyor. Ne kadar ceza
verirseniz verin, her gün her yerde anılıyorlar, anılacaklar! Her gün bir yerde,
beldede adlarına park ve caddeler açılıyor. Bu ülkenin her şehrinde, ve
köyünde, yüreklerimizde ve yumruklarımızda, çocuklarımıza verdiğimiz
adlarda, Deniz’in, Mahir’in, İbrahim’in, Ulaş’ın, Taylan’ın ve adını sayamadığım
diğer devrimcilerin adları dalgalanmakta. Buna engel
olamazsınız!
Özel mahkemelerin her şeyi özel veya bilenen
tarih boyunca kendini yarı tanrı sanan muktedirlerin genel tavrı aynı,
Gizli soruşturmalar, gizli tanıklar, itirafçılar, o da yetmedi MİT ajanları…
Emperyalistlerden kopyalanmış Guantanamo'cu terör yöntemleri. Ben açıkça
soruyorum; sizler kendi kendinizi hâkim ve savcı olarak kabul ediyor musunuz?
Kendi adaletinize kendiniz inanıyor musunuz? Hâkimlik, savcılık yetkilerinizi
kullanarak kararlar alıyorsunuz, peki aldığınız bu kararlara neden uymuyorsunuz?
Nedir bu gizli dosya sahtekârlıkları? Sanıklara ve avukatlarına gizlediğiniz
dosya, gazetelerde ve televizyonlarda çarşaf çarşaf, inanılmaz yalan ve karşı
propagandayla teşhir edildi. Gizlilik kararlarınız alenen çiğnendi, bizlerle
alay edercesine adalet, hukuk dediğiniz şeylerle çiğnendi. Ayrıca bu ilk değil,
bütün ÖYM'lerde aynı pervasızlıkla bu uygulamaya devam ediliyor. Cüppeleriniz
üzerinizde ve hâkimlik, savcılık yetkilerinizi kullanıyorsunuz, niye bunlardan
hesap sormuyorsunuz? Önüne geleni zindana tıkmakta hiç tereddüt etmeyen
mahkemeleriniz gizlilik kararları alenen delinince niye ses çıkarmıyor?
Ben bu sisteme karşı mücadele ediyorum. Bu
sistemin kendisini olduğu gibi hukuk sistemini, adalet mekanizmasını da
adaletsiz olarak görüyorum. Yasaların güçlülerden yana çalıştığına inanıyorum.
Bundan dolayı bu düzenin yasalarına uymayabilirim, bu yasaları çiğneyebilirim.
Böyle davranmakla kendi kendimle çelişkiye düşmem. Ama bu yasalardan güç alarak
yargılama yetkisini kullananların aynı hakları olamaz. Sizleri bu cüppelerle o
yüksek yerlere oturtan yasalara uymak zorundasınız.
Bütün ÖYM'Ier kendilerini var eden yasaları her
anlamda hiçe saymaktadır. Bizzat bu dava dosyası ve bu davada yargılanan Hanefi
Avcı'nm durumu her şeyi açıklamaya yeter. Hanefi Avcı bilinen kitabı yazdıktan
sonra hakkında çok şey yazıldı, çizildi. İşkenceciliği biliniyor, bu konuyu
kitabında zaten kendisi de anlatıyor. Başkaca bir yığın suç işlemiş olabilir,
bunlardan dolayı yargılanabilir. Ayrıca Avcı tek değil, Türkiye’de güvenlik,
idari, yargı, askeri bürokrasisinin tüm üst kesimlerinde binlerce Avcı'nın
olduğunu biliyoruz. 12 Eylül döneminden beri bizzat işkencelerine ve işkenceyle
cinayetlerine, infazlarına tanık olduğumuz İstanbul ve Ankara'nın namlı polis
komiserleri emniyet basamaklarını jet hızıyla tırmanıp valiliklere oradan
bakanlıklara, müsteşar ve genel müdürlüklere fırladılar. Bunlardan binlerce var.
Bütün bürokrasilerde olduğu gibi sivil kurumlarda da milliyetçi, muhafazakâr,
İslamcı partilerin her düzey yönetim kademelerinden parlamentoya kadar sayısız
işkenceci tanıyoruz. Yalnızca 12 Eylül döneminde 650 bin kişi
gözaltına alınmış ve ağır işkencelerden geçirilmişti. Bunları oralarda yaşayan
herkes biliyor. Her yer işkenceye kesmişti, tüm karakollar, askeri kışlalar,
okullar çığlıklarla inliyordu. 650 bin kişiye işkence yapanların kaç kişi
olduğunun anlaşılması için söylüyorum, yüz binlerle ifade edilmek zorundadır ve
onlar bu sistemin her yerindeler.
Hanefi Avcı burada işkence yaptığı için
yargılanmıyor. Hanefi Avcı bir güç merkezine karşı kitap yazdığı için
tutuklandı. Bu olay, bütün bu uygulamaların
ve bu uygulamaların arkasında yer alan tüm
kurumların en çürümüş, en çamur yanıdır. Şu dosyanın garabetine bakın, bir yanda
yasadışı olan ve silahlı mücadele veriyorum diyen bir örgüt, bir yanda bu
örgütle ilgisi olmayan devrimci insanlar ve bir yanda da işkenceleriyle,
infazlarıyla ünlü polis şefi Hanefi Avcı. Ayrıca bir de MİT ajanımız var.
Bizimle beraber emniyete, cezaevine gönderilen, sonra ortadan kaybolan Murat
Şahin. Sonradan öğreniyoruz ki MİT tarafından elemanları olduğu kabul edilmiş,
dava açmak için izin bekliyorlarmış. Şimdi bu manzarayı kuranlar, yaratanlar
eminim zaferlerinin keyfinden dört köşedirler, kendilerini güçlerinin zirvesinde
zannediyor olabilirler. Yukarıda söylediğim gibi bu bir çürüme, bir çamurlaşma,
bir bitiştir. Güç değil güçsüzlüktür.
Şu Türkiye'de siyasetle ilgilenen kaç kişi, kim
Hanefi Avcı'nın yasadışı, silahlı bir örgütle ilişkisi olduğuna inanır? Galler
Prensini, Alman Şansölyesini, ABD Senatörünü veya herhangi bir özel savcı veya
hâkimini bu dosyaya katmak nasıl bir saçmalıksa, Hanefi Avcı'nın katılması da
aynı derecededir. İşin kötüsü bunu herkes biliyor ve susuyor. "Bile bile lades"
olmaz. Bile bile lades dönemi ahlaksızlığın zirvesidir. Bu salon ve bu davadaki
manzarayı tarif etmek için bu söylediklerim bile azdır.
Son bir yılda inanılmaz ve dünyada eşine az
rastlanır iki kitap olayı yaşandı. Biri Hanefi Avcı'nın diğeri Ahmet Şık'ın
kitabı. Bu iki kitabı Türkiye aylarca tartıştı. Bu iki kitapla ilgili yazılanlar
toplanırsa görülür ki akıllara zarar işler oldu. En kötüsü bütün memleket bu iki
kişiye yapılanın bir komplo olduğunu biliyor, işin ilginç yanı bu komployu
kuranlar da bunun herkes tarafından bilindiğini, bu tezgahın yenmediğini
biliyor. Ama pervasızlar. Açıkça bütün Türkiye'nin gözü önünde biz komplo
yaparız ve yürütürüz, hiç kimse de bir halt edemez diyorlar. Bu ne eksik ne
fazla tam olarak zorbalığın hukuk düzenine yükseltilmesidir. Bu,73 milyonun da
zorbalık önünde diz çökmesidir.
Şimdilerde unutulmuş olsa da on yıl bu yoksul
halka ‘demokrasi’ ve ‘hukuk’ yedirildi. AB normları dediler, Kopenhag kriterleri
dediler, ileri demokrasiye geçtik nutukları attılar, elimizde ne kaldı? 12 Eylül
Anayasası'nı bile aratan Terörle Mücadele Yasası. Mahkeme olarak Özel Yetkili
Mahkemeler. Bu mahkemelerde gözdağı davaları açılıyor, toplum terbiye edilmeye
çalışılıyor. Birilerini yargılamadan önce kendi hükmünü, hukuksuzluğunu
yerleştirmeyi esas alan bir işleyiş var. Yeni bir suç ve ceza anlayışını
yerleştirmek niyetindeler. Kendini suçlu gören ve sistem karşısında ezilen bir
toplumsal zihniyeti yerleştirmeyi amaçlamaktadırlar.
Bu mahkemelerde yaşanan yargı pratiğiyle,
basın ve televizyonlardan da faydalanılarak topluma verilen mesaj şudur:
Yazarken, konuşurken, telefon görüşmesi yaparken, bir toplantıya katılırken
kendi kendinin polisi ol, kendi zihnine kelepçe vur. Ahlakmış, adaletmiş,
hakmış, hukukmuş, bunlar palavradır. Gerçekleri açıklamak, düşünce bildirmek,
haksız bir uygulamaya karşı çıkmak senin haddin değildir. Korkarak
konuş, korkarak yaz, korkarak yaşa ! Bizim hükmümüz her yerde geçer, tersine
davranırsan ‘yasal haklarım’ diye düşünme bunlar bizim karar
vereceğimiz şeyler, gelir yakana yapışırız.
Bu ve benzeri davaların amacı, bu iddianamede
dile getirilenlerden çok alt mantığında yatanlardır. Bu davalarda gelecek
yargılanıyor. Uysallaşma yetmez, köleleşme dayatılıyor. Benim suçlu veya
suçsuzluğumdan, buralarda birilerinin ceza alıp almamasından önce, tekil
olaylardan önce, ben bu davalarda yapılmak istenenleri reddediyor, onlara karşı
duruyorum. Bana istediğiniz cezayı verebilirsiniz ama geleceğin yargılanmasına
alet olmam.
TARİKAT-CEMAAT-CAMİA-HİZMET-DARBELERİN
CEMAATİ
Uzun süredir tüm Türkiye'de sürekli ve
kesintisiz bir Fetulllah Gülen Cemaati tartışması sürüyor. Hemen her gün onlarca
köşe yazarı ve televizyon yorumcusu tarafından, emniyetin ve ÖYM’lerin bu
tarikat tarafından ele geçirildiği ileri sürüyor. Geçtiğimiz Şubat ayında
ÖYM'lerin MİT müsteşarı ve yöneticilerini ifadeye çağırmasıyla başlayan sorun,
bir kere daha tüm siyasal tartışma ve polemiklerin başına oturdu. Üstelik,
açıkça Hükümet ve Cemaat arasında iktidar kapışması olarak. Medya üzerinden
süren boyutuyla tam bir savaş yaşandı ve her iki kesim de bütün güçleriyle karşı
tarafı teşhir etmek için elinden geleni yaptı. Bu teşhir Türkiye'nin devlet ve
siyaset dünyasının tüm ipliklerini pazara çıkardı.
Yargılandığımız mahkemelerle ilgili bu iddialar
dolayısıyla, Fethullah Gülen tarikatı üzerinde durmak zorundayız. Eşyayı adıyla
çağırmak esastır. Cemaat denilen Türkiye’nin tarikatlar gerçeğinin bir
parçasıdır. Bediuzaman olarak da bilinen Saidi Nursi’nin kurduğu Nur
Tarikatı’nın artık onunla bir ilgisi kalmamış bir koludur. Önce Cemaat olarak
biliniyordu, bundan rahatsız oldular ve biz “camiayız” dediler. En sonunda
“Hizmet” te karar kıldılar. Hükümet ve devlet içindeki etkileri, iktidar
üzerinde kapışmaya cesaret edecek düzeydedir.
Artık herkes biliyor, Fetullah Gülen’in ilk
tanındığı yıllar 1960'lı yıllardır. Kendisi o dönemde Erzurum'da bir cami'de
vaizdir ve Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin Erzurum Şube Başkanıdır. Bugün
belgelerle açık olan bir gerçek, bu derneğin uluslararası karşı devrim örgütü
olan Nato'nun ünlü Gladyo' suyla, bizdeki adıyla Kontrgerilla' yla bağlantısı
olduğudur. F. Gülen aynı dönemlerde ateşli anti-komünist vaazlarıyla meşhur
olmuştur.
Fetullah Gülen 1980'lere doğru MHP ile
yakınlaşmıştır. Aynı dönemde yazdıklarına, vaazlarına bakılabilir, ısrarla ve
kararlı bir biçimde TSK'nın yönetime el koymasını istemiştir. 12 Eylül
geldiğinde, Sızıntı Dergisi'nde "Son Karakol" başlıklı yazısında şunları
yazmıştır: "...Milli bünyeyi kemiren yıllanmış şeytanlar bertaraf
edilebilsin. Ve işte şimdi bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin
tuluü saydığımız bu son dirilişi, son karakol'un varlık ve bekasına alamet
sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe
bir kere daha selam duruyoruz"
Fetullah Gülen, yalnız 12 Eylül'ün değil, 28
Şubat Post-modern darbesinin de içindedir, destekçisidir. Erbakan’ın
Başbakanlığı beceremediğini ve askerlerin kanunların gereğini, Anayasa'nın
kendilerine tanıdığı yetkiyi kullandığını söyler.
F. Gülen Türkiye'de geniş kitleleri etkileyen
bir şahsiyettir. Sürekli konuşur, vaazlar verir. Konuşurken ağlar, kuşlara,
böceklere, çiçeklere ağlar, kanadı kırık serçe için gözyaşı döken Hocaefendi
ağlarken bir anda musluk kapanır, gözyaşının yerini tahrik ve saldırganlık alır.
Eylem talimatı verir, saldırılacak hedefler gösterir. Yakın bir tarihte Kürtler
için şunları söyledi " Ne yaparsanız yapın köklerini kazıyın. Beş bin kişi
değil elli bin kişi dahi olsa altını üstüne getirin, birliklerini bozun,
evlerine ateş salın, köklerini kurutun ve işlerini bitirin". Kimse yanlış
duymuyor, 50 bin kişi de olsalar yok edin, gözünün yaşına bakmayın, klan aşiret
geleneğindeki gibi geride kan davası güdecek tek bir canlı bırakmayın,
ocaklarını söndürün diyor. Hocaefendi, bunları Kürtler için söylüyor, katliam
emri veriyor, soykırım istiyor.
Elli bin kişi için Ölüm emri vermek dünyanın her
yerinde suçtur. Soykırım istemektir, nefret suçudur. Ayrıca daha önemli olan
Hocaefendi beddua etmiyor. İstek kipiyle konuşmuyor, emir kipiyle konuşuyor. “Ne
yaparsanız yapın, elli bin kişi dahi olsa köklerini kazıyın" diyor. Tam olarak
bunları söylüyor. Açıkça eylem talimatı veriyor. Ben buradan Emral'ın ev
kirasının peşine düşen TMŞ'lere, özel savcılara, genel yetkili mahkemelere
soruyorum; “ne yaptınız bu eylem talimatıyla ilgili olarak ?”
Çok daha ciddi olan bir durum var ortada. Bu
çağrı büyük bir örgütsel faaliyet içinde hareket ettiklerini gösteriyor. Bir
kişi hangi saikle ve niçin 50 bin kişi için ölüm talimatı verir? Elli bin kişiyi
öldürmek- bunu evlerini de yıkarak yapabilmek- muazzam bir güç, bir ordu
gerektirir. F. Gülen neye ve kime bu talimatı veriyor? Kendine ait, uhdesinde
olan bir kuvvete emir kipiyle görev tevdi ediyor, elli bin kişiyi, evlerini
yakarak öldürme emri verdiği kuvvet nedir, kimdir? Bunlar mevcut devlet
birimleri içinde mi çalışıyorlar? Bu durumda hali hazırda Ergenekon olarak
yargılanan devlet içi çeteden çok daha büyük bir çeteyle karşı karşıyayız
demektir.
Kendi sesinden verilen bu eylem talimatı
görmezden gelinemez ama geliniyor. Bu durumda kendisini eylemin hedefinde
hisseden elli bin kişiye kimsenin hiçbir konuda yasalara uymayı isteme hakkı
olamaz. Bu elli bin kişi hem canlarını hem evlerini korumak için her türlü
tedbiri alma hakkına sahiptir. Kendileri hakkında ölüm fermanı herhangi bir kişi
tarafından verilmiyor, basın ve televizyonlardan her gün propagandası yapılan,
milyonlarca taraftarı, mali olanakları, şirketleri, medyası, başta emniyet ve
özel kuvvetler olmak üzere yargı, idari birimler dâhil tüm devlet içine uzanan
güçleri bulunan bir organizasyon, bir cemaatin başındaki F. Gülen tarafından
veriliyor. Bu bir yanıyla iç savaş talimatıdır evet ne eksik ne fazla bu bir iç
savaş ilanıdır.
CEMAAT MAHKEMELERİ
Yıllardır her düzeyde alenen tartışılıyor.
Cemaat şu kurumu da ele geçirdi, şurada da burada da cemaat hakim, cemaatin
şirketleri, cemaatin dershaneleri, cemaatin okulları, cemaatin gazete ve
televizyonları, cemaatin valileri, kaymakamları, milletvekilleri,
bakanları, cemaatin polisleri, cemaatin
savcıları, hakimleri… Bu listeye yazılmayacak kurum, alan, birim yok.
Futbolculardan film yıldızlarına kadar uzatılabilir.
Bu bilgilerden sonra tekrar
sormalıyız; “ bu nasıl bir örgüt, gizli bir örgüt mü, hangi yasaya göre faaliyet
gösteriyor, her hangi bir tüzüğü var mı, seçim yapıyor mu, kongre yapıyor mu
hedefi ve amaçları neler?” Dev bir sermayeye hükmettiği, bir holding gibi
çalıştığı biliniyor, bu yanıyla kar amaçlı kapitalist bir şirketler topluluğu
gibi faaliyetleri var. Siyasal faaliyetlerden de geri durmuyor. Her dönem
değişik partilerle işbirliği yapıyor. Her dönemde bakanları ve milletvekilleri
olduğu isim verilerek açıklanıyor. Daha önemlisi ısrarla ve inatla hemen hemen
ortak kabul olarak, valilerin, kaymakamların, emniyet müdürleri özellikle de
emniyet istihbarat ve TMŞ’lerin tümüyle cemaatin kontrolünde olduğu, özel
yetkili savcıların ve ÖYM yargıçlarının çoğunluğunun da aynı gücün kontrolü
altında olduğu ileri sürülüyor. Yani bizleri buraya getiren polisler ve tabii ki
özel savcılık ve mahkemeniz de şaibe altındadır.
Cemaatin değişmez bir özelliği de anti-komünist
karakteri ve rejim muhaliflerine düşmanlığıdır. Bu özelliği 1960'lı yıllardan
bugüne değişmemiştir. Yukarıdaki örnekteki gibi yıllardan beri imha ve soykırım
çağrılarını aksatmadan devam ettirmiştir. Özel mahkemeler de özel örgütsel
tavırlar içinde ve bu cemaatin taraftarı olduklarına göre, onun rejim
muhaliflerine karşı düşman ve imhacı fikirlerine de katılıyorlardır. Zaten
varlık sebebi bu. Açıkça bir kesime düşmanlığını ilan edenler tarafsız olamaz.
Cüppe giyebilir, bir yasayla görevlendirilebilir, fiilen
karşılarına getirilenler hakkında ceza yetkisini kullanabilirler, ama bunun adı
mahkeme olmaz. Bu açıkça "kediye ciğer emanet etmektir". Kedi ciğeri
yer.
F. Gülen yılardır açıkça kan davası güder gibi
Kürtler ve devrimciler için imha fetvaları veriyor. Ona biat eden savcılar ve
hâkimler bizleri yargılıyor. Kan davası güdenler kan davalılarını yargılıyor.
İntikam yemini edenler yargı yetkisini ele geçirip intikam alıyorlar. İsteyen
açıp bu mahkemelerin yaşlı, genç, çocuk demeden yağdırdığı cezalara bakabilir.
Gerçi devrimci ve sosyalistler için fazla değişen bir şey olmadı. Kuruluşundan
bugüne bu düzenin mahkemeleri rejim muhaliflerine karşı düşman hukuku uygulamış,
intikam organları gibi davranmıştır. Bunların hepsi son otuz yıllık özel
mahkemelerin ve Yargıtay'ın kararlarıyla sabittir.
Bugün bu mahkemelere karşı sesini yükselten
düzen güçleri, yıllardır DGM ve Yargıtay'ın cellâtlık kararlarına tek ses
çıkarmadılar. Şimdiki gürültünün adaletle, hukukla çok fazla ilgisi yok. Eski
muktedirler açık açık söylüyorlar: ”Biz
terörist değiliz!” Bunu
derken bizi rejim muhaliflerine uygulanan düşman hukukuyla yargılayamazsınız,
diyorlar. Bu sesler duyulmuş olmalı ki özel yetkili savcılar ve mahkemelerin
yetkilerinin yeniden düzenleniyor. Bu düzenlemeler muktedirler arası bir
uzlaşmadır, daha ötesinde bir değişiklik getirmez. Bugüne kadar olduğu gibi
bundan sonra da özel mahkemelerin kılıcı rejim muhaliflerinin ensesinde
sallanmaya devam edecektir.
Bu mahkemelerde görülen ibretlik durumlara
bakın. Başbakanı ve AKP'yi protesto etmek “teröristlik” sayılıyor. Hopa'da
bundan dolayı bir yığın insana “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla dava açıldı.
Ne oluyor, bir tek iktidar siz misiniz? Bu nasıl bir körleşme? Hadi hukuk
mektebinde öğretmediler diyelim, bu kadar yıl yaşayıp insan hayattan öğrenir.
İktidar partileri, Başbakanlar hatta padişahlar bile protesto edilebiliyordu bu
ülkede. Dünyanın her yerinde de iktidarlar, başbakanlar protesto ediliyor ve
edilmeye devam ediyor. Hiçbir yerde bu tür olaylara Hopa'daki gibi davalar
açılmıyor. Dünya tarihinde bir daha yumurtaya, üstelik bomba misali
tehlikeliymiş gibi “üzerinde bulundurmaya”, “terör” suçlamasıyla dava açan bir
hukuk anlayışı düşünülebilir mi? Bu kadar düşkünlük nasıl izah edilebilir?
Yumurtadan omlet olur, yumurtadan civciv çıkar, el insaf yumurtadan örgüt
çıkmaz! Bu mahkemeler de yumurtaya dava açmaktan, dünya tarihine geçecekler,
hukuk fakültelerinde ibretlik vaka diye okutulacaklar.
İbret vakaları, ama bitmiyor. Puşi taktığı için
terörist sayılan üniversite öğrencisine 11 yıl ağır hapis cezası veriyorlar.
Pankart açanlar da terörist, onlara da 8 yıl ağır hapis. Çevre yıkımına,
ekolojik cinayet kararlarına direnenler de terörist! Herhalde bu da dünyada ilk
örnektir. Grev yapmak, hak ihlallerine karşı direnmek de terör suçu sayılıyor ve
bu eyleme katılanlar da terörist oluyor! Bu dosyada olduğu gibi
bir işçiyle dayanışmada bulunmak “terör örgütü üyeliği”ne kanıt sayılıyor.
Parasız eğitim istemek, konser bileti satmak, tekel işçileriyle dayanışma amaçlı
basın açıklamasına katılmak, 1 Mayıs işçi bayramı vb. eylemlere katılmak, özel
mahkemeler tarafından yargılama konusu yapılıyor ve insanlar hapse atılıyor..
Herhangi biçimde olursa olsun sokağa çıkmak veya protestoda bulunmak
“teröristlik” sayılıyor. Bari biri çıksın mutedil vatandaşlara açıklama yapsın,
“terör” sayılmayan tek bir protesto biçimi göstersin. En başta da
demokratikleşme yalanlarını yayan liberal hükümet destekçilerine soruyorum, bu ülkede teröre girmeyen, teröristlik
sayılmayan bir protesto hakkı gösterin, gösteremezsiniz.
Evet bu davalarla korku yaymak
istiyorlar. Bizim korkumuz yok, ne yaparsanız yapın! Ancak belirtmeliyiz
ki korku yaymak isteyenler açısından bu davaların ikinci yüzünde, ters yüzünde
yatan gerçeklik de korkudur. Korkutmak isteyenler korkanlardır, korkanlar ve
korkaklar ne yaptığını bilmez halde saldırır. Düzen korku içindedir, ölümüne
korkuyorlar. İşledikleri suçları ve bu devranın böyle gitmeyeceğini en iyi
kendileri biliyor. Bütün ülkeyi ve tüm zenginliklerini daha önceki haleflerine
taş çıkartırcasına yağmalıyorlar. Hükümet ve iktidar olanlarla F. Gülen cemaati
bütün bu hırsızlık, soygun, talan alenileştiği için çekinmeden birbirlerini
teşhir ediyorlar. Ama bir yandan da aceleleri var. Gözlerine mil çekilen,
zihinlerine cıva akıtılan açlar, garipler, yoksullar, çaresizler uykudan
uyanabilir ve bu reziller saltanatına dur diyebilir. Hiçbir reziller saltanatı
ebedi değildir. Bu 10 yıllık muktedirlerin saltanatı da sallanmaktadır.
“Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve yakınlarının mal
varlıklarına bakın ne dediğim anlaşılır. Oğullarının işlerine, gemicilik
şirketlerine, kızların altın, mücevher şirketlerine, milyon dolarlarla ifade
edilen sermayelere bakın, her şeyi anlatır. Aynı şeyi tüm AKP Belediyeleri ve
tüm iktidar organları olarak yukarıdan aşağı Türkiye'ye uygulayın. Her şey göz
önünde olduğu için düzen çok korkuyor ve korkusu arttıkça gözü dönmüşçesine her
yana saldırıyor. Yumurtadan korkuyorlar, puşiden korkuyorlar, pankarttan ödleri
kopuyor, gösteriler uykularını kaçırıyor, her şeyden korkuyorlar. Korkunun ecele
faydası olmadığını bildikleri için daha fazla korkuyorlar. Bundan dolayıdır ki
kılıç gibi kesen keskin özel mahkemelere ihtiyaçları var. Patronlardan,
holdinglerden, iktidardan, cemaatten yana, Kürdü, sosyalisti, devrimciyi,
hakkını arayan emekçiyi, gençleri, kadınları, çocukları, yaşlıları önüne kim
çıkarsa onları kılıç gibi kesen mahkemelere ihtiyaçları var. Bu mahkemelerin
liberal hükümet ve sermaye destekçilerine bile bu kadar olmaz dedirten
uygulamalarının altında bir kolektif düzen aklı yatıyor. Tam anlamıyla bir
zenginler sınıfının ortak aklı. Zenginler, zenginleşiyorlar ve kendi sınıf
çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Amansız ve imansız bir sınıf savaşı
sürdürüyorlar. Her gün bu savaşta kendi cephelerini muazzam aygıt ve silahlarla
donatıyor, en son gelişkin koruma ve kontrol teknolojisiyle her tarafı
denetliyorlar. Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük ordusu yetmiyor,
polis habire büyüyor, özel güvenlik bir nevi polis gücüne dönüştürülüyor, gizli
servis elemanları ve ajan ağlarıyla birlikte devasa bir güvenlik ağı
oluşturuluyor. Yalnız özel mahkemeler son hızla çalışmıyor. Yüksek güvenlikli
infaz kurumları olarak, özelin özeli F Tiplerine yeni ve daha yüksek güvenlikli
cezaevleri ekleniyor.
Türkiye’de yargı sistemi adaletsizliğin ötesinde
bir çürüme ve çöküş içindedir. Sadece ‘yargı reformu’ denilen komedi döneminde
HSYK üzerinde başlayan tartışmalar ve tarafların karşılıklı birbirleri hakkında
öne sürdükleri iddialar bile ne demek istediğimi anlatmaya yeter. Darbecilik,
rüşvetçilik, çetecilik, Amerikancılık, mafya ile ilişkiler, uzar gider. Ben her
iki tarafın birbiriyle ilgili söylediklerine aynen katılıyorum. Özel Yetkili
Mahkemelerin nasıl “adaletli kararlar” verdiğini de herkes
biliyor.
Şimdi bir Pakistanlı çıkıp " Pakistan adaletine
güveniyorum" diyebilir. Bu asla doğru değildir ama yine de göstermelik olarak,
giydikleri cüppeye saygı duyuyor denilebilir Pakistan yargıçları için. Ama
Türkiye'deki yargıçların ne kendilerine ne mesleklerine ne cüppelerine saygısı
vardır, böyle bir kaygıları da görülmemiştir. Türkiye ve Pakistan'da yakın zaman
arayla darbeler oldu. Pakistan ordusu General Ziya Ül-Hak faşist darbesiyle
yönetime el koyduğunda Pakistan Yüksek Mahkemesi darbeye karşı çıktı ve
yargıçlar toptan istifa etti. Kenan Evren faşist darbesi karşısında Türk adaleti
de yargı kurumları da hâkimleri de topyekûn secdeye durmuştur. Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay tüm üyeleriyle, tek bir itiraz olmadan
cuntaya selam durmuşlardır. Bırakın yargıçlık onurlarını, kişisel kimliklerini
adı ‘Anayasa Mahkemesi’ olan mahkeme, kendi düzenini çiğneyen generalin emrinde
hiçbir şey olmamış pişkinliğiyle çalışmıştır.
12 Eylül darbesinin ilk günleriydi, başında
"Yüce" sıfatı bulunan bütün bu mahkemeler ve cüppeli hukukçuları, başkanları,
üyeleri hepsi cüppeleriyle bir salonda toplanmışlardı, o zamanki televizyonlar
canlı olarak yayınladılar, hepsi ayağa kalktılar ve dakikalarca salona giren
Kenan Evren'i ayakta alkışladılar. İşte budur Türk yargısı, Türk adaleti! Bugün
hiçbir şey değişmedi, yargı kurumları da zihniyeti de aynı, sadece muktedirler
değişti. Dünküler haki üniformalıları ayakta alkışlıyorlardı şimdikiler lacivert
takım elbiselileri ayakta alkışlıyorlar.
Sadece yükseği, özeli değil, tüm
adalet sistemi çürümüştür. Adana'da hemen yakın dönemde iki yargılama örneği:
Adana eski Belediye Başkanı Aytaç Durak, 12 Eylül’den beri yürüttüğü görevden
soruşturmayla alındı. Bizzat yardımcısı basına demeç vererek Aytaç Durak' m tüm
Adana' yı parsellediğini ve 2 milyar dolar serveti olduğunu, bunun
araştırılmasını istedi. Peşinden Aytaç Durak servetinin 2 milyar dolar değil 400
milyon dolar olduğunu açıkladı. Savcılar, polisler uzun süre bu iddiaları
görmedi, duymadı. Sonra geçtiğimiz aylarda göstermelik bir soruşturma açıp
tutukladılar ve 15 gün kadar sonra serbest bıraktılar.
Hemen aynı dönemde, yine Adana'da yaşı 18'den
küçük olduğu için gazeteler ismini B.A diye yazıyor, bir çocuk, gece girdiği
büfede karnını doyuruyor, acıktığı için sandviç yiyor ve kola içiyor. Adana
Cumhuriyet Savcılığı bundan dolayı hakkında 9 yıl hapis istemiyle dava açıyor.
Bu Türk adaleti, bir tarihte Gaziantep'te baklava çalan 4 çocuğa 8’er yıl hapis
cezası vermiş ve hapis yatırmıştı çocukları. Yine aynı dönem trilyonlarca
liralık emniyeti suiistimal ve yolsuzluk davalarının hepsi beraatla
sonuçlandırılmıştı.
Geçtiğimiz aylarda mahkemelerin ve birlikte
çalıştıkları emniyet ve Adli Tabipliğin icraatlarının ibretlik bir örneği
İzmir'de yaşandı. Fevziye Cengiz isimli bir kadın, karakolda işkenceye uğruyor,
Ne oluyor, nasıl oluyor bilinmez, Türk adaleti, savcılık devreye giriyor ve
hemen işkence gören kadın hakkında polisleri darp etmekten dava açıyor. Savcı
işkence suçunu gizleyip bu suça ortak oluyor, peki mahkeme ne yapıyor? Karakolda
iğrenç hakaretlere, işkenceye maruz kalan kadına 6 yıl ağır hapis cezası isteyen
iddianameyi kabul ediyor. Çok açık, eğer bir biçimde kamera görüntüleri basının
eline geçmeseydi, “Yüce Türk Adaleti” yine adil bir karar daha vermiş olacak,
suçsuz ve mağdur kadın hapishaneyi boylayacaktı. Ne eksik ne fazla, işte Türk
adaleti budur, gücü kimsesiz ve güçsüzlere yeter, mülk sahiplerinden, iktidar
sahiplerinden ve onlara hizmet edenlerden yana çalışır. Bu yüzden de bu ülkenin
şehirlerinde, sokaklarında, karakollarında benzeri işkenceler her gün yaşanır,
insanlar ya korktuklarından şikayetçi olamazlar ya da şikayette bulunanlar
suçsuzken suçlu konuma düşerler.
Devleti ve mülk sahiplerini koruma üzerine
kurulu Türk yargısı, Kürtlere karşı etnik bir özellik kazanıyor. Tam ifade etmek
zor. Bir yığın davada görülenler ayrımcılığı aşıyor, açık ırkçı bir nitelik
kazanıyor."TMK mağduru çocuklar" olarak bilinen, 18 yaşından küçük Kürt
çocuklarıyla ilgili yargılamalarda yaşananlar, bu söylediğimiz türden adalet
anlayışının açık örneğidir. Aslında yeni değil, 12 Eylül döneminden bugüne
binlerce çocuk “siyasi suçlu” konumunda yargılandı, işkenceler gördü, hatta
gözaltında kaybedildi. Ama özel bir konseptle 2006 yılında değiştirilen
yasayla ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun verdiği kararla, çocuklara açılan
davalarda artış oldu ve yalnızca bir gösteriye katılmış olmaktan veya taş
atmaktan ötürü küçücük çocuklar 15-20 yıla varan hapis cezalarına çarptırıldı.
Halen bu intikamcı uygulamalar farklı biçimlerde devam ettirilmektedir.
Kürt çocuklarının çilesi, gördüğü zulüm aldığı
ağır cezalarla bitmez, cezaevlerinde işkenceler ve insanlık dışı uygulamalarla
devam eder. Günlerce basının manşetlerine taşındı. Çocukların ırzına geçilmesine
göz yuman devlet olur mu? Yıllardır devlet görevlileri her yerde açıkça bu
aşağılık işe ön ayak oluyor, göz yumuyor, içinde yer alıyorlar. Aileler
Pozantı’yla ilgili iki yıldır suç duyurusunda bulunduklarını açıkladılar, bu suç
duyurularına rağmen bu aşağılık uygulamaya göz yuman yargıya ne ad
verilir?
Gösteri yapan, taş atan çocuklara 15-20 yıl ceza
veren Türk adaleti, çocuklara kurşun atıp öldüren devlet görevlilerine ceza
vermez. Çocuk öldüren kolluk güçleri hakkında ya hiç dava açılmaz
ya da zoraki açılan davalarda beraat ettirilirler. Uğur Kaymaz ve babasının
evlerinin önünde otomatik silahlarla kurşunlanıp öldürülmesi ve bu konuda Türk
yargısının verdiği karar ibretliktir ve unutulmayacaktır. 12 yaşında bir çocuk
ayağında terliklerle, on üç kurşunla sırtından vurulup öldürülüyor ve bu eylemi
yapan kar maskeli katiller beraat ediyor ve Yargıtay da beraat kararını
onaylıyor. Üstelik babasıyla beraber kendisi de "terörist" ilan edilen 12
yaşındaki Uğur'un silahla ateş etmediği, ağır bir silah olan Kalaşnikofu
kullanamayacak kadar küçük olduğu, olayın bir "çatışma" olamayacağı yönündeki
bilirkişi raporuna rağmen, katiller "meşru müdafaa" hakkını kullandıkları
gerekçesiyle beraat ettiriliyorlar.
Türk adaleti ve onun yüksek yargı organı
konumundaki Yargıtay'ın son kararları adaletsiz olmanın ötesinde "suç ve suça
teşvik" hükmündedir, ayrımcıdır, daha da ötesi ırkçıdır. Türk Yargıtay'ı artık "
Kürtleri rahatça öldürebilirsiniz" niteliğinde kararlar vermektedir. Devlet
görevlilerinin silah çekip sokakta rastgele Kürtleri öldürdüğü davalarda
Yargıtay, beraat kararlarının gerekçesine "bölgenin özellikleri" kaydını
düşüyor. Siirt’te 2005 yılında düzenlenen bir gösteriye, görevli olmadığı halde
müdahale eden ve sokaktan geçmekte olan Abdullah Aydan’ı öldüren uzman çavuşu
beraat ettiren Yargıtay, açıkça kolluk güçlerine bundan sonra “Kürtleri
öldürürseniz bölgenin özellikleri gereği ceza almayacaksınız” diyor, adam
öldürmeye, suça teşvik ediyor. Yargıtay’a göre, sokaklarda gösteri yapan
çocuklar, silahlı ve adam öldüren kolluk görevlilerinden daha tehlikelidir.
Asker, polis, özel tim “bölgenin özellikleri” gereği korku ve telaş içinde adam
öldürebilir, ama yıllardır süren savaşta işkenceler ve ölümler ortamında büyümüş
çocuklar, üzerlerine gelen polislere korkuyla, telaşla ya da kendilerini korumak
için taş atarlarsa "terörist" olurlar.
En büyük suç budur işte; “terörist
olmak.” Bu yüzden artık taş atmak da molotof da “silah”
kapsamına alındı. Yeryüzünde göstericilerin molotof kullandığı tek ülke burası
mı? Televizyon denilen alet bu işin dünyanın hemen her tarafında ve kitlesel
olarak yapıldığını gösteriyor. Oralarda molotof atma gözaltına almaya bile sebep
olmuyor. “Dünyanın en güçlü devletleri arasındayız” diye övünenler sizsiniz, taş
atmayı, molotof atmayı "Devletin bütünlüğü"ne yönelik tehdit olarak gören de
sizsiniz. Taş atmaya, molotofa silah statüsü vererek
ağırlaştırılmış müebbet hapis isteyecek boyutlara vardırmak, bir anlamda taş
değil silah, molotof değil bomba atın, bunları kullanın çağrısı
yapmaktır.
Özel yetkili mahkemelerin özel uygulamalarına
her gün bir yenisi ekleniyor. Bu dava dosyasında bir rapor var. En
üst başlığında büyük ve kalın harflerle "Gizli" yazıyor. Altında İstanbul
Valiliği Emniyet Müdürlüğü'nce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği
belirtiliyor. Belli ki oradan da ilgili savcılık eliyle bu dosyaya girmiş.
Raporu gönderenin İstanbul MİT Bölge Başkanlığı olduğunu anlıyoruz. Toplam 102
sayfalık bir MİT raporu… En altında yine aynı başlıktaki "Gizli" damgası var, iç
sayfalarda bu "Gizli" damgası kalkıyor yerine "Çok Gizli" ibaresi konuyor. Her
sayfanın altında ayrıca büyük harflerle ve iri puntolarla "İstihbari
nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılamaz"
diyor.
Doğal olarak soruyorum. Bu "Gizli" veya "Çok
Gizli" evrak hala gizlilik özelliğini koruyor mu? Adımızın geçtiği,
fotoğraflarımızın yer aldığı ve üzerinde, her sayfasında "Çok Gizli"
ibarelerinin bulunduğu bu evrak neyin nesi merak ediyorum. Birçok soru var. İlki
gizliliği… Mahkeme bizimle dalga mı geçiyor yoksa gayri ciddi mi davranıyor? Bu
dosya gizli mi değil mi? Gizliyse niye dosyada herkesin kullanımına açık, gizli değilse,
her sayfasındaki "Çok Gizli" ibaresi ne anlama
geliyor?
Daha absürt olan "İstihbarı nitelikte olan bu
bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılamaz" denen bu evrak dosyada yer
almakla kalmıyor, savcılığın hakkımızda hazırladığı iddianamenin “deliller”
bölümünde de yer alıyor. Daha da ötesi iddianamede sanıklar hakkındaki
suçlamalar baştan aşağı bu rapora dayandırılıyor. Hadi diyelim ki MİT'in "Hukuki
delil olarak kullanılamaz" dediği belgeleri savcı hukuka aykırı biçimde “delil”
saydı, peki mahkeme nasıl değerlendiriyor? Bunları biz nasıl anlayalım? MİT’in
dahi “delil” olamayacağını söylediği belgeleri yargı organları hukuki delil
niteliğinde sayarsa, bu durumda biz neyi nasıl yorumlayacağız?
Soruyorum; kendi yasalarınıza göre, hiçbir hukuki niteliği olmayan,
bizlere ağır suçlar itham eden bu uydurma belgeyi hangi amaçla dosyada
tutuyorsunuz? Bir tehdit olarak mı dosyada duruyor? Kendi adıma öyle MİT
belgelerinden filan korktuğum yok. İstedikleri suçlamaları, istedikleri
iftiraları atabilirler, umurumda değil. Ben sadece mahkemenizin nelere bel
bağladığını merak ediyorum. Ben yazmadım, hazırlayanlar " hukuki değil" diye
yazmış, hukuki olmayan belgelere mahkeme ne adına sahip çıkıyor, bunun
açıklamasını bize yapmak zorundasınız!
Dosyadaki MİT raporu umurumda değil, ama koskoca
MİT fişlemeyi iyi yapamamış, burası ilginç. Üstelik onların yanlışları, açık
maddi hataları iddianame'ye de aynen geçirilmiş. Bunlara değineceğim, ancak
öncelikle bir ekleme yapmak durumundayım. İlk olarak 1974 yılında Bakırköy
Osmaniye'deki Derby Lastik Fabrikası önünde "işçiler, emekçi halkımız" başlıklı
bildiri dağıtırken gözaltına alındığım yazıyor. MİT veya savcılık bir tanesini
bulmuş ben değişik tarihlerde en az 15-20 kez benzeri faaliyetlerimden dolayı
gözaltına alındım. Hatta ilk gözaltı ve tutuklanmam 1974 değil 1969’da
lisedeyken oldu. İddianamede ikinci sırada, TKP adlı yasa dışı örgütün merkez
komitesine yönelik operasyonda 23.9.1981 yılında gözaltına alınıp
tutuklandığım yazılı. Ben hiçbir zaman TKP’li olmadım, TKP operasyonunda
yakalanmadım. Emniyet ve MİT artık TKP ile TKP-B arasındaki farkı da bilmiyorsa
ne diyelim. Siz de bilmiyor olabilirsiniz, TKP o dönemki yasalara göre illegal
bir örgüttü, ancak silahlı eylemleri yoktu ve TCK’nın 141. Madde kapsamında
değerlendirilirdi. Benim yargılandığım TKP-B ise silahlı mücadeleyi savunan bir
örgüttü ve eylemleri nedeniyle 168. madde kapsamında değerlendirilirdi. Ayrıca
iddianamede, 1992 ve 1996 yıllarında yapılan operasyonlarda gözaltına alınarak
yargılandığım, 21.04.1994 yılında Gassan kod ismiyle TKP-B/SHB örgütü
içersindeki faaliyetlerinden ötürü Yalova’da yakalanıp tutuklandığım yazılı. Bu
kadar garabet nasıl bir arada olabilir? Ben 1991 yılında TKP-B operasyonunda
tutuklandım ve 1992 yılı sonlarına kadar Bayrampaşa cezaevi’ndeydim.Yine en son
tutuklanmam 1993 yılındaydı ve 2000 yılına kadar Gebze Cezaevi’ndeydim. Ben
cezaevindeyken nasıl oluyor da 1992, 1994 ve 1996 tarihleri arasında üç defa
daha gözaltına alınıp tutuklanıyorum, bu nasıl bir arşiv kaydı. Koskoca TC
Devleti, Osmanlı’dan devraldığı fişleme geleneğini epeyi savsaklamış, bozmuş.
Anladık ne kadar çok gözaltına alınmış, ne kadar çok davada yargılanmış,
tescilli diye hakkımızdaki davada yargı oluşturmaya çalışıyorlar, ama biraz
ciddiyet gerekmiyor mu?
İlk çıkarıldığım savcıya da söyledim, devrimci
faaliyetlerimden ötürü daha önce defalarca yargılandım diye. Onun ilk merak
ettiği, sabıkamın olup olmadığıydı, ne önemi varsa hemen onu sordu. Ayrıca,
suçlamalarla ilgili sorulara yanıt vermeyeceğimi söylememe rağmen “ Ama bakın
size ait dijital malzemelerin içinde "PKK/KONGRE-GEL Terör örgütü KCK Yürütme
Konseyi Başkanı Murat Karayılan'm resimleri bulunmuş" diye sordu, bu belge
iddianamede de yer alıyor. Savcıya da söylemiştim, tam engizisyonculuk sorusu.
Değilse kim, hangi mantıkla, Türkiye'nin bütün gazetelerinde hemen her gün
resimleri yayınlanan, demeçleri yer alan bir şahsiyetin resmini soruyor. Neyi
öğrenmek istiyorsunuz? Bundan amacınız benim KCK veya PKK'li olduğumu iddia
etmek mi? Zaten emniyette bunu da sordular, bana ayrı ayrı hem PKK ile hem TKP-B
ile hem de Devrimci Karargah örgütüyle ilişkim soruldu. İstiyorsanız bu üç
örgütten birden yargılayabilirsiniz, umurumda değil.
GEÇMİŞİM VE GELECEĞİM
Ben yukarıda bir vesile ile bildirdim. En son
1993 yılında TDP yöneticisi olmak iddiasıyla tutuklandım 1999 yılı Aralık ayında
tahliye oldum. Tahliye olduktan sonra 2004 yılında tekrar gözaltına alındım ve
savcılıktan serbest bırakıldım. Ne yapıp ettiğimi polis iyi biliyor. Bile bile
buraya getirildim. Madem ille de beni yargılatmak istiyorlar; yapmadıklarımdan,
buradaki bayağı yalanlardan değil, yaptıklarımdan yargılayın. Madem benden
yapmadıklarımın hesabını soruyorsunuz ben de yaptıklarımı anlatayım. Bugüne
kadar yaptıklarımı, yapmak istediklerimi, yapmak isteyip de yapamadıklarımı,
cesaretimi, korkularımı, hatalarımı, yanlışlarımı en açık biçimde anlatmak
istiyorum. Bunu bir övünme veya pişmanlık olarak yapmıyorum. Bu görevi, bu
uğurda hiçbir karşılık beklemeden canını vermiş sayıları on bine varan
devrimciler için yapıyorum.
Benim kimliğim mücadelemdir.
Sansaryan Han, Selimiye, Gayrettepe, DAL işkencehaneleridir. Mamak,
Metris, Özel Tip, F Tipi zindanlardır. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri, DGM’ler,
Özel Yetkili Mahkeme’lerdir. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerine karşı
mücadeledir. 40 yıldan fazla zamandır böyle yaşadım. Başım dik, yaptığım her
şeyin arkasındayım.
Bu yaşıma kadar yalnızca inandığım şeyler için
yaşadım ve onlar için dövüştüm, hileye, yalana, zorbalığa karşı savaştım.
Görüşlerimi hiçbir yerde gizlemedim, yaptıklarımı savunmaktan kaçmadım.
Görüşlerime katılabilir veya katılmayabilirsiniz, ben doğru bildiklerim için
dövüştüm. Başımdan bir yığın olay geçti, bir tek gün bir tek saniye şüpheye
düşmedim, tek bir an bile acaba demedim. Karşıma çıkan hiçbir şey beni
yıldırmadı, aksine her adımda biraz daha bilendim, biraz daha inançla doldum.
Gözaltılar, işkenceler, cezaevleriyle 17 yaşımdan beri karşılaşıyorum.
Lise
öğrencisiyken duvarlara üzerinde
sloganlar olan pullar yapıştırırken yakalandım. Pulların birinde " Zam, zam,
zam. Ucuzluk ne zaman?" yazıyordu, diğerinde " Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!"
Gözaltına alındım ve yaptıklarımı savunduğum için karakolda işkence
gördüm. Bu, devletle ve devletin kurumlarıyla ilk karşılaşmamdı.
Suçüstü Mahkemesi'ne çıkardım, orada da "Yaptım, yapıştırdım, bilerek, isteyerek
yapıştırdım" dediğim için tutuklanıp cezaevine konuldum.
1971 yılında THKO operasyonu nedeniyle ünlü
işkence merkezi Sansaryan Han’daydım, Oradaki herkesin yaşadığı bütün
işkenceleri gördüm. Bu kavgada şehit düşen devrimcilerden Kızıldere'de
katledilen Ömer Ayna, Cihan Alptekin de aynı dönem oradaydı, onların adını
saygıyla, sevgiyle anıyorum.
1972’de Sivas Dev-Genç operasyonunda gözaltına
alınıp tutuklandım, yine bildik uygulamalarla karşılaştım.
1981 yılında TKP-B operasyonu nedeniyle
Gayrettepe ve Ankara DAL'daki işkence merkezlerindeydim. Bu zaman zarfında
binlerce insana en hayâsız işkencelerin yapıldığına tanık oldum. Yine de
şanslılar arasındaydım, yüzlerce devrimci benim kadar şanslı değildi, bugün
toprak altındalar. Aylarca, gözlerim bağlı yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek her
yaştan ve her sınıftan insanlara yapılanları dinledim. Gayrettepe'de kaldığım
süre boyunca gözaltına alınanların tutulduğu hücrelere indirilmediğimden, 24
saat işkencenin yapıldığı katta, bir kalorifer peteğine kelepçeli olarak
tutulduğum için binlerce insana yapılan işkencelere tanık oldum, çığlıkları
dinledim. Hoyrat, bir hayvan sürüsü gibiydiler, tıpkı yırtıcılar misali, kan
kokusu almışlar avlarının üstüne saldırıyorlardı.
Aynı dönemde benim aklımda kalan 2 devrimciyi
Gayrettepe'de katlettiler. Süleyman Cihan, o zaman TKP/ML'nin genel sekreteri,
ben yakalanmadan birkaç gün
önce katledilmişti. Yakalandığım ilk hafta veya
ikinci hafta TİKB militanı Ataman İnce'yi Kartal Soğanlık Karakolu'ndan
getirdiler ve Gayrettepe'de öldürdüler. Yine aynı dönemde
daha sonra ABD Başkanı
George Bush'un Türkiye'ye geldiği tarihte 12 arkadaşıyla
birlikte katledilen, Devrimci Sol'un liderlerinden Niyazi Aydın da
Gayrettepe'deydi, uzun süre aynı odada karşı karşıya gözü bağlı birlikte
tutulduk. Büyük bir direniş gösteren Niyazi Aydın'ın da benim gibi kanırta
kanırta tırnaklarını söktüler. Diğer yapılanları anlatmıyorum. Niyazi Aydın'la
birlikte aynı dönemde TİKB yöneticisi Sezai Ekinci de oradaydı. Sezai Ekinci
bildiklerim arasında 12 Eylül sürecinde en uzun süreyle, 6 ay işkence altında,
gözaltında tutulan devrimciler arasındadır. Burada şimdi aramızda olmayan bu iki
büyük devrimcinin hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
Türkiye'nin 1960’lı yıllardan beri yaşadığı
toplumsal mahşer, bütün bu yaşananlar, beni tepeden tırnağa isyan haline
getirdi. Artık bu düzenin hiçbir şeyi beni şaşırtamaz, yıldıramaz, korkutamaz.
Askeriniz, polisiniz, MİT’iniz, özel tertip ve pusularınız, sonunda
mezarlıklarınız… Ötesi yok.
SOKAK İNFAZLARI
Türkiye'nin toplumsal zihniyetindeki adalet ve
ahlak anlayışına bakın, sık sık basın ve televizyonlara yansıyor. Ağır hak
ihlalleriyle karşılaşan topluluklar hırsla, şaşkınlıkla, öfkeyle bağırıyor "
Biz PKK miyiz?", "biz terörist miyiz?". Devlet zorbalığıyla, polis
copuyla, işkenceyle, zulümle karşılaşan herkes aynı nakaratları tekrar ediyor.
Bu nedir? Bu zulme, zorbalığa davetiye değil midir? Bir insan
açıkça toplum önünde tecavüze uğradığında " bana tecavüz etme teröriste
tecavüz et" veya "ben terörist değilim, terörist olursam, işkence
yap" diyor. Bu bir alçaklıktır ve toplumsal alçalmadır; ikiyüzlülük,
adaletsizlik, ahlaksızlıktır.
Bu toplumsal linç çağrıları nasıl
meşrulaştırıldı? Bunu yaratan bu devlet ve sermaye düzenidir. Aydınlar,
entelektüel denilenler, akademi, basın ille de yazılı ve görsel basın bu alçak
zihniyetin yaratıcısıdır. Çok değil yakın tarihlerde bu ülkede yaşanan olaylar,
bu ülkenin büyük şehirlerinde devrimcilere karşı sürdürülen sürek avları bu
korkak, ikiyüzlü zihniyeti yaratmıştır. Türkiye'nin büyük şehirlerinde yüzlerce
insan birer, ikişer, üçer kıstırıldıkları evlerde son model otomatik silah ve
bombalarla donatılmış,
profesyonel &
nbsp;
&
nbsp; &
nbsp; özel
polis timlerince katledildi ve bütün bunlar
televizyonlardan "canlı", "sıcak" logosuyla tüm
topluma seyrettirildi. Türkiye'nin İstanbul, Ankara, İzmir, Adana dâhil birçok
ilinde böylesi belki yüze yakın operasyonda, yüzlerce genç devrimci öldürüldü.
Türkiye'de tam tarihi bilmiyorum, 50-60 yıl
olabilir kaldırılalı, idamlar gündüz, sokakta kitlenin önünde ve tezahüratlar
arasında yapılırdı. Daha eskiden infaz edilenler, seyrettirilmekle kalmaz,
koparılmış kelleleri veya cesetleri günlerce ibret-i âlem olsun diye teşhir
edilirdi. 2000 yıl önce Roma İmparatorluğu'nda ilk hırıstiyanlar arenalara
sürülür ya aç aslan, kaplan türü vahşi hayvanlar veya mesleği gladyatörlük olan
eğitimli ölüm mangalarının karşısına çıkarılırdı. Her iki durumda da kurbanların
vücutları parçalanır, kan fışkırırdı. Arenayı dolduran kalabalıklar bundan
duydukları hazla cinnet geçirirlerdi. Ama bu 2000 yıl kadar önceydi. 2000 yıl
sonra 1990'larda aynı vahşet devlet eliyle yapıldı ve bütün olanaklarla, canlı
yayınlarla, kare kare bütün bunlar topluma seyrettirildi.
Bunlar nasıl yaşandı örneklerle görelim. 1990'lı
yıllar, İstanbul Esenler'de üç katlı bir binanın içinde 3 genç kıstırılmış, bir
genç kız ve 2 genç erkek. Çelik yelekli, kar maskeli düzinelerce özel tim
mensubu burayı kuşatmış. Çevre binaların çatıları da özel timlerce tutulmuş.
Sokakta tezahürat yapan, ölüm isteyen bir kitle toplanmış. Kamera yakın plan
bütün bunları gösteriyor. Binanın duvarları delik deşik. İçeridekiler
görünmüyor, belli ki teslim olmuyorlar, direniyorlar. Epey bir zaman geçiyor,
direnişin olduğu kat sürekli taranıyor, içeriye bombalar atılıyor, spiker evin
içine operasyonun başladığını bildiriyor. Tam bir macera filmi sakinliğiyle,
kamera yakın çekim balkonu gösteriyor, içeriden birkaç silah sesi geliyor.
Otomatik silahlı, kar maskeli iki özel tim mensubu balkona çıkıyor. Bir
elleriyle zafer işareti yapıyor, öteki ellerinde otomatik tüfeklerle havayı
tarayarak zaferlerini ilan ediyorlar. Her şey 2000 yıl sonra
tekrarlanan Roma arenaları gibi, kan ve ölüm bekleyen dışarıdaki kitle ıslıklar,
naralar, çığlıklar eşliğinde gladyatörleri alkışlıyor. Bunlar da yakın plan
gösteriliyor, cinnet geçiren bir topluluk. Ve ertesi gün gazeteler içerideki 3
gencin kimliklerini açıklıyorlar. Biri kadın, 2’si erkek üç genç,18-22 yaşları
arasındalar.
1990'lar İstanbul'unda bir başka "av partisi"
avlananlar yine canlı muhalif insanlar. Yer bu defa Beşiktaş, Beşiktaş
iskelesine yakın kafelerden birisi, vakitlerden güpegündüz. İçerde masalarda
insanlar, bir masada iki erkek bir kadın. Erkeklerden birisini tanıyorum. 1970
sonlarında birlikte mücadele yürüttüğüm Sivas'lı çocukluk arkadaşım Yüksel
Erdoğan’ın oğlu İsmet Erdoğan. İsmet mühendis ve İstanbul Belediyesi çalışanı,
yanında İstanbul Barosu avukatlarından Fuat Erdoğan ve sendikacı Elmas Yalçın
birlikteler. Silahlı polis timi giriyor, masayı çeviriyor, silahlarını çekiyor,
mermileri masada oturan 3 kişinin üzerine boşaltıyor. Üçü de olay yerinde
ölüyorlar. Her şey bu kadar kolay, basit ve ucuz.
Bir başka örnek, yine yakından tanıdığım 20'li
yaşlarda genç bir kadının, Serap Kolukırık'ın infazı. Serap Kolukırık üniversite
öğrencisi, İstanbul Maltepe'de kaldığı eve gece sabaha karşı polis timleri
operasyon yapıyor ve evde yalnız olan Serap'ı kurşunlayarak
katlediyorlar.
Bir başkası, Kartal’da 5 kişinin öldürüldüğü
Devrimci-Sol operasyonu. Bu dosyada sanık olarak yargılanan Hanefi Avcı’nın
sorumluluğunda gerçekleştirilen bir operasyon. Ertesi gün gazetelerde
fotoğraflar yayınlanır, evdeki iki kadın devrimci, Gürcan Eranıl ve Menekşe
Meral dizlerinde battaniye, koltukta oturur vaziyette kurşunlanmışlardır.
Bu ve benzeri düzinelerce operasyonda yüzlerce
devrimci muhalif katledildi. Bunların hepsi belgeli ve kayıtlı. Bu
operasyonların hemen hiç birinde canlı veya yaralı yok, kuşatılanların hepsi
öldürülüyor. Çoğu yakın mesafeden kafalarına kurşun sıkılarak, alınlarından
vurularak öldürüldüler. Türk basını polislerin kahramanlığını göstermek için mi
yoksa “bakın ey ahali devlete karşı çıkarsanız sonunuz alınlarınızın ortasına
bir kurşun yemektir” demek için mi bu operasyonların çoğunda benzeri
canilikleri birinci sayfalarından büyük resimlerle verdiler.
Eski Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin, yargılandığı mahkemede
bir açıklama yaptı. Bu açıklama son 40 yılın özeti gibidir. Türkiye'nin özel
polis bölüğünün başı, "Sabahat Karataş'ı ben öldürdüm” dedi. Bunu derken
mahkemeye ve kamuoyuna ben kahramanım, terörist bir kadını evinde kıstırdım ve
öldürdüm, beni ödüllendirmeniz gerekir, demek istiyor. Burada Türk burjuva
zihniyeti, Türk hukuku, Cumhuriyet devleti zihniyeti konuşuyor. İbrahim Şahin
boş yere konuşmuyor.
Bu infazlar Mehmet Ağar’ın mecliste kürsüden
kendi ağzıyla açıkladığı "bin operasyon"dan bazılarıdır. Hepsiyle ilgili
katledilenlerin ve ailelerinin yaptığı başvurular sonucu açılan tüm davalardan
infazcı polisler beraat etmişlerdir. Tanık ifadeleri, adli tıp raporları,
balistik incelemeler var, olayların oluş şekli ortada, bir çoğu yakın mesafeden
ölümcül noktalara ve oturur vaziyette kurşunlanmışlar. Ama Türk yargısı bütün bu
olaylarda tek bir polisine kıyamadı, kimseye dokunamadı. Daha önemlisi bütün
benzeri katliam timlerinde görev alanlar hızla emniyetin üst makamlarına
tırmandılar. Emniyetten kaymakamlıklara, Valiliklere ve devlet bürokrasisinin en
tepelerine fırladılar. 12 Eylül meclislerine ve bugüne kadar olan parlamentolara
bakın. Meslek olarak devletten gelenler içinde en büyük grup işkenceci, infazcı
polis şefliğinden valiliklere ve genel müdürlüklere yükselenlerdir çoğunlukla.
Milletvekili, hatta bakan olmuşlardır. Düzende yükselmenin yasası haline
gelmiştir; devrimci muhalifleri imha et, yüksel.
CEZAEVİ
KATLİAMLARI
Yine 1990’lar ve cezaevleri. Güvenliği devletin kontrolü altında, eli
kolu bağlı insanlar. Dışarıda evlerde kuşatıp infaz etme, kurşunlarla delik
deşik etme operasyonlarının sürdüğü dönemlerde cezaevlerinde de sık sık
operasyonlar yapılmaya başlandı.. Güvenlik güçleri cezaevlerine baskınlar
düzenleyip devrimcileri kafalarını ezerek öldürdüler. Ümraniye, Burdur, Buca,
Ulucanlar ve Diyarbakır cezaevinde yaşanan vahşet biliniyor. Cezaevinde
hamamlarda yapılan işkencelerde, koğuşlarda, hücrelerde, maltada ellerinde
kalaslarla, demir çubuklarla kafalarını paramparça ederek, kurşunlayarak
öldürdüler mahpusları. Adli Tıp’tan gelen resimler duruyor. Beyni dışarı
fırlamış, kafatası parçalanmış görüntüler nasıl bir şey, merak eden basılmış
kitaplara bakabilir. Devlet, modern demokratik cumhuriyetimiz neymiş ve nelere
kadirmiş anlarlar.
Ve 19 Aralık operasyonu. Aynı gün sabaha karşı 20 cezaevine birden
operasyon düzenleniyor. Binlerce asker, polis, bomba, mermi kullanılarak,
helikopterlerle, iş makinalarıyla, duvarlar çatılar delinerek giriliyor
cezaevlerine. Kurşunlarla delik deşik olanları saymıyorum. Yakılan, simsiyah
kömür olan bedenlerden de bahsetmiyorum. Sağ kalan ve hala ne olduğu bilinmeyen
kimyasallarla bedeni yakılanların neyle yakıldığı aydınlanmış değil. Bu maddeye
bomba, kimyasal her neyse, hedef olan insanlar yaşıyor. Bunlardan Hacer Arıkan'ı
yakından tanıyorum. Hacer’in kafa derisi yüzülmüş, vücudu, saçları, kaşları
yanmış, burnu erimiş, yok olmuştu. Yaşanan vahşetin boyutlarını anlatmaya
kelimeler yetmez.
19 Aralık tarihe geçmiştir. 19 Aralık kendisine
hukuk devletiyim diyen bir örgütün kanlı eylemidir. Kendi kontrolündeki,
güvenliğinden ve her şeyinden kendisinin
sorumlu olduğu insanlara karşı giriştiği sınır tanımaz
bir caniliktir.
Hala kin ve nefret kusuyorlar. Hala katliamdan daha alçakça lanetleme
kampanyaları sürdürüyorlar. Bu nedir, neyin nesidir, nasıl bir düşmanlıktır? Bu
bir sınıf kinidir, rakibi teslim oluncaya kadar bitmez.
AÇLIK GREVLERİ
Bu memlekete yakın bir tarihte mahpuslar, F
Tiplerine karşı çıktıkları, buralarda zulüm yaşadıkları için yüzlerce gün aç
kalarak öldü. Ölümlerin en zoruydu, gün gün saat saat, her saniye biraz daha
eriyerek öldüler. Bu toplum niye öldüklerini bile merak etmedi. Oysa ki her
şeyle oyun olur, her şeyin sahtesi vardır. Ama ölüm gerçektir. Bu memleketin
yüzden fazla genç kızı ve oğlu bu gerçek ölüme meydan okudu ve gerçekten
öldüler. Ayları bulan bir zamanda, yıllarca süren bir dönemde gerçekten öldüler.
Bu memleketin ve bu topraklarda yaşayan insanların kılı bile kıpırdamadı. Bu
toplum bu ölümleri duymadı, görmedi, ses çıkarmadı. Halbuki gözlerinin önünde
oldu her şey.
Ölüm orucu yapanlar kim olursa olsunlar, neyi
istiyorsa istesinler, ister Merih'ten gelmiş, ister esir düşman askeri olsalardı
hiçbir ülke, hiçbir halk böylesi bir olaya seyirci kalmazdı. İsrail'de
cezaevinde birkaç Filistinli tutsak açlık grevinde ölseydi İsrail'de yer
yerinden oynardı. Bu ölümleri böyle soğuk vicdanla seyredecek hiçbir Müslüman
ülke yoktur. Hiçbir Hıristiyan ülkesi de olamaz. Bu ülkede Milliyetçi, Kemalist,
Liberal, İslamcı hepiniz sustunuz. Aydınlar sustu. En kötüsü de bu halk sustu.
Bu halk vicdanını kaybetti ondan sonra çadırda yanıyor, sele gidiyor,
tersanelerde üçer beşer kırılıyor, tabi ki gene susuyor. Bir gün tarih yazacak.
2000’li yılların başında Türkiye'de açlıktan ölen devrimcileri ve onları
seyreden bu toplumu yazacaklar.
Bugünden geriye onuru için direnen ve ölmesini bilen insanlar
kalacak.
Devrimciler buralardan geliyor. Kimseden
madalya, makam, servet bekledikleri için değil inançları için dövüştüler ve
yüzlercesi kuytu köşelerde, dağ başlarında, işkence odalarında,
kuşatıldıkları evlerde, karanlıklarda kalleş
pusularda katledildiler. Türk sermaye devleti ve Türk burjuvazisi, daha iyi bir dünya, daha
adil bir ülke isteyen onbine yakın genç kadın ve erkeği toprağa gömdü. Büyük
çoğunluğu gençlerden oluşan, bu toprakların vicdan ordusuydu onlar ve bu
toplumdan hiçbir şey istemediler. Bu toplumun ve ülkenin zenginliklerini
hortumlamadılar, emlak veya arazi vurgunu yapmadılar, bankalarda dolarları,
euroları olmadı. Büyük çoğunluğunun mezartaşı bile yok.
Gözlerini açtılar genç yaşta zulmü ve adaletsizliği gördüler. Dosdoğru
üstüne yürüdüler. Hak, adalet, eşitlik, özgürlük diye haykırdılar. İşçi, köylü,
yoksul, emekçi, ezilenler için dediler. Bağımsızlık demokrasi, sosyalizm
dediler. Kahrolsun faşizm, kapitalizm, sömürü düzeni dediler. En çok da
sosyalizm ve devrim dediler. Çok, çok kısa kaldılar, şiir gibi yaşadılar.
Devrimciler, Türk burjuvalarının haram servetlerine ve zorba
iktidarlarına karşı çıktılar, çok büyük bir suç İşlediler. Suçların en büyüğü,
bu sömürü düzenine isyan etmektir ki isyanlar hakkında hiçbir mahkeme karar
veremez. Daha doğrusu bu konu mahkemelerin alanına girmez. İsyan her yerde var
olan düzene ve kanunlara karşıdır. Birbirinin zıttı olan şeyler birbirini
yargılayamaz. Devrimcileri ve isyanları şimdiye kadar hiçbir mahkeme
yargılayamamıştır. Mahkemeler isyancılara ceza verebilir ama isyanları
yargılayamaz, isyanları tarih yargılar ve onun adaleti
şaşmazdır.
Zulme karşı direniş ve isyan her zaman haklıdır, meşrudur. İsyanlar ve
ihtilaller, insanlığın arınma gençleşme ve iyileşme hamleleridir. Devrimciler ve
devrimler, tarihin ve toplumun vicdan hareketleridir. Tarihin kendisi isyanların
tarihidir. Dînlerin tarihi hatta var oluşları bizzat isyandır. Modern tarih de
isyanların tarihidir ve hiçbir mahkeme isyanları mahkum edememiştir. Büyük
Fransız ihtilalini yargılamak hiçbir mahkemenin harcı değildir ve akıldan dahi
geçirmezler. Başarısız, yenilmiş isyan ve ihtilalleri bile mahkemeler mahkum
edemez, hüküm veremez, sadece ceza keserler. 1871 Paris işçi isyanı yenilmiştir
ve galipler şehirdeki bütün eli nasırlıları ellerini kontrol edip duvarın
dibinde kurşuna dizmişlerdir. Ama 1871Paris Komünü’nü mahkum eden bir mahkeme
kararı yoktur. Tarihe haklı ve meşru bir İsyan olarak geçmiştir.
Aydınlanmacılara göre başkaldırı ve ihtilal, insanın doğuştan gelen en yüksek
hakkıdır. Buyursun, her hangi bir mahkeme bu hakkı men ve söylenenleri mahkum
etsin.
DARBELER
Bugün herkesin lanetlemek için yarış ettiği 12
Eylül gökten zembille inmedi. Burası çok önemlidir. 12 Eylül sonrası ve bugünkü
tavırlarıyla Türk devlet ve sermaye düzeni ve siyasetleri ibretlik bir
ikiyüzlülük içindedir. En alçakça 12 Eylül suçlarına bulaşanlar bugün en küçük
bir hicap duymadan darbe karşıtı, demokrasi kahramanı pozunda ortalıkta
dolanmaktadır. Bizzat 12 Eylül işbirlikçilerinin ve bugünkü güçlerini 12 Eylül'e
borçlu olanların 12 Eylül'ü yargılamaya kalkmaları sahtekarlıktır.
Toplumu hafızasız sanabilirler ama bugün siyasal alanı tümüyle kontrol eden
AKP ve onun öncülü MSP, MHP ve Gülen Tarikatı'nın 12 Eylül işbirlikçiliğini daha
önemlisi toplumun 12 Eylül’e hazırlanmasına hizmet eden saldırganlıkların,
kontrgerillanın aleti olarak provokasyonlardaki izlerini hiçbir biçimde yok
edemezler. 12 Eylül, ABD ve NATO darbesidir. 12 Eylül, TÜSİAD darbesidir. TÜSİAD
ve kontrol ettiği tüm siyasetler, tarikatlar, basın dahil Türk Sağı denilen tüm
kesimlerdir. 12 Eylül MHP, Ülkü Ocakları, Türkçü Müslümanlar, Tarikatlar ve MTTB
üzerinden yürütülen kontrgerilla darbesidir. Bütün bu güçlerin desteğinde
TSK'nın yaptığı bir darbedir.
Her ne yaparsanız yapın gerçek neyse odur,
gerçeği ilelebet gizleyemezsiniz. Bugün gizlediğinizi daha ne kadar
gizleyebileceğinizi sanıyorsunuz? İstediğiniz kadar 90 yaşındaki Kenan Evren'in
bedeni üzerinde tepinin, AKP, Cemaat, MHP, bugünkü basın, bugünkü bürokrasi,
yargı, akademik camia hepiniz Kenan Evren'in dizinin dibinde büyüdünüz. Kenan
Evren'in kanlı bahçelerinin mahsullerisiniz. Kenan Evren emrindeki 500 bin
kişilik ordu, polis gücü, gizli veya açık ajan ağları, kontrgerilla, sivil
faşistler, bütün düzen kuvvetleri ekmeği için greve çıkan işçileri, sermaye ve
devlet zorbalığına başkaldıran devrimcileri, hakları ve özgürlükleri için ayağa
kalkan kim varsa tüm muhalifleri kırdılar. Tam bir kanlı kırım yaşandı. Bu kanlı
bahçelerde bugünkü yapı oluştu. Ekmek ve iş için, özgürlükler için, baskı ve
sömürüye karşı çıkanlar ezildikçe bugünkü muktedirler semirdi ve beslendi. Başı
dik durmaya çalışan Türkiye kırıldıkça meydan sinsi iktidar avcılarına kaldı. Ve
onlar şimdi Türkiye'nin tüm tepelerindeler.
Bugün darbelerle hesaplaşma, askeri vesayetin
tasfiyesi, demokratikleşme iddialarıyla başlatılan Ergenekon operasyonlarıyla
yapılanlar artık netleşmiştir. NATO ve TÜSÎAD'm desteklediği ekip, ordu içinde
tabanda güçlü ve etkin olan ekibi tasfiye etmiştir. Bu tam bir kontrgerilla
operasyonudur. Bu sürecin hukuk ve mahkemeler eliyle yapılmadığını en iyi
bilenler liberallerdir. AB, ABD ve NATO'daki efendileriniz, TÜSİAD ve bizzat
TSK, Genelkurmay’ daki hakim bir klik yapıyor diyemedikleri için yalancı
pehlivan AKP'yi öne sürüyorlar. AKP, Ergenekon operasyonlarıyla gerçek
kontrgerillanın üstünü örterek kendisi kontrgerillanın hizmetine girmiştir.
Bütün bu süreç demokrasi masalıyla örtülerek, kontrgerillanın meşrulaşarak
sistemleşmesi, 12 Eylül'ün kalıcılaşarak kurumlaşması yönünde evriliyor.
Kontrgerilla anlaşılmadan Ergenekon anlaşılamaz.
Koca koca generalleri titreten ne AKP dir ne
hukuk, guguk denilenlerdir. TSK generallerini kurban eden başkalarıdır. AKP
burada kurban sahibi değil kasap rolündedir. Kurbanı keseni uluslararası
destekle Türk sermayesidir. Türk sermayesi kendisine şimdiye kadar hizmet eden
Kemalist bürokrasiyi, Ergenekon koçu olarak kurban ediyor. AKP bıçak elde
Ergenekon doğruyor. Ergenekon'da kontrgerillanın yargılandığı ise,
kontrgerillanın bu basit hileye inanları gördükçe kıs kıs güldüğü bir
gösteridir. Ergenekon'da sınırlı sayıda kontralar vardır, bunlar artık teşhir
olmuş ve bundan dolayı feda edilen uzun tırnaklardır. Ne Veli Küçük, ne Kürt
savaşının kirli subay eskilerine tek bir somut suç atfedilmiyor.
ÇÜRÜMÜŞ SİSTEM ER GEÇ
YIKILACAKTIR
Bugün, mevcut sistemin tümü kurumsal olarak 12
Eylül'ün devamıdır. Ancak doğrudan devamı değil gelişmiş, sistemleşmiş ve
çürümüş haliyle devamıdır. Hemen herkesin ve iktidar yalakası liberallerin
söylediği gibi Türkiye önemli bir değişime uğruyor. Türkiye'deki bütün önemli
değişimler gibi emperyalizmin bastırması ve Türk sermayesinin çıkarları bunu
belirliyor, bunlara uygun olarak devlet dönüştürülüyor. Bunun demokrasiyi
geliştirmekle de özgürlüklerle de ilgisi yok. Eski devlet yapısı işlevsel
olmadığı ve eskisi gibi devam etmesi imkansız hale geldiği için devletteki
dönüşüm zorunlu hale gelmiştir. Değişim denilenler bu içeriktedir. Yoksa eski
devlet ne ise ve kime hizmet ediyorsa yeni devlet de yine aynı kesimlerin
hizmetinde olacaktır.
Ama sistemin toplumsal tabanı
genişletilmektedir. Türk devlet ve sermaye düzeni cumhuriyetin kuruluşundan beri
zaman zaman kullanmakla birlikte daha çokça dışladığı islamcı
kesimleri içine
alıyor. Yaşlanmış ve eskimiş bu halk düşmanı yapı, yeni bir kitle dinamiğiyle
gençleştiriliyor, kirli düzene taze kan aşılanıyor. Aynı zamanda İslam tüm
geleneksel eşitlikçi ve halkçı söylemlerinden arındırılıp kapitalizme, sömürüye,
sermaye zorbalığına itirazı olmayan, gücü ve iktidarı kutsayan bir operasyona
uğratılıyor. AKP bu süreci tamamlayıncaya kadar Türk sermayesi ve devletinin
yıldızıdır. Bu görevler hızla tamamlanmaya doğru gidiyor ama yapacak bazı işler
daha var .
10 yıldır Müslüman ve dindar olduğunu her konuda
ifade eden bir hükümetle yönetiliyoruz. Dindar ve Müslüman bu hükümet zamanında
ne tür değişiklikler oldu? Ekonomik, siyasi, ahlaki olarak ne yönde bir gelişme
yaşandı? Holdinglerin karları dışında olumlu yönde gelişen ne var? Ekonomide
daha adil bir bölüşüm mü oldu? Daha eşitlikçi mi oldu? Siyasi olarak
özgürlüklerimiz mi arttı? Fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık suçları mı azaldı? Ne
oldu? 10 yılda Türkiye'de bütün suçlarda artma oldu. Cinayet, hırsızlık, seks ve
porno sitelerine giriş ve malzeme satışları patlama yaptı. Daha iğrenç bir
gerçek, Türkiye çocuk pornosunda dünyada ilk sıralarda geliyor. Cinayetler
artıyor, hırsızlık artıyor, servetler artıyor. Memur, işçi, emekçilerin
ücretleri azalıyor. Türkiye büyüme hızında rekor kırıyor, Türk sermayedarlarının
servetleri ve karları anormal boyutta, füze hızında
yükseliyor.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan dindar bir gençlik
yetiştirmek istediklerini söyledi. Dindar gençlik derken karşısına tinerci
çocukları koydu. Tinerci mi
olsunlar dedi, bunu diyebildi. Bu bir zihniyettir ama asla islamla veya Allahla ilgili bir
zihniyet değildir. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Kemal Unakıtan vb. islamcı, dindar geçinip bu ülkeyi yönetenlerin çocukları, çocuk yaşta milyon dolarlık şirketler kurabildikleri, milyon dolarlık gemilere sahip olabildikleri için, bu tamamen adaletsiz, ahlaksız ve gaddar dünya düzeni sebebiyle o çocuklar sokaklardadır. Hangi ölçüyü alırsanız alın, aşiret hukukuyla, medeni kanunla, İslam hukukuyla, hiçbir anlayış bu çocukları suçlu görmez, aşağılamaz.
olsunlar dedi, bunu diyebildi. Bu bir zihniyettir ama asla islamla veya Allahla ilgili bir
zihniyet değildir. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Kemal Unakıtan vb. islamcı, dindar geçinip bu ülkeyi yönetenlerin çocukları, çocuk yaşta milyon dolarlık şirketler kurabildikleri, milyon dolarlık gemilere sahip olabildikleri için, bu tamamen adaletsiz, ahlaksız ve gaddar dünya düzeni sebebiyle o çocuklar sokaklardadır. Hangi ölçüyü alırsanız alın, aşiret hukukuyla, medeni kanunla, İslam hukukuyla, hiçbir anlayış bu çocukları suçlu görmez, aşağılamaz.
Büyük şehirlerin köprü altlarında, yıkık bina
kalıntılarında, İstanbul surlarının yıkıntılarında kalan 8-10 yaşındaki küçük
çocuklara bakın. İzbeleri dolduran binlerce çocuk. Sadece çocuklar mı?
İstanbul'un hemen her merkezinde buz gibi ayazda kıvranan kimsesizler, evsizler,
köşe başlarında bekleyen yaşlı fahişeler var. Bu toplum öyle bir hale gelmiştir
ki, yanlarından tiksinerek bakıp geçiyorlar. On binlerce, yüz binlerce insan bu
manzaralara bakıyor, görüyor ama tek bir kişi orada kendi gibi bir insan
görmüyor, bir pislik, bir artık görüyor. Sömürü düzeninin yarattığı
açlık, yoksulluk, çürüme ve bütün bunlar karşısında toplumun
duyarsızlığı ürkütücüdür.
Başka hiçbir sebep olmasa, sadece bu yüzden evet
sadece bu yüzden bu adaletsiz sistemi lime lime etmek, parçalamak ve yıkmak
istiyorum. Bu güne kadar elimden geldiği ve gücümün yettiği müddetçe, bütün
yolları kullanarak bu ahlaksız düzeni yıkmak için mücadele ettim ve mücadeleye
devam edeceğim. Bu konuda yaptıklarımdan değil yapamadıklarımdan dolayı
suçluyum.
SİSTEMİN İÇ YÜZÜ
Deniz Feneri davası ve bu davada yaşananlar her
bakımdan sözün bittiği yerdir. Bu dava HSYK'dan başlayarak tüm yargının ayaklar
altında sürünmesidir. Bir davayı yürüten savcılar dava bitmeden
görevden alınıyor, yetmiyor haklarında soruşturma başlatılıyor. Savcılar
hakkında soruşturma açılırken savcıların tutukladığı sanıklar serbest
bırakılıyor. Deliller karartılıyor, yeni savcılar örgüt ve nitelikli
dolandırıcılık yok diyerek davayı kapatmaya hazırlanıyor.
Allah adına, hayır için toplanan
paraları çalanlar serbest bırakılıyor, onları soruşturan savcılar soruşturmalık
oluyor. Bırakılanlar kimler? İktidar partisiyle, Başbakan ve bakanlarla yakın
ilişkide olanlar.
Hayır kurumları resmi ayrıcalıklı, serbest,
vergisiz vb. yasal para toplama hakları var. Bu hayır kurumu derileri
kemiklerine yapışmış, aç ve ölmek üzere olan Somali'li, Sudan'lı çocukların
fotoğraflarının olduğu afişleri bastırarak para topluyor, sonra da bu paraları
iç ediyorlar. Bırakın islamı, hiç bir kavim ve inanç böyle bir soysuzluğu kabul
edemez. Bu insan soyuna hakarettir. Bunlar Kur'andaki Semüt Kavmi'nden beterdir.
Bütün bu sistemin tepelerindeki, toplumun tüm kesimlerindeki Müslümanlar,
Müslüman aydınlar, din büyükleri, ulema bu sahtekarlığı bilmiyor musunuz,
bilmiyor gibi mi yapıyorsunuz? Ortada az buz iddia yok. Ben parasal rakamların
büyüklüğünden bahsetmiyorum, ben imansızlığın ve hayasızlığın büyüklüğünden
bahsediyorum. Bütün bunlar yaşanırken arsızca dindar nesil yetiştireceğiz diye
ortaya çıkıyorlar.
Televizyon ve gazetelere göre Türkiye hem hızla
kalkınıyor, hem çağ atlıyor, zenginlik, lüks ve ihtişam içinde yüzüyor. Kimse
Türkiye'nin iş kazalarındaki ölümlerde "dünya birincisi" olduğundan bahsetmiyor.
Baraj kapağı çatlıyor 10 ölü. Maden ocağı çöküyor 14 ölü. Çadır yanıyor 11 ölü.
TEDAŞ işçileri buzun üzerinde saatlerce kurtarılmayı beklerken donuyor 5 ölü.
Tuzla Tersanesi'nde patlama 2 ölü. Hepsi geçtiğimiz birkaç ayın cinayet
bilançosu. Güya Çin vahşi kapitalizmin ve çalışanların köleleştirilmesinde en
önde gösteriliyor. Türkiye işçi ölümlerinde oran olarak Çin'in önünde. Bu nasıl
bir ülke? Niye bu
ülkede ekmek parası için ölenler kimsenin umurunda olmuyor? Bu soruyu patronlara
değil, kendimize
soralım. Bu iktidarın peşinden giden müslümanlara soralım. Zulüm sizi
ilgilendirmiyorsa, hayâsız patron zorbalığı ve sömürüsü sizi ilgilendirmiyorsa,
yoksul ve biçareler, yetim kalanlar sizi ilgilendirmiyorsa siz hangi
Müslümanlardansınız?
Dünyada herkesi geride bıraktık, süper ülke
olduk deyip coşuyorlar.
Coştukça acımasızca, kudurganca saldırıyorlar. 12 Eylül'ün bile cesaret edemediği kazanılmış hakları yok ediyorlar. İşçi haklarına, sosyal güvenliğe, kıdem tazminatına saldırıyorlar. Siyasal hakları demokratikleştireceğiz deyip faşistleştirdikleri gibi emekçi haklarını da yükseltiyoruz deyip yok ediyorlar. 2011 yılını kar patlaması yaparak geçirdikleri açıklandı. 2012'de yoksulların kıdemlerine konarak, son lokmalarını da aşırarak çatlayacak boyutlarda kar edecekler. Bunların kalkınma dedikleri budur.
Coştukça acımasızca, kudurganca saldırıyorlar. 12 Eylül'ün bile cesaret edemediği kazanılmış hakları yok ediyorlar. İşçi haklarına, sosyal güvenliğe, kıdem tazminatına saldırıyorlar. Siyasal hakları demokratikleştireceğiz deyip faşistleştirdikleri gibi emekçi haklarını da yükseltiyoruz deyip yok ediyorlar. 2011 yılını kar patlaması yaparak geçirdikleri açıklandı. 2012'de yoksulların kıdemlerine konarak, son lokmalarını da aşırarak çatlayacak boyutlarda kar edecekler. Bunların kalkınma dedikleri budur.
Alın başınıza çalın çağ atlayan süper güç
Türkiye'nizi. Son bir ayda kaç anne açlıktan, çaresizlikten çocuklarını öldürüp
intihara kalkıştı. Ben üç anne biliyorum. Adana’da Emine Akçay, 26 yaşında,
Antalya’da Fatma Derik o da 26 yaşında, Aydın’da Yasemin Özdemir 36 yaşında.
Annelerin çığlığını duymayan, anneleri çocuklarını öldürmeye ve intihara
sürükleyen bir topluma her şey denilebilir ama imanlı bir toplum denmez. Anneler
çaresizlikten peş peşe çocuklarını öldürüp intihar ederken, Türkiye'nin
yöneticileri bunun farkında bile değil. Müslüman burjuvalar zenginliklerine
zenginlik katmakla meşgul. Gazetelerde annelerden birinin ölüm haberi
çıktığında, dindar Başbakanımız dünya çapında bir sermayedar ile yerli bir büyük
zenginin ortak olduğu ortak olduğu AVM'nin açılışını yapıyordu. Müslüman
sempatik Cumhurbaşkanımız ise Kayseri patronlarıyla birlikte başka
açılışlardaydı.
Aynı günlerde kendilerine islamcı aydın,
münevver diyenlerin başında olduğu bir gazetenin Pazar ekindeki haberler ve
ilanlar her şeyi anlatıyor. Önce özel devekuşu derisinden imal edilen 20 bin
liralık Hermes çantaların kapışıldığı alışveriş merkezleri anlatılıyor. Ardından
içinde 7 bin çeşit ürün bulunan gıda, alışveriş yerleri tanıtılıyor, sonra
gitmenizi önerdiği bir restoran ve yemekleri; “Deniz manzaralı bir teras
kattayız. Önden Sicilya usulü zeytinyağlı sardalya geldi, içinde arpacık soğan
ve zelişüzümü. Derken sarı kız mantarlı risotto, üstü kuzu küşneme, adaçayı ve
pestolu olarak. Ana yemek olarak ise levrek filetosu ardından Japon baklası,
sote karnabahar, yeşil soğan ve limonlu patates ezmesi..”böylece
devam ediyor.
Aynı gazetenin alt kısmında başka küçük bir
haber. Başlık "Yasemin'in neler çektiği öldükten sonra anlaşıldı" “Aydın
Nazilli'de yaşayan üç çocuk annesi 36 yaşındaki Yasemin Özdemir, evinde ölü
bulundu. 4 yıl Önce eşinden boşanan ve yalnız yaşamaya çalışan kadının kirayı
ödeyemediği için evsahibi tarafından eşyalarına el konulduğu ortaya çıktı. Evde
sadece yatağı olduğu, cüzdanında hiç para olmadığı ve evde yiyecek bir dilim
ekmek bile olmadığı anlaşıldı. Komşular cenazenin ortada kaldığını
söylüyor." Gazete, ölüm sebebi için bir şey söylemiyor. İktidar yanlısı
gazetemiz belki de yukarıdaki ekinde anlattığı yiyecek bolluğundan sonra bir
annenin açlıktan öldüğünü yazmak istemiyor.
SAVAŞ VE
EMPERYALİZM
Bu dünyanın geleceği yok. Ekolojik yıkımın, talan ve sömürünün akıl
almaz boyutlara vardığını görüyoruz. Yüzbinlerce, milyonlarca insan emperyalist
devletlerin kararlarıyla bombalar altında can veriyor.
Gene de kapitalizmden medet umanlara hatırlatalım. Kapitalizm kendi
kalelerinde çöküyor. Sefalet ve çöküşün alanı artık kenar ve çevre değil,
Londra, Paris, Washington merkezlidir. Bu kapitalizmin kaçınılmaz kaderidir. Üç
yüz yıldır kainatı talan edip tüketmiştir. Hem tabiatı hem beşeriyeti
tüketmiştir. Yaşaması tüketmek üzerine kurulu olduğu için tüketeceği bir şey
kalmadığı için kendisini tüketmiş, can çekişen ve en tehlikeli dönemini yaşayan
bir canavara dönüşmüştür. Türkiye dâhil bütün sermaye devletleri bu canavarın
hizmetinde ve kölesi durumundadır. Bizim mücadelemiz kişiler, kavimler devletler
üstüdür ve bu canavara karşıdır.
Bu canavar bütün insanlığı yutmak üzeredir. İnsanlığın en büyük savaşı
bu canavara karşı bugün süren savaştır. Kim hangi inancı besliyor, savunuyorsa
kendi yolundan bu büyük savaşa katılmalıdır. Musa peygamber firavuna karşı
kavmini kurtarmak için savaştı. Hazreti İsa Roma'ya karşı bütün insanlığa
seslendi. Hazreti Muhammed Mekke tüccarları şahsında bütün yeryüzü firavunlarına
savaş açtı. Firavun güçlüydü, Roma İmparatorluktu, dünyanın bütün Firavunları da
güçlerinin zirvesindeydi. Ama bunların hepsi bugün çöken ve can çekişen
kapitalizm canavarının yanında çocuk oyuncağı kalırlar. Tehdit bütün
insanlığadır. Tehdit beşeriyete olduğu kadar tabiatadır. İnançlar, kültürler,
halklar, bitkiler, hayvanlar tehdit altındadır. Bir bütün varoluş ve gelecek
tehdit altındadır. Bundan dolayıdır ki bu savaş en büyük savaştır. İnsanlığın
bir bütün olarak ya yok olacağı veya tümden sermaye canavarlığından kurtulup
salaha ereceği büyük savaşıdır.
Türkiye'nin veya boyunduruğu altında olduğu herhangi bir devletin
güçlenmesini isteyen, bu ölüm yarışını güçlendirmiş, büyütmüş olur. Bu ölüm
yarışının kazananı yoktur ve tarih boyunca da olmamıştır. Doğu-batı diye
çatışmıştır. Dinler olarak çatışmıştır. Hıristiyanlar
Hıristiyanlarla, mezhepler birbirleriyle, mezhepler kendi içinde çatışmıştır.
Kavimlere, mezheplere bölünerek çatışmıştır. Herkes kendini haklı görmüştür.
Tarihte en çok Müslüman kanı Müslümanlar arası savaşlarda akıtılmıştır.
Türkiye’de, bölgede bugün tarihte görülen bütün canavarlıkları, kırımları
gölgede bırakacak büyük devletler, Müslüman devletler halinde bölünmüş korkunç
bir İslam mezhepleri çatışması mayalandırılmaktadır. Ve maalesef, hiçbir şans
yok, son hızla bu kanlı bataklığa doğru içimizden ve dışımızdan
itiliyoruz.
Emperyalizm dediğimizde müstehzi alaylarla, üçüncü dünyacılık, soğuk
savaş dili diyen liberaller başta olmak üzere dönem aydınları tam bir
ikiyüzlülük ve ihanet içindedir. Emperyalizm yalansa bu dünyada her şey
yalandır. ABD’nin saldırganlığı yoksa, Fransa ve İngiltere ülkeler
işgal edip kan dökmüyorsa, bunlar yalansa doğru nedir? Günümüz aydınının en
büyük ihaneti buradadır, koskoca taş gibi, kanlı canlı emperyalizmi yok
sayıyorlar.
Bu yüzyılın başında Rus çarlığını yıkıp Sovyetler Birliğini kuran Lenin
"Emperyalizm; asalak, çürüyen ve can çekişen kapitalizmdir." demiş ve
"devletlerin çıkarları" denilen ölüm yarışını reddetmiştir. Kendi devletine
açıkça karşı çıkarken bunu tüm dünyada kendisi gibi düşünen komünistlerle
beraber yapmak istemiş, ancak başarılı olmamıştır. Emperyalist savaş
başladığında onlar devletlerinin yanında yer almışlar ve kendi burjuvalarıyla
birlikte hareket etmişlerdir. Lenin bu ihanet kervanından ayrılır, onları
ihanetleriyle birlikte tarihe gömer. Emperyalist savaşa karşı mücadeleye devam
eder. Partisiyle birlikte Rusya halkına "savaşa karşı iç savaş" çağrısı
yapar.
Anlatmak istediğim Lenin ve Sovyetler Birliği değil, bu tarihi
olaydır.
Türkiye’nin egemenleri dün Cezayir'de,
Filistin'de ne yaptılarsa bugün daha ağırını yapıyorlar. Dün Cezayir
müslümanlarının Fransız emperyalizmine karşı verdiği mücadelede Fransızları
desteklemiş, Filistin halkını yurtlarından söküp atarak kurulan İsrail
işgalcilerini tanımak gibi uğursuz ve utanç duyulacak işlere imza
atmışlardı.
Libya gibi
Suriye'deki müdahalenin de içindedir Türkiye. “Müslümanlara zulüm ve katliam
yapılıyor bunun için Suriye'ye karşıyız” yalanlarına kim inanır? Irak'ta,
Lübnan'da, Çeçenistan'da, Afganistan'da Müslümanlara zulüm yapılmıyor mu?
Türkiye bütün bu Müslüman kıyımlarına lojistik destek vermiyor mu? Herkes
istediğine inanmakta serbesttir ama kimse emperyalist ABD'nin, İngiltere'nin,
Fransa'nın Suriye halkının acılarını dindirmek istediğine çocukları bile
inandıramaz! Kuşkusuz Libya ve Suriye’deki rejimler bizim hedeflediğimiz-model
aldığımız bir yönetim ve yaşam biçimi değildir. Ama bütün bunlara rağmen
Suriye’de savunacağımız bir çok değer vardır ve emperyalist müdahale hiçbir
biçimde savunulamaz. Bugün Suriye içinden çıkılmaz bir girdaba sokulmuştur.
Bu koşullarda herhangi bir Müslüman ülkeye savaş
ilan edenler direkt kendi halkına savaş ilan etmiş demektir. Suriye'ye,
İran'a savaş emperyalizmin maşalığıdır ve Türkiye halklarına ihanettir. Türkiye
halkları, Türkler, Kürtler, Müslümanlar böylesi bir savaşı kendilerine karşı bir
savaş olarak görecektir. Bugün Suriye üzerinde uluslarası kanlı bir tezgah
kuruluyor. Türkiye de büyük patronlar, onların temsilcisi iktidar, medya leş
kokusu, kan kokusu almış akbabalar gibi gagalarını keskinleştiriyorlar.
Suriye'ye açılacak savaş halka karşı açılmış savaştır. Bize karşı açılmış bir iç
savaştır.
Suriye'de olan budur, olacak olanlar ise daha
dehşet ve acımasız planlardır. Türkiye içeride nasıl kokuşmuş, arsız bir zengin
takımının çete düzeniyse, eşitsiz ve adaletsiz ise dış dünyada da
aynıdır.
GELECEĞİNİ KURMAKTA OLAN KÜRTLER
Türkiye halkları esirdir. Holdinglerin, bankaların, kumarhaneci
turizmcilerin, borsa kumarcılarının, dev emlak ve müteahhit şirketlerinin
esareti altındadır. Adına TC Devleti denilen bu dev mekanizma bu kumarhane
-borsa düzenini korumak için vardır. Türkiye’de emekçilerin ve halkların
kurtuluşu bu çelik mengeneyi kırmak sorunudur.
Türk sermayedarları bin bir politika hileleriyle bu esareti
meşrulaştırıyor, daha önemlisi topluma benimsetiyorlar. Sünni Türkler Aleviler
üzerindeki esareti, laikler dindarlara dönük baskıları, Türkler; Kürtler ve tüm
diğer azınlıklar üzerindeki, toplumun orta kesimleri tüm yoksullar üzerindeki
esareti destekliyor. Hep beraber bu toplumun değişik kesimleri, diğer
kesimlerinin üzerindeki baskı ve hak gasplarını meşrulaştırıyor. Gerisini
sermayedarlar adına devlet denilen dev mekanizma hallediyor. Bu mahşerde her
türlü hak ve adalet ayaklar altında çiğneniyor.
Türk egemenlik sistemi bu kurt kapanını laiklik ve dindarlar üzerinden
kuruyor. Her iki kesimde kendi cellatlarını sırtında taşıyorlar. Bütün muhalif
hareketler de ya bu mekanizmalar içinde eritiliyor, olmazsa imha ediliyor. Bu
kurt kapanını ilk kıran Kürt özgürlük mücadelesi olmuştur. Kürtler bu
mekanizmayı kırıp dışına çıkmıştır. Kürtler Türk sermayedarlarının çeperinden
çıkmış; fakat başka bir sermayenin kontrolüne girmemiştir. Türk burjuvalarına
karşı Kürt burjuva sınıf için değil Türk ve Kürt emekçilerinin ortak geleceği
için mücadele ediyorlar. Bu sistemde hatta tüm dünyada lanetlenmelerinin sebebi
budur.
Türkiye’de Kürtlerin haklı davasını görmeyen hiçbir hak talebi kendini
gerçekleştiremez. Türkiye’de tüm hak ve özgürlüklerin baş düşmanı olan Türk
egemenlik sisteminin tam cepheden karşısında Kürt mücadelesi durmaktadır. Haklı
ve onurlu bir mücadeleyi 30 yıldır sürdürmektedirler. Bu gerçeklerden dolayı bu
topraklardaki en temel hak ve özgürlük davası Kürt özgürlük davasıdır. Hiçbir
ezilen kesim bu haklı davayı yok sayarak kendi davası olarak görmekten kaçınarak
hiçbir hakkını savunamaz, koruyamaz. Bu hayatın bütün alanları için geçerlidir.
Hak ve özgürlük güçlerinin Kürt haklı davasına uzak durmaları en başta kendi
mücadelesini zayıflatacaktır.
Bu haksız savaş son aşamasına gelmiştir. Bütün göstergeleriyle Türk
devleti bu savaşı kaybetmiştir. Bir mağarada 15 Kürt kadın gerillayı öldürmek,
bunu son teknolojik silah üstünlüğüyle donatılmış binlerce asker ve özel
timlerle gerçekleştirmek kimseye onur kazandırmaz, başarı getiremez. Haksızlık
böyle bir durumdur, kazandım dediğinde 15 kadın gerillayı öldürdüğünde
kaybedersin. Bu artık kadınlara karşı bir savaşa dönüşüyor. 15
yaşından 80 yaşına kadar cezaevlerinde binlere varan Kürt kadını var. TC devleti
Kürt çocuklarıyla savaşıyor. Çocuklarla savaşmak, çocuklara hapis eziyet ve ölüm
uygulayan her kim olursa olsun baştan kaybetmiştir. Savaştan önce ahlakını ve
vicdanını kaybetmiştir.
Bugün bu savaş hem içerde hem dışarıda çok daha kanlı ve geniş bir
boyuta doğru tırmanmaktadır. 30 yılın deneyleri göstermiştir ki Türk
sermayedarları bu kanlı savaşı durdurmayacaklardır. Burası kesindir. Bu noktadan
sonra Türk egemen güçleri bu savaşı sonuna kadar sürdüreceklerdir bu onların
iktidarları için varlık yokluk sorunudur. Ya Türk halkı ve emekçileri bu savaşı
bitirecektir ya da bu savaş bu toplumu bitirecektir.
Kürt özgürlük davasını kanla ve zulümle ezmeye çalışan egemenler, yoksul
Türkiye halkları üzerindeki baskı ve sömürüyü iki katına çıkartmıştır.
Türkiye’de en çok horlanan ve ayaklar altında sürünen yoksullar ve
çaresizlerdir. Türkiye toplumunun onurlu ve adaletli bir toplum olabilmesi için
ezilenlerin, sömürülenlerin ayağa kalkması zorunludur. Birarada yürüyen adalet
ve özgürlük davalarını hiçbir güç yenemez. İşçiler ve tüm ezilenler, Kürtler
mücadelelerini birleştirdiğinde haksız ve zorba Türk egemenlik sisteminin ömrü
çok uzun olmayacaktır.
SONUÇ YERİNE
Sermayenin adaletsiz ve zorba Türkiye’sinin yanında bir başka Türkiye
hep oldu. Hak ve adalet arayan Devrimci Türkiye’den bahsediyorum. O Türkiye hep
vardı. Sürekli ezildi ama hiç yok olmadı, bir saatin tiktakları gibi düzenli ve
biteviye hep işliyor. Yeryüzünde zulüm, adaletsizlik ve eşitsizlik doğduğundan
beri eşitlik ve adalet isteği de hep vardır. Zorbalığın büyüklüğünden,
eşitsizliğinden dolayı, Türkiye’de adalet ve eşitlik arayışı hiç eksilmemiştir.
Devrimci Türkiye kapitalist Türkiye kadar gerçektir. Türkiye’de soygun,
sömürü, sokaklara taşan zorbalık büyüdükçe ne kadar kırarsanız kırın devrimci
güçler sürekli mayalanmakta ve gelişmektedir. Tarihe bakan bakmayı bilen herkes
bu gerçekliği görür. Er veya geç Türkiye’de zulmün saltanatı yıkılacak, paraya
kölelik dönemi bitecektir. Türkiye adil, eşit ve özgür insanların memleketi
olacaktır. Tarih göstermiştir ki, insanlar gibi kurumlar ve düzenler de fanidir.
Koca koca imparatorluklar bir daha gelmemek üzere çökmüştür. Kapitalizm de
doğduğu gün ölümlüdür. Her gün insanlık onunla hesaplaşıyor. Sosyalizm
kapitalizm kadar gerçektir. Hatta geleceğin sistemi olarak kapitalizmden daha
gerçektir.
Silahların, paranın, doymak bilmez kar hırsının kan ve ateş denizine
çevirdiği bu vahşet dünyasına isyan ettik. Hiç bir şey yapamasak da bu rezil
aleme “hayır” dedik? Bu uğurda yanlış ve hatalarımız bile paranın ve zorbalığın
yörüngesinde çırpınanlardan bin defa kutsaldır. Beşeriyet ve kainat kan ve ateş
içindeydi, hala öyledir. Bizler kaplumbağa ve serçe misali bu ateşi söndürmek
için çırpınıp durduk. En büyük hatamız, en ağır suçumuz etkisizliğimizdir.
Bundan dolayı yaptıklarımızdan değil ancak yapamadıklarımızdan sorumlu
tutulabiliriz. Etkisizliğimiz, kahredici düzeydedir. Bu nedenle her türlü
eleştiriye de cezaya da razıyız. Bunun dışında her şey nasıl olması gerekiyorsa
öyle olmuştur. Bugünün egemenleri tarihe zorbalar olarak geçer, 12 Eylül ekmeğe,
özgürlüklere karşı alçakça bir savaş olarak geçer. Orada direnenler kalır. 18
yaşını doldurmadan dimdik sehpaya giden Erdal Eren kalır.
“Bütün Türkiye ayaklarımızın altında, en büyük biziz” diyebilirsiniz.
Şirketleriniz biraz daha büyüyebilir, banka hesaplarınız biraz daha şişebilir,
zenginliklerinize zenginlik katabilirsiniz. Bu düzendeki her şey sizin olabilir,
hepsine sahip olabilirsiniz. Medya starlarınız, birbirinden meşhur
yıldızlarınız, polis şefleriniz, omzu kalabalık generalleriniz, hepsi
sizin olsun. Ama asla bir Deniz Gezmişiniz olmayacak. Davası olmayanın Deniz’i
olmaz.
Devrimciler sizin düzeninizin bütün kutsallarını çoktan çöpe attılar. 6
Mayıs 1972 şafak vakti idam sehpası hazırdı, TSK subayları hazırdı, savcı
hazırdı, cellat hazırdı, sehpaya çıkıp ipi boğazına geçirdiler. Deniz celladı
beklemeden sehpayı tekmeledi. Biz bu düzenin her şeyine çoktan tekme attık. O
tarihten bu güne bu topraklarda bizim başımızı eğecek hiçbir olay yoktur ve
olamaz
Mehmet Güneş
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için
direnenler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder