2 Kasım 2019 Cumartesi

Dünya Kobani Günü Vesilesiyle Akıntıya Karşı Öneriler ve Öngörüler



Dün 1 Kasım, Dünya Kobani Günü idi.
Bu vesileyle Kobani savaşı sırasında yazdığımız yazıları derleyerek bugüne bir katkıda bulunalım diye düşündük.
Aslında Kobani üzerine, Kobani Rojava’da Nusra ve IŞİD’e karşı savaş ve zaferin bir sembolü olarak alınırsa, henüz Kobani adının pek bilinmediği zamanlarda, Kobani savaşından bir yıl önce, El Nusra’nın başlattığı ilk saldırı ve PKK’nin bu saldırılara karşı seferberlik ilan ettiği dönemlerde yazmaya başladık denebilir.
Aşağıda göreleceği gibi İkinci Düny Savaşı’nda savaşın dönüm noktası olan Stalingrad ile paralellikler kurarak, burada kazanılacak zaferlerin ikinci dünya savaşındakine benzer sonuçlara yol açabileceğini yazıyor ve şöyle diyorduk:
Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut olarak ortaya çıkacaktır.
Gezi hareketinin herkesin dikkatinin merkezinde olduğu, HDK’nın Gezi’nin enerjisini İstanbul seçimlerinde Sırrı Süreyya’ya oya tahvil etmeye çalışmakla uğraştığı o günlerde yazılmış bu satırlar daha sonra gerçekleşmiş ön görüler oldu. Hatta öyle ki, yaşanacakların önemini vurgulamak için kullandığımız Stalingrad benzetmesi, Kobani kuşatmasında neredeyse herkes tarafından benimsendi ve kullanıldı.
Aşağı yukarı bir yıl sonra IŞİD’in Kobaniyi kuşatmaya başladığı ve durumun nredeyse umutsuz göründüğü sıralarda Kobani Savaşı’na ilişkin olarak neredeyse her gün yazmaya ve savaşa kendi bulunduğumuz yerden katkıda bulunmaya çalıştık.
Artık zaferin kesinleştiği dönemde, Dünya Kobane Günü ilan edilen 2 Kasım 2014’te doğrudan konu üzerine  yazdığımız son yazının başlığı: “Ciguli, Romanlar, TKP, Kobane, Kürtler ve Marksizm'in Krizi” idi. Yaşananlara ve yaşanacaklara herkesin bir tür zafer sarhoşluğu içinde bulunduğu bir sırada, çok daha geniş bir perspektiften bakarak gidişi tarihsel süreç içinde değerlendirmeye çalışıyor ve sonucun hala ortada olduğunu yazıyorduk.
Örneğin yazının sonunda da şu satırlar okunuyordu:
Sanılıyor ki, Kürtlerin birliğini sağlamanın tek yolu, Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birleşmektir.
Birincisi Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin vs. birliğini sağlama amacının kendisi gerici ve yanlış bir amaçtır. Çünkü böyle tanımlanmış siyasi birlikler aslında bunlar içindeki sınıf mücadelesinin dolayısıyla demokratik eğilimleri bastırmanın aracıdır. Bu birimlerde her zaman burjuvazi egemen olur. Bu tür siyasi birliklerin ezilenlerce kullanılması ihtimali yoktur. Daha kötüsü, ırkçılıkla sonuçlanma eğilimi taşırlar. Tarih Alman ve Türk örneklerinde bunu birçok kez göstermiştir.
Kaldı ki Kürtlerin Birliği bir amaç olsa bile bunun tek yolu Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birlik değildir.
Demokratik bir cumhuriyette sadece Kürtler değil, tüm dillerden ve dinlerden insanların birliği sağlanabilir. Kendini bir dille, dinle, tarihle tanımlamamış bir cumhuriyette isteyen istediği birliği kurabilir. Kürtler de, Türkler de, Araplar da, Aleviler de, Sünniler de, Fenerbahçeliler de Beşiktaşlılar da; turşuyu sirkeyle yapanlar da limon tuzuyla yapanlar da.
Çünkü demokratik bir cumhuriyette bu birliklerin hiçbir politik anlamı olmaz.
O halde Kürtlerin Birliği’nden söz edenlerin sorunu Kürtlerin Birliği değildir.
Kürtlerin birliği ile kastedilen, ulusun Kürtlükle tanımlanmasıdır ve böyle Kürtlükle tanımlanmış ulusun Bütün Kürtleri bir tek devletin sınırları içinde toplamasıdır.
Barzani’nin temsil ettiği program budur. Dayandığı ulusçuluk anlayışı Türkiye veya diğer bütün bölge devletlerinin dayandığı anlayıştan farklı değildir. Onların karşısında yeni bir düzeni temsil etmez.
Öcalan’ın temsil ettiği program veya Rojava’da kurulmaya çalışılan ise ikincisidir.
PKK veya Rojava her iki eğilimi de içinde taşıyor tıpkı 19. Yüzyıl işçi ve sosyalist hareketi gibi.
Dünya Kobane Gününde sokaklara dökülenler arasında bu iki farklı program da bir aradaydı. PKK gerek Türkiye’de şimdiye kadar HDP vs. aracılığıyla başardığı gibi, gerek Dünya Kobane Günü’ne dünyadaki farklı gerekçeye dayanan iki farklı programı aynı yürüyüşte buluşturmayı başardı. Ancak bunların arasında derin bir çelişki bulunmaya devam ediyor.
Şimdi eğer fiili güçlerin baskısı altında Barzani’nin sembolize ettiği eğilim üstün gelirse, PKK da biter. Aslı varken sonra öyle olmuş kopyasına kimse itibar etmez.
Ama Kürt hareketinin diğer eğilimi, büyük ölçüde Öcalan ve PKK’nın temsil ettiği eğilim üstün gelirse, sadece Kürdistan ve Türkiye’de değil, bütün dünyada Demokratik hareket, belki bu sefer sosyalizm boyasına da bulanmadan; kendi öz biçimleri içinde tekrar bir Rönesans yaşayabilir ve yeryüzü ölçüsündeki karşı devrimci dalganın geriletilmesi başlayabilir.”
Bugün, Rojava deneyinin paternalist bir hoşgörüden eşit bireylerin dil, din körü yurttaşlığına geçmeyi başaramaması ve büyük ölçüde başarısız kalması ve Kürtlükle tanımlanmış olması nedeniyle, tüm dillerden ve dinlerden insanları kendine çekecek devrimci bir kabarış yaratamadığı için, Türk devletinin saldırısı altında ister istemez daha çok Kürtlüğe sarılmakta ve tüm halklardan demokratları kazanma olasılığı azaldıkça, bu sefer daha fazla devletler arası çelişkilere oynayarak kendine hareket alanı açmaya mecbur kalmaktadır.
Bu da Rojava’da şimdiye kadar var olana sempati duyanların bile uzaklaşmasına yol açacak bir sürece girilmesi anlamına gelecektir.
Bu da tekrar dönerek yukarıda sıralanan birinci olasılığı arttıracaktır.
Şu an Demokratik bir eğilimin güçlenmesi olasılığı giderek ortadan kalkıyor.
Öte yandan, PKK ve Öcalan’ın temsil ettiği Kürt hareketi de kendi demokratik ve devrimci potansiyellerinin ve eğilimlerinin sınırlarına gelmiş dayanmış görünüyor.
Elbette daha ileri gitmeye yönelik yapısal bir eğilimi vardır ama bu eğilimin güçlenmesi için örneğin İkinci bir Gezi veya (Arap ise Bahar olamayacağından, “Arap Baharı” olamaz) Ortadoğu Demokrasi Baharı hareketi gerekiyor. Şehirlerden başlayan, modern tabaka ve sınıflara dayanan radikal ve demokratik bir hareket onun bu eğilimlerini tekrar canlandırabilir ve ileri gitmesinin yolunu açabilir.
Ne yazık ki gerek Orta Doğu’daki, gerek Dünyadaki hareketler henüz devrimci ve demokratik bir programdan yoksunlar. Bunun arayışı içindeler. Programsızlık ve programsızlığın ardındaki teorisizlik bu hareketlerin tüm gücünü tüketiyor.
Ama yine de , kitlelerin el yordamıyla bulduğu küçük ama anlamlı bir sembolden söz edilebilir. Bu örnek Lübnan’da ortaya çıktı. Neşe’ye Övgü’sü ile Beethoven’ın.
Lübnan, Rojava’nın kurmaya çalıştığı toplumun,  dillere ve dinlere göre tanımlanmış cemaatlerin, yani politik birimlerin birliği olarak, modeli ve ideali ve aynı zamanda bunun nasıl bir çıkmaz olduğunun da bir kanıtıydı.
Çünkü eşit bireylere değil, cemaatlere ve onların temsiline dayanan, cemaatleri birer politik birime dönüştüren bir sistemde, böylesine politik birimleri ya büyükçe bir tanesinin baskısı ve demir yumruğu bir arada tutabilir (Türkiye, Suriye rejimleri örneğin) ya da büyük devletlerin belli bir uzlaşması.
Ama bu da, hem o egemen devletin bunların arasındaki çelişki ve dengelere dayanması dolayısıyla bu bölünmüşlüğü pekiştirmesi hem de  o devletler arasında çatışmaların onların oradaki vekilleri aracılığıyla sürmesinden baka bir anlama gelmez.
Ne Rojava, ne Türk aydınları, “demokratları”, solcu ve sosyalistleri hiç bir zaman bu programı tartışma ve sorgulamaya girişmediler.
Lübnan tam bu durumdaydı, bu nedenle en basit belediye hizmetlerinden bile yoksun, korkunç gelir farklılıklarının olduğu bir batakhaneye dönmüştü.
İşte en güzel çiçeklerin bataklıklarda yetişmesi gibi, bu politik birimler haline gelmiş cemaatlerin halkları kendi yöneticilerine karşı bir araya gelerek ayaklandılar ve ortaklaşa olarak o ayaklananlar içinde hiç bir birime veya cemaate gönderme olmayan, tamamen tarafsız, vemaatlerin politik birimler olarak tanımlanmasına ve o cemaatlerin yöneticilerine isyan anlamı taşıyan, modern eşit yurttayşların birliği özlemini yansıtan Beethoven’in 9. Senfonisinin Neşeye Övgü’sünü kendi sembolleri yaptılar. Beethoven ne Arap’tı, ne Maruni idi, ne Şii idi, ne Sünni idi, ne Ermeni idi, ne Dürzi idi. Dokuzuncu senfonisiyle, Napolyon’un darbesinden sonra geçen karşı devrimci yılların birikiminden ve sessizliğinden sonra Aydınlanma’nın eşitlik ideallerinin çok daha olgun bir ifadesi ve savunusuydu.
Neşeye Övgü, Rojava’nın sıırlarına ulaştığı noktada, Lübnan’daki gösterilerde o sınırların ötesini işaret ediyordu.
Yazılarımızı okuyanlar bilirler, biz de benzerini örneğin Gezi’de Gezi’ye Türk bayrağına karşı Beyaz bayrağı önererek yapmaya çalışıyorduk. Gezi beyaz bayrağı açıp ulusun Türklükle ve Sünni İslamla tanımlanmasına karşı, yani ulusun her hangi bir dille, dinle vs. tanımlanmasına karşı bir mücadele başlatabilseydi, şimdi Rojava’daki silahlı YPG’liler Gezi’nin programını tüm Orta Doğu’ya yayan bir devrimin öncüleri olarak Lübnan’a yardıma gidiyor olabilirlerdi.
Bu fırsatlar Türkiyeli sosyalistlerin çapsızlığı ve perspektifsizliği nedeniyle yitirilmiş bulunuyor.
Neşeye Övgü’nün henüz güçsüz sesi geniş kesimleri kapsamadığından bunun çok acı sonuçları olacaktır.
Kürt özgürlük hareketinin gerek Türkiye’de gerek Rojava’da birbiri peşi sıra yaptığı hatalar aynı zamanda PKK ve Öcalan’ın da etkisinin azalması, Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun çok daha kanlı iç savaşlar içine girmesi anlamına gelecektir. Türkler bilmiyor ama bugüne kadar kan gövdeyi götürmediyse bunu PKK ve Öcalan’a borçluydular.
Twitter’deki paylaşımlar, konuşulan dil ve kavramlara bakın, aslında PKK’lılar bile PKK’yı, Apocular bile Apo’yu savunmaktan vaz geçmiş durumdalar. Savunuyor görünenler kavramların ve görüşlerin içini boşaltarak bunu yapıyorlar.
Bu nedenle başlığa “Akıntıya Karşı” sözlerini koyduk.
Bu gidişe karşı bir uyarı, demokratik alternatifin biricik alternatif olduğunu hatırlatmak için de okunabilir ve okunmalı aşağıdaki yazılar.
2 Kasım 2019 Cumartesi
Demir Küçükaydın

Kobane – Stalingrad (22 Eylül 2014)

Bugün Ortadoğu’da olanlar, yirminci yüzyılın ortalarında Avrupa’da olanların minyatür bir tekrarı gibidir. Bugünü anlamak isteyenler, gerekli değişiklikleri göz önüne alarak İkinci Dünya Savaşı dönemine bakabiliriler.
Emperyalist ülkeler, Sovyetler’e saldırtmak için Nazi çetelerini besleyip büyütmüşler, Münih’te Hitler’in önüne Çekoslovakya kemiğini atarak onu iyice cesaretlendirip, azdırmışlardı. Ancak besleyip büyüttükleri köpek kontrolden çıkınca, sözde de olsa Sovyetler’in yanında saf tutmak zorunda kalmışlardı. Ama o zaman bile, Sicilya veya Kuzey Afrika’da Nazilerle savaşır gibi yaparak güçlerini saklıyor; Hitler’in muazzam güçleri Sovyetlere karşı kullanmasını olanaklı kılıyorlardı. Normandiya Çıkartması da şimdi propaganda edilmesinin aksine, Hitler’den ziyade, Sovyet ordularının ilerleyişini kesmek ve Stalingrad Zaferi’nden sonra tüm Avrupa’da yükselen devrimci kabarışı bastırmak içindi.
Şimdi de besleyip büyüttükleri İŞİD çeteleri kendileri için de bir risk olmaya başlayınca, davranışları farklı değildir ve olmayacaktır. Hiç hayallere kapılmaya gerek yoktur. Barzani iyice itibardan düşmemek için kuru kuruya sözler edecek; Türk devleti İŞİD’in dolaylı desteklenmesi anlamına gelecek şekilde “Tampon Bölge” diye bastıracak; Amerikan, Fransız veya diğer ülkelerin uçakları nedense Kobane semalarında görünüp bir İŞİD mevzisini bile bombalamayacaktır.

Ama hiç korkmayalım. Kobane düşmedi ve düşmeyecektir. Bunun için büyük istihbarata, derin bilgilere gerek yok. Kobane’den ve diğer kantonlardan gelen resimlere bakmak yeter. Orada genç kadınların ellerinde silahlarla güvenli duruşlarına ve gözlerine bakın; halkın örgütlenip silahlandırılışına bakın. Binlerce istihbarat görevlisinin veya medyanın muhabirlerinin verceği raporlardan çok daha doğru ve sağlam bilgiler verirler. Gözler yalan söylemez; vücut dili yalan söylemez. Kobane, hiçbir destek olmasa bile düşmez ve düşürülemez.
Tarihin en kanlı ve zorlu savaşları şehir savaşlarıdır. Binlerce yıl önce yaşamış, o zamanki şehirlerin bugünküler yanında köy gibi kaldığı ve insanların yüzde doksan beşinin köylerde yaşadığı çağda bile, Çinli savaş teorisyeni Sun Tsu, şehir savaşlarından kaçınmayı salık verir.
Hitler orduları Moskova, Leningrad ve Stalingrad önlerinde çakıldı ve o şehirlere giremediler. Savaşın kaderi de Stalingrad’da değişmişti.
Tersinden bir örnek: Nazilerin neredeyse tüm savaş makinesi tahrip olmasına rağmen, Nazi vahşetinin son günlerinde, Berlin’i ele geçirebilmek 300.000 kızılordu askerinin kaybına mal olmuştu.
Bir başka örnek: Fransız ordularını yenmiş Alman orduları Paris’e girmeye cesaret edememiş, Burjuvazi ordusu yenilince ve kendisi de Paris’ten kaçınca, işçilerin egemen olduğu Paris Komünü mümkün olabilmişti.
Halk örgütlü ise ve savaşma kararlılığı varsa o şehri ele geçirmek neredeyse olanaksızdır. Ayrıca kadınların ve çocukların şehirden uzaklaşması ise kalan savaşçıların savaş gücünü arttırır. Bu nedenle göç eden kadın ve çocuk kafileleri çok acılıdır ama moral bozmak için bir neden değildir.
Kobane’nin nüfusu önceleri 100.000 idi. Kürt Özgünlük Hareketi’nin ele geçirişinden sonra göçlerle 400.000 olduğuna dair haberler okumuştuk. Halk örgütlü ve savaşmaya hazırsa, İŞİD Kobane’yi ele geçiremez. Eğer öyle değilse zaten en modern silahlar bile işe yaramaz. Koca göbekli Irak ordusu askerlerinin ve koca göbekli peşmergelerin koca şehirleri ve silahları bir tek mermi atmadan utanç verici bir şekilde terk etmelerinde bunun örneklerini görüldü.
Kobane’nin savunması ve Özgürlük Hareketi’nin bir başarısı, tıpkı Hitler’in Stalingrad yenilgisinden sonra bir daha belini doğrultamaması ve Stalingrad zaferinin Avrupa’nın halklarında direniş ve devrimci bir kabarışı hızlandırması gibi bir etkide bulunabilir.
Bundan sonra PKK’yı ve Kürt Özgürlük Hareketini kimse küçük göremeyecek, Churcil ve Rooswelt’lerin Tarhan, Yalta, Postdam’da Sovyetlerin ayağına gitmeleri gibi; Kandil ya da İmralı politikacıların birer haç yerine dönüşecektir.
Ama asıl önemlisi, Özgürlük Hareketi’nin bu başarıları ve imgeleriyle verdiği mesajler (örneğin ellerinde silahlar bulunan, emrindeki erkeklere komuta eden, kendine güvenli genç kadınlar) Ortadoğu’da ezilenlerin demokratik amaçlar için yeniden ayaga kalkmaları için bir cesaret kaynağı olabilir ve hiç akla bile gelmeyen muazzam bir devrimci kabarış başlayabilir.
Tıpkı Stalingrad zaferinden sonra, neredeyse bütün Güney Avrupa’nın (Fransa, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, hepsinde halk egemenliği kurulmuştu aslında devrimci bir yükseliş yaşaması gibi, Gezi’de ayaklanan modern batılı şehirli gençlerin; Alevilerin ve tüm ezilenlerin hızlı bir politizasyonu, radikalleşmesi ve mobilizasyonu başlayabilir.
Olaylar hızlandığında geride kalmamak için şimdiden “Almanca Konuşma”den (yani devrimci savunma taktiğinden) “Fransızca Konuşma”ya (devrimci saldırı taktiğine) geçmeye başlamalı.
Askeri bakımdan Kobane’de veya diğer yerlerde savunmada olmak başkadır; ideolojik ve politik olarak saldırıda olmak ve içerik ve programca radikalleşmek başkadır.
*
Bir yıldan fazla zaman önce yazdığımız, Gezi’nin aniden harlayan ateşinin küllendiği, henüz İŞİD’in adını kimsenin bilmediği günlerde yazdığımız “Rojava Devrimi ve Gezi Direnişinin Kaderi” başlıklı yazıda Şunları yazıyorduk:
“Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut olarak ortaya çıkacaktır.
Elbette fikirler ordulardan, tanklardan veya dağları ve bayırları yayan aşan gerillalardan veya piyadelerden daha yavaş yayılırlar. Bu nedenle aşağıda söyleyeceklerimizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur pratik olarak; hele böyle bir ölüm kalım savaşında.”
Bugünlerde Kobane için de yine Stalingrad veya “İkinci Stalingrad” analojisinin yapıldığı görülüyor. Aklın yolu birdir.
Ama İkinci Dünya Savaşı bize karşı karşıya oduğumuz güçlükleri de gösteriyor. Bir muharebeyi kazanmak bir savaşı kazanmak değildir. Savaşı dünya çapında ve asırları kapsayan bir savaş olarak görürsek, koca İkinci Dünya Savaşı bile bu büyük savaşın bir muharebesiydi. Sovyetler bu muharebeyi kazandı; Vietnam muharebeyi kazandı. Ama ikisi de savaşı ytirdi ve artık yoklar.
Evet, Kobane’de muharebesinde İŞİD kazanamayacak, hatta yenilgiye uğrayacak. Belki Özgürlükhareketi Ortadoğu’da zafer de kazanacak ama bu savaşın kazanılacağı anlamına gelmiyor. Şimdiden Özgürlük Harkeketi’nin belediyesini ele geçirdiği şehirlerde nasıl ele geçirildiğini ve aslında fiilen yenildiğinin birçok örneklerini görüyoruz, duyuyoruz.
Savaş ancak, Kapitalizmin modeli ve ideali olan Amerika’dan ve onun atası Avrupa’dan, daha modern, daha radikal ve daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir demokrasi programıyla kazanılabilir.
Stalin kısa vadeli başarılar peşinde, Enternasyonali kaldırıp Büyük Rusları öven bir marşı kabul edip, bir milliyetçiliğe geri dönüşle zaferi kazanacağını düşünüyordu. Öyle de yaptı ve başarılı gibi göründü. Ama bu tam da sonraki yenilgisinin temelini oluşturdu.
Şimd Kürt hareketi de hep Kürtlerin birliğinden söz ediyor. Kısa vadede bu başarı getirebilir ama Kürtlerin birliği için Kürtleri savunmak için Kürt olmayanlar savaşmaz. En fazlasından dışardan destek verir. Kürtleri, Kürtlüğü değil, Kürtlüğün veya Türklüğün, hperhangi bir dil veya dinin, hiçbir anlamınımn veya değerinin olmadığı bir demokrasiyi savunmak için çağırmak gerekiyor. Ancak böyle bir çağrı Kürt olmayanlarda cuşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini harekete geçilrebilir. VE ancak böyle bir çağrıyla Özgürlük Hareketi ortadoğu çapnda bir devrimci patlamanın funyesi işlevini görebilir.
Şimdi devrimci bir kabarışın arifezinde savunmacı olan Kürtlük değil, devrimci ve radikal olan demokrasi bayrağını yükseltmenin zamanıdır.
Bu dönüşüm sağlanamazsa, özgürlük hareketinin bayarılarından ilham alan bir devrimci kabarış başlarsa, Gezi ayaklanmasında bütün Türkiyeli ve Kürt hareketin ters köşede kalması gibi, Özgünlük hareketi de devrimci kabarışın peşine takılır veya ona fiili bir engel durumuna düşebilir.
Bu nedenle yukadıra sözünü ttiğimiz yazıyı tekrar aktarıyoruz:
22 Eylül 2014 Pazartesi

Rojava Devrimi ve Gezi Direnişi’nin Kaderi (5 Ağustos 2013)

Rojova’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut olarak ortaya çıkacaktır.
Elbette fikirler ordulardan, tanklardan veya dağları ve bayırları yayan aşan gerillalardan veya piyadelerden daha yavaş yayılırlar. Bu nedenle aşağıda söyleyeceklerimizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur pratik olarak; hele böyle bir ölüm kalım savaşında.
Ne var ki, savaşların nihai sonucunu silah ve tank sayıları, yığılan asker sayıları değil; politikalar, politik mesajlar belirler. Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır. Suyun başını politika keser.
Bunu bizzat son Suriye örneğinde de görebiliriz. Suriye’de başlayan demokratik devrim, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın radikal İslamcıları desteklemesi olmasaydı; demokratik talepler alanında radikalleşebilme olanağı bulsaydı (ki kendi başına kalsa bu şansı da vardı; mücadele içinde öğrenir ve radikalleşirdi) şimdi çoktan Suriye’de demokratik bir devrim gerçekleşmiş olurdu. Suriye’ye gönderilen silahlar ve İslamcı militanlar, devrimin cellâtları oldular.
Ama Suriye’ye giden savaşçılar, bir zamanlar Cumhuriyet’çi İspanya’ya gitmiş Enternasyonal Tugaylar gibi, demokratik bir devrimi savunmak için oraya gitmiş olsaydılar. Devrim çok daha kısa ve sancısız yoldan bu destekle başarıya da ulaşabilirdi.
Bu nedenle Suriye’de çekilen onca acının ve ölenlerin esas büyük suçlusu Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerdir. Onların politikaları ve destekledikleri güçler devrimi doğamadan, ayakları üzerinde durma fırsatı bile bulamadan öldürmüştür.
Suriye hızla Lübnanlaşmaya doğru gitmektedir. Bu Lübnanlaşma hızla tüm Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi kaplama eğilimi göstermektedir.
Lübnanlaşma: her dilin, her dinin, her aşiretin politik bir birim olduğu; gerici ulusçuluğun mantık sonuçlarına ve dolayısıyla saçmalığa varmış halidir.
Bir demokraside ise, diller, dinler, soylar, aşiretler kişilerin özel sorunları olarak kalırlar, politik bir anlamları ve ağırlıkları olmaz. Bir politik birim olarak tanımlanmazlar. Demokrasi bunların politik olamayacağı varsayımı üzerinde şekillenir.
Ortadoğu’da bu gidişe dur diyebilecek iki küçük tohum var. Biri Gezi Direnişi, diğeri Rojava devrimi.
Onlar kendilerine bu misyonu yüklemeseler, ufuklarında henüz Demokratik Ortadoğu gibi bir vizyon olmasa da, olayların mantığı aktörlerin ufkuna bağlı değildir.
Rojava Devrimi de Gezi Direnişi de yayılmak, genişlemek ve genişlemek için de radikalleşmek zorundadır.
Gezi Direnişi Türk bayraklarından ve Atatürk resimlerinden kurtulmak; ama bunları kişilerin özel tercihleri ve fikirleri olarak, diğer fikirlerle eşit düzeyde, tıpkı bir takımın sembolü gibi fikir özgürlüğü bağlamında bir hak olarak savunmak zorundadır.
Yani Gezi Direnişi, böyle başlamasına rağmen, bir Türk, Alevi veya “seküler yaşamı savunma” hareketi olmaktan çıkıp; Alevi veya Sünni; Seküler ya da Müslüman; Türk veya Kürtlerin değil, tüm demokratların hareketi olmak zorundadır. Ancak bunu başardığında gerçekten bir devrim başarabilir.
Bu nedenle biz, bunun sembolik ifadesi olarak, Türk bayrağı yerine Beyaz bir bayrağı Gezi Hareketine bir bayrak olarak önerdik. Yani Türkiye Cumhuriyetini, Türklükle ve Müslümanlıkla tanımlanmış bu cumhuriyeti nasıl Türk bayrağı sembolize ediyorsa; Gezi Hareketi’nde tohumu bulunan Demokratik Cumhuriyeti de, hiçbir dile, dine göndermesi olmayan beyaz bayrak sembolize edebilirdi.
Aynı şekilde Rojava’da başlayan devrim de ya daha radikal ve demokratik bir yönde evrilmek, bir Ortadoğu devrimi için bir üsse dönüşmek zorundadır, ya da kendini Kürtlükle tanımlamakta ısrar edip, Ortadoğu’da Lübnanlaşmanın işaret fişeği olmak zorundadır.
Elbet Rojava’da bir devrimci başlangıç yapıldı. Elbet Rojova’da diğer dinler ve uluslardan olanların temsili de gözetiliyor vs..  Kürt Cephesi’nde bütün dil ve dinlerden savaşçılar var. Ama bizzat isim ve bayraklar Kürt olduğu sürece, bu diğerlerinin birlikteliği bir öz savunma ittifakı olmaktan öte bir anlam taşımaz.
Ancak kendini Kürtlükle veya Araplıkla veya Türklükle veya Sünnilikle veya Alevilikle veya Müslümanlıkla tanımlamamış, böyle tanımlamaya karşı tanımlamış bir ülkede, orduda ve bayrak altında herkes tüm gücüyle savaşa katılabilir ve eşit haklı yurttaşlar olabilir.
Yani Rojava şimdi tıpkı Gezi Direnişi’nin bulunduğu yerdedir. Gezi Direnişinde de Kürtler vardı. Ama orada Türk bayrakları, oldukça onlar; Atatürk resimleri oldukça Sünni Müslümanlar kendilerini hiçbir zaman tam anlamıyla orada hissetmediler ve hissetmeyeceklerdir.
Aynı durum Rojava devrimi için de geçerlidir. Kürt bayrağı ve Kürtlük belirleyici oldukça, Hıristiyanlar, Süryaniler, Araplar, Türkler, Nusayriler kendilerini onda bulamayacaklar, paternalist bir korumacılık altında, kendilerini eşit yurttaşlar değil, her an haklarından mahrum edilebilecek cemaatler olarak göreceklerdir.
Ama bütün bunlar Devrime akacak enerjileri, insanları, yetenekleri azaltacaktır.
O halde, tıpkı Gezi gibi, Rojava Devrimi de, bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp bir Demokratik harekete; bir Kürt Ulusal Hareketi olmaktan çıkıp bir Ortadoğu Demokrasi Hareketine dönüşmek zorundadır. Ancak bu takdirde yeni güçler kazanabilir; genişleyebilir.
Gezi de Rojava da genişlemek zorundadır; başlangıçta kendisini harekete geçiren güçleri aşmak; onların sınırlarından taşmak zorundadır. Bunun için de radikalleşmek; radikal bir demokrasi savunusuna dönüşmek zorundadır. Bu devrimler tıpkı bisiklete binmiş bir insan gibidirler, ayakta durmaları ileri gitmelerine bağlıdır; durduklarında düşerler.
Bunu yapabilecekler mi?
Bu henüz çok zayıf bir ihtimal olarak görünüyor. Ama tarih onları buna doğru itiyor. Hem de çok dolaylı ve karşı görünen yollardan. Çelişik güçlerin bileşkesi; dolaylı sonuçlar vs. hep buna zorluyor.
*
Rojava devrimini savunmaya demokratlar değil, Kürtler çağrılıyor.
Ona geleceklerin hepsi Kürt bile olsa, demokratlar çağırılmalıdır.
Gezi’dekilerin hepsi Türk bile olsa, Türk bayrağı değil, beyaz bayrak taşınmalıdır.
Rojava’da savaşanların hepsi Kürt bile olsa, Kürt bayrağı ve renkleri değil, Kürtlüğe veya başka bir dile, dine gönderme içermeyen, demokrasi vurgusu taşıyan bayrak seçilmeli ve yükseltilmelidir.
Ancak böyle bir bayrak o devrimin yayılmasını ve güçlenmesini getirebilir.
Kürtlerin üzerlerindeki baskıdan kurtulmasının, iki yolu vardır.
Birincisi gerici ve tarihin çıkmaz olduğunu gösterdiği yoldur. Kürtlerin de bir devleti olması. Bunu Öcalan hariç neredeyse bütün diğer Kürtler ve Türk sosyalistleri savunuyor. Namı diğer “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”. Yani aslında ulusu bir dille, dinle tanımlama hakkı.
Diğeri bizim ve Öcalan’ın savunduğu, Fransız ve Amerikan devrimlerinde o zamanın ufku içinde kısmen uygulanmış, Demokratik Cumhuriyet. Demokratik Cumhuriyet ise, ulusu bir dille, dinle tanımlama hakkına karşı var olabilir. Dil ve din insanların kişisel sorunları olur. Dolayısıyla bunlar politik alanın dışında olduğundan, dil ve dinde ezen ve ezilen ilişkisi olmaz. Bu yolla, Kürtler demokratlara dönüşerek, hem kendilerini hem de kendi ezenlerini kurtarmış olurlar.
Bu proje henüz çok güçsüz. Onu desteklediğini söyleyenler bile onu kavramıyor ve savunmuyor. Savunduğunu söyleyenler henüz demokrasinin dilini bile bilmiyorlar. Demokrasi ulusçuluğun diliyle savunulamaz.
İşte bir örnek: Delil Karakoçan, Apo'nun görüşlerini savunuyor diye bilinir. Gezi vesilesiyle var olan BDP politikasını eleştiren cesur bir yazı bile yazmıştı. 4 Ağustos tarihli yazısını şöyle bitiriyor:
“30 Yıllık Kürt direngenliği, Kürt ruhu, Kürt devrimciliği Kuzeyden-Küçük Güney’e, Rojava’ya kaymıştır. Bu ruhun giderek Kürdistani genişlik/nitelik kazanacağı açıktır.
Rojava, devrimi çoktan ilan etmiştir.
Geri dönüşü, yıkılışı imkansız bir devrimdir bu...
Küçük Güney’in yoksul sokaklarına düşen her can, her bebe, kadın ve çocuk, her çığlık, her ses; her defasında saflara geri dönen her meçhul, her isimsiz kahraman bu devremi hem ilan etmiş hem de görmüş, yaşamıştır.
Geriye kalan sadece dayanışmak ve özgür günler için yaraları sarmaktır...
Kürtler özgür olacaktır.
Suriye de özgürlüğü görecektir.
Ancak çeteler özgür bir Suriye’de yer bulamayacaktır.”
Ama bu satırlarda da bir demokrat kendini bulamayacaktır.
Kimler mi bu satırlarda kendilerini bulamasalar bile bu satırları doğru bulabilirler?
Türk sosyalistleri.
Çünkü onlar kendilerini sosyalist olarak gören milliyetçilerdir. Tam da milliyetçi oldukları için hiçbir zaman Türk olarak yazmazlar ve sosyalist olarak yazarlar.
*
Rojava Devrimi, henüz bir Suriye ve Ortadoğu Devrimi için bir tohum olmayı değil; birleşik bir Kürdistan için bir parça olmayı hedeflemektedir. Bu nedenle dili henüz demokratik bir değil, milliyetçi bir dildir. Hedef böyle olunca çağrı yapılan güçler de değişmektedir elbette.
Ortadoğu devrimi olmak istiyorsanız, Arapların da, Türklerin de kendini bulabileceği bir dile ihtiyacınız vardır. O zaman başka bir dille konuşmanız gerekir. Araplığın, Kürtlüğün veya Türklüğün anlamının olmadığı bir dil olur bu, demokrasinin dili olur.
Evet, Kürtlük yolundan da kısa vadede zafer kazanılabilir.
Bunun tarihteki en tipik örneği, ikinci Dünya Savaşı’dır. Stalin, Hitler’in faşist ordularına karşı, Enternasyonal’i Sovyetlerin marşı olmaktan çıkarmış, büyük Ruslara övgü düzen sözlerle başlayan bir marşı kabullenmiş; Rus milliyetçiliğini desteklemişti.
Şimdi de PKK’nın bütün Kürtleri Rojava’yı savunmaya çağıran savunması biraz böyledir.
Ama bu başarılar kısa soluklu olduğu gibi, başarıya ulaştığı zamanlarda da kimseye bir mutluluk da getirmez.
Ayrıca Tarihte bunun tersi örnekler de vardır.
Ekim devrimi, müdahaleler ve karşı devrimci isyanlar sonucu, bir süre sonra, bir zamanlar Moskova prensliğinin sınırları kadar dar bir alana sıkışmıştı; ama tam da radikal demokratik talepleri ve mesajları sayesinde Beyaz orduların safindeki köylüleri kazanmış; Rus çarlığının sınırlarını da aşıp, tüm dünyanın ezilenlerinin sempatisini kazanmış ve bu sayede ayakta kalabilmişti.
Elbette Kürtlerin askeri gücü iyi, bunları bir noktaya yığarak, hele ki PKK çağrısını yaptıktan sonra, Orta doğu ve Dünya’nın en tecrübeli ve başarılı gerilla hareketi Rojava Devrimi’nin yardımına koşunca, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve benzerlerinin desteklediği El Kaide muhtemelen en ciddi yenilgilerinden birini yaşayacaktır.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar arasındaki savaş bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Büyük bir olasılıkla bu savaşı PKK ve YPG kazanacaktır. Bu muhtemelen Kürt hareketinin Stalingrad’ı olacaktır.
Gerek Öcalan gerek PKK ve gerekse de YPG Ortadoğu’da herkesin dikkate almak zorunda olduğu bir güç, hatta umut olarak ortaya çıkacaktır.
Böyle bir zafer, şimdiye kadar Türk Milliyetçisi ve Kürt Düşmanı kalmış kesimlerin, birdenbire Öcalan’ı ve Kürtleri AKP karşısında bir kurtarıcı olarak görmelerinin yolunu açabilir.
Bu da Gezi hareketinin Türkçü vurgudan kurtulmasını etkileyebilir ve politik olarak da demokratik hedeflere ve bayraklara sahip çıkmasını hızlandırabilir.
Demokratik hedefleri olan bir Gezi Hareketi ise sadece Türkiye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu değiştirecek bir potansiyele ve toplumsal altyapıya sahiptir.
Çünkü gezinin esasını oluşturup ona ruhunu verenler, Türkiye’de, demokratik eğilimleri ve kültürel birikimleriyle kremanın kremasıdırlar.
Kremanın kreması devrimci olursa her şey korkunç kolaylaşır.
Bu Amerika’da devrim olması gibi bir şeydir.
05 Ağustos 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın  

Hiç yorum yok: