Son aylarda Aliağa'da meydana gelen işçi
olayları, hakim sınıflar tarafından devrimcilerden çok daha iyi değerlendirilmiştir.
Devrimcilerin gazetelerinde olaylar basit bir işçi-patron çelişkisi olarak
yüzeyselleştirilmiştir. Basit bir ekonomik mücadele gibi görünen grev, direniş,
Necmettin'in öldürülüşü gibi seri olayların zaman içinde nasıl önem kazandığı
Finans Kapital'in ücret ve sendikalar politikasıyla çelişkileri, Türkiye İşçi
Sınıfı mücadelesindeki yeri, bilhassa özel olarak inşaat işçilerinin
teşkilâtlanmasındaki önemi gözden kaçırılmıştır. Bunun bir nedeni de: son
zamanlarda strateji tartışmalarının hayattan ve yaratıcılıktan uzak bir
durgunluğa erişi, bir takım sloganların tekrarı ile dertlerimizin halledileceği
zannının yerleşmesidir.
Türkiye de yarım milyona yakın inşaat işçisi
vardır. Bu sayı yaz aylarında artar, kış aylarında azalır. Türkiye halkının
teşkilâtlanması meselesinde toplumun bütün sınıf, tabaka ve zümreleri hakkında
sosyalistlerin özel bir bilgi ve deneye ihtiyaçları olduğu gün geçtikçe daha
bir berraklıkla açığa çıkmaktadır. Bu bakımdan inşaat işçilerinin kendilerine
has bazı özelliklerinden söz etmek; ileride bu alanda çalışacak sosyalistlere
bir anahtar olması bakımından yararlı olabilir.
Yarım milyona yaklaşan inşaat işçileri, kendi
aralarında birtakım farklılıklar gösterirler. Her gün etrafımızda gördüğümüz ve
apartman, yol, kanalizasyon inşaatlarında çalışanlar inşaat işçilerinin en
kalabalık kesimini teşkil ederler. Kalifiye olmayan işçiler (ameleler) geçici
olup topraksız ve az topraklı köylü tabakalarından kopup gelirler. Ürünlerin
kaldırılacağı zaman köylere dönerler. Kalifiye olanlar (marangoz, demirci,
duvarcı ustası) ise çok kez taşeron durumunda bulunduklarından bir yanlarıyla
işverendirler. İnşaat işçileri ortalama 20-30 kişilik işyerlerinde
çalıştıkları, sürekli işçi olmadıkları, kalifiye olanların işveren olmaları
nedeniyle; işçi sınıfımızın en az teşkilâtlanmış hatta hiç teşkilâtlanmamış
bölümüdür. Günde en az 10 saat çalışırlar, pazar, bayram, fazla mesai, sigorta,
çocuk zammı vs. gibi hiçbir hakları yoktur. İşsiz kalma tehlikesi inşaat
işçisinin başında sallanır durur. İnsan pazarlarında binlerce işsiz, müteahhit
ya da taşeronların kurbanlık koç gibi etlerini butlarını sıkıp, dolgun güçlü
kuvvetli bulduğunu seçmesini bekler.
Bunun yanı sıra işverenler sınıf sezgileri
ile işçinin önüne pek çok engeller koymuşlardır. Taşeronlar, işçi olarak, çok
kez kendi hemşerisini, akrabasını ya da aşiretten olanı alır. İşçi, işverenle
hiçbir zaman karşı karşıya gelmez. İşçi olarak taşeronun kendi hemşerisini
seçmesi: onu işçinin gözünde (koruyucu) durumuna yükseltir. Bütün bunlar inşaat
işçisini teşkilâtlamanın, sınıf bilinci uyandırmanın en zor yanlarıdır. Fakat
her gün karşılaşılan binlerce baskı, zulüm, haksızlık; işçileri hemşeri
grupları biçiminde ilkel bir dayanışmaya itmiştir. Bu durum onların
teşkilatlanmasında önemli bir kolaylıktır.
Biz -yazımızın esas konusu- Aliağa'daki
hareketleri yapan inşaat işçilerine daha yakından bakmaya çalışalım. İnşaat
işçilerinin ikinci kısmını meydana getiren; rafineri, baraj, köprü gibi büyük
tesis ve fabrikaların inşaatlarında çalışanlar kendi deyimleriyle "şirketçiler" vardır. Türkiye'de
bugün 50.000 kişilik bir kadrodurlar. 3-4 bin kişilik işyerlerinde toplu halde
çalışırlar, köyden gelmişlerdir, fakat genellikle köyle ekonomik bağları
kopmuştur. Çoğunluğu kalifiye işçiler oluşturur. İşte Aliağa olaylarını, inşaat
işçilerin bu kesimi meydana getirmiştir.
“Şirketçiler”
çoğunlukla Tunceli, Elâzığ, Maraş, Mardin, Adana, İskenderun, Erzurum, Kars,
Ordu, Sivas, Kırşehir, Kayseri gibi illerin köylerinden çıkarlar. Çoğunluk
aşiret ilişkilerinin hakim olduğu bölgelerden gelir, beraberlerinde ilkel
sosyalizmin gelenek ve göreneklerinin kalıntılarını getirirler. Bu aşiret
bağları onların "gurbette"ki işçilik hayatlarında dayanışmalarını
sağlar; bu da kapitalizmin sömürüsü, pahalılık ve işsizlik karşısında çok ilkel
bir örgütlenme biçimi alır. Sendikal teşkilâtlanma geliştikçe aralarında bu
toplumsal ilişkiler parçalanır, "dede"lerin, "seyit'lerin,
"soyu ulu" ların yerini "medeni cesaret sahibi" ileri
işçiler almaya başlar.
Kapitalist ilişkiler işçileri sendikalarda
teşkilâtlanmaya zorlarken eski ilkel sosyalizm kalıntısı kan bağına dayanan
teşkilâtlanmaları paçavraya çevirir. İlkel sosyalizm kalıntısı kan ilişkilerine
dayanan örgütlenme, işçilerin işsiz ve aç kaldıkları zaman lümpenleşmelerini
bir dereceye kadar önler. Bazı bölgelerden gelenlerde lümpen-proleter yanların
ağır basması ancak böyle açıklanabilir. Kapitalizm bunların geldiği bölgelerde
ilkel sosyalizm kalıntısı ilişkileri parçalamış, ortaya çıkan yeni ilişkilere
göre bir örgütlenme olmadığından gurbete çıkan işçiyi "teşkilât bakımından derisi yüzülmüş bir
kızıl et gibi her mikrobun, her virüsün, her illetin saldırısına açık"
bir hale getirmiştir.
“Şirketçiler”
Türkiye'de Finans-Kapital'in hakimiyetini pekiştirmesiyle birlikte 1947
yıllarında ortaya çıkmıştır. Toplu halde bulunuş, aşırı sömürü onları sendikal
teşkilâtlanmaya zorlamış, grev ve lokavt kanununun çıkmadığı zamanlarda bir
seri grevler olmuş, işverenlerden bir takım tavizler koparılmıştır.
Hirfanlı, Demirköpü, Sarıyar, Keban
barajları, Mersin Rafinerisi, Ereğli Demir-Çelik, Çiğli, Pirinçlik ve İncirlik
Havaalanı inşaatlarında bir seri kendiliğinden gelme teşkilâtlanmalar ve hareketlenmeler
olmuştur. Sendikalar- kanunu ile birlikte CIA Ajanı gangster sendikacılar
piyasaya sürülmüş, şirketçilerin yıllardan beri gelen örgütlenme tecrübesi
kontrol altına alınmıştır.
Bir ara gerçek bir sendika Boru-Hattı,
Kadıncık Barajı, Küçük Çekmece Santral inşaatlarında işçileri teşkilâtlanmayı
başarmış, büyüt grevler, işçi direnişleri olmuş, fakat devrimci paravanası
ardında gizlenmiş kariyeristler, ajanlar sendikanın bütün mali imkânlarını yok
etmeyi becermişlerdi. Bugün Aliağa'daki sendika ve onun etrafında
teşkilâtlanmış işçiler 1947'den beri gelen bu tecrübelerin ürünüdürler. Şirket
işçileri bugün hâlâ sarı sendika çemberini kıramamıştır. Fakat en yakın zamanda
CIA ajanları sökülüp atılacaktır. Şimdi konuyu biraz daha derleyip
toparlayabilmek için bir sıra olayları inceleyelim.
1965-66-67 yıllarında şirket işçileri büyük
bir atılım yaparlar. CIA ajanlarının kontrolündeki "Yapı-İş"
sendikasından ayrılıp, işverenlerin ve devletin çeşitli baskılarına rağmen "YİS"
Yapı
İşçileri Sendikası'nda teşkilâtlanırlar. Küçükçekmece'de,
Boru-Hattı'ndaki işçiler günlerce süren grevlerle sözleşmeler imzalamayı
başarırlar. Yıl 1966-67'dır. Sözleşmelerin özelliğine dikkat etmek gerekir.
Vasıfsız işçinin saat ücreti 350 kuruş. Kaynakçının saat ücreti 11.00 kuruştur.
Bunun yanı sıra, diğer işkollarında daha yeni yeni ortaya atılan yolda geçen
zaman ücreti de alınmıştır.
Bu şartlardaki sözleşmeler Finans Kapitalin
ücret politikasını altüst etmiştir. İçinden ve dışından bu sendikaya karşı
ajanları vasıtasıyla saldırıya geçerler. Çeşitli oyunlarla; YİS'in adını
kullanıp başka sendikalara üye kayıt ederek, YİS'in toplu sözleşme yaptığı yerlerden
gelen işçileri işe almayarak, YİS'in militanlığını yapan fakat sınıf bilincine
ulaşmamış işçileri satın alarak, yahut baskı yaparak, içinden bir darbe
vurarak, YİS'i kadrosuz ve maddi imkânlardan yoksun bıraktılar.
Bu sendika niye bu kadar saldırılara hedef
oldu? Birinci sebep: işçilerin tuttuğu bir yönetici, bilimsel sosyalizme
inanmış; inşaat işçisi içinde "suda balık olmayı" başarmış bir işçi
lideridir. Bu sebebin sonucu olan ikinci sebep: 1969'da ilân edilen ve halen
yürürlükte olan devletin asgari ücret politikası izmir'de 18.50'dir. 1966
yılında saat ücretine 350 kuruş, 8 saatte 28.00 liradır, işte devletin 1970
yılında işçilere verdiği, işte işçilerin 1966'da aldığı ücret arada 4 sene ve
950 kuruş fark var.
YİS'in ekarte edilmesine rağmen devlet şirket
işçilerine diğer işkollarından daha değişik bir ücret politikası tanımak
zorunda kalmıştır. Şirket işçileriyle ilk karşılaşan; işçi meselelerine ilgi
duyan şahısların, şirket işçileri ücretlerinin diğerlerine nispetle yüksekliği
karşısında şaşırması boşuna değildir. Sarı sendikalar da devletin kabul zorunda
kaldığı bu ücret politikasının uygulayıcısı olmuşlardır. Bu arada Finans
Kapital boş durmamış, işçiyi örgütlenmeden soğutmak için çeşitli oyunlara, provokasyonlara
girmiştir. Örneğin Keban'da işçiler sarı sendika vasıtasıyla kışın greve
itilmiş, sendika hâkim sınıflara açıklar vermiş, sonunda 1500 işçi atılmıştır.
Bu tip oyunlar çeşitli işyerlerinde uygulanmış, çok güçlü bir polis örgütü
kurulmuş, işçi terör altında yıldırılmaya çalışılmıştır.
Sarı sendikaların kontrolü altında geçen 3
yıl sonunda YİS izmir Aliağa'da teşkilâtlanmaya girmiştir, işveren Finans
Kapital'dir. Hollanda, İngiliz, Amerikan ve yerli TPAO (devlet) sermayesinin
ortaklığıdır.
Keban'da kıyıma uğrayan 1500 işçinin önemli
bir kısmı Aliağa'ya iş aramaya gelmiştir. Teşkilâtlanmadan soğutulmuş bu
işçileri tekrar teşkilatlamak önemli bir zorluktur. Fakat bütün bunlara rağmen,
zorlaşan hayat şartları, işçiyi YİS altında teşkilatlanmaya zorlamış, belki de
Türkiye'de ilk kez bir işyerinde işçi daha işe başlamadan bir ay önce bir
sendikada teşkilâtlanmayı başarmıştı.
Sarı sendikalar, işveren polis ellerindeki
hudutsuz imkânlarla faaliyete girmekte gecikmedi. Aylardan beri kapı önünde
bekleşen; açlık ve borç içindeki, gecelerini kahvelerde sandalye üzerinde
yatarak geçiren işçiyi para ile üye kayıt etmeye çalıştı. İşverenden işçilerin
isim listelerini alarak sahte üye kayıt fişleri düzenledi. YİS üyesi işçiler
işe alınmadı. Fakat bütün bunlara rağmen işçinin çoğunluğunu sağlayamadılar.
Fakat sonunda sahte üye fişleri ile yetkiyi aldılar. İmzalanan sözleşmede 4
sene önce alınan haklar bile yoktu. Vasıfsız işçinin saat ücreti 375 kuruştu (4
sene önce 350 kuruş alınmıştı) ve sosyal haklar eskiye nispetle çok düşüktü,
yolda geçen zaman yok idi.
YİS bunun üzerine gene aynı yerde, başka bir müteahhidin
tank temel ve montajında teşkilâtlanmaya girdi. Buradaki olaylara geçmeden
önce, başka oyunlara göz atalım.
Mayıs ayında gazetelerde küçük bir haber yer
alıyordu. AET (Uluslararası Finans-Kapital teşkilâtı) Türkiye'ye yardım(!)
vermek için "işçi ücretlerinin
dondurulması ve devalüasyon yapılması" şartlarını ileri sürüyordu,
işçi ücretlerini dondurmak nasıl olacaktı?
· Devalüasyonun
hemen ardından gelecek pahalılık ve enflasyon yoluyla para'nın satın alma
değeri düşecek, işçi ücretleri değişmeyecek.
· İşçiler
sarı sendikalara hapsedilecek, böylece Finans Kapitalin uygun gördüğü (SİBOP)
ücret artışları olacaktır.
Uygulamaya girmekte gecikmediler. Daha haberin
mürekkebi kurumadan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi kanunları Meclise
verildi. Emperyalistlerden yardım alan vatan hainleri kanuna karşı çıkan işçi
sınıfını kurşun yağmuru altında durdurabildi. Ok yaydan çıktı. İşçi liderleri
işkencelere uğratılıyor, fabrikalarda polis teşkilâtları kuruluyordu
İstanbul ve İzmit'te baskı işçi hareketlerini
durdurmuş, işçilerin sesi duyulmaz olmuştu. İşte Aliağa'daki olaylar bu politik
ortam içinde ortaya çıktı.
Finans Kapital iki açıdan 500 işçinin üzerine
bütün ağırlığı ile çöktü: 1) İşçileri sarı sendikalara mahpus edecek kanuna
uygulamada geçerlik sağlamak. 2) 1966'dan beri uygulanmak zorunda kalınan ücret
politikasını devam ettirmek.
İşçi direnişleri bu ortam içinde ortaya
çıktı. İşçilerin teşkilâtlandığı YİS'e karşı tecrübesiz işveren, tecrübeli
polisin "YİS'in girmesini ne olursa
olsun engelleyeceksiniz: aksi takdirde şirketler allak bullak olur"
yollu akıl vermeleriyle, sarı bir sendika ile gizli bir sözleşme imzaladı.
Sözleşme o kadar sarı idi ki saat ücretlerine 25 kuruş zam ve 100 kuruş yemek
parasından başka bir şey ihtiva etmiyordu. Kaldı ki bu sözleşme de uygulanmıyordu.
Zaten sözleşme YİS'in önüne hukuki engeller çıkarmak amacıyla yapılmıştı.
Çalışma Bakanlığı, polis ve bütünüyle devlet
cihazı işçilere karşı elinden geleni ardına koymuyordu. Mahkeme uzatılıyor,
işçilerde yılgınlık ve parçalanma yaratılmak isteniyordu. Sonunda bıçak kemiğe
dayandı. İşçiler direnişe geçti. Hedef: Kendi sendikalarını kabul ettirmek idi.
Jandarma ve polisin baskısı karşısında tekrar işbaşı yapmak zorunda kaldılar.
Fakat Çalışma Bakanlığı vasıtasıyla bir taviz verildi. Sözleşme müzakerelerine
yer ve gün gösterildi. İşveren gelmeyince, greve gidildi. Grevi engellemeleri
lâzımdı, engellemek yetmez, işçilerin sendikasına bir gözdağı verilmeliydi.
Grev başladıktan 25 dakika sonra eski bir MİT ajanı olduğu söylenen şoför,
Finans Kapitalin doldurduğu silahla Türkiye'nin belki de tek sosyalist sendikasının
başkanı Necmettin Giritlioğlu'nu tek mermi ile, profesyonel bir soğukkanlılıkla
öldürdü. İki gün sonra da mahkeme grevi durdurdu. İşçiler tekrar işbaşı yaptı,
fakat üretim durdurularak ya da yavaşlatılarak yeni direnişler yapılmaya devam
edildi. İşçinin bu kararlı tutumu karşısında hakim sınıflar geri çekilmek
zorunda kaldı. YİS işyerinde işçilerin teşkilâtı olarak kabul edildi.
Sözleşme müzakerelerinde şu durum açık açık
ortaya çıkıyordu: Rafineri inşaatının ana kısmını yapan Badger Turkey şirketinde çalışan işçinin saat ücreti yukarıda da
belirtildiği gibi 375 kuruştu. İşverenlerin en çok korktuğu şey işçi
hareketinin buraya sıçramasıydı.. Hazırlanan plân gereğince işveren 375 kuruşluk
bir teklifle çıkıyordu. Bu onun 25 kuruşluk bir "taviz" vererek 400
kuruşu kabul edeceği manasını taşıyordu. Bu işverenin değil Finans Kapitalin
tavizi idi. Çünkü devalüasyondan sonra ortaya çıkan zamlar ve hayat
pahalılığının yaratacağı memnuniyetsizliğe karşı 25 kuruşluk bir sibop bulduğu
düşüncesindeydi. Türk-İş'in yaptığı gürültülü sözleşmelerle bu politika
uygulanmaya başlanmıştı bile. Diğer 3000 işçiye hareketin sıçramasını önlemek
için 25 kuruş verilecekti. Esas hedef YİS'de teşkilâtlanmış işçilere 400 kuruşu
kabul ettirmek, bunun için de işçinin elindeki en büyük kozu, İŞİNİ elinden
almaktı. Bunun için yeni provokasyonlar tezgahlandı, işyerine yeni taşeron ve
işçiler alındı, eski
Taşeron vasıtasıyla işçiler işten
atılacakları yönünde tahrik edilmeye başlandı; sözleşme müzakereleri uzatıldı;
satın.alman, birkaç kişi vasıtasıyla, işçinin sabırsızlığı ve sistemli olarak
işlenen işten atılma tehdidi ile tekrar direnişe itildi, işveren kanunsuz bir
lokavt yaptı. Sıkıyönetimle birlikte işverenler toplu işçi çıkarmalarına
başvurmuşlardı. 480 işçi işe girmeyi başaramadığı takdirde 1) Sendika tasfiye
edilecek, 2) Kanunsuz lokavtlar uygulamada geçerlik kazanacak, 3) Olması
muhtemel işçi direnişlerine karşı bir tehdit olarak kullanılacaktı.
İkinci hedef: Eğer işçiler sabırla direnir,
işveren sendika ile sözleşme yapmaya mecbur kalırsa; kapı dibinde bekleyen işçi
elbette eskisi gibi gerçek istekleriyle çıkamayacak, ilk hedef işbaşı yapmak
olacağından; isteklerin bir kısmından vazgeçecekti. Senelerin ve son birkaç
ayın yoğun tecrübesinden gelen işçi kapı önünden ayrılmadı. İşveren içeri başka
işçi sokamayınca yavaş yavaş geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat bu ricatlarını
işçiye belli etmeden yapmaları gerekiyordu. Aksi takdirde işçinin maneviyatı
yükselirdi. Sonunda işçilerin bir ay açlığa rağmen sabrı üstün geldi, işbaşı
yapıldı ama 400 kuruş kabul edildi. Bunun yanı sıra yolda geçen zaman alındı. İşte
25 kuruşun hikâyesi. Eğer YÎS sosyalistlerin yönetiminde bir sendika olmasa idi
polis-işveren bu 25 kuruşu çok daha rahat verirlerdi. Ekonomik mücadele bile
bir yerde siyasi nitelikler taşıdığı için böyle zor olmuştur.
İnşaat işçileri bu gedikten faydalanıp, CIA
ajanı gangster sendikacıların eline tutsak olmaktan kurtulabilecek mi? Bir gün
elbet kurtulacak. Fakat Finans Kapital yeni oyunlar peşinde. Her fabrikada
işçilere karşı yeni polis örgütleri kuruluyor. İşçiler güçlü birliklerden
mahrum edilmek için, hızla küçük mahalli sendikaların örgütlenmesine gidiliyor,
işverenler her sene kârlarının bir kısmını fabrikalarda kurulmakta olan özel
polis örgütüne bağışlamaya karar veriyor.
Bunun yanı sıra sendikacı kulislerinde bizzat
polis tarafından da yayılmasına yardım edilen "Türk-İş'i kimse
kurtaramaz" fısıldaşmaları ortalığı allak bullak ediyor. Türk-İş gibi açık
açık sağ olmayan sol gösterip, sağ vuracak "orta sol" veya
"sosyal demokrat" bir federasyon fikri işleniyor, bu yönde kapılar
açılıyor. Bütün sosyalistler bu yöndeki, gelişmeleri(!) yakından incelemeli,
işçi sınıfına anlatmalıdır.
Aliağa olayları çok daha iyi göstermiştir ki,
sendikalar istediği kadar bilimsel sosyalizme inanan kişilerin yönetiminde
bulunsun; işçi sınıfının siyasi partisi olmadan yapılan savaşlar (grevler,
direnişler vs.) çetecilikten öteye geçemez. Halkımızı teşkilâtlamada kaplumbağa
hızından ileriye gidemez. Fakat burada sendikaların (İŞÇİNİN HAYAT VE HAK
SAVAŞI OKULUNUN) küçümsendiği zannedilmesin... Hele hele genç devrimci
arkadaşlar "ekonomik mücadeleyi" biraz küçümseme havasındadırlar.
15-16 Haziran olaylarını bu "basit ekonomik" mücadeleler okulunda
yetişen işçi sınıfımız yapmıştır.
Şunu unutmamalıyız ki: Finans Kapitalin gizli
kuruluşları, bilimsel sosyalizmin (işçi sınıfı düşünce ve davranışı) her ileri
hamlesini kesmek, bilimsel sosyalizmden her türlü sapmayı örgütlemekte çok
ustadır. Kaldı ki bunu yapmak için işçi olmayan sınıflarla doludur toplumumuz.
(Bu yazı Ali KAYNAKÇI imzasıyla
Sosyalistgazetesinin 8 Aralık 1970 ve 15 Aralık 1970 tarihli 1. ve 2.
Sayılarında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder