Dünya Ulusları, Avrupa ve Türkiye özünde aynı
karakterde krizler içindeler. Kendilerini yok ederek krizden çıkabilirler, ama
kendilerini yok etmeyi aşmayı başaramadıkları takdirde bu sefer acılı bir
şekilde yine yok olacaklardır.
Kısaca tek tek ele alalım.
Dünya’da toplumun temeli, altyapısı yani
ekonomik ilişkiler çoktan ulusal sınırları parçalamış, bir tek dünya
ekonomisi yaratmış bulunuyor.
Ama üstyapı, dünya ticaretinin esas olarak üst
sınıflar ve lüks mallarla sınırlı olduğu, klasik antik uygarlıklar ve
imparatorluklardan bile daha küçük ve sınırlı uluslara ve ulusal devletlere
bölünmüş bulunuyor. Bu durum insanlığı boğuyor. İki dünya savaşı tam da bu
nedenle çıkmıştı. Ki o zamanlar globalleşmenin çapı henüz bugün vardığı
noktadan çok uzaklardaydı.
Ekonomi temelinin bu evrensel niteliği ile uluslar ve
ulusal sınırlar arasındaki bu çelişkinin tek bir çözümü var. Ulusların, ulusal devletlerin
ve sınırların yok olması.
Bu çözüme giden iki yol bulunuyor.
Brinci yol: ya insanlar uluslara ve ulusal devletlere
karşı mücadeleye girecekler, ulusları (ki onlar politik, yani devlete göre
tanımlanmış “cemaatler”dir) ve ulusal sınırları yıkacaklar, uluslar ve ulusal
devletler yok olacak, onların yerini bir dünya cumhuriyeti alacak.
Ya da ulusların egemen olduğu bir dünyada, ulusal
devletler iç pazarlarını korumak için korumacı tedbirlere başvuracaklar, dünya
pazarı için üretim olanaksız hale gelip bir daralma olacak ve bu daralmayı
aşmak için de tıpkı birinci ve ikincileri gibi, egemen alanı genişletmek için
savaşlar başlayacak ve bir dünya savaşı, dolayısıyla ulusların ve ulusal
devletlerin yok oluşu insanlığın yok oluşuyla birlikte gerçekleşecek.
Üstüne üstlük bu kriz sadece üretici güçler ve üretim
ilişkileri ve onların üstyapısı gibi kavramları ile ele alıp açıklanabilecek
türden de değil, aynı zamanda toplum da, varoluşunu sağlayan doğanın
sınırlarına dayanmış bulunuyor.
Ulusların ve ulusal devletlerin egemen olduğu bir
dünyada canlı hayatı, en azından “yüksek” canlıların varlığını bile tehdit eden
fiziksel sınırlara dayanmışlık sorunu çözülemez.
Elbet ulusların ve ulusal sınırların ortadan
kaldırılması otomatik olarak u fiziksel ve biyolojik sınırlara dayanmışlık
sorununu çözmez ama en azından bunun çözümümü mümkün kılabilecek bir siyasi
üstyapıyı, bir dünya cumhuriyetini, bir umudu ortaya çıkarmış olur.
Bundan ötesi yeryüzündeki insanların kısa vadeli ve
bölgesel çıkarlarını genel ve uzun vadeli çıkara, doğanın sınırları içinde
kalma, onun dengelerini tehdit etmeme çıkarına tabi kılmasını gerektirir.
Bu da hem bir kara ve meta üretimine dayanmayan planlı
ve sadece ihtiyaçlara değil, doğanın dengesini korumaya da yönelik bir planlı
ekonomiyi gerektirir.
Ancak bu da yetmez, aptalca kararlar alınırsa, kısa
vadeli ve bölgesel çıkarlar öne alınırsa, varoluş koşulları “planlı olarak” da
yok edilebilir.
Bunun için de evet-hayır’a değil, çoğunluğu bulmaya
değil, en az direnç göreni, yani çözümü bulmaya yönelik bizim “oydaşma”
dediğimiz, bir karar alma yöntemi gerekiyor.
Bütün bunların hepsi bir arada insanlığın yaşamasını
mümkün kılabilir ama burada en önemli, can alıcı, önceliği olan ve yakalanması
gereken ana halka, ulusların ve ulusal devletlerin yıkılmasıdır.
Uluslara ve ulusal devletlere karşı bir cihat, bir
savaş başlamadan, bu yönde bir bilinç gelişmeden, yaygınlaşmadan ve dünya
çapında bir sosyal hareket başlamadan insanlığın yaşaması için hiçbir olanak
görülmemektedir.
Böyle bir bilinç ve hareket bir vuruşta, ulusları ve
ulusal devletleri yok ederek hem bir dünya savaşı olasılığını ortadan kaldırır
hem de doğanın dayattığı sınırlar içinde toplumun var oluşunu sürdürme umudunu
ortaya çıkarabilir.
Diğer bir deyişle, Muhammet’in kabileler ve totemler
(putlar) çağında tüm putları yıkarak tüm insanları bir tek Allah(ın kulluğunda
birleştirerek yaptığı türden, tüm ulusal devletleri (kabileleri) ve ulusal
bayrakları (putları) yıkarak tüm insanları bur tek toplulukta birleştirecek bir
devrim gerekiyor.
Yani dünya artık uluslar ve ulusal devletler kabuğuna
sığmamaktadır, ileri gitmek zorundadır, tanrının lanetine uğramış şehirden
kaçan Lut’un karısının taşlaşması gibi, durmak ve geriye bakmak taş olmaktır,
ölümdür.
Maalesef ne sorunu böyle koyan var ne böyle bir
program için bir teorik temel var, ne bir fikir akımı var, ne bir politik
hareket var.
O halde en azından şu verili durumda insanlığın sonunu
engelleyecek görünür hiçbir şey yok
Uluslar ve uluslar devletler son bulacak, insanlık
onlara önce son verirse kendini kurtarabilir, kendini kurtaramazsa, kendisiyle
birlikte onlar da yok olur.
*
Benzeri bir dilemma ile Avrupa Birliği de karşı
karşıya bulunuyor.
Ya Avrupa Birliği’ni oluşturan ulusal devletler ulusal
egemenliklerinden vaz geçmek ve tıpkı ABD’de olduğu gibi bir Avrupa Ulusu ve Avrupa
Birleşik Devletleri içinde, sadece paralarını değil, tüm ekonomi, maliye,
hukuk, eğitim sistemlerini birleştirmek zorunda ya da dağılmak zorunda.
Almanya, bunu krizdeki ülkeleri ekonomik ve politik
olarak daha fazla kendine bağlayarak, yani Hitler’in Avrupa Kalesi’ni
“barışçıl” bir yolla oluşturarak aşmaya çalışıyor. Son krizde Almanya ekonomik
gücüyle bir dağılışı engelleyebildi ve ekonomik ve politik etkisini arttırmada
epey yol da kat edebildi.
Ama şimdi artan korumacılığın dünya ticaretinde bir
daralmaya yol açması kaçınılmazdır. Bu da ekonomisi ihraca dayanan Almanya’yı
en sert şekilde etkiler. Böyle bir
daralmanın dünya çapında bir ekonomik kriz ile çakışması durumunda Almanya’nın
elindeki rezervler hiç de ekonomisi daha zayıf ve kedisinden daha fazla
sarsılacak ülkeleri birlik içinde tutmaya yetmeyebilir. Bu da Avrupa
Birliği’nin sonu olur.
Yani Avrupa Birliği de ABD ve Çin karşısında var
olabilmek için, ya bir Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüşmek, yani siyasi,
askeri, diplomatik bir irade geliştirmek zorunda, ya a dağılması mukadder.
Ekonomiler ulusal devletlerde. Para ortak olunca bu birleşmenin değil, diğer
ülkeleri güçlü bir ekonomiye tabi kılmanın aracına dönüşmekte bu da merkez kaç
eğilimlerini güçlendirmektedir.
Almanya ortak bir iradede birleşmek için kendi
iradesinden vaz geçmeye gelemediği takdirde dağılma kaçınılmaz olduğundan bu
ortak iradeyi kendi iradesini ekonomi, para, politika ve diplomasiyle diğer
Avrupa birliği ülkelerine dayatarak oluşturmaya çalışmaktadır.
Ama Almanya’nın ABD, Rusya ve Çin gibi insan ve
coğrafi kaynakları çok geniş ve belli bir “stratejik derinliği” olan ülkelere
göre hareket alanı çok sınırlıdır ve esas olarak bu politikayı sürdürebilmesi,
dünya ticaretinin büyümesine ve ihracata dayanan Alman ekonomisinin bundaki
payını arttırasına ve korumasına bağlıdır.
Ama korumacı politikaların giderek daha egemen olduğu
bir dünyada bu politikayı sürdürebilmenin maddi temeli giderek aşınmaktadır.
Önümüzdeki bir ekonomik kriz, Avrupa Birliği’nin
sonunu getirebilir. Ya da geriye yıkıntılardan ibaret bir yapı kalabilir.
Yani Avrupa Birliği de son duruşmada şu açmazla karşı
karşıyadır ya Avrupa Birleşik Devletleri ya da dağılma. İleri gitmeyen yok
olur.
*
Gelelim Türkiye’ye.
Bir aralar Yalçın Küçük Türk Devleti’nin içinde
bulunduğu açmazı şöyle bir denklemle ifade etmişti: “Musul’u almazsanız,
Diyarbakır’ı kaybedersiniz”.
Bu denklem, bağıntı ya da formül, birçokları
tarafından Musul’un askeri olarak işgali, yayılmacılık olarak anlaşıldı.
Ancak kanımca Yalçın Küçük Türk devletinin içinde,
Kürtleri ezme değil ama kazanma politikasının bir savunucusu olarak, bununla
askeri bir işgalden ziyade, politik bir birleşmeyi, yani Kürtlerin haklarını
tanıyarak, onları böylece Türk (veya Türk-Kürt) devletine entegre ederek “Musul’u
almayı kast ediyordu.
Ancak Küçük’ün ne kast ettiğinden öte, bu formül veya
Diyarbakır Musul sembolleri, genel ve kategorik anlamları göz önüne alındığında
tıpkı Dünya’da ve Avrupa’da karşılaşılan türen bir dilemmayı, sosyolojik bir
bağıntıyı, cebirsel bir formülü ifade etmektedir. Cebirsel formülün hangi somut
rakamlarla, yani hangi politikalarla, (Kürtlerle savaş ve işgal veya Kürtlerin
haklarını tanıma ve birleşme) dolacağı ayrı bir sorundur.
Türk devleti bir ara özellikle Rojava’da ve Türkiye’de
Kürt hareketinin kazandığı mevziler karşısında geri adım atarak, bu formülü
kendi kontrolünde olma koşuluyla nispeten barışçıl bir yolla gerçekleştirmeyi
denemişti (“Barış süreci” denen ateşkes dönemi).
Ancak bu yolun Kürt hareketinin gelişmesine ve
Türkleri de kazanma eğilimi göstermesine yol açtığını görünce, gelişmeler
kontrol edilemez bir noktaya gelmeden sayım suyum yok dedi, birbiri peşi sıra
darbelerle klasik inkar ve savaş
politikalarına dönerek bu denklemi şiddet yoluyla uygulamaya geçti.
Bunun için önce cephe gerisini sağlama alması
gerekiyordu. Bunun için de Erdoğan’ın popülaritesini ve kitle desteğini yanına
alarak harekete geçti. Erdoğan’ın da gerek kişisel (ihaleler, yakınları
kayırmalar, havuzlar vs.) gerek politik (Işid ve cihatçılarla iş birliği,
onların her türlü desteklenmesi) yaptığı usulsüzlüklerle iktidarı kaybetme gibi
bir lüksü bulunmuyordu. Hem de gençliğinden beri dayandığı ideolojiye, Türklük
ve İslamlık karışımı emperyal yayılmacılık de uygun düşüyordu.
Cephe gerisi sağlamdı ama önceleri uluslararası durum
ve dengeler el vermiyordu. Ama şimdi İstanbul seçimlerinin de gösterdiği gibi,
cephe gerisinde çatlak sesler çıkmaya başlayınca ve artık ertelenecek bir yanı
kalmayınca, tıpkı bir zamanlar Enver ve Talat’ların yaptığı gibi Rojava ve
Güney Kürdistan’ın işgaline yönelik bir savaş politikasında karar verildiği ve
kumar oynanacağı görülüyor.
Aslında bu politika uluslararası güçlerce
engellenebilir. ABD ve Rusya, Türkiye’ye kesin bir dille böyle bir operasyon
karşısında sessiz kalmayacaklarını ve buna müsaade etmeyeceklerini söyleseler,
Erdoğan Ergenekon kliğinin politikası iflas eder, güç kaybetmeye başlarlar ve
dengeler değişir. Oradan belki bir ateşkes ve giderek daha barışçıl bir ortama
geçiş olabilir.
Ancak her ikisi de hem konjonktürel olarak kesin bir
tavır almaktan ana değiller, hem da daha uzun vadeli ve stratejik olarak. Hatta
Erdoğan-Ergenekon ittifakını bu yönde cesaretlendirişi bir tavır sergiliyorlar.
Çünkü her ikisi de aslında uzun vadeli ve stratejik
düşünerek, Türkiye’nin boğazına kadar Kürtlerle bir savaşa girmesi ve Irak ve
Suriye’de bir işgalci olmasının, onun hareket alanını daraltacağını, onu
kendilerine giderek daha fazla bağımlı kılacağını ve sonunda parçalanarak ellerinin
epey rahatlayacağını düşünüyorlar.
Ve hiç de yanlış düşünmüyorlar kendi çıkarları
açısından.
Uluslararası güçler bir yana, bu politika Barzani
tarafından bile engellenebilir. Güney’deki operasyonlara destek vermese,
Rojava’nın soluk yollarını açık bıraksa bile yeter.
Ama çürümüşlük içindeki Barzani ve Talabani rejimleri
zaten Güney Kürdistan’ı hem Türkiye’nin bir açık pazarı ve fiili sömürgesi, hem
de Türk istihbaratının rahatça at koşturduğu bir alan yapmış bulunuyorlar.
Ezilen kitlelere dayanmadıkları için, devletler arası
dengelerle ayakta durmaya çalışıyorlar ve bu da aslında bir intihar
politikasına yol açıyor.
Kendi varlıklarını bile PKK’nın yarattığı dengelere
borçlu olduklarını anlamıyorlar.
ABD’nin yıllarca PKK’ya karşı savaşında Türkiye’ye
olanaklar sağlayarak, örneğin Apo’yu Türkiye’ye teslim ederek, bunun
karşılığında Güney Kürdistan için tavizler kopararak fiilen Kürt devletinin
oluşumuna olanak sağladı. PKK olmasaydı, Türkiye’ye verilecek Apo olmasaydı,
Barzani ve Talabani’ler daha yıllarca aşiret şefi muamelesi görürler ve gizlice
gelip MİT misafirhanelerinde kalmaya devam ederlerdi.
Bu politika bir de Kürt Özgürlük Hareketinin direnişi
ve bir zaferiyle iflas edebilir.
Türkiye’ye demokrasiyi ancak Türk ordusunun Rojava ve
Güney’de alacağı bir yenilgi veya ciddi bir hezimet getirebilir. O zaman Türk
devleti içindeki dengeler değişebilir.
Ancak bu kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Bu sadece
PKK’nın bir türlü üzerindeki tecridi kıramamasıyla ilgili değil. Aynı zamanda
savaş tekniğindeki ilerlemeler de Türk ordusunun lehine çalıştı. Drone’ler,
hassas gözleme araçları vs. Gerilla savaşının yeni biçimlerini gerektiriyor.
Elbet bunların da paratı bulunacaktır ama bu zaman alır. Türk devleti şimdi bu
ara geçiş dönemindeki askeri üstünlüğünü de değerlendirmek istiyor.
Türkiye bir harekata başladığı ve ABD ve Rusya buna
karşı çıkmadığı takdirde, muhtemelen Türkiye, Afrin’den ta Musul’lara kadar bir
alanı işgal edebilir. Oraya Suriyelileri yerleştirebilir. Hem oralara yıllarca
temizlenemeyecek zehirini akıtabilir, hem de içerdeki Suriyeli düşmanlığını
kendi değirmenini döndürecek su yapabilir.
Elbet Kürt hareketinin direnişi sürer, eninde sonunda
Türk devleti yenilir veya parçalanır ama bu arada yıllar geçer yeni ve daha
büyük acılar birikir.
En iyisi ve en az acılısı Türk ordusunun harekatının
tam bir fiyaskoyla sonuçlanmasıdır.
Ama Türkler açısından düşünürsek, “Diyarbakır’ı
kaybetmemenin” tek yolu savaş ve işgal değildir. Pek ala Öcalan’ın programı
kabul edilerek de, sadece kuzey Suriye değil, sadece Musul değil bütün Kerkük
ve hatta Suriye, hatta Lübnan bile “alınabilirdi”.
Yapılacak tek bir şey vardı. Bu merkezi, bürokratik
devletin tasfiyesi, tamamen Kuzey Avrupa ve ABD örneğindeki gibi nispeten
demokratik bir cumhuriyet. Türkiye’nin büyüklüğü ve ekonomik seviyesi zaten bu
ülkelerden çok ilerdeydi, ekstra bir Refah bu demokrasinin ayak izleri üzerinde
zaten gelirdi. Refah ve Demokrasi olunca da, tıpkı duvarın yıkılışından sonra
Doğu Avrupa ülkelerinin ülkeler olarak batıya iltica etmeleri gibi, Suriye,
Irak, Lübnan halkı ülke olarak o zamanlar örneğin Ortadoğu Demokratik
Cumhuriyeti adını almış olabilecek bu Cumhuriyet’e ülke olarak iltica ederler,
o Cumhuriyetin bir parçası olurlardı.
Bunu engelleyen tek güç Türkiye’ye egemen askeri
bürokratik oligarşidir. O kendi çıkarını, varlığını, bekasını, ulusun, devletin
çıkarı, varlığı ve bekası gibi görmekte ve gösterebilmektedir. Böylece en azından
Türkler ve Müslümanlar arasında hatırı sayılır bir çoğunluğun desteğini veya en
azından hayırhah bir tarafsızlığını sağlayabilmektedir.
Maalesef Türkiye’deki demokrasi özlemlerinin tutarlı
ve demokratik bir programı olmadığı, demokratik özlemler, Politik İslam’ın,
Liberallerin ya da kültürel bir tepki biçiminde Kemalizmin ve CHP’nin
değirmenine su taşıdığı için Demokratik bir hareket yoktur.
Bu olmayınca da tek yol, Türkler için Diyarbakır’ı
vermemek için Musul’u almak tek geçerli politika olarak görünüyor ve böylece
Devletin hınk deyicisi oluyorlar. Yani sonuç olarak savaş ve macera.
Erdoğan-Ergenekon rejimi birbiri peşi sıra darbelerle
yerleşti tıpkı 31 Mart, Babıali Baskını gibi darbelerle yerleşmiş Talat Enver
rejimi gibi.
Talat Enver rejimi Osmanlı’nın sonunu getirmişti,
Erdoğan Ergenekon rejimi de TC’nin sonunu getirecek.
Aslında bu merkezi, bürokratik, ırkçı, rejimin ve
Türklük ve Müslümanlıkla tanımlanmış ulusun ve devletin son bulması iyi olur.
Ama bu yolla çok acılı olur. Çok insan ölür, çok acılar
çekilir, sonrasına çok düşmanlıklar kalır.
*
Peki hiçbir yol yok mu bu denklemi nispeten barışçı
bir şekilde çözmek için?
Var, ama bu yol benzeri bir dilemmayı PKK ve Kürt
Özgürlük Hareketi için de dayatıyor.
Kürt hareketi açısından baktığımızda, formülü şöyle
ifade edebiliriz:
İstanbul’u almayan, Diyarbakır’ı kaybeder.
Kürt hareketi İstanbul’u alamazsa, sadece Diyarbakır’ı
değil, Musul’u da, Rojava’yı da kaybeder.
Bunu da sonraki yazıda ele alalım.
5 Ağustos 2019 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder