Dün 1 Kasım, Dünya Kobani Günü idi.
Bu vesileyle Kobani savaşı sırasında yazdığımız yazıları
derleyerek bugüne bir katkıda bulunalım diye düşündük.
Aslında Kobani üzerine, Kobani Rojava’da Nusra ve IŞİD’e
karşı savaş ve zaferin bir sembolü olarak alınırsa, henüz Kobani adının pek
bilinmediği zamanlarda, Kobani savaşından bir yıl önce, El Nusra’nın başlattığı
ilk saldırı ve PKK’nin bu saldırılara karşı seferberlik ilan ettiği dönemlerde yazmaya
başladık denebilir.
Aşağıda göreleceği gibi İkinci Düny Savaşı’nda savaşın dönüm
noktası olan Stalingrad ile paralellikler kurarak, burada kazanılacak
zaferlerin ikinci dünya savaşındakine benzer sonuçlara yol açabileceğini yazıyor
ve şöyle diyorduk:
“Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide
kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da
PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve
Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde
belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad
anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden
Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut
olarak ortaya çıkacaktır.”
Gezi hareketinin herkesin dikkatinin merkezinde olduğu, HDK’nın
Gezi’nin enerjisini İstanbul seçimlerinde Sırrı Süreyya’ya oya tahvil etmeye
çalışmakla uğraştığı o günlerde yazılmış bu satırlar daha sonra gerçekleşmiş ön
görüler oldu. Hatta öyle ki, yaşanacakların önemini vurgulamak için
kullandığımız Stalingrad benzetmesi, Kobani kuşatmasında neredeyse herkes
tarafından benimsendi ve kullanıldı.
Aşağı yukarı bir yıl sonra IŞİD’in Kobaniyi kuşatmaya
başladığı ve durumun nredeyse umutsuz göründüğü sıralarda Kobani Savaşı’na
ilişkin olarak neredeyse her gün yazmaya ve savaşa kendi bulunduğumuz yerden
katkıda bulunmaya çalıştık.
Artık zaferin kesinleştiği dönemde, Dünya Kobane Günü ilan
edilen 2 Kasım 2014’te doğrudan konu üzerine yazdığımız son yazının başlığı: “Ciguli,
Romanlar, TKP, Kobane, Kürtler ve Marksizm'in Krizi” idi. Yaşananlara
ve yaşanacaklara herkesin bir tür zafer sarhoşluğu içinde bulunduğu bir sırada,
çok daha geniş bir perspektiften bakarak gidişi tarihsel süreç içinde
değerlendirmeye çalışıyor ve sonucun hala ortada olduğunu yazıyorduk.
Örneğin yazının sonunda da şu satırlar okunuyordu:
“Sanılıyor ki, Kürtlerin birliğini sağlamanın tek yolu,
Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birleşmektir.
Birincisi Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin vs. birliğini
sağlama amacının kendisi gerici ve yanlış bir amaçtır. Çünkü böyle tanımlanmış
siyasi birlikler aslında bunlar içindeki sınıf mücadelesinin dolayısıyla
demokratik eğilimleri bastırmanın aracıdır. Bu birimlerde her zaman burjuvazi
egemen olur. Bu tür siyasi birliklerin ezilenlerce kullanılması ihtimali
yoktur. Daha kötüsü, ırkçılıkla sonuçlanma eğilimi taşırlar. Tarih Alman ve
Türk örneklerinde bunu birçok kez göstermiştir.
Kaldı ki Kürtlerin Birliği bir amaç olsa bile bunun tek
yolu Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birlik değildir.
Demokratik bir cumhuriyette sadece Kürtler değil, tüm
dillerden ve dinlerden insanların birliği sağlanabilir. Kendini bir dille,
dinle, tarihle tanımlamamış bir cumhuriyette isteyen istediği birliği
kurabilir. Kürtler de, Türkler de, Araplar da, Aleviler de, Sünniler de,
Fenerbahçeliler de Beşiktaşlılar da; turşuyu sirkeyle yapanlar da limon tuzuyla
yapanlar da.
Çünkü demokratik bir cumhuriyette bu birliklerin hiçbir
politik anlamı olmaz.
O halde Kürtlerin Birliği’nden söz edenlerin sorunu
Kürtlerin Birliği değildir.
Kürtlerin birliği ile kastedilen, ulusun Kürtlükle
tanımlanmasıdır ve böyle Kürtlükle tanımlanmış ulusun Bütün Kürtleri bir tek
devletin sınırları içinde toplamasıdır.
Barzani’nin temsil ettiği program budur. Dayandığı
ulusçuluk anlayışı Türkiye veya diğer bütün bölge devletlerinin dayandığı
anlayıştan farklı değildir. Onların karşısında yeni bir düzeni temsil etmez.
Öcalan’ın temsil ettiği program veya Rojava’da kurulmaya
çalışılan ise ikincisidir.
PKK veya Rojava her iki eğilimi de içinde taşıyor tıpkı
19. Yüzyıl işçi ve sosyalist hareketi gibi.
Dünya Kobane Gününde sokaklara dökülenler arasında bu iki
farklı program da bir aradaydı. PKK gerek Türkiye’de şimdiye kadar HDP vs. aracılığıyla
başardığı gibi, gerek Dünya Kobane Günü’ne dünyadaki farklı gerekçeye dayanan
iki farklı programı aynı yürüyüşte buluşturmayı başardı. Ancak bunların
arasında derin bir çelişki bulunmaya devam ediyor.
Şimdi eğer fiili güçlerin baskısı altında Barzani’nin
sembolize ettiği eğilim üstün gelirse, PKK da biter. Aslı varken sonra öyle
olmuş kopyasına kimse itibar etmez.
Ama Kürt hareketinin diğer eğilimi, büyük ölçüde Öcalan
ve PKK’nın temsil ettiği eğilim üstün gelirse, sadece Kürdistan ve Türkiye’de
değil, bütün dünyada Demokratik hareket, belki bu sefer sosyalizm boyasına da
bulanmadan; kendi öz biçimleri içinde tekrar bir Rönesans yaşayabilir ve
yeryüzü ölçüsündeki karşı devrimci dalganın geriletilmesi başlayabilir.”
Bugün, Rojava deneyinin paternalist bir hoşgörüden eşit
bireylerin dil, din körü yurttaşlığına geçmeyi başaramaması ve büyük ölçüde
başarısız kalması ve Kürtlükle tanımlanmış olması nedeniyle, tüm dillerden ve
dinlerden insanları kendine çekecek devrimci bir kabarış yaratamadığı için, Türk
devletinin saldırısı altında ister istemez daha çok Kürtlüğe sarılmakta ve tüm
halklardan demokratları kazanma olasılığı azaldıkça, bu sefer daha fazla devletler
arası çelişkilere oynayarak kendine hareket alanı açmaya mecbur kalmaktadır.
Bu da Rojava’da şimdiye kadar var olana sempati duyanların
bile uzaklaşmasına yol açacak bir sürece girilmesi anlamına gelecektir.
Bu da tekrar dönerek yukarıda sıralanan birinci olasılığı
arttıracaktır.
Şu an Demokratik bir eğilimin güçlenmesi olasılığı giderek
ortadan kalkıyor.
Öte yandan, PKK ve Öcalan’ın temsil ettiği Kürt hareketi de
kendi demokratik ve devrimci potansiyellerinin ve eğilimlerinin sınırlarına
gelmiş dayanmış görünüyor.
Elbette daha ileri gitmeye yönelik yapısal bir eğilimi
vardır ama bu eğilimin güçlenmesi için örneğin İkinci bir Gezi veya (Arap ise
Bahar olamayacağından, “Arap Baharı” olamaz) Ortadoğu Demokrasi Baharı hareketi
gerekiyor. Şehirlerden başlayan, modern tabaka ve sınıflara dayanan radikal ve
demokratik bir hareket onun bu eğilimlerini tekrar canlandırabilir ve ileri
gitmesinin yolunu açabilir.
Ne yazık ki gerek Orta Doğu’daki, gerek Dünyadaki hareketler
henüz devrimci ve demokratik bir programdan yoksunlar. Bunun arayışı içindeler.
Programsızlık ve programsızlığın ardındaki teorisizlik bu hareketlerin tüm
gücünü tüketiyor.
Ama yine de , kitlelerin el yordamıyla bulduğu küçük ama
anlamlı bir sembolden söz edilebilir. Bu örnek Lübnan’da ortaya çıktı. Neşe’ye
Övgü’sü ile Beethoven’ın.
Lübnan, Rojava’nın kurmaya çalıştığı toplumun, dillere ve dinlere göre tanımlanmış
cemaatlerin, yani politik birimlerin birliği olarak, modeli ve ideali ve aynı
zamanda bunun nasıl bir çıkmaz olduğunun da bir kanıtıydı.
Çünkü eşit bireylere değil, cemaatlere ve onların temsiline
dayanan, cemaatleri birer politik birime dönüştüren bir sistemde, böylesine
politik birimleri ya büyükçe bir tanesinin baskısı ve demir yumruğu bir arada
tutabilir (Türkiye, Suriye rejimleri örneğin) ya da büyük devletlerin belli bir
uzlaşması.
Ama bu da, hem o egemen devletin bunların arasındaki çelişki
ve dengelere dayanması dolayısıyla bu bölünmüşlüğü pekiştirmesi hem de o devletler arasında çatışmaların onların
oradaki vekilleri aracılığıyla sürmesinden baka bir anlama gelmez.
Ne Rojava, ne Türk aydınları, “demokratları”, solcu ve
sosyalistleri hiç bir zaman bu programı tartışma ve sorgulamaya girişmediler.
Lübnan tam bu durumdaydı, bu nedenle en basit belediye hizmetlerinden
bile yoksun, korkunç gelir farklılıklarının olduğu bir batakhaneye dönmüştü.
İşte en güzel çiçeklerin bataklıklarda yetişmesi gibi, bu
politik birimler haline gelmiş cemaatlerin halkları kendi yöneticilerine karşı
bir araya gelerek ayaklandılar ve ortaklaşa olarak o ayaklananlar içinde hiç
bir birime veya cemaate gönderme olmayan, tamamen tarafsız, vemaatlerin politik
birimler olarak tanımlanmasına ve o cemaatlerin yöneticilerine isyan anlamı
taşıyan, modern eşit yurttayşların birliği özlemini yansıtan Beethoven’in 9.
Senfonisinin Neşeye Övgü’sünü kendi sembolleri yaptılar. Beethoven ne Arap’tı,
ne Maruni idi, ne Şii idi, ne Sünni idi, ne Ermeni idi, ne Dürzi idi. Dokuzuncu
senfonisiyle, Napolyon’un darbesinden sonra geçen karşı devrimci yılların
birikiminden ve sessizliğinden sonra Aydınlanma’nın eşitlik ideallerinin çok
daha olgun bir ifadesi ve savunusuydu.
Neşeye Övgü, Rojava’nın sıırlarına ulaştığı noktada, Lübnan’daki
gösterilerde o sınırların ötesini işaret ediyordu.
Yazılarımızı okuyanlar bilirler, biz de benzerini örneğin
Gezi’de Gezi’ye Türk bayrağına karşı Beyaz bayrağı önererek yapmaya
çalışıyorduk. Gezi beyaz bayrağı açıp ulusun Türklükle ve Sünni İslamla tanımlanmasına
karşı, yani ulusun her hangi bir dille, dinle vs. tanımlanmasına karşı bir
mücadele başlatabilseydi, şimdi Rojava’daki silahlı YPG’liler Gezi’nin
programını tüm Orta Doğu’ya yayan bir devrimin öncüleri olarak Lübnan’a yardıma
gidiyor olabilirlerdi.
Bu fırsatlar Türkiyeli sosyalistlerin çapsızlığı ve
perspektifsizliği nedeniyle yitirilmiş bulunuyor.
Neşeye Övgü’nün henüz güçsüz sesi geniş kesimleri kapsamadığından
bunun çok acı sonuçları olacaktır.
Kürt özgürlük hareketinin gerek Türkiye’de gerek Rojava’da
birbiri peşi sıra yaptığı hatalar aynı zamanda PKK ve Öcalan’ın da etkisinin
azalması, Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun çok daha kanlı iç savaşlar içine girmesi
anlamına gelecektir. Türkler bilmiyor ama bugüne kadar kan gövdeyi götürmediyse
bunu PKK ve Öcalan’a borçluydular.
Twitter’deki paylaşımlar, konuşulan dil ve kavramlara bakın,
aslında PKK’lılar bile PKK’yı, Apocular bile Apo’yu savunmaktan vaz geçmiş
durumdalar. Savunuyor görünenler kavramların ve görüşlerin içini boşaltarak bunu
yapıyorlar.
Bu nedenle başlığa “Akıntıya Karşı” sözlerini koyduk.
Bu gidişe karşı bir uyarı, demokratik alternatifin biricik
alternatif olduğunu hatırlatmak için de okunabilir ve okunmalı aşağıdaki
yazılar.
2 Kasım 2019 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Kobane – Stalingrad (22 Eylül 2014)
Bugün Ortadoğu’da olanlar, yirminci yüzyılın ortalarında
Avrupa’da olanların minyatür bir tekrarı gibidir. Bugünü anlamak isteyenler,
gerekli değişiklikleri göz önüne alarak İkinci Dünya Savaşı dönemine
bakabiliriler.
Emperyalist ülkeler, Sovyetler’e saldırtmak için Nazi
çetelerini besleyip büyütmüşler, Münih’te Hitler’in önüne Çekoslovakya kemiğini
atarak onu iyice cesaretlendirip, azdırmışlardı. Ancak besleyip büyüttükleri
köpek kontrolden çıkınca, sözde de olsa Sovyetler’in yanında saf tutmak zorunda
kalmışlardı. Ama o zaman bile, Sicilya veya Kuzey Afrika’da Nazilerle savaşır
gibi yaparak güçlerini saklıyor; Hitler’in muazzam güçleri Sovyetlere karşı
kullanmasını olanaklı kılıyorlardı. Normandiya Çıkartması da şimdi propaganda
edilmesinin aksine, Hitler’den ziyade, Sovyet ordularının ilerleyişini kesmek
ve Stalingrad Zaferi’nden sonra tüm Avrupa’da yükselen devrimci kabarışı
bastırmak içindi.
Şimdi de besleyip büyüttükleri İŞİD çeteleri kendileri için
de bir risk olmaya başlayınca, davranışları farklı değildir ve olmayacaktır.
Hiç hayallere kapılmaya gerek yoktur. Barzani iyice itibardan düşmemek için
kuru kuruya sözler edecek; Türk devleti İŞİD’in dolaylı desteklenmesi anlamına
gelecek şekilde “Tampon Bölge” diye bastıracak; Amerikan, Fransız veya diğer
ülkelerin uçakları nedense Kobane semalarında görünüp bir İŞİD mevzisini bile
bombalamayacaktır.
Ama hiç korkmayalım. Kobane düşmedi ve düşmeyecektir. Bunun
için büyük istihbarata, derin bilgilere gerek yok. Kobane’den ve diğer
kantonlardan gelen resimlere bakmak yeter. Orada genç kadınların ellerinde
silahlarla güvenli duruşlarına ve gözlerine bakın; halkın örgütlenip
silahlandırılışına bakın. Binlerce istihbarat görevlisinin veya medyanın
muhabirlerinin verceği raporlardan çok daha doğru ve sağlam bilgiler verirler.
Gözler yalan söylemez; vücut dili yalan söylemez. Kobane, hiçbir destek olmasa
bile düşmez ve düşürülemez.
Tarihin en kanlı ve zorlu savaşları şehir savaşlarıdır.
Binlerce yıl önce yaşamış, o zamanki şehirlerin bugünküler yanında köy gibi
kaldığı ve insanların yüzde doksan beşinin köylerde yaşadığı çağda bile, Çinli
savaş teorisyeni Sun Tsu, şehir savaşlarından kaçınmayı salık verir.
Hitler orduları Moskova, Leningrad ve Stalingrad önlerinde
çakıldı ve o şehirlere giremediler. Savaşın kaderi de Stalingrad’da değişmişti.
Tersinden bir örnek: Nazilerin neredeyse tüm savaş makinesi
tahrip olmasına rağmen, Nazi vahşetinin son günlerinde, Berlin’i ele
geçirebilmek 300.000 kızılordu askerinin kaybına mal olmuştu.
Bir başka örnek: Fransız ordularını yenmiş Alman orduları
Paris’e girmeye cesaret edememiş, Burjuvazi ordusu yenilince ve kendisi de
Paris’ten kaçınca, işçilerin egemen olduğu Paris Komünü mümkün olabilmişti.
Halk örgütlü ise ve savaşma kararlılığı varsa o şehri ele
geçirmek neredeyse olanaksızdır. Ayrıca kadınların ve çocukların şehirden
uzaklaşması ise kalan savaşçıların savaş gücünü arttırır. Bu nedenle göç eden
kadın ve çocuk kafileleri çok acılıdır ama moral bozmak için bir neden
değildir.
Kobane’nin nüfusu önceleri 100.000 idi. Kürt Özgünlük
Hareketi’nin ele geçirişinden sonra göçlerle 400.000 olduğuna dair haberler
okumuştuk. Halk örgütlü ve savaşmaya hazırsa, İŞİD Kobane’yi ele geçiremez.
Eğer öyle değilse zaten en modern silahlar bile işe yaramaz. Koca göbekli Irak
ordusu askerlerinin ve koca göbekli peşmergelerin koca şehirleri ve silahları
bir tek mermi atmadan utanç verici bir şekilde terk etmelerinde bunun
örneklerini görüldü.
Kobane’nin savunması ve Özgürlük Hareketi’nin bir başarısı,
tıpkı Hitler’in Stalingrad yenilgisinden sonra bir daha belini doğrultamaması
ve Stalingrad zaferinin Avrupa’nın halklarında direniş ve devrimci bir kabarışı
hızlandırması gibi bir etkide bulunabilir.
Bundan sonra PKK’yı ve Kürt Özgürlük Hareketini kimse küçük
göremeyecek, Churcil ve Rooswelt’lerin Tarhan, Yalta, Postdam’da Sovyetlerin
ayağına gitmeleri gibi; Kandil ya da İmralı politikacıların birer haç yerine dönüşecektir.
Ama asıl önemlisi, Özgürlük Hareketi’nin bu başarıları ve
imgeleriyle verdiği mesajler (örneğin ellerinde silahlar bulunan, emrindeki
erkeklere komuta eden, kendine güvenli genç kadınlar) Ortadoğu’da ezilenlerin
demokratik amaçlar için yeniden ayaga kalkmaları için bir cesaret kaynağı
olabilir ve hiç akla bile gelmeyen muazzam bir devrimci kabarış başlayabilir.
Tıpkı Stalingrad zaferinden sonra, neredeyse bütün Güney
Avrupa’nın (Fransa, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, hepsinde halk egemenliği kurulmuştu
aslında devrimci bir yükseliş yaşaması gibi, Gezi’de ayaklanan modern batılı
şehirli gençlerin; Alevilerin ve tüm ezilenlerin hızlı bir politizasyonu,
radikalleşmesi ve mobilizasyonu başlayabilir.
Olaylar hızlandığında geride kalmamak için şimdiden “Almanca
Konuşma”den (yani devrimci savunma taktiğinden) “Fransızca Konuşma”ya (devrimci
saldırı taktiğine) geçmeye başlamalı.
Askeri bakımdan Kobane’de veya diğer yerlerde savunmada
olmak başkadır; ideolojik ve politik olarak saldırıda olmak ve içerik ve
programca radikalleşmek başkadır.
*
Bir yıldan fazla zaman önce yazdığımız, Gezi’nin aniden
harlayan ateşinin küllendiği, henüz İŞİD’in adını kimsenin bilmediği günlerde
yazdığımız “Rojava
Devrimi ve Gezi Direnişinin Kaderi” başlıklı yazıda Şunları yazıyorduk:
“Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide
kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da
PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve
Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde
belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu
belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad
anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden
Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut
olarak ortaya çıkacaktır.
Elbette fikirler ordulardan, tanklardan veya dağları ve
bayırları yayan aşan gerillalardan veya piyadelerden daha yavaş yayılırlar. Bu
nedenle aşağıda söyleyeceklerimizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur pratik
olarak; hele böyle bir ölüm kalım savaşında.”
Bugünlerde Kobane için de yine Stalingrad veya “İkinci
Stalingrad” analojisinin yapıldığı görülüyor. Aklın yolu birdir.
Ama İkinci Dünya Savaşı bize karşı karşıya oduğumuz
güçlükleri de gösteriyor. Bir muharebeyi kazanmak bir savaşı kazanmak değildir.
Savaşı dünya çapında ve asırları kapsayan bir savaş olarak görürsek, koca
İkinci Dünya Savaşı bile bu büyük savaşın bir muharebesiydi. Sovyetler bu
muharebeyi kazandı; Vietnam muharebeyi kazandı. Ama ikisi de savaşı ytirdi ve
artık yoklar.
Evet, Kobane’de muharebesinde İŞİD kazanamayacak, hatta
yenilgiye uğrayacak. Belki Özgürlükhareketi Ortadoğu’da zafer de kazanacak ama
bu savaşın kazanılacağı anlamına gelmiyor. Şimdiden Özgürlük Harkeketi’nin
belediyesini ele geçirdiği şehirlerde nasıl ele geçirildiğini ve aslında fiilen
yenildiğinin birçok örneklerini görüyoruz, duyuyoruz.
Savaş ancak, Kapitalizmin modeli ve ideali olan Amerika’dan
ve onun atası Avrupa’dan, daha modern, daha radikal ve daha özgürlükçü ve
eşitlikçi bir demokrasi programıyla kazanılabilir.
Stalin kısa vadeli başarılar peşinde, Enternasyonali
kaldırıp Büyük Rusları öven bir marşı kabul edip, bir milliyetçiliğe geri
dönüşle zaferi kazanacağını düşünüyordu. Öyle de yaptı ve başarılı gibi
göründü. Ama bu tam da sonraki yenilgisinin temelini oluşturdu.
Şimd Kürt hareketi de hep Kürtlerin birliğinden söz ediyor.
Kısa vadede bu başarı getirebilir ama Kürtlerin birliği için Kürtleri savunmak
için Kürt olmayanlar savaşmaz. En fazlasından dışardan destek verir. Kürtleri,
Kürtlüğü değil, Kürtlüğün veya Türklüğün, hperhangi bir dil veya dinin, hiçbir
anlamınımn veya değerinin olmadığı bir demokrasiyi savunmak için çağırmak
gerekiyor. Ancak böyle bir çağrı Kürt olmayanlarda cuşkunun zirvelerini ve
sabrın derinliklerini harekete geçilrebilir. VE ancak böyle bir çağrıyla
Özgürlük Hareketi ortadoğu çapnda bir devrimci patlamanın funyesi işlevini
görebilir.
Şimdi devrimci bir kabarışın arifezinde savunmacı olan
Kürtlük değil, devrimci ve radikal olan demokrasi bayrağını yükseltmenin
zamanıdır.
Bu dönüşüm sağlanamazsa, özgürlük hareketinin bayarılarından
ilham alan bir devrimci kabarış başlarsa, Gezi ayaklanmasında bütün Türkiyeli
ve Kürt hareketin ters köşede kalması gibi, Özgünlük hareketi de devrimci
kabarışın peşine takılır veya ona fiili bir engel durumuna düşebilir.
Bu nedenle yukadıra sözünü ttiğimiz yazıyı tekrar
aktarıyoruz:
22 Eylül 2014 Pazartesi
Rojava Devrimi ve Gezi Direnişi’nin Kaderi (5 Ağustos 2013)
Rojova’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide
kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da
PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve
Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde
belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad
anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden
Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut
olarak ortaya çıkacaktır.
Elbette fikirler ordulardan, tanklardan veya dağları ve
bayırları yayan aşan gerillalardan veya piyadelerden daha yavaş yayılırlar. Bu
nedenle aşağıda söyleyeceklerimizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur pratik
olarak; hele böyle bir ölüm kalım savaşında.
Ne var ki, savaşların nihai sonucunu silah ve tank sayıları,
yığılan asker sayıları değil; politikalar, politik mesajlar belirler. Savaş
askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Savaş politikanın başka
araçlarla devamıdır. Suyun başını politika keser.
Bunu bizzat son Suriye örneğinde de görebiliriz. Suriye’de
başlayan demokratik devrim, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın radikal
İslamcıları desteklemesi olmasaydı; demokratik talepler alanında
radikalleşebilme olanağı bulsaydı (ki kendi başına kalsa bu şansı da vardı;
mücadele içinde öğrenir ve radikalleşirdi) şimdi çoktan Suriye’de demokratik
bir devrim gerçekleşmiş olurdu. Suriye’ye gönderilen silahlar ve İslamcı
militanlar, devrimin cellâtları oldular.
Ama Suriye’ye giden savaşçılar, bir zamanlar Cumhuriyet’çi
İspanya’ya gitmiş Enternasyonal Tugaylar gibi, demokratik bir devrimi savunmak
için oraya gitmiş olsaydılar. Devrim çok daha kısa ve sancısız yoldan bu
destekle başarıya da ulaşabilirdi.
Bu nedenle Suriye’de çekilen onca acının ve ölenlerin esas
büyük suçlusu Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerdir. Onların
politikaları ve destekledikleri güçler devrimi doğamadan, ayakları üzerinde
durma fırsatı bile bulamadan öldürmüştür.
Suriye hızla Lübnanlaşmaya doğru gitmektedir. Bu Lübnanlaşma
hızla tüm Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi kaplama eğilimi göstermektedir.
Lübnanlaşma: her dilin, her dinin, her aşiretin politik bir
birim olduğu; gerici ulusçuluğun mantık sonuçlarına ve dolayısıyla saçmalığa
varmış halidir.
Bir demokraside ise, diller, dinler, soylar, aşiretler
kişilerin özel sorunları olarak kalırlar, politik bir anlamları ve ağırlıkları
olmaz. Bir politik birim olarak tanımlanmazlar. Demokrasi bunların politik
olamayacağı varsayımı üzerinde şekillenir.
Ortadoğu’da bu gidişe dur diyebilecek iki küçük tohum var.
Biri Gezi Direnişi, diğeri Rojava devrimi.
Onlar kendilerine bu misyonu yüklemeseler, ufuklarında henüz
Demokratik Ortadoğu gibi bir vizyon olmasa da, olayların mantığı aktörlerin
ufkuna bağlı değildir.
Rojava Devrimi de Gezi Direnişi de yayılmak, genişlemek ve
genişlemek için de radikalleşmek zorundadır.
Gezi Direnişi Türk bayraklarından ve Atatürk resimlerinden
kurtulmak; ama bunları kişilerin özel tercihleri ve fikirleri olarak, diğer
fikirlerle eşit düzeyde, tıpkı bir takımın sembolü gibi fikir özgürlüğü
bağlamında bir hak olarak savunmak zorundadır.
Yani Gezi Direnişi, böyle başlamasına rağmen, bir Türk,
Alevi veya “seküler yaşamı savunma” hareketi olmaktan çıkıp; Alevi veya Sünni;
Seküler ya da Müslüman; Türk veya Kürtlerin değil, tüm demokratların hareketi
olmak zorundadır. Ancak bunu başardığında gerçekten bir devrim başarabilir.
Bu nedenle biz, bunun sembolik ifadesi olarak, Türk bayrağı
yerine Beyaz bir bayrağı Gezi Hareketine bir bayrak olarak önerdik. Yani
Türkiye Cumhuriyetini, Türklükle ve Müslümanlıkla tanımlanmış bu cumhuriyeti
nasıl Türk bayrağı sembolize ediyorsa; Gezi Hareketi’nde tohumu bulunan
Demokratik Cumhuriyeti de, hiçbir dile, dine göndermesi olmayan beyaz bayrak
sembolize edebilirdi.
Aynı şekilde Rojava’da başlayan devrim de ya daha radikal ve
demokratik bir yönde evrilmek, bir Ortadoğu devrimi için bir üsse dönüşmek
zorundadır, ya da kendini Kürtlükle tanımlamakta ısrar edip, Ortadoğu’da
Lübnanlaşmanın işaret fişeği olmak zorundadır.
Elbet Rojava’da bir devrimci başlangıç yapıldı. Elbet
Rojova’da diğer dinler ve uluslardan olanların temsili de gözetiliyor
vs.. Kürt Cephesi’nde bütün dil ve dinlerden savaşçılar var. Ama bizzat
isim ve bayraklar Kürt olduğu sürece, bu diğerlerinin birlikteliği bir öz
savunma ittifakı olmaktan öte bir anlam taşımaz.
Ancak kendini Kürtlükle veya Araplıkla veya Türklükle veya
Sünnilikle veya Alevilikle veya Müslümanlıkla tanımlamamış, böyle tanımlamaya
karşı tanımlamış bir ülkede, orduda ve bayrak altında herkes tüm gücüyle savaşa
katılabilir ve eşit haklı yurttaşlar olabilir.
Yani Rojava şimdi tıpkı Gezi Direnişi’nin bulunduğu
yerdedir. Gezi Direnişinde de Kürtler vardı. Ama orada Türk bayrakları, oldukça
onlar; Atatürk resimleri oldukça Sünni Müslümanlar kendilerini hiçbir zaman tam
anlamıyla orada hissetmediler ve hissetmeyeceklerdir.
Aynı durum Rojava devrimi için de geçerlidir. Kürt bayrağı
ve Kürtlük belirleyici oldukça, Hıristiyanlar, Süryaniler, Araplar, Türkler,
Nusayriler kendilerini onda bulamayacaklar, paternalist bir korumacılık
altında, kendilerini eşit yurttaşlar değil, her an haklarından mahrum
edilebilecek cemaatler olarak göreceklerdir.
Ama bütün bunlar Devrime akacak enerjileri, insanları,
yetenekleri azaltacaktır.
O halde, tıpkı Gezi gibi, Rojava Devrimi de, bir Kürt
hareketi olmaktan çıkıp bir Demokratik harekete; bir Kürt Ulusal Hareketi
olmaktan çıkıp bir Ortadoğu Demokrasi Hareketine dönüşmek zorundadır. Ancak bu
takdirde yeni güçler kazanabilir; genişleyebilir.
Gezi de Rojava da genişlemek zorundadır; başlangıçta
kendisini harekete geçiren güçleri aşmak; onların sınırlarından taşmak
zorundadır. Bunun için de radikalleşmek; radikal bir demokrasi savunusuna
dönüşmek zorundadır. Bu devrimler tıpkı bisiklete binmiş bir insan gibidirler,
ayakta durmaları ileri gitmelerine bağlıdır; durduklarında düşerler.
Bunu yapabilecekler mi?
Bu henüz çok zayıf bir ihtimal olarak görünüyor. Ama tarih
onları buna doğru itiyor. Hem de çok dolaylı ve karşı görünen yollardan.
Çelişik güçlerin bileşkesi; dolaylı sonuçlar vs. hep buna zorluyor.
*
Rojava devrimini savunmaya demokratlar değil, Kürtler
çağrılıyor.
Ona geleceklerin hepsi Kürt bile olsa, demokratlar
çağırılmalıdır.
Gezi’dekilerin hepsi Türk bile olsa, Türk bayrağı değil,
beyaz bayrak taşınmalıdır.
Rojava’da savaşanların hepsi Kürt bile olsa, Kürt bayrağı ve
renkleri değil, Kürtlüğe veya başka bir dile, dine gönderme içermeyen,
demokrasi vurgusu taşıyan bayrak seçilmeli ve yükseltilmelidir.
Ancak böyle bir bayrak o devrimin yayılmasını ve
güçlenmesini getirebilir.
Kürtlerin üzerlerindeki baskıdan kurtulmasının, iki yolu
vardır.
Birincisi gerici ve tarihin çıkmaz olduğunu gösterdiği
yoldur. Kürtlerin de bir devleti olması. Bunu Öcalan hariç neredeyse bütün
diğer Kürtler ve Türk sosyalistleri savunuyor. Namı diğer “ulusların kendi
kaderini tayin hakkı”. Yani aslında ulusu bir dille, dinle tanımlama hakkı.
Diğeri bizim ve Öcalan’ın savunduğu, Fransız ve Amerikan
devrimlerinde o zamanın ufku içinde kısmen uygulanmış, Demokratik Cumhuriyet.
Demokratik Cumhuriyet ise, ulusu bir dille, dinle tanımlama hakkına karşı var
olabilir. Dil ve din insanların kişisel sorunları olur. Dolayısıyla bunlar
politik alanın dışında olduğundan, dil ve dinde ezen ve ezilen ilişkisi olmaz.
Bu yolla, Kürtler demokratlara dönüşerek, hem kendilerini hem de kendi
ezenlerini kurtarmış olurlar.
Bu proje henüz çok güçsüz. Onu desteklediğini söyleyenler
bile onu kavramıyor ve savunmuyor. Savunduğunu söyleyenler henüz demokrasinin
dilini bile bilmiyorlar. Demokrasi ulusçuluğun diliyle savunulamaz.
İşte bir örnek: Delil Karakoçan, Apo'nun görüşlerini
savunuyor diye bilinir. Gezi vesilesiyle var olan BDP politikasını eleştiren
cesur bir yazı bile yazmıştı. 4 Ağustos tarihli yazısını şöyle bitiriyor:
“30 Yıllık Kürt direngenliği, Kürt ruhu, Kürt
devrimciliği Kuzeyden-Küçük Güney’e, Rojava’ya kaymıştır. Bu ruhun giderek Kürdistani
genişlik/nitelik kazanacağı açıktır.
Rojava, devrimi çoktan ilan etmiştir.
Geri dönüşü, yıkılışı imkansız bir devrimdir bu...
Küçük Güney’in yoksul sokaklarına düşen her can, her
bebe, kadın ve çocuk, her çığlık, her ses; her defasında saflara geri dönen her
meçhul, her isimsiz kahraman bu devremi hem ilan etmiş hem de görmüş,
yaşamıştır.
Geriye kalan sadece dayanışmak ve özgür günler için
yaraları sarmaktır...
Kürtler özgür olacaktır.
Suriye de özgürlüğü görecektir.
Ancak çeteler özgür bir Suriye’de yer bulamayacaktır.”
Ama bu satırlarda da bir demokrat kendini bulamayacaktır.
Kimler mi bu satırlarda kendilerini bulamasalar bile bu
satırları doğru bulabilirler?
Türk sosyalistleri.
Çünkü onlar kendilerini sosyalist olarak gören
milliyetçilerdir. Tam da milliyetçi oldukları için hiçbir zaman Türk olarak
yazmazlar ve sosyalist olarak yazarlar.
*
Rojava Devrimi, henüz bir Suriye ve Ortadoğu Devrimi için
bir tohum olmayı değil; birleşik bir Kürdistan için bir parça olmayı
hedeflemektedir. Bu nedenle dili henüz demokratik bir değil, milliyetçi bir
dildir. Hedef böyle olunca çağrı yapılan güçler de değişmektedir elbette.
Ortadoğu devrimi olmak istiyorsanız, Arapların da, Türklerin
de kendini bulabileceği bir dile ihtiyacınız vardır. O zaman başka bir dille konuşmanız
gerekir. Araplığın, Kürtlüğün veya Türklüğün anlamının olmadığı bir dil olur
bu, demokrasinin dili olur.
Evet, Kürtlük yolundan da kısa vadede zafer kazanılabilir.
Bunun tarihteki en tipik örneği, ikinci Dünya Savaşı’dır.
Stalin, Hitler’in faşist ordularına karşı, Enternasyonal’i Sovyetlerin marşı
olmaktan çıkarmış, büyük Ruslara övgü düzen sözlerle başlayan bir marşı
kabullenmiş; Rus milliyetçiliğini desteklemişti.
Şimdi de PKK’nın bütün Kürtleri Rojava’yı savunmaya çağıran
savunması biraz böyledir.
Ama bu başarılar kısa soluklu olduğu gibi, başarıya ulaştığı
zamanlarda da kimseye bir mutluluk da getirmez.
Ayrıca Tarihte bunun tersi örnekler de vardır.
Ekim devrimi, müdahaleler ve karşı devrimci isyanlar sonucu,
bir süre sonra, bir zamanlar Moskova prensliğinin sınırları kadar dar bir alana
sıkışmıştı; ama tam da radikal demokratik talepleri ve mesajları sayesinde
Beyaz orduların safindeki köylüleri kazanmış; Rus çarlığının sınırlarını da
aşıp, tüm dünyanın ezilenlerinin sempatisini kazanmış ve bu sayede ayakta
kalabilmişti.
Elbette Kürtlerin askeri gücü iyi, bunları bir noktaya
yığarak, hele ki PKK çağrısını yaptıktan sonra, Orta doğu ve Dünya’nın en
tecrübeli ve başarılı gerilla hareketi Rojava Devrimi’nin yardımına koşunca,
Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve benzerlerinin desteklediği El Kaide
muhtemelen en ciddi yenilgilerinden birini yaşayacaktır.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Büyük bir olasılıkla bu savaşı PKK ve YPG kazanacaktır. Bu
muhtemelen Kürt hareketinin Stalingrad’ı olacaktır.
Gerek Öcalan gerek PKK ve gerekse de YPG Ortadoğu’da
herkesin dikkate almak zorunda olduğu bir güç, hatta umut olarak ortaya
çıkacaktır.
Böyle bir zafer, şimdiye kadar Türk Milliyetçisi ve Kürt
Düşmanı kalmış kesimlerin, birdenbire Öcalan’ı ve Kürtleri AKP karşısında bir
kurtarıcı olarak görmelerinin yolunu açabilir.
Bu da Gezi hareketinin Türkçü vurgudan kurtulmasını
etkileyebilir ve politik olarak da demokratik hedeflere ve bayraklara sahip
çıkmasını hızlandırabilir.
Demokratik hedefleri olan bir Gezi Hareketi ise sadece
Türkiye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu değiştirecek bir potansiyele ve toplumsal
altyapıya sahiptir.
Çünkü gezinin esasını oluşturup ona ruhunu verenler,
Türkiye’de, demokratik eğilimleri ve kültürel birikimleriyle kremanın
kremasıdırlar.
Kremanın kreması devrimci olursa her şey korkunç kolaylaşır.
Bu Amerika’da devrim olması gibi bir şeydir.
05 Ağustos 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder