Ezilenlerin mücadelesinin, ezilenlerin kendi yapısından
gelen ciddi sorunları vardır.
Ezilenler, sömürülenler, baskı altındakiler, mazlumlar ancak
kendilerini doğrudan ilgilendiren sorunlardan dolayı harekete geçer, örgütlenir
ve direnirler. “Dil ağrıyan dişi kurcalar.”
Ama bir baskı ve sömürü biçimine karşı mücadele etmek, başka
baskı ve sömürü biçimlerine karşı mücadeleyi veya duyarlılığı otomatik olarak
yaratmaz. “Tok açın halinden anlamaz”
Hatta bir baskı biçimine karşı mücadele edenler diğer baskı
ve sömürü biçimlerine uğrayanlara karşı sadece duyarsız olmazlar; bizzat
kendileri sorunun bir parçası olabilirler.
Örneğin bir işçinin uğradığı sınıfsal bir baskı ve sömürü
onu otomatikman ulusal baskıya, kadınların uğradığı baskıya, Alevilerin
uğradığı baskıya vs. karşı duyarlı yapmaz.
Hatta kendi çıkarı için, sendikada veya fabrikada pek ala
militan mücadele veren bir işçi, aynı zamanda Kürtlerin uğradığı baskı karşısında
ilgisiz olmakla kalmayıp, aynı zamanda bir Türk ırkçısı ve şoveni de olabilir; kadınlara
karşı son derece seksist tavırlar içinde olabilir; kadınların eşit olmadığını savunabilir ve
kadınların eşitlik mücadelesinin düşmanı bile olabilir.
Biz sosyalist olduğumuz için, iğneyi önce kendimize batırmak
için örneği işçi sınıfından verdik ama bu duyarsızlık hatta sorunun parçası da
olma, bütün diğer baskı biçimleri için de geçerlidir.
Bir radikal feminist pek ala aynı zamanda bir şoven
milliyetçi ve hatta ırkçı olabilir.
Ya da örneğin Kürtlerin hakları için mücadele eden biri pek
ala, başka milliyetler, cinsler, dinlerden ve sınıflardan baskılar karşısında ilgisiz,
düşmanca bir tavır içinde olabilir.
Hatta bir baskı biçimine karşı mücadele edenlerde, diğer
baskı biçimlerinin sorun edilmesi karşısında, bunun mücadeleyi böleceği, enerji
ve güçleri dağıtacağı şeklinde bir yargı ve çok sert bir direniş görülür.
Örneğin dünyada kadın hareketi 70’lerde ilk çıktığında veya
Türkiye’de ulusal hareket çıktığında işçi hareketi ve sosyalist hareket, bunların
mücadelede esas hedefi gözden kaçırdığı; güçleri böldüğü gerekçesiyle bir
direniş göstermiştir.
Seksenlerde Avrupa’daki Kürt hareketi, Göçmenler hareketini
kendine düşman, rakip olarak görür ve bunun hareketi böldüğünü enerjiyi ve
güçleri dağıttığını düşünürdü.
Benzeri bütün hareketlerde görülür. ABD’deki siyah
hareketinin yanı zamanda son derece seksist olduğu; feminist hareketteki beyaz
kadın ırkçılığı en bilinen örneklerdir.
*
Peki, ezilenler kendi sorunlarıyla ilgili hareket geçiyorlar
ve bu harekete geçenler de başka ezilme biçimlerinin sorunları karşısında
ilgisiz, duyarsız kalıyor hatta düşmanca tavır alıyorlarsa, ezilenlerin bu
parçalı mücadelesi nasıl birleştirilecektir?
Bu hem genel olarak yeryüzünden sömürü ve baskıyı kaldırmak;
hem de Türkiye’deki demokrasi mücadelesi bakımından hayati derecede önemli bir
program ve strateji sorunudur.
Bunun cevabı da yine mücadele
içinde; ama aynı zamanda sınıf (ya da baskı biçimi) dar görüşlülüğü ile mücadele içinde
şeklinde tanımlanabilir.
Yani burada teorinin, düşüncenin değiştirici etkisi gündeme
gelir.
Brecht’in “her şey
tecrübelerden çıkar; tecrübeden hiçbir şey çıkmaz” diye ifade ettiği
diyalektik ve çelişkili gibi görünen süreç söz konusudur.
*
Bu sorunla işçi hareketi ve sosyalist hareket daha
doğduğunda karşılaşmıştır.
Bir bakıma sosyalist hareket içinde Marksistleri bütün o
zamanın diğer sosyalistlerinden ayıran temel sorun da tarihin her döneminde bu
olmuştur.
Marks-Engels zamanında, 19. Yüzyılın ikinci yarısında, o
zamanlar işçi hareketine egemen olan Ütopik Sosyalizm ve Anarşizme karşı
mücadele, yani hareketin siyasi bir hareket olması için mücadele; yani
demokrasiyi programa yazma ve devlete karşı mücadeleye yönelme şeklindeki
mücadele, aslında bu sorunun bir görünümünden başka bir şey değildi.
Marksistlerin işçi sınıfını mücadelenin öznesi olarak gören
koordinat sisteminden verdiği cevap, işçilerin sırf işçilerin sorunlarıyla
ilgilenmesinin yanlış olduğu ve tüm gayrimemnunları kapsayacak bir demokrasi
programını en tutarlı ve radikal biçimde koymaları ve savunmaları gerektiği
biçiminde olmuştur.
Ancak böyle tutarlı bir demokraside işçiler kendilerini bölen
sorunları ve baskı biçimlerini ortadan kaldırarak, kendilerini ortadan
kaldırma, yani kapitalizmi ortadan kaldırma görevini önlerine koyabilirler ve
bunun için en elverişli koşullarda bulunabilirler demiştir Marksizm.
İkinci Enternasyonal’in yozlaşması aslında işçilerin sırf işçilerin
sorunlarına yönelmesi; tüm gayrimemnunların mücadele ve sorunlarını gündeminden
çıkarması biçiminde de tanımlanabilir.
*
Lenin’in meşhur eseri olan Ne Yapmalı? Sanılanın aksine örgütlenme konusuyla ilgili değildir. Tam
da bu konuyla ilgilidir.
Lenin Rus devrimcilerinin ve işçi hareketinin geleneği
bağlamında aynı sorunla karşılaşır ve sınıf dar görüşlülüğüne karşı mücadele
eder. Bunun adı Rusya’nın politik kültürü ve geleneği içinde, ekonomizm, ilkelliği ebedileştirmek veya
kendiliğindenciliktir.
Devrimci bir işçi partisi, sadece işçileri değil, toplumdaki
tüm gayrı memnunları birleştirir. İşçileri birleştirmenin sadece bir başlangıç,
bir okul olduğunu; burada saplanıp kalmanın “ekonomizm”, “sendikalizm”
olduğunu anlatmaya çalışır Lenin.
İşçi hareketi içinde sosyalistler bu mücadeleyi verdiği ve
kazanabildiği için sonradan dünyayı alt üst eden Rus devriminin öncüsü
olabilmişti Rus işçileri.
*
Bu yaklaşımı Hikmet Kıvılcımlı da Türkiye İşçi Partisi’nin
urviyerizmine ve sendikalizmine karşı 60’lı yıllarda savunmuş ve TİP’i böyle
eleştirmiştir.
Klasik Marksizm’in bu yaklaşımı, Kıvılcımlı’nın dilinden şöyle
ifade edilmişti:
“Proletarya partisi
hem bütün işçi sınıfının içinde
olacak, hem de öteki bütün sosyal
sınıfların içinde olacaktır. Proletarya partisi: Hem bütünüyle işçi sınıfının devrimcilerini içine
alacak, hem de bütünüyle öteki sınıf,
tabaka ve zümrelerin devrimcilerini içine alacak... Bu apaçık bir çelişki
değil midir? Bir çelişkidir. Ama, akıldan
uydurma, sübjektif ve soyut bir
ölü çelişki, yâni saçma değildir:
Tanı tersine, yaşantıdan gelme, en objektif ve en somut bir canlı
çelişkidir, yâni gerçekliğin tâ
kendisidir.
Proletarya partisinin
bütün gücü ve bütün dinamizmi bu
gerçeklerin canlı diyalektiğinden
gelir. Proletarya partisi iliklerine dek bir sınıf partisi, işçi sınıfının partisidir. Ama egoist,
kendi sınıf tekkesinin aşılmaz duvarları içinde bunamış sınıf tekelcisi bir
parti değildir. Örneğin İngiliz Trade- union'larının işçi partisi öyle dar sınıfcıl kaldığı için, herşeyden önce, sendika ağalarının, Finans-Kapital
uşaklığına yatkın, işçi sınıfı düşmanı, emperyalizm dostu örgütüdür.
Proletarya partisi,
yalnız işçi sınıfının çıkarlarını ve dar çerçevesini düşünmekle kalmaz. Sosyal sınıflar tabusunu, işçi sınıfı ile
birlikte toplum alın yazısından siler. Ortada yalnız insan varlığını yüceltecek bir toplum ülküsünü taşır. En az sınıfcıl olduğu kertede insancıldır.” (H.K., Proletarya
Partisi Nedir?)
Hemen görüleceği gibi, Türkiye’deki sosyalistlerin sonradan “ulusalcı”
oluşları, bu çok temel gerçeği unutmaları ile ilgilidir.
Tabii bizzat bu “unutma” da aynı zamanda, belli bir baskıya
uğrayanların aynı zamanda başka baskı biçimleri karşısında sorunun bir parçası
olmalarıyla da ilgilidir.
*
Türkiye’deki demokrasi mücadelesiyle bu sorunun ilişkisine
gelince.
Türkiye’de ekonomiye elbet burjuvazi egemendir. Ama
politikaya egemen güç devlettir. Türkiye’de devlet ise, burjuvazinin
iktidarının ve egemenliğinin aracı bir aygıt değildir Batı’daki gibi.
Sadece Türkiye’de değil, bütün eski Antik uygarlık
beşiklerinde, devlet, kendisi aynı zamanda bir egemen güçtür. Hatta burjuvazinin
üzerinde; onu kendi vesayeti altında tutan bir güçtür.
Bu devlet kapitalizm öncesinin kalıntısı bir sömürü
biçimiyle egemenliğin sürdürür ve onun yaşayan ve var olan biçimidir.
Kapitalizm öncesindeki egemen sömürü biçimi, ekonomi dışı zordur. Devlet tam da böyle
bir sömürüyü sürdürür. Buna aslında sömürü demek de zordur. Çünkü sömürü ekonomik
ilişkinin kendisinden doğar, buna gasp el koyma veya soygun demek daha doğru
olur.
İşte bu egemen güç, yani devlet, yani Askeri Bürokratik Oligarşi
dediğimiz, bu binlerce yıllık Şark despotluğu, Türkiye’nin biricik örgütlü ve
egemen gücü, gücünü ve egemenliğini tam da bu mekanizma, yani farklı baskı
biçimlerine karşı memnuniyetsizliği ve direnişi birbirine karşı kullanma
yeteneği sayesinde sürdürebilmektedir.
Devlet, farklı baskı biçimlerine uğrayanları birbirine karşı
kullanarak dengeler üzerinden Bonapartist veya Sezarist denebilecek bir
mekanizmaya dayanarak örgütlülüğünü ve egemenliğini sürdürebilmektedir.
O halde, bu hareketlerin içinde, gerek kendi deneyleriyle,
gerek klasik Marksizm’in deney ve sonuçlarıyla, bu hareketlerin kendi dar görüşlülüklerine
karşı mücadele etmek ve bu hareketlerin her biri içinde, diğerlerini sorun eden
eğilimlerin oluşması ve bunların o harekete damga vurması için mücadele etmek,
aynı zamanda bu şark despotluğunu yenmenin ve gerçek bir demokrasiye ulaşmanın
olmazsa olmazıdır.
*
İşte burada diğer baskı biçimlerine ilgisizlik,
duyarsızlıktan, onların sorunlarını sorun etmeye nasıl gelineceği, bu
sıçramanın nasıl olacağı sorununa geliyoruz.
Burada ilk sorun tüm dar görüşlülüğüyle bile bir hareketin
ortaya çıkmasının önemidir.
Hareket olmadan hiçbir şey olmaz. Harekette bereket vardır. Hele milyonlarca insan sadece hareket içinde kendini ve dünyayı dönüştürebilir.
Hareket olmadan hiçbir şey olmaz. Harekette bereket vardır. Hele milyonlarca insan sadece hareket içinde kendini ve dünyayı dönüştürebilir.
En güzel örnek ABD’deki Siyah hareketidir.
Örneğin Malcolm X’i ele alalım. O da önce tabiri caiz ise adeta
bir siyah ırkçısı gibidir. Beyaz olan her şeyi ve beyazların sorunlarını
reddeder.
Ancak mücadele içinde piştikçe ve Mekke’ye gidip orada siyah
olduğundan dolayı hiçbir ayrımcılığa da uğramadığını görünce; bu o zamanın
dünyasındaki Ulusal hareketlerin dersleri ve deneyleriyle birleşince ve
radikalleştikçe, sadece Amerika’daki siyahların sorunlarını değil bütün
ezilenlerin sorunlarını sorun etmeye başlar ve bu nedenle bağlı olduğu İslam
Ulusu’ndan ayrılır ve yine bu nedenle FBI tarafından “siyahların Ekonomistleri”
diyebileceklerimizin de işbirlikçiliği ile temizlenir.
Aynı evrimin paraleli Martin Luther King’te de görülür.
O da sadece siyahların sorunlarından hareketle mücadeleye
girer. Ama öyle bir noktaya gelir ki, siyahların eşit haklı birer ABD yurttaşı olmaları
için savaşırken, “acaba sizleri bu yanan eve sokmaya çalışırken doğru mu yapıyorum”
diyerek, ABD’nin kendisi sorgulamaya kadar gelir.
Bu radikalleşme ve evrenselleşme nedeniyle kendi mücadele
arkadaşları bile ondan uzaklaşmaya; aralarında ayrılıklar ortaya çıkmaya başlar.
Ve sadece siyahların sorunlarından tüm ezilenlerin sorunlarına yönelir.
FBI tarafından öldürüldüğü gün, grevdeki işçilerle
dayanışmaya gitmektedir.
*
Tipik olarak Kürt hareketi en ilginç deneyi sunar.
Bir sürü Kürt örgütü olmuştur. Ancak bunlar içinde hem Kürt
hareketi olup hem de Kürt hareketi olmaktan çıkabilmeyi başarmış (Kıvılcımlı’nın
yukarıdaki alıntısında işçiler bağlamında söyledikleri hatırlansın) tek eğilim
Öcalan’ın temsil ettiği çizgi ve örgüttür.
Yani aynı zamanda bugün LGBT’den Alevilere, Laiklerden,
Müslümanlara kadar her kesimin taleplerine ve bunlardaki bütün gayrı memnunlara
hitap edebilmektedir.
Yani her ne kadar kendileri Lenin’i pek anmasalar da,
balıkların suyun içinde olup suda olduklarını bilmemeleri gibi, Lenin’in
dediklerini uygularlar.
Tabii bu da bir rastlantı değildir. Öcalan Ankara Cezaevi’nde
yattığı zamanlarda Kıvılcımlı’yı yutarcasına okuyan tek kişiydi.
Burada PKK’nın kökeni önemlidir. PKK’nın kökeninde Türkiye’deki
68 hareketi bulunmaktadır. PKK aslında yaşayan bir 68 hareketi sayılabilir. 68’lerde
Türkiye’deki sosyalist hareket hem sosyalistti hem demokrattı. O zamanlar
ortada henüz bir Kürt hareketi bulunmamasına rağmen “halklara özgürlük” gibi, “Türkiye
halkları” gibi ilk ifadeleri ortaya koyanlar 68’li sosyalistlerdi. Kürler ve
Aleviler o zamanlar onların demokratik özlemlerine cevap verdiği için Sosyalist
oluyorlardı. Sonra Sosyalistler ulusçulaştıkları ölçüde, Kürtler ve Aleviler,
Kürtlük ve Aleviliklerini keşfettiler.
Bugün artık ayrı özneler olarak aynı sentezi bir üst düzeyde
gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Ancak bu arada dilleri ayrıldığından işleri
çok zordur.
*
Eski MAZLUMDER başkanlarından değerli Gergerlioğlu’nun bugün
T24’te kanımca çok önemli ve bu sorunlara değinen bir yazısı yayınlandı. Mesele
MAZLUMDER değil!..
Gergerlioğlu yazıda MAZLUMDER’e son Kayyum atanması ve
birçok şubesinin kapanması gibi olayların ayrıntılarına girmeden, MAZLUMDER ile
onun tabanını oluşturan “İslamcı” denen kesimin arasındaki bir çelişkiden söz
ediyor ve tabanın İnsan haklarına hele başka mazlumların haklarına pek ilgi
duymadığını, MAZLUMDER yönetiminin ise tüm hak ihlallerine ilgi duyduğunu;
bugünkü sorunun son duruşmada bu çelişki veya makasla bağlantılı olduğunu
söylüyor.
“Laikçi Kemalistler” ya da daha doğru deyimiyle
pozitivistler, bizzat bir “İslamcı” tarafından dile getirilmiş bu olgudan,
hemen İslam’ın özünde Demokrasi ile bağdaşmadığı şeklindeki yargılarına bizzat
bir “İslamcının kaleminden bir destek bulduklarını düşüneceklerdir muhtemelen.
Ama bizzat bu açıklamanın bir “İslamcı” ve otantik İslam’a
da bağlı olma iddiasındaki bir insandan gelmiş olması, sandıklarının aksine bu
genellemenin yanlışlığının bir kanıtını oluşturur.
Eğer öyle olsaydı, İslamcıların arasından İslamcıların
demokrasiye ilgisiz olduğuna dair bir itiraz gelmezdi.
Kaldı ki Türkiye’nin laikleri veya Kemalistleri de insan
hakları ve demokrasiye karşı ilgisizdir.
Demek ki sorunu başka yerde aramak gerekmektedir.
Ama bu konuyu bir yana bırakalım. Çünkü sorun çok daha derin,
ahlaki vaazlarla mı, toplumsal yapının değişmesiyle mi toplumun değişeceği;
düşüncenin mi varlığı; varlığın mı düşünceyi belirlediği ile ilgili bir
sorundur bu.
Ve kanımızca bu noktada Gergerlioğlu’nun henüz bir
açıklaması yoktur veya açıklamaları yanlıştır.
Ancak burada konumuz bu değil. Burada yapıyı değiştirecek
olanların nasıl değişeceği sorunuyla ilgileniyoruz.
İşte Gergerlioğlu, bizzat kendi değişimiyle yukarıda
özetlenenlerin yeni bir örneğini ve doğrulamasını sunuyor.
Ama sadece bunu sunmakla kalmıyor, İslamcı hareket içinde,
dar görüşlülüğe de açıkça bir mücadele bayrağı açarak, kanımızca önemli bir
örnek sunuyor ve İslamcı hareket içinde birçok kanaldan çıkmaya başlayan tüm
diğer baskı ve sömürü biçimlerine karşı mücadele ve onlarla birleşme yönünde
bir yaklaşım sergiliyor.
“İslamcılık
MAZLUMDER'de insan hakları perspektifinin gelişmesi önünde bir engeldi hep.
Zira kendine Müslüman bir anlayış kendi kimliği dışındaki sorunları kendi
çözümüyle çözmeye çalışacaktı ve yaptığı yanlışı göremeyecekti. MAZLUMDER'in bu
anlamda bana çok faydası oldu, kafamdaki İslamcı şablonun dışındaki insan
hakları sorunlarını ve Kürt gerçeğini görmeme yardımcı oldu. Bir Türk olarak
"derdini ben biliyorum ve çözümünü ben yaparım" ukalalığından
kurtulmamda bana yardımcı oldu. Ancak çok Türk dindar için mesele her konuda
din eksenli bir çözüm dili ve önerisi zorunluluğuydu. Demokrasi, insan hakları
gibi kavramları ya kullanmamaya çalışıyorlardı, ya da içselleştirmiyorlardı,
çünkü sosyolojik gelişime yeni bir dini perspektif getirmeyi pek mesele
etmemişlerdi.”
Burada tıpkı Malcolm X’lerin, Martin Luther King’lerin, Kürt
hareketinin geçirdiği türden bir evrimin örneği karşısındayız. Ve ne olursa
olsun bir hareketin varlığının önemi burada çok açık görülüyor.
Gergerlioğlu, sembollerle ifade edersek, başörtüsü özgürlüğü
için harekete geçmesiydi, Kürtlerin sorunlarını da göremeyecek ve kendine sorun
etmeyecekti.
Ama otantik İslam’ın özündeki adalet ve eşitlik vurgusu
olmasaydı, bu sonucu da çıkaramazdı.
“Türk İslamcılığı her
sorunu dini referanslarla çözmeye çalışıyor, Kürt meselesinde de dini bir duruş
arıyordu. Ama unutulan gerçek şuydu, Kürtlere yapılan haksızlık dini değil,
etnik bir haksızlıktı ve illa dini görünümlü çözümler yerine ihlal bazlı
çözümlerin gereken tedaviyi sağlayabileceği gerçeğinin göz ardı edilmesiydi.
Şüphesiz Kur'andaki ırk gerçeği ve bir ırkın diğerine üstünlük taslamama
tavsiyesi çok önemliydi ancak konu İslamcılığın zorunlu kıldığı gibi sadece din
eksenli bir çözüm değil, etnik sorunun tüm boyutlarının anlaşılmasıyla
çözülecek boyuttaydı. Bu ise güya din ve sürdürülen siyaset adına görmezden
gelindi.”
*
Toparlarsak, Sosyalist Teoride ve İşçi hareketinde “Ekonomizm”
ya da “Sendikalizm” denenin “İslamcı” versiyonu, yani diğer baskı ve ezilme
biçimlerine karşı ilgisizlik veya onları nesne olarak kabul etme, son duruşmada
egemen devletin ve o devletle kaynaşan yeni İslamcı egemen sınıfın destekçisi
ve basit bir aracı olmakla sonuçlanmaktadır.
Gergerlioğlu’nun İslam içinde yaptığını, “Laik ve yaşam
tarzı” sorunu nedeniyle direnenlerin, Feministlerin, Sosyalistlerin,
çevrecilerin de kendi içinde yapması gerekiyor.
Yani her baskı biçimine uğrayanların hareketi içinde bir “iç
savaş” verilmeden bu devlete karşı Demokrasi mücadelesinde bütün güçler
birleştirilemez ve bu mücadele kazanılamaz.
22 Mart 2017 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder