(Evelki
gün, Sendika Org’ta Joris Levering’in “Murray Bookchin ve Kürt direnişi” adlı bir yazısı yayınlandı. (Bu yazıyı da ekte
koyuyoruz.) Adındaki linkten de ulaşılabilir
Yazar, Demokratik Özerklik ve/veya Konfederalizm,
Rojava’daki kantonlar ve Rojava deneyimi ve bunlara ilişkin Öcalan’ın görüşleri
ile Murray Bookchin’in görüşleri arasındaki ilişkileri ele alıyor.
Yazıyı
okuyunca bundan on yıl önce, yine Bookchin’in görüşleri, Öcalan konusundaki
yazdıklarımız aklımıza geldi. Pazar günleri aktüel politika dışında yazmak
adeta bir gelenek haline geldiğinden, geleneğe uyarak, biraz da teorik ve temel
konulara girelim dedik. Bu nedenle, bu yazıyı bugün aynen yayınlıyoruz.
Biz
aşağıdaki yazıyı yazdığımızda, çocuk
yaşta olanlar bugün yirmili yaşlarındalar. Bu nedenle bu unutulmuş yazıyı bir
kez daha yayınlıyoruz. Kürt Hareketini tanımak ve anlamak bakımından; onun
potansiyelleri ve sınırlarını değerliendirmek bakımından yararlı olacağını
sanıyoruz. Yazının yazıldığı zamanlarda ortada ne Rojava deneyimi vardı, ne kimse
Kürt hareketinin yanında görünmek istiyordu. Yazı bu nedenle hem bir belge, hem
de kanıtlanmış bir öngörü özelliği taşımaktadır. Günlük politikanın
labirentlerinden çıkıp, o labirentlere yukarıdan kuşbakışı bakmak ve çkış
yollarını bulmak isteyenler içinçok yararlı yaklaşımlar sunduğunu düşünüyoruz.
Bu
vesileyle şunu da not edelim. Biz bu yazıyı aynı zamanda Din ve ulus konusunda
yeni ulaştığımız görüşleri popüler bir biçim altında ama derli toplu sunma
amacıyla da yazmıştık. Tabii o zamanlar yeni ulaştığımız bu görüşleri ifade
edecek kavramlar bugünkü kadar net şekillenmemişti. O zamanlar, Özel ve Politik
ayrımının kendisine, dolayısıyla dinin özele ilişkin olarak tanımlanmasına da
milliyetçilik diyorduk. Bugün ona “modern toplumun dini”, “Humanizm”, “Aydınlanma”
dini, “Aydınlanma’nın Kozmopolitizmi” demeyi daha uygun görüyoruz.
Bu
ayrım bir eşitlik aracıydı ve devrimciydi. Nceki toplumların dinsel
farklılıklarını anlamsızlaştırıyşor ve bir dünya cumhuriyetinin temelini
oluşturuyordu. Allah’ın Putlara karşı yaptığını yapmanın bir benzeriydi. (Bu
konuda “Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi Olarak Marksizm” yazımıza da
bakılabilir.)
Ama bu
ayrım üzerinde yükselen politik olanın ulusal olanla çakışmasına ise, ulusçuluk
diyoruz ve ulusçuluğu aydınlanmaya karşı bir karşı devrim olarak tanımlıyoruz.
Bu
karşı devrimi, yani ulusçuluğu da kendi içinde, nispeten daha demokratik,
territoryal, dil, din, ırk körü ulusçuluk ile; dile dine dayanan gerici
ulusçuluk olarak iki aşamalı bir karşı devrim
biçiminde tanımlıyoruz.
Yazıda
bunun gibi daha sonra başka ve daha net kavramlarla karşıladığımız birçok yön
bulunmaktadır. Ancak bunlar bir anlamda terimler sorunudur. Yazının temel
mesajını değiştirmemektedir.
Bu
vesileyle yazıda geçerayak belirttiğimiz bir konuyu da belirtelim. Esher’in
resimleri, mantıki yanlışların göz yanılgıları biçiminde imgelerle ifadesi
olarak alınabilir.
Din ve
ulus konusunun ele alınışı da böyledir. Dinin tanımının kendisinin bir din
olduğu durumda, bu tanımın kendisinin din olduğunu anlamak çok zordur. Keza, ulusçuluğun
tanımının ulusçuluk olduğu durumda ulusçuluğu anlamak zordur. Daire kendi
üzerine kapanır. Ama bunun ardında, bir göz yanılması veya metodolojik –mantıksal
bir yanılgı vardır. İşte tam bu nedenle, Esher’in resimleri Din ve Ulus
konularını anlamak için idealdirler. Muhtemelen de bu durumun bir sanatçı
sezişiyle ifadesidirler. Bu nedenle yazıda Esher’in resimlerini kullandık.
Dinin
tanımının modern toplumun dini; ulusun ve
ulusçuluğun tanımının bir ulusçuluk olduğu yönünde yaptığımız keşif, bir bakıma
Marks’ın işgücü ve emek kategorilerini ayırmasına benzer. Emek ve işgücü
kategorileri ayrılmadığı sürece, ekonomi politik bir totoloji olmaktan öteye
gidemez.
Bu
ayrımı yapmadan, nasıl artı değerin kaynağını ve kapitalist ekonomiyi anlamak
mümkün değilse; benzenr şekilde, bugünkü yaygın ve egemen ulusçuluk tanımının
bizzat kendisinin ulusçuluk olduğunu, din tanımının kendisinin din olduğunu
anlamadan ne tarihi ne de çağımızı anlamak mümkün değildir.
Dolayısıyla
devrimci bir program ve strateji de oluşturulamaz.
16
Ağustos 2015 Pazar
Frankenstein
ve Vampir gibi korku imgelerine daha
derinden bakıldığında, onların, tıpkı eski çağların Greklerinin doğayı kavrayışı
gibi, tarihsel ve toplumsal gerçeğin, çocuksu bir kavranışını yansıttığı
söylenebilir.
Sonradan
yanlış olarak romandaki yaratıcısının adıyla (“Doktor Frankenstein”) anılan ve aslında adı bile bulunmayan “Frankenstein”, Proletaryayı anlatan çocuksu
bir metafor olarak görülebilir.
Tıpkı
proletaryanın eski toplumunu tüm parçalarından, mülksüzleşenlerinden oluşması
gibi, çeşitli ceset parçalarından oluşmuş, yumuşak yürekli, müşfik bir
yaratıktır ve Proletarya gibi dışlanır. Ve tıpkı proletarya gibi kendisini
yaratmış ve dışlamış burjuvaziye ve burjuva topluma karşı harekete geçer, onu
yok etmeye çalışır.
Buna
karşılık, Vampir ya da Drakula imgesinin, burjuvaziyi, ama
burjuvaziden de çok gerici burjuvazinin milliyetçiliğini sembolize ettiği
düşürülebilir.
Milletler
de tıpkı o vampirler gibi aslında
tarihsizdirler. Ve yine tıpkı milliyetçilerin tasavvurundaki milletler
gibi, çok uzun bir zamandan beri karanlık bir yerde uyumaktadırlar ve
milliyetçiler tarafından uyandırılmayı beklemektedirler. Milletler de tıpkı
vampirler gibi, bir kere kurbanlarını ısırdılar, kanın içtiler mi, onları da
kendileri gibi bir vampir yaparlar. Bir ulus başka insanları dışlayıp, onların
kanını akıttığında, onları baskı altına aldığında, o dışladığı veya kanın
akıttığı da bir vampir (Ulus) olur. Bundan sonra o da kendi kurbanlarını
arayacaktır. Ta ki yeryüzünü Vampirler (Uluslar) kaplayana kadar.
Yeryüzünü
vampirlerin kapladığı bir dünyada, vampirlerin vampirliğin ne olduğunu anlama
şansları yoktur. Onlar vampirlik dışında başka bir var oluşu tasavvur bile
edemezler.
Bu
nedenle, tıpkı kedilerin kendi kuyruklarını yakalayamamaları gibi, ulusçular da
ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar.
Bu
mekanizmanın nasıl işlediğini anlayabilmek için, vampirliğin ya da ulusçuluğun
ne olduğu sorusundan yola çıkalım.
*
Ulusçuluk,
gerek ulusçularca, gerek enternasyonalistlerce bir ulusun çıkarlarını öne almak, her şeyi ona tabi kılmak olarak
tanımlanmaktadır.
(Ulusçular
ve enternasyonalistlerin aynı tanımda anlaşması ve öne alınacak şeyin ne olduğunda
ayrılmaları, onların ulusun ne olduğu konusunda aynı ortak varsayımları
paylaştıklarını gösterir ve bu ortaklığın derin anlamıdır aslında bu yazının
konusu, ama bu yazının gidişi içinde görüleceğinden, şimdilik bunu sorun
etmiyoruz.)
Ama
biraz dikkatli düşününce bu tanımın hiçbir şeyi açıklamadığı ve aslında bir
totoloji olduğu görülür. Ama bu görülmesi zor bir totolojidir. Onun için şu
soruyu soralım:
Peki,
o çıkarı öne alınan şey, yani ulus nedir?
Ulusu
da, yine aynı şekilde, ulusçular da enternasyonalistler de hep tarih, dil,
etni, kültür, kader, yaşantı ortaklığı veya bunların bir kısmının çeşitli
kombinasyonları olarak tanımlamaktadırlar.
Ama
ulusu bu türden ortaklıklar olarak tanımlamak tam da ulusçuların ulus tanımları
değil midir?
Yani
her hangi bir ulusu yaratanlar o ulusu böyle tanımlarla tanımlayarak
yaratırlar.
Bütün
bu farklı tanımlar, farklı ulusların veya ulusçulukların ne olduğu hakkında
bize belki bir fikir verirler ama ulusun ne olduğu hakkında bir fikir
vermezler.
Yani
kimi ulus belli bir toprak parçasında yaşayan insanlarla; kimi ulus bir tarih
ortaklığıyla; kimi ulus amaç ortaklığıyla vs. tanımlanabilir. Ama bu tanımlar,
normatif tanımlardır bizlere ulus denen şeyin ne olduğunu değil; farklı
ulusların veya ulusçulukların ulustan ne anladığını ve onu nasıl tanımladığını
gösterirler.
O
halde, örneğin, Stalin’in meşhur tanımı veya Otto Bauer’inki kabul edildiğinde,
yapılan şey, normatif veya hukuki tanımlara, sosyolojik bir tanım payesi
vermekten başka bir şey değildir.
Bu
tanımlar ulusçuların tanımları olduğundan, bu tanımlar kabul edildiğinde,
ulusun ne olduğu hakkında şöyle demiş oluruz: ulus, ulusçuların ulus dediğidir.
Ulusçuluk
ne? Ulusun çıkarını öne almak.
Ulus
ne? Ulusçunun ulus dediği.
Görüldüğü
gibi, şimdiye kadarki ulus ve ulusçuluk kavramlarıyla hiçbir şeyi anlamak
mümkün değildir. Karşımıza çıkan bir totolojidir. Ve işin ilginci yüz elli
yıldır, modern toplum, ulus ve ulusçuluk üzerine bütün literatür bu totolojiden
ibarettir.
Burada
tıpkı küçük çocukların sonsuz tekerlemelerinin bir benzeri karşısındayız:
Damdan
düştü kurbağa
Onu
gören yolcular aldılar
Mezarını
kazdılar
Damdan
düştü kurbağa
(...)
Ne
yazık ki bu tekerleme çocuklar için değildir ve aslında yüz elli yıldır bütün
toplum bilimlerin ve sosyal hareketlerin içinden çıkamadığı, insanlığa korkunç
acılar getirmiş ve getirmekte olan bir sonsuz tekerlemedir bu.
Ama
bu uluslar ve ulusçuluk ilişkisini; bu sonsuz çıkmazı anlamayı sağlayacak en
güzel metaforları Esher’in resimleri sunar. Kim bilir belki Esher’in resimleri,
ulus ve ulusçuluk yanılsamasının bir sanatçı sezişiyle, imgeler aracılığıyla
açıklanışı olarak da görülebilir.
*
1980’li
yıllara gelinceye kadar bütün ulusçuluk ve ulus üzerine literatür aslında
modern toplumun bu sonsuz tekerlemesinin bir tekrarından başka bir şey
değildir. İster Stalin’in, İster Bauer’in, ister Löwy’nin ulus ve ulusçuluk
tanımlarını ele alın, bunların hepsinin yukarıda açıklanan sonsuz tekerlemenin
dışına çıkamadıkları; tıpkı kedilerin kendi kuyruğunu yakalayamaması gibi, bir
türlü kendi kuyruklarını yakalayamadıkları görülür. Ulus böyle ulusçuların
tanımıyla tanımlanıp da ulusçuluğun ne olduğun sorulduğunda, yine başlangıç
noktasına gelinmektedir.
Marks,
Engels ve Lenin’den yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar, ulusal sorun üzerine
yazan herkes son duruşmada hep bu fasit dairenin içinde kalmıştır.
Sorun
enternasyonalistler açısından da farksızdır. Onlar da ulusçuluğun ulusal çıkarı
öne almak olduğunu, kendilerinin ulusun değil sınıfın çıkarını öne aldıklarını
söylerken, ulusçularla aynı ulusçuluk ve ulus kavramını paylaşırlar.
Dolayısıyla ulusun ne olduğuna ilişkin kavrayışları, özünde ulusçuların ulus
kavrayışlarıdır. Enternasyonalistlerle ulusçuların ayrılığı; ulusun veya
ulusçuluğun ne olduğunda değildir.
Peki
bu çıkmazın dışına nasıl çıkılabilir?
Ulus
ulusçuların ulus dediği şey olarak tanımlandığına göre, bu fasit dairenin
dışına çıkabilmek için; ulustan değil; ulusçuluktan yola çıkmak gerekmektedir.
Ulusçuluğun
ne olduğunu anlarsak ulusun ne olduğunu anlayabiliriz. Ulusçu, ise ulusun ne
olduğunu anlayarak ulusçuluğun ne olduğunu anlayabiliriz der. Ulus ise, bizzat
kendisinin ulus dediğidir. Ulusçu, ulusun tıpkı sınıf gibi, ulusçunun dışında
ve ondan bağımsız olarak var olduğunu söyler. Ulusçuya göre, uluslar olduğu
için ulusçular vardır. Halbuki, gerçekte, ulusçular olduğu için uluslar vardır.
Bütün incelik buradadır. O halde ulusun ne olduğunu anlamak için ulusçuluğun ne
olduğunu anlamak gerekmektedir.
Ulusun
çıkarını öne almanın ulusçuluk olduğunu söylemenin totoloji olduğu ortadadır.
Çünkü Ulusu tanımlayan ulusçudur. Ulusçuluğu ulusa göre tanımlamaya kalkmak
ulusçuluğu ulusçulukla tanımlamaktır.
Ulusçuluk
ulusa göre değil, çünkü ulusu yaratan odur, ancak kendi dışındaki bir duruma
göre tanımlanabilir.
Bunun
için bütün ulusçulukların ortak varsayımını ortaya çıkarmak gerekir.
Ulusçuların
temel ortak var sayımı nedir?
Herkesin
bir ulusu olduğu ve her ulusun bir devlet kurma hakkı olduğu.
Kimin
ulus olduğu veya ulus kimlere deneceği ayrı bir sorundur ve şimdilik bizim
çözümlememiz bakımından bin önemi yoktur. Ama bütün ulusçular, eğer ulus
iseniz, her ulus gibi bir devletiniz, bir ülkeniz olmasına hakkınız olduğunu
düşünürler.
Yani
bir devlet ve Ülke ile bir ulus arasında bir çakışma olması gerektiği, bütün
ulusçuların ortak var sayımıdır. Böyle bir durum yoksa bu giderilmesi gereken
bir arızadır.
O
halde, sorununu şöyle de koyabiliriz. Kendinizi ulusçu kabul edip etmemeniz bir
yana, eğer devlet ve ülke ile ulus arasında bir çakışma olması gerektiği
anlayışına sahipseniz bir ulusçusunuz demektir. Ulusçular ulusu nasıl
tanımlarsa tanımlasınlar; kimin ulus olup olmadığı hakkında aralarında ne gibi
ayrılıklar olursa olsun, onların hepsinde ortak olan, devlet ve ülke ile ulus
arasında bir çakışma olması gerektiği prensibidir.
Ama
bu tanım da yeterince net değildir ve yanlış anlamalara uygundur. Örneğin,
devlet hakkında bu gün var olan devletlerin bir benzerini düşündürür bu. Ama
devlet, pekala, örneğin liberterlerin dediği gibi, bir federasyon veya
konfederasyon veya tamamen “devletsiz” bir “ülke” veya “toplum” da olabilir.
Politik
olanın biçiminin ne olacağı farklı ideolojik akımlar arasında değişebilir. Yani
bürokratik bir devlet mi? Demokratik bir devlet mi? Merkezi mi? Merkezi olmayan
federatif veya konfederatif bir devlet mi? Veya devlet gibi bir örgütlenmeye
tekabül etmeyen bir “devlet” mi?
O
halde, devletin biçimi sorununu bir kenara atıp onu soyutlamak, analizimizi saf
olarak işin özüne doğru götürebilmek için, ülke ve devlet yerine politik demek
daha doğru olacaktır. Çünkü günümüzde ülke ve devlet politik kavramı içinde
ifade edilmektedir.
O
halde, devlet yerine daha geniş bir anlamı olan politik kavramını kullanırsak;
her ulusa bir devlet veya her ulusun kendi kaderini tayın hakkı gibi bütün
ulusçuların kabul ettiği formülasyonlar yerine, aynı anlama gelen ama daha
kapsayıcı ve öze inen, şöyle bir tanıma ulaşırız:
Bunu
Ernest Gellner şöyle ifade eder:
“Ulusçuluk,
temelde siyasi birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir
ilkedir.”
Ulusun
nasıl tanımlanacağı, farklı uluslar ve ulusçuluklarda değişebilir. Ama hepsinde
değişmeyen şey, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, o ulus denen şeyin, politik
olanla, daha somut olarak devlet ve ülke ile (siyasal birim ile) çakışması
gerektiği anlayışıdır.
Dünyanın
bütün ulusçularında ortak olan budur. Bu tanım çerçevesinde, ulusun nasıl
tanımlanacağı veya politik olanın nasıl bir devlete veya devletsizliğe tekabül
edeceği; bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağı, genel ve soyut olarak
ulusçuluğun doğrudan bir sorunu ve belirleyicisi değildir. Bunlar somut
ulusçuların sorunları olabilir ama ulusçuluğun özüne ilişkin sorunlar
değildirler.
Görüldüğü
gibi, şimdi ilk tanımımızdan çok başka artık totolojik sayılmayabilecek bir
tanıma ulaşmış bulunuyoruz. En azından ulusçuluğu, siyasal birim ile ulusal
birimin çakışması gerektiğine dair bir ilkeyi kabul etmeyenlere göre
kıyaslıyoruz. Örneğin, eskiden imparatorluklar böyle bir ilkeye
dayanmıyorlardı. Onlarda siyasal birim başka bir şeye dayanıyordu. Örneğin
onlarda, siyasal birimin “asil” bir soydan gelenlere göre belirleneceği gibi
bir anlayış bulunuyordu.
Ayrıca
bu tanım çok karıştırılan bazı şeyleri ayırmamızı da mümkün kılmaktadır.
Örneğin ulus sözcüğünün çoğu kez bir kavim anlamında kullanılmasının yol açtığı
karışıklıklardan kurtulmayı sağlar. Bunu biraz açalım.
Böyle
bir tanım bizi tarihteki diğer “ulus”lardan ayırır.
Var
sayalım ki, eskiden de insanlar kendilerini Arap, Gürcü, Ermeni, Türk vs.
olarak tanımlıyorlardı. Ama onlar hiçbir zaman, örneğin Araplığın politik
olanla çakışması gibi bir anlayışa sahip değildiler. Politik olanı hiçbir zaman
bu belirlemiyordu. İnsanlarda Arapların bir ulus olduğu ve bu ulusun bir
devleti, politik bir birliği ve biçimi olması gerektiği yönünde bir tasavvur
yoktu. Olmadığı için de bu, o insanların hiçbir davranışını belirlemiyordu.
Yani
tarihte ulusçular olmadığı için uluslar da yoktu. Bu gün ulusçular onların bu
günkü ulusların tarihteki öncülleri olduğunu iddia etmektedirler ama o yaşanmış
tarihte böyle bir şey söz konusu değildi.
Eskiden
insanlar kendilerine Arap veya Türk veya Ermeni derken başka bir şeyi kast
ediyorlar ve bundan başka bir şey anlıyorlardı bu gün başka bir şeyi
kastediyorlar ve başka bir şey anlıyorlar.
Bunun
nasıl bir şey olduğun anlamak için söyle bir örnek verelim.
Diyelim
ki belli bir aşiretten, belli bir şehirden veya belli bir dinden, belli bir yaş
grubundan, belli bir ailedensiniz.
Bu
gün bunlardan olduğunuzu belirttiğinizde, ben İstanbulluyum dediğinizde, ben
Kureyşan aşiretindenim dediğinizde, ben bilmem ne giller sülalesindenim
dediğinizde veya ben şu dindenim dediğinizde, bunu söylerken, siz ve sizi
dinleyenlerin hepsi ulusçu olduklarından, bunu söylemenizin bir politik anlamı
olduğunu düşünmezler. Yani bir İstanbul devleti; bir Kureyşan devleti veya
politik birimi; bir bilmem ne giller politik birimi kurmayı hedeflediğiniz veya
hedeflemeye hakkınız olduğu anlamına gelmez böyle bir ifade. Bunların politik
bir anlamı olmadığı yönünde bir konsensüs vardır. Dolayısıyla bunlar politik
bir mücadelenin konusunu oluşturmazlar.
Halbuki
eskiden böyle değildi. Bir Atinalı veya Ispartalı için, bir şehrin adı, bugün
bir ulusçu için ulusun adı gibi bir anlama sahipti. Ancak bir kentten olan,
hatta o kenti kuran soylardan olan bir yurttaş olabilirdi. Yani gerekli
değişiklikler yapıldığında, politik olan ile kentsel olanın çakışması gibi bir
anlayış vardı bir zamanlar, tıpkı bu günkü ulusal olan ile politik olanın
çakışması anlayışında olduğu gibi. Hasılı durum bu günkünün tam tersineydi. Siz
bu gün bir İstanbulluyum, bir Kureyşanlıyım dediğinizde kimse sizi
“bölücülükle” suçlamayı aklından geçirmez. Kentin ya da soyun politik olanla
çakışması gerektiği yönünde bir anlayış yoktur bu gün. Halbuki bir zamanlar tam
tersineydi. O zamanlar da Kürt veya Türk olduğunuzu söylediğinizde, şimdi bir
İstanbullu veya Kureyşanlı olduğunuzu söylemenizden daha farklı bir şey
söylemiş olmazdınız.
Hasılı,
biz bu gün ben Müslüman’ım, İstanbulluyum, bilmem ne aşiretindenim dediğimizde
nasıl bunlar bizler için hiçbir politik anlama sahip değilse, bir zamanlar
Türk, Arap, Ermeni vs. olmak da benzer şekilde hiçbir politik anlama sahip
değildi ve bu gün aynı şehirden, sülaleden, aşiretten veya inançtan olmaktan
daha farklı bir anlama gelmezdi. Bu nedenle hiçbir davranışın özünü
belirlemiyordu.
Atina
kentindeki Atinalı ile Bu günkü Atina’daki Atinalı kendine Atinalıyım derken ne
kadar birbirine benziyorsa bu günkü Kürt, Türk, Arap, Yunan veya Ermeni ile
tarihte kendine Türk, Kürt, Arap, Yunan, Ermeni vs. demiş olan da o kadar
benzemektedir. Yani hiçbir benzerlik ve ortaklık yoktur. (Bu ortaklık sonradan
gerici ulusçular tarafından uydurulmuştur ve ayrı bir hikayedir.)
Bu
ulaştığımız yeni ulusçuluk tanımı, örneğin bizim bu farkı anlamamızı sağlıyor
öncelikle. Özellikle 80’li yıllardan sonra ortaya çıkan ve gerçekten ulus ve
ulusçuluğun kavranmasında çığır açan kitapların başardığı ve üzerinde durduğu
budur ve bunlar bu tanımdan yola çıkmaktadırlar. Bu bağlamda Gellner, Hobsbawm,
Anderson’u özellikle belirtelim.
*
Ama
bu tanım üzerine de biraz düşünülünce, bu tanımın da bir takım gizli
varsayımlara dayandığı görülür. Bu gizli varsayımları açıklığa kavuşturmadan
ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacağımız ortaya çıkar.
Nedir
bu gizli varsayımlar?
Şimdi
bunu görmek için çözümlememizi daha derine götürelim.
Nasıl
önce maddenin atomlardan; sonra o atomların proton, nötron ve elektronlardan;
sonra proton ve nötronların da kuarklardan oluştuğu görüldüyse, şimdi
ulusçuluğun bu ulaştığımız noktada nelerden oluştuğunu görmeye çalışalım. Bunun
için elimizde fizikteki gibi labaratuarlar veya metamatik modeller yoktur.
Soyutlama ile gitmek gerekir sosyal bilimlerde.
Sadece
politik olanın neye göre belirlendiğini incelediğimizde, yani bir soya, bir
ulusa, bir dine göre vs. belirlenebilir dediğimizde, belli bir açıklığa ulaşmış
oluruz ama hala gizli bir varsayımımız daha vardır. Politik olan diye ayrı bir
şeyin varlığı.
Politik
olandan, politik birimden söz ettiğimize göre, politik olmayan diye bir şey
olsa gerektir.
Politik
olandan söz edebilmek için ve politik olan ve olmayan diye bir ayrıma dayanan
daha derinde daha başka bir gizli varsayım olması gerekmektedir. Böyle bir
varsayım olmadan politik olandan söz edilemez ve dolayısıyla politik olanın
ulusal olanla veya her hangi bir şeyle çakışması gibi bir tanıma ulaşılamaz.
Tıpkı fizikçilerin, böyle bir fenomen veya parçacık olması için onun da
şunlardan oluşması, şöyle parçacıklar olması gerekir demesi gibidir bu
yaptığımız.
Evet
böyle gizli bir varsayım vardır. Gerçekten de modern toplum öncesinde politik
olan ve olmayan diye bir ayrım yoktu. Eski toplumlar sadece politik olanı
farklı tanımlamıyorlardı; yani örneğin bir kente göre tanımlamıyordu; onlarda
politik olan ve olmayan ayrımı diye bir ayrım da yoktu. Her şey politikti. Veya
politik olan her şeydi
Yani
biz, “ulusçuluk ulusal birimle politik birimin çakışmasına dayanan siyasal
ilkedir” dediğimizde de hala tarihe ulusçuların açısından bakıyoruz ve onda da
politik olan ve politik olmayan ayrımın diye bir ayrımın var olduğunu
düşünüyoruz; onun bu günkü modern toplumdan tek farkının politik olanı başka
bir ilkeye göre tanımlamakta toplandığını söylüyoruz demektir.
Yani
hala ulusçuların kabul edebileceği bir alandayız demektir. Zaten bu tanımı
ortaya atan Gellner de bir ulusçudur. Burada demokratik ulusçuluğun kabul
edebileceği, aydınlanmaya uygun bir tanım alanındayız demektir hala.
Ancak
modern toplumun eski toplumla ayrımı; politik olanı farklı bir ilkeye göre
tanımlamasında değildir; politik ve politik olmayan, yani özel ayrımındadır.
“Eski toplumlar politik olanı başka bir ilkeye göre, örneğin dine veya soya
göre tanımlıyorlardı” demek, ortaçağda çocukların büyük bir insanın küçük bir
biçimi olduğunu düşünmeleri; hatta erkeğin sperminin küçük bir insan olduğunu
sanmalarından farksızdır. Kapitalizm öncesi; ulusçuluk öncesi tarihte politik
olanın başka bir şeye göre tanımlandığını söylemek, onlara bu günkü toplumun;
ulusçuluğun gözünden bakmaktır. Onların esas farkı, politik ve politik olmayan
(özel) ayrımının onlarda olmamasındadır.
O
halde ulusçuluğun daha derinine , özüne inen bir tanıma ulaşıyoruz:
Ulusçuluk,
politik ve özel ayrımına dayanan bir toplumsal örgütlenmeyi savunmaktır. Çünkü
bu ayrım olmadan, politik olanın neye göre tanımlanacağı gibi bir sorun ortaya
çıkamaz.
Yani
özel kavrayışı ile politik kavrayışı birbirinden ayrı düşünülemez. Özel diye
bir ayrım veya kavram olmasaydı politik olmazdı. Özel, bir şeyleri politik
alanın dışına atmanın aracıdır.
Ama
dikkat edelim, ki burası en kritik noktadır, bu atmanın kendisi politik, hukuki
veya ideolojik bir eylemdir, ayırımdır.
Öte
yandan bu politik ve ideolojik ayırmanın kendisi sosyolojik olarak bunların
ayrılamayacağını gösterir. Yani özel, politik diyerek hukuki, ideolojik veya
politik olarak ayrılanlar, aslında sosyolojik olarak birbirinden ayrılamadığı
için bu ayrımı yapmaktadır modern toplumun örgütlenmesi. Özel diye ayırmanın
kendisi politiktir. Eğer sosyolojik olarak böyle bir ayrım olsaydı, özel ve
politiği ayırmak diye politik veya ideolojik bir sorun olmazdı. Tıpkı katılarla
sıvıların ayrılması diye ideolojik, politik veya hukuki bir sorun olmadığı
gibi.
Bu
ayrımın sosyolojik değil, ideolojik, politik bir ayrım olduğunu kavramak
metodolojik bakımdan hayati önemdedir. Çünkü bu politik ayrımı sosyolojik bir
ayrım gibi aldığınız andan itibaren, siz de bu hukuk ve ideoloji çerçevesinde
düşünmeye başlamış olursunuz. Yani bir burjuva olarak; bir milliyetçi olarak
düşünmeye başlamış; burjuva uygarlığının kategorileriyle düşünüp davranmış
olursunuz. O andan itibaren de bilim değil; ideolojidir artık sizin yaptığınız.
Son
yüz elli yılın bütün sosyal biliminin yaptığı tam da budur. Burjuva
uygarlığının ve ideolojisinin gücü buradan gelmektedir; onun en keskin
muhalifleri bile onun yayıcıları ve kullanıcıları olmaktan kurtulamamaktadır.
Esher’in resminin içirdekiler onun dışına çıkamamaktadırlar.
Hemen
sezileceği gibi burada da, daha üst ve daha derin bir düzeyde, metodolojik
düzeyde, kedilerin kuyruğunu yakalayamamasının bir benzeriyle karşı karşıya
olduğumuz görülür.
Modern
toplum özel ve politiği ayırır, ama bu ayrımın kendisi ideolojktir ve modern
toplumun dayandığı hukuki bir ilkedir. Siz bu ayrımı bilinçli veya bilinçsiz
bir sekilde sosyolojik bir analiz, sosyolojik bir ayrımmış gibi ele aldığınız
andan itibaren, farkına varmadan modern toplumun ideolojisiyle, yani
burjuvazinin ideolojisiyle düşünmeye başlamış olursunuz. Onun dışına çıkmanız
mümkün olmaz.
İşte
Marks’tan bu güne kadar işçi hareketini ve sosyalist hareketi kakırdatan son
derece tehlikeli yanlış anlama budur. Bunun sonucu olarak örneğin dinler özel
olarak tanımlanmaktadır ve öyle ele alınmaktadır. Ama dini özel olarak ele
almanın kendisi, özel diye bir şeyin varlığına dayanan burjuva ideolojisinin
bir kabulüdür. Bu noktada marksizm ve sosyalizm de kuyruğunu yakalayamayan kedi
durumuna düşer.
Görüldüğü
gibi ulusçuluğun ilk baştakinden çok farklı bir tanımına ulaştık. Yola ilk
çıktığımızda; “ulusçuluk ulusal olanı öne çıkarmaktır” demiştik. Sonra “ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır” demiştik. Şimdi “politik
olana ve olmayan diye bir ayrım yapmanın kendisidir” tanımına vardık.
Gerçekten
bu tanım bize bütün modern toplum ve modern olmayan toplum arasındaki temel
farkı vermektedir. Dolayısıyla şimdi artık ulusçuluğu kendi dışındaki bir şeyle
tanımlamış olmaktayız.
Ve
bu tanım sadece mantıki olarak ulaşılmış bir tanım değildir, tarihi olarak da
ulusçuluk tam böyle ortaya çıkmıştır. Gerçekten de ulusçuluk ilk çıktığında tam
da bu ayrımdan yola çıkmıştır. Bu da zaten bizim mantıki analizimizin
çarpılmalardan soyutlanmış tarihsel süreci ifade ettiğini gösterir.
Yani
bizim analitik olarak ulaştığımız öz, aynı zamanda tarihsel olarak ulusun
ortaya çıkışında da görülür. Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu, onun en saf ve
mükemmel biçiminde görülüp anlaşılabilir. Bu özel ve politik ayrımının
kendisidir.
Gerçekten
de, modern aydınlanma düşünürlerini ve Amerikan, İngiliz ve Fransız
devrimlerini göz önüne getirdiğimizde, bütün bu devrimlerde, ulus kavramının bu
bağlamda tanımlandığı; insan ve yurttaş’ın özdeş kullanıldığı, bu günkü dile,
dine göre tanımlanrmış uluslarla bu ulusçuluğun çok farklı olduğu, ulusçuluğun
bu otantik ve en gelişmiş biçiminin özünün tam da bu ayrım olduğu görülür.
İnsan
hakları evrensel beyannamesinde bütün insanlar dili, dini, soyu vs. eşittir
denir. Bu bunların politik bir anlamı yoktur demektir. Ve bu beyannamelerde
insan ve yurttaş eşit idi farklı bir şey kastedilmiyordu. Yani kökeninde
ulusçuluk, insanlar arasında dilin, dinin politik bir anlamı olmaması, bunların
özel denilen politik olmayan bir alana itilmesidir. Eşitlik, aslında “bunların
politik anlamı yoktur, bunlar özele aittir” demenin diğer ifadesidir. Uluslar
ilk önce bu ayrım temelinde ortaya çıkmışlardır ve bu gün anladığımız anlamda
uluslarla bir ilişkisi yoktu bu anlayışın. O zamanlar politik olan,
yurttaşlıkla, insan haklarıyla tanımlanıyordu, ulusun bir dile, dine, etniye,
ortak tarihe, keder birliğine vs. göre tanımlanması çok sonra ortaya çıkmıştır
ve aslında gerici bir ulusçuluk anlayışını ifade eder. Bu gün, genel kullanımda
ulusçuluk denen şey işte bu ulusçuluğun gerici biçimidir. Aslında ulusçuluğa
karşı çıktığını söyleyenler; ulus devletin aşılması gerektiğiniden söz edenler
hep, bu gerici biçimine karşı çıkmaktadırlar ulusçuluğun. Çünkü bunların hiç
biri, bu ayrımın kendisini tartışma konusu bile yapmamaktadırlar. Politik olan
diye bir şeyin ayrılmasına değil; politik olanın ulusal olana göre
tanımlanmasına değil; politik olanın yani ulusun dile, dine göre tanımlanmasına
karşıdırlar. Onu insan veya yurttaşlık haklarıyla tanımlamak ulusçuluğun
aşılması değil, tam da kendisi ve özüdür.
Politik
olan da başlangıçta hiç de bu günkü anlamda bir dile dine dayanan ulus ile
değil, tüm insanlar ile tanımlanıyordu. Amerikan veya Fransız devrimlerinde
Yurttaş ve İnsan özdeş kavramlardı. İnsan hakları beyannameleri aynı zamanda
anayasalar ve yurttaşlık beyannameleriydi. Bu bile bize modern toplumun var
oluş biçimi olan ulusçuluğun özünün bizzat bu ayrım olduğunu gösterir.
Hemen
görülür ki, en saf, en gelişmiş ve en otantik devrimci biçimiyle ulusçuluk tüm
insanların kardeşliği fikriyle çelişmez. Bu çelişmezlik sadece mantıki ve
analitik bir çelişmezlik de değldir. Tarihsel olarak da böyledir. Burjuva
devrimcileri ve aydınlanma filozoflarının çeşitli biçimlerde ifade ettiği,
“Vatanım yeryüzü, milletim İnsanlık” ideali, bu devrimci ve demokratik
ulusçuluğun programını ve anlayışını temsil eder. Tam da bu nedenledir ki,
bizzat burjuva devrimcileri tarafından ifade edilmişlerdir. Osmanlı’nın burjuva
devrimci fikirleri savunan tek şairi Tevfik Fikret “Vatanım ruyi zemin,
milletim beşeriyet” dediğinde tam da bu ulusçu ilkeyi ifade etmiş olur.
Ama
bu ulusçuluk ile bu günkü ulusçuluk birbirine galaksiler kadar uzaktır. Bu
günkü ulusçuluk aslında bu devrimci ulusçuluğun en temel ilkesinin inkarına ve
sınırlandırılmasına dayanır. Bu inkar ve sınırlama, bir ülke toprakları, bir
din, bir soy, bir dil, bir kader ortaklığı ile belirlenir. Başlangıçta tüm
insanlar için geçerli olduğu düşünülen eşitlik ve insan hakları artık sadece o
ulustan olanlar için geçerli olur. Bu gün ulusçuluk denen şey, işte bu gerici
ulusçuluktur. Bu günkü yaygın kullanımıyla ulusçuluk, aslında ulusçuların
gerici ulusçuları tanımlamakta kullandığı bir kavramdır.
Ama
bu kullanımın kendisinin bizzat ulusçuluk olduğunu; ulusçuluğun özünün politik
ve özel ayrımı olduğunu kavradığımızda, Bu ayrımı sorgulamayan, evrensel tarih
ve toplum üstü bir ayrım olarak gören, sosyolojik bir ayrım olarak gören her
kavrayışın aslında ulusçulukla malul olduğu ortaya çıkar. Burada hemen,
marksizm ve anarşizm gibi eşitlikçi ve burjuvaziyşe karşı çıkan öğretilerin
aslında bu gerçek ulusçuluktan ötesine gidemediği ve onu hiç sorgulamadığı da
ortaya çıkar.
Böylece
ulusçuluğun neden anlaşılamadığı, ulusun neden açıklanamadığı, buradaki sonsuz
tekerleme, bu sefer gerçek ulusçuluk tanımında da ortaya çıkar.
Onlar,
özel politik ayrımının hukuki ve ideolojik bir ayrım olduğunu görmedikleri,
bunu sorgulamadıkları, bir sosyolojik ayrım gibi ele aldıkları için
ulusçudurlar; ulusçu oldukları için bunu sorgulamadıklarından ulusçu
olduklarını anlayamazlar; Ulusçu olduklarını; yani bu ayrıma dayandıklarını
anlayamadıkları için; bu ayrımı sorgulayamazlar. Ve bu böyle gider. Damdan
düştü kurbağa...
Bunun
fasit dairenin dışına ancak, tüm insanlık tarihinin sosyolojik bir ele
alınışıyla çıkılabilir. Ancak o zaman, dinlerin birer inanç olmadığı;
ulusçuluğun, yani bizzat bu ayrımın kendisinin de modern toplumun dini olduğu
ortaya çıkar. O zaman bu dine karşı alternatif bir dinin; başka bir uygarlığın
dayanması gereken ilke, bizzat bu ayrımın kendisini sorgulamanın kendisi olarak
açıkça ortaya çıkar.
O
halde, burjuva uygarlığına karşı bir program geliştirmek; sadece politik olanın
ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamaktan değil; bizzat bu ayrımın
kendisini sorgulamaktan geçer.
Ne
var ki, bu gün tarih öyle gerici bir noktaya kaymıştır ki, işçi hareketinin
yeniden canlanabilmek için, tamamlanmamış projeyi tamamlamayı bir görev olarak
önüne koyması; politik olanın gerici ulusçuluklarca tanımlanan biçimlerine
karşı bir savaş başlatması gerekmektedir. Bu günkü koşullar, ilerleyebilmek
için gerilemeyi ve hız almayı; bırakalım bu ayrımı sorgulamayı; bırakalım
politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesine son vermeyi; ulusal olanın
dile, dine, etniye, soya, coğrafyaya vs. dayanan biçimlerine karşı geniş bir
cephe oluşturmayı; devrimci ulusçuluğun ilkesini savunanlarla; gerici
ulusçuluğun ilkesini savunanların cephelerini ayırmayı gerektirmektedir. Ancak
bu yoldan tekrar tarih tüm bu ayrımın kendisini sorgulayacak dev adımları atmak
için hız alabilir. İnsanlık sıçrayabilmek için, burjuva devrimlerinin
ideallerine gerilemek, oradan aldığı hızla ileri fırlamak zorundadır.
*
İşçilerin
marşının son sözü olan “Enternasyonalle kurtulur insanlık” sözleri bile burjuva
devrimlerinin “Vatanım yer yüzü milletim insanlık” anlayışından daha geri bir
ulusçuluk anlayışını yansıtır.
Enternasyonal,
bir çok ulusun var olduğu bir dünyayı var sayar, bu uluslar arasındaki
kardeşliği. Ama bu uluslar neye göre şekillenecektir? En demokratiklerinde bile
belli bir toprak parçasına, ya da Almanlarda olduğu gibi, Almanlığa, yani
kültürel veya biyolojik bir ortaklığa. Yani gerici bir ulusçuluğa göre oluşmuş
ulusların varlığını veri kabul edip onlar arasında bir kardeşliğe ulaşmayı
amaçlamaktadır İşçilerin marşı. İşçilerin marşı, ulusların dile veya dine göre
tanımlanmışlığını sorgulamaz.
Halbuki,
vatanım yeryüzü, milletim insanlık sözleri, insanlık temelinde bir tek ulusu
var sayar ve bu anlamda, enternasyonaldan çok daha devrimcidir; yurttaş ve
insanın özdeşliği fikrine dayanır; gerci ulusçuluğu; ulusların dile, dine göre
tanımlanmasını sorgular. Marsseyyes’in yurttaşı Fransız değildir, potansiyel
olarak tüm insanları kapsar. Ama Enternasyonal’i söyleyen işçi, dile, dine,
etniye göre tanımlanmış bir ulustandır; ulus derken de bunu anlar ve ulusun
böyle tanımlanmasında bir sorun görmez. Bu nedenle gerici bir ulusçuluğu içinde
barındırır; onun ters yüz olmuş biçimidir. Bütün herkesi şaşırtan,
komünistlerin birinci sınıf gerici ulusçular olarak ortaya çıkmasının ardındaki
sır budur.
Enternasyonalizm,
politik ve politik olmayan ayrımını sorgulamadığı için sadece milliyetçi değil;
tüm ulusların gerici milliyetçilik temelinde oluştuğu bir çağda ulusların böyle
tanımlanmasını ve oluşturulmasını, bu biçimini sorgulamadığı için potansiyel
olarak gerici bir milliyetçilik anlayışını barındırır içinde. Ulusların neye
göre tanımlandığı konusunu sorun etmez ve etmeyerek gerici milleyetçiliğe
kurulmuş uluslara meşruiyet kazandırdır. Bu nedenle, aydınlanmanın, özeli
politikten ayırmaya dayanan; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen saf
milliyetçiliğine göre aynı zamanda bir gerilemeyi ifade eder.
Ama
tarihsel olarak bakıldığında, bu aynı zamanda işçi hareketinin henüz çocukluk
çağının; burjuvazinrin dini içinde ona bir heretik muhalefet olmaktan öteye
gidememesinin; başka bir uygarlık projesi geliştirecek bir olgunluğa
ulaşamamasının ifadesi olarak da görülebilir. Tıpkı burjuvazinin ilk
muhalefetini dini biçimler altında ifade etmesi gibi.
Bu
anlamda, devrimci dönemin ulusçuluğuna dönüşün belli bir gerekliliği anlamında
“Aydınlanma tamamlanmamış bir projedir”. İşçi hareketi ona dönerek onun
görevlerini tamamlayarak onu aşabilir. Bu tamamlanmamış projeyi bir yan ürün
olarak tamamlamak gerekmektedir.
*
Ulusçuluk
özünde özel ve politik ayrımı ise, ulusçuluğun açıklaması özel ve politik ayrımının
niçin ve nasıl gerekli ve mümkün olduğu noktasından yapılabilir.
Marsksizm
bu ayrımların, yani bu bilincin, maddi üretim ilişkilerindeki değişmelere bağlı
olarak ortaya çıktığı hipotezine dayanır. Bu ise şimdiye kadar ulus ve
ulusçuluk adına yapılmış tanımların yanlışlığını da gösterir.
Şimdiye
kadarki “İç Pazar”; “hayali cemaatler” gibi açıklamalar, bize hep ulusun ve
ulusçuluğun farklı biçimlerini anlatır ama onun kendisini sorgulamaz, yani bu
ayrımın kendisini sorgulamaz ve açıklamaz.
Bir
ulus ve ulusçuluk teorisi, ulusçuluk bu ayrımın kendisi olduğuna göre, özel ve
politik ayrımının niçin ve nasıl mümkün ve gerekli olduğunu açıklayan bir teori
olabilir. Hangi tarihsel ve toplumsal koşullar; üretim ilişkilerindeki hangi
değişmeler bu ayrımı mümkün ve gerekli kılmıştır?
Sorun
böyle koyulduğunda, bir ulus ve ulusçuluk teorisinin dayanması gereken bütün
kavramsal araçların Marks’ın temel eserinde, Das Kapital’de hazır olarak
kullanılmayı beklediği görülür.
Birkaç
fırça darbesiyle şöyle özetlenebilir.
Bizzat
Marks’ın belirttiği gibi, Kapitalizm öncesinde sömürünün kaynağı ekonomi dışı
zordur. Esas olarak vergiler ve yağmadır. (Tefeci bezirgan sermayenin karının
kaynağı ise, değer transferidir. Sonunda toplum zenginleşmez; bir taraf
fakirlerken değeri zenginleşir.) Kapitalizmde ise, sömürü üretimin kendisinde
gerçekleşir. Kapitalizmin işlemesi için, soyut olarak, hiçbir ekonomi dışı zor
gerekli değildir. Nasıl Lenin’in Devlet ve İhtilal adlı kitabında, proletarya
diktatörlüğü anlatılırkan parti diye bir tek kavram geçmez ve böyle bir kavrama
ihtiyaç duyulmaz ise; Marks’ın kapitalist sömünürünün özünü işlediği Kapital’de
devlet yoktur ve kapitalist sömürüyü analiz aracı olarak devlet diye bir
kavrama ihtiyaç duyulmaz. O sınıf ilişkilerini açıklamanın bir aracıdır ama
soyut ve saf haliyle kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için öyle bir kavrama
gerek yoktur. İşgücü, sermaye, ücret, artı değer, değer, emek gibi kategoriler
yetmiştir bu üretim biçiminin özünü ve sümürünün işleyişini ortaya çıkarak için.
Halbuki kapitalizm öncesinde sömürüyü açıklamak için devlet ve ekonomi dışı
zor, olmazsa olmaz bir kavramdır.
Kapitalizmde
sömürü için devlete, yani politik olana dair bir zorunluluk bulunmaması;
ideolojik ve politik olarak politiğin örneğin ekonomiden ayrı olarak
tasavvurunu mümkün kılar. Yani kendisi bir ideoloji olan bu ayrımın kökleri
bizzat sömürüde bir politiğe (devlete) ihtiyaç duyulmamasıyla bağlantılıdır.
Yani kapitalist sömürünün özündedir modern toplumun dininin; politik ve politik
olmayan ayrımının ortaya çıkışının açıklaması; ekonomi dışı zora dayanmayan
sömürüdedir.
Kapitalizmde
artı değer üretimi için ekonomi dışı zora bir gerek olmaması bize bize bu
ayrımın mümkün olmasının koşulunu gösterir ama niye özel diye; politika dışı
diye bir kategorinin yaratıldığını açıklamaz henüz. Bunun anahtarı da yine
Marks’ın eserindeki İşgücü kavramındadır. Modern topluimun anantarı , Marks’ın
bu kapitalist toplumu açıklamak için geliştirdiği anahtar ve en büyük keşfi
olan anahtar kavramdadır.
İş
gücünün kullanım değeri somut işçinin fiziksel ve manevi özelliklerinden
bağımsızdır. Yani artı değeri yaratan metaın kullanım değeri bakımındanr; artı
değerin oluşması; kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için, kapitalizm öncesi
toplumun örgütlenmesinin temelini oluşturan din ve soy (ki soy da bir dindir,
komünün dinidir) hiçbir öneme sahip değildir. Yani Allaha inana veya inanmayan,
bir siyah; beyaz veya homoseksuel veya kadın veya erkek işçiler, aynı işi
yaptıkları takdirde aynı miktarda artı değer üretirler.
Özel
diye niye bir kategori gerekmiştir? Kapitalizm öncesinde tüm toplumsal
örgütlenmenin özünü belirleyen soy ve dinlerin modern artı değer üretiminde, iş
gücünün kullanım değeri bakımından bir farkı olmaması nedeniyle bunların
iktidardan uzaklaştırılmasının ve işlevsizleştirilmesinin bir aracıdır bu ayrım
ve özel kavramı (bugün kültür kavramı da bu işlevi görmektedir).
Böyece
kapitalizm öncesinde toplumsal örgütlenmenin özünü ve temelini oluşturan soy ve
din toplumun ve insanın yaşamasıyla ilgili tüm işlevini yitirir. Bunların özel
denerek, politik alanın dışına atılması olanağı ortaya çıkar. Kapitalizm
kendisi soya ve inançlara dayanan bir dünya içinde doğduğundan, o toplum böyle
örgütlendiğinden, kapitalist ekonominin işleyişi için ekonomiye uygun olarak, onların
toplumsal örgütlenmedeki anlamlarının iptal edilmesi gerekmektedir. Yani modern
toplumun dinininin kendinden öncekiler üzerindeki diktatörlüğünün ifadesidir bu
ayrımın kendisi. Özel ve politik ayrımının kendisi bir diktatörlüktür. Bu
nedenledir ki bütün demokrasiler aynı zamanda diktatörlüktür. İş gücünün
kullanım değeri ile onun fiziki ve manevi nitelikleri arasında bir ilişki
bulunmaması bunu mümlkün ve gerekli kılmıştır.
*
Böylece
ulusçuluğun, yani politik ve politik olmayan ayrımının, niçin modern toplumun
üst yapısı olduğunu da görmüş bulunuyoruz: sömürünün ekonomi dışı zor olmadan
gerçekleşebilmesi ve artı değeri yaratan iş gücünün fiziki veya nanevi
özelliklerinin onun kullanım değerinde bir farklılığa yol açmaması.
Bu
saf, ideal, özdeki biçimiyle ulusçuluk saf ve ideal bir kapitalizm için ideal
koşulları yaratır. Ulusçuluk kendini soyun veya inancın tüm toplumsal
örgütlenmeyi yarattığı bir dünyaya göre tanımlamıştır ve oyle ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle, ulusçuluğun bu gün anladığımız anlamda uluslarla ilgisi yoktur.
Onun özelliği, inanç veya soyun hukuken politik alanın dışına atılmasındadır.
Burjuvazinin devrimci dönemi veya aydınlanma dediğimiz budur.
Ama
bu bir kez ortaya çıkınca, burjuvazi egemen bir sınıf olduğu için, derhal
gericileşmiş ve ulusu, kapitalizm öncesine karşı, o zamanlar özdeş olan insan
ve yurttaş haklarıyla değil, dille, dinle, soyla tanımlamaya başlamıştır.
Ulusçuluğun bu gerici biçimi, ulusçuluğun kendisinin bu olduğu yaygın
yanılgısının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ama ulusçuluğun kendisinin bu
gerici ulusçuluk olduğunu sanmak, tam da ulusçuluğun kategorileriyle düşünmek,
yani ulusçu olmak anlamına gelir. Bu nedenledir ki ulusçular ulusun ne olduğunu
anlayamazlar.
Hemen
anlaşılacağı gibi, biz burada ulusçu derken ulusçuların dediği anlamda değil,
Marksist anlamda, Tarihsel anlamda bir ulusçulukktan söz ediloruz. Yani vatanım
veryüzü, milletim insanlık demenin tam da ulusculuk olduğunu söyleyen bir
ulusçuluktan, onun özünden söz ediyoruz. Böylece politik birim ile ulusal birimin
çakışması veya ulusun çıkarını öne almak gibi tanımların aslında ulusçuluğun
ulusçuluk tanımları olduğunu da daha açık görüyor ve kedilerin kuyruklarını
niye yakalayamadıkları daha açık olarak anlıyoruz.
Böylece,
“çok kültürlü, çok renkli toplum” veya “ulus devletin ömrünü doldurduğu” gibi
son zamanlarda moda olmuş sözlerin hiçbir bilimsel değeri olmadığı, bunların
bizzat ulusçuların kavramları olduğu; ulusun belli bir etni veya dile göre
tanımlanmasının yerine, örneğin belli bir toprak parçasında yaşayan insanlara
göre ulusun tanımlanmasının, ulusçulara ulusal devletin yok olması olarak
göründüğü de açıkça ortaya çıkmaktadır.
Ve
bu bize şunu da gösterir: aslında bu gün ulusçuluğa karşı olduğunu
söyleyenlerin hepsi ulusçudurlar. Onlar sadece, ulusçuluğun gerici biçimlerine
karşıdırlar. Bu gerici biçimler iş gücünün bugünkü hareketlilik koşullarında
sermayenin isteklerine ve ihtiyaçlarına uygun düşmemektedir. Yani yine bizzat
bu günkü söylemlerin temeli de yine bizzat üretim ilişkilerindeki değişmelerdedir.
Ne
var ki, sermaye dünyanın yoksul ülkelerini sömürebilmek onlar üzerindeki
egemenliğini sürdürebilmek için, kendi ulusçuluğunda dil, din, etniyi bütünüyle
politik alanın dışına atar, otantik ulusçuluğa bir ölçüde yaklaşırken, geri
ülkelerde, ulusları etniye göre, dine göre tanımlamaktadır. Bunun adı da
“Nation bildung” olmaktadır.
Yani
biçimsel olarak örneğin Irak veya Afganistan diye bir ülke ortada kalmaktadır
ama artık aslında bu ülke, dine veya etniye göre tanımlanmış birçok ulustan
oluşmaktadır. Yeni yaratılan, her türlü din, dil etninin hiçbir politik
anlamının olmadığı; dinsiz, dilsiz, etnisiz, bir zamanların devrimci
ulusçuluğunun Afganistan veya Irak ulusu değil; demokratik bir cumhuriyet
değil; her biri dile, dine etniye göre tanımlanmış, devetçiklerin daha doğrusu
politik birimlerin (ki bunların bağımsızlığını ilan etmemesi bütünüyle güç
dengeleri ile ilgili bir sorundur) birliğidir. Yani politik olan etniye ya da
dine göre tanımlanmakta, ilişkiler bunlar üzerinden yürütülmektedir. Her ülke aslında
küçük bir dünyadır, meclisler birleşmiş milletler gibidir. Nasıl dünyada ancak
uluslar aracılığıyla temsil mümkünse, ülkelerde de dinler, etniler aracılığıyla
mümkün olabilmektedir. Bunun tüm insanları eşit gören ve dili, dini, etniyi
politik alanın dışına atan demokratik ve devrimci ulusçulukla hiçbir ilgisi
yoktur. Örneğin, bir Kürt, Kürt oluşu dolyayısıylaı Irak’ın yönetiminde paya
sahiptir. Ama Kürtlüğü veya Araplığı reddedip, bunların bir politik anlamının
olmasına karşı çıkanların, insan veya orta doğulu veya ıraklı olarak temsil
edilme olanağı yoktur. Bir Şii, bir Kürt, bir Arap, bir Sünni olarak bunlara
karşı çıkabilir. Demokratik bir cumhuriyette aslında bir hak olması gereken
şimdi mücadele edilip ulaşılması gerekendir.
ABD
ulusların ve devletlerin dillere ve dinlere göre tanımlandığı bir dünyada,
ulusların buna göre tanımlanmasına karşı çıkmamaktadır. Kendi devrimci
doğuşunun ilkelerine, kendi dayandığı ilkelere bağlı olsa böyle yapması
gerekir. Kendi ulus ilkelerini oralarda da geçerli kılması gerekir. Güney’e
karşı savaşırken böyle yapıyordu.
Hayır,
bugün bunu yapmamaktadır, bunun yerine, o, dile, dine, etniye göre oluşmuş ulusların
ezdiği halkları yine dile, dine etniye göre tanımlanmış uluslar olarak
şekillendirmekte, desteğini bu gerici ulusçuluğa vermekte ve bunlar
aracılığıyla gericiliğini ilericilik gibi gösterip, o ezilen halkları yedeğine
alabilmekte ve ilerde birbirine karşı kullanabilme ve onların birleşmesinin
bütün yollarını kapamanın yolunu açmaktadır. Bu ona aynı zamanda bu günkü
gerici rejimlere karşı bu rejimlerin ezdiği bütün dil, din ve etnilerden
insanları seferber edebilme ve yedeğine alma olanağı vermektedir. Bu belki o
dil ve dinden insanlar için baskının bir biçiminden kurtuluş anlamaına
gelmekte, ama gerici ulusçuluğu güçlendirmekte ve halkların birleşmesini
engelleyip onları birbirine karşı kullanmanın yolunu açmaktadır.
İşte
bu nedenle, ulus ve ulusçuluk konusu, güncel politikayla, dünyanın izleyeceği
seyirle çok yakından ilgilidir. Orta doğunun kaderini hangi ulus ve ulusçuluk
anlayışının bölge halklarınca benimseneceği ya da onlara dayatılan gerici
ulusçuluğa karşı durup duramayacakları belirleyecektir. ABD ve Bölge
rejimlerinin gerici, ulusu dille, dinle, etniyle tanımlayan ulusçuluğu mu;
aydınlanmanın “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen; insan ve yurttaş
haklarını özdeş gören; ulusun tanımından tüm dilsel, dinsel, etnik, kültürel,
tarihsel göndermeleri atan devrimci ulusçuluğu mu?
İşçi
hareketi ve Sosyalizm, uluscuların ulusçuluk olmadığını söyledikleri, “Vatanım
yeryüzü, milletim insanlık” diyen aydınlanmanın ulusçuluğunu desteklemeli ve
onunla politik ittifak yapmalı; Ama bunun ulusçuluğun aşılması olduğunu
söyleyenlere karşı da; bunun tam da ulusçuluk olduğunu söyleyerek ideolojik
mücadele etmelidir.
*
Ortadoğu’nun
ve hatta dünyanın kaderi ile hangi ulusçuluğun üstün geleceği arasındaki bağdan
söz ettik. Bu bağ, teorik ve ideolojik düzeyde bizzat Murray Bookchin ve
Abdullah Öcalan’ın tezlerinde ortaya çıkmaktadır.
İlk
bakışta son derece soyut tartışmalar gibi görünen, Anarşistler ve Marksistler
arasındaki tartışmaların, nasıl somut ve pratik politikanın konusu oldukları bu
bağlamda açıkça görülebilir.
Bu
bağ Orta Doğu’daki, bir kitle temeli olan en demokratik hareketin önderinin
Murray Bookchin ile ilişkisi ve ondan esinlenmesiyle daha somut olarak da
ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle önce Murray Bookchin’den başlayalım.
Bilindiği
gibi Bookchin’in kitapları ve konfederalizm konusunda yazdıkları Öcalan’ın
Demokratik Konfederalizm projesine ilham vermekte veya en azından isim babalığı
yapmaktadır. Bunlar Görüşme Notları’nda çok açık olarak görülebilir.
Örneğin
16 Mart 2005 tarihli Görüşme Notları’nda görüşmeye elinde Bookchin’in kitabıyla
geldiği belirtiliyor:
“(Elinde
M. Bookchin’in Ekolojik Topluma Doğru kitabıyla gelerek)”
Bu
elde taşınan kitabın aynı zamanda tavsiye olduğu herkes tarafından
bilinmektedir.
Ayrıca
görüşmelerde Boockin’e ilişkin oarak şu sözler geçiyor:
“Marx’ın
değer teorileri bir fecaat. Bu değer teorisi hakkında benim kuşkularım var.
Yeni sol buna yeni yaklaşıyor. Çokluk’un yazarları, Wallerstein, Bookchin
bunları yazıyorlar. Ama sistematize etmede biz daha ileriyiz, daha pratiğiz.
Değer teorisinin kapitalizme karşı bir karşı koyuşu yok....”
Biraz
aşağıda yine şu sözler:
“Özgürlüğün
Ekolojisini yine okuyorum. Çokluk’un yazarları, yine Wallerstein , Bookchin,
analiz okulundan Braudel, bunların düşüncelerini önemsiyorum.”
Bookchin’in
görüşleri ve bu bağlamda da Liberter teori, Ortadoğudaki belli bir örgütsel
gücü ve kitle desteğini hala temsil eden en önemli demokratik hareketin
önderinin görüşlerini dolayısıyla ortadoğunun geleceğini bir şekilde
etkilemektedir. Sadece bu aktüel ve politik öneminden dolayı bile ele alınıp
tartışılması gerekir.
Ancak
sadece bu görüşlerin etkisi değil; fikirlein kendisi de ilgiyi hak etmektedir.
Bookchin
ekolojik paradigmanın öneminin ilk kavrayanlardandır. Bu bağlamda son yıllarda
ekolojik paradigmaya ilginin artmasıyla birlikte okunan bir yazardır. Son
yıllarda birkaç kitabı Türkçe’de yayınlanmış bulunmaktadır. Ayrıca bir çok
makaleleri de yayınlanmıştır ve yayınlanmaktadır.
Kendisinin
Marksist bir geçmişi bulunmaktadır. Ve Marksist gelenek içinde de, bir zamanlar
onun en otantik savunucularıyla (Troçkist akımla) ilişki içinde olduğu için, en
azında olgular hakkında ve bilgi düzeyende Stalinist veya merkezci birçok
Marksist’ten bile daha sağlam olgusal bilgilere sahiptir. Bu da konunun ayrıntı
ve olgu düzeyinde bir tartışmaya kaymasını engellemek için iyi bir olanak
sunmaktadır.
*
Stalinist
bir bürokratik diktatörlüğün ve onun ideolojisinin Marksizm olarak bilinmesi
nedeniyle, Marksizm yanlış olarak devletçilik olarak anlaşılmaktadır.
Marksistler ve Anarşistler arasındaki daha önceki tartışmalar hakkında yüzeysel
bilgiler de böyle bir kanıyı güçlendirmiş bulunmaktadır.
Ne
var ki, bu baştan aşağı yanlış bir görüştür, Marksistlerle anarşistler
arasındaki fark marksistlerin devletçi veya hiyerarşik sistemlerden yana,
anarşitlerin devlete ve hiyerarşik sistemlere karşı olmalarında değildir. Bu
stalinizmin yarattığı bir yanılgıdır. Otantik biçimiyle marksizm, anarşizmden
daha az devlet ve hiyerarşi düşmanı değildir.
Aksine,
Marksistler, Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin tam da
devlet olduğunu söylerler. Örneğin Paris Komünü’nda bir tek marksist yoktu. O
tamamen Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri modele göre
oluşmuştu. İşte Marksizm, bizzat anarşistlerin oluşturduğu bu aracın devlet,
proletarya diktatörlüğü olduğunu söyler. Bu nedenle Engels, “Proletarya
Diktatürlüğü ne midir? Paris Komünün bakın o Proletaryşa diktatörlüğüdür” der.
Ve Paris Komünündde bir tek Marksist yoktu.
Yani
gerçekte devlete karşı olan ve onun yok oluşunun tarihsel ve toplumsal
koşulları için mücadele eden marksistlerdir. Bu ilişki tıpkı, milliyetçilik
karşısında, devrimci demokrasi ve marksizmin ilişkisi gibidir. Onlar
milliyetçiliğin dile, dine, etniye dayanan gerici biçimini milliyetçilik olarak
tanımlamakta, bunun aşılmasını milliyetçiliğin aşılması olarak görmektedirler.
Aynı şekilde anarşistler de, devletin geçici ve bürokratik biçimlerini devlet
olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını devletin ortadan kalkması olarak
tanımlamaktadırlar.
Marksizm
ise, milliyetçiliğin aşılması denenin tam da milliyetçiliğin özü; devletin ve
hiyerarşinin aşılması denenin tam da devletin özü olduğunu söyler ve gerçekten
onların aşılmasının koşullarını oluşturmaya çalışır.
Devrimci
dönemin milliyetçiliği ile anarşizm arasındaki bu yakınlık rastlantısal
değildir. Anarşistlerin aslında nasıl da özünde devrimci demokratik
milliyetçiler olduğunu Murray Bookchin örneğinde şimdi görelim.
(Ama
burada şunu not edelim. Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Ulus konusunda
Marksizm de Anarşizm de aynı kavrayışsızlığa sahip olmuştur. Marksistler ulus
konusuna, önce bütünüyle işçi hareketinin stratejisinin bir unsuru olarak
baktıklarından; sonradan ise bizzat kendileri bilinçsizce de olsa gerici
ulusçuluğun meşrulaştırıcısı durumuna düştüklerinden; burjuva devrimlerinin
humanist ideallerine bağlılığını sürdüren anarşistler, devlet karşısındaki
tavırlarıyla birlikte, milliyetçiliğe karşı daha bağışıklı ve daha turarlı bir
konumdaymış gibi göründüler.
Ne
var ki bugörünüş aldatıcıdır.
Anarşiszmin
milliyetçilik anlayışı, devrimci burjivazinin milliyetçilik anlayışından başka
bir şey değildir; elbette bu milliyetçili, Marksistlerin, gerici milliyetçiliğe
kadar evrim geçiren ve ulusları artık dil; din, etni vs. ile tanımlayan
milliyetçiliğine göre çok ileri bir noktadır. Ama bu ileri nokta, aslında
Marksizmin içinde potansiyel olarak bulunan ama geliştirilememiş milliyetçilik
açıklaması ve alternatif programa göre burjuva dünyasının ufku içindedir ve en
demokratik biçimiyle de olsa milliyetçiliktir. Bu Bookchin örneğinde de somut
olarak görülür.)
*
Bookchin
de bütün Anarşistler (buna rahatlıkla şimdiye kadarki bütün Marksistler de
eklenebilir) gibi, milliyetçiliği, onun gerici biçimleriyle özdeşleştirmekte;
onun devrimci biçiminin milliyetçilik olmadığını söylemektedir.
Son
derece açık olarak şunu diyor yazısının son cümlesinde:
“Milliyetçilik
Aydınlanma’nın ve toplumsal ve kültürel tinselliklerinde açık bir şekilde
evrenselci olan onsekizinci yüzyılın büyük devrimlerinin yörüngesi dışında var
oldu. Kültürel çeşitlilik ve onun daha hümanist özelliklerini asla görmezlikten
gelmeyen, kendi toplumsal aktivitelerinin entellektüel temellerini hazırlayan
Aydınlanmacılar gibi zamanın devrimcileri, kendilerini herşeyden önce hiçbir
entellektüel, politik ve coğrafi sınır tanımayan laik bir insan topluluğunun
“yurttaşları” olarak gördüler.”
Görüldüğü
gibi, aydınlanmanın “vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin,
milliyetçilik olmadığını söylemekte, sonraki dile, dine dayanan milliyetçiliği
milliyetçilik olarak tanımlamakta ve aydınlanmanın bu ideallerine sahip çıkmaktadır.
Yani bizzat kendi ifadesiyle tam anlamıyla demokratik ve devrimci bir
milliyetçidir.
Bu
aynı bölümdeki şu satırlarda çok daha iyi görülebilir: (Bunlar ayrıca yukarda
söylediklerimizn olgusal olarak doğruluğunun bir Anarşist tarafından onaylanması
olarak da okunabilir.)
“Karakteristik
olarak, bir “Ulus” ve onun daha önceki yöneticileri arasındaki bağların radikal
bir değişimini ortaya seren tarihsel dökümanlar yalnızca bir kısım insana değil
bir bütün olarak insanlığa yönelik olarak yazılmışlardı. Thomas Jefferson’un
Bağımsızlık Bildirgesi “insanın fikirlerine gerçek bir saygının
[Amerikalıların] İngiliz monarşisi ile olan bağlarını koparmaya zorlayan
şeylerin ne olduğunu bildirmesini gerektirir” diyen dikkat çekici ölçüde
radikal sözlerle açılır. Bu iddiayı, Fransız devrimi dökümanlarında olduğu
gibi, bunu zorunlu olarak takip eden “tüm insanların eşit yaratıldığı” ve
“Hükümetin tüm güçlerini yönetilenlerin kabul eden insanlar arasında kurulduğu”
inancına dayandırıyordu.
4
Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bildirgesi, Fransız devrimcilerine benzer
bildirgeler için teorik bir model oluşturacaktı. Milliyetçi ifadelerin çok
uzağında, hararetli bir şekilde kozmopolitan ve hedefi tüm dünyaya yönelikti.
Thomas Paine’nin ünlü vecizesi, “Benim ülkem tüm dünyadır.”, yalnız Amerika’nın
devrimci liderlerine özgü değildi. George Washington “insanlığın büyük bir
cumhuriyetinin bir yurttaşı” olduğunu bildirmekte hiç tereddüt etmemişti ve
Benjamin Rush devrimin “cumhuriyetin kanunlarına uymayı” sağladığını söyledi.
Hararetli bir Aydınlanma ruhuyla ifade edilen bir ifadesinde, John Adams söyle
demişti: sömürgelerdeki savaşlara rağmen, “Bilim ve edebiyat hiçbir ulusa ait
değildir.” Milliyetçilik ve dar görüşlülükten özgürleşmeleri büyük bir övgü
kazanan Fransızlara “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” deyiminin Benjamin Franklin
tarafından söylendiği belgelenmiştir. “Özgürlük nerede tehlike altındaysa” diye
bildiriyordu 1783’ te “orası benim ülkemdir.
“Fransız
Aydınlanmasının düşünürleri ve propagandacıları ruhen daha farklı değillerdi ve
bu ruhu tamamen 1789 devrimine taşıdılar. Montesquieu, Norman Hampson
tarafından “Fransız Aydınlanması’nın ilk büyük yapıtı” olarak söylediği Pers
Mektupları (1721) nda defterine şöyle not almaktaydı. “Eylemde bulunduğumda ben
bir yurttaşım; fakat yazdığım zaman ben bir insanım ve Avrupa’nın tüm halkları
ile Madagaskar’da yaşayan birinin olabileceği kadar tarafsız olarak
ilgilenmekteyim”. Bu evrenselcilik karakteristik olarak gerçekte, Rousseau
haricinde, tüm Ansiklopedistlerde mevcuttu. Rousseau’nun İsviçre kökenliliğini
mistikleştirmesi, demokratik fakat sıklıkla gerçek yaşamında asla içinde
olmadığı hayali bir kırsallığın şiddetli bir duygusallığını taşıyordu.
Fransızca’nın eğitimli Avrupalının dili olması tesadüfi değildir: Aydınlanma
entellektüellerinin evrensel bakışı, gerçekte, zamanla romantikler, mistikler
ve sonunda ırk ve etnik üstünlük iddiasındaki bir ulusculuk kimliği tarafından
törpülenecek olan laik bir cumhuriyetin ilkelerini [letters] yarattılar.”
Milliyetçilerin
milliyetçiliğin ne olduğnu anlamamalarının tipik bir örneği karşısındayız. Aynı
şekilde bu nedenle de yine milletlere ve milliyetçiliğe karşi, burjuva
uygarlığının ufku dışında bir program geliştirememekte; “Yeni bir
enternasyonalizm”den başka bir şey önerememektedir.
Bu
“yeni enternasyonalizm” ise, aydınlanmanın idealinin bu günkü dünyaya
uyarlanmış biçiminden başyka bir şey değildir. Aydınlanma döneminin korkunç dil
farklarıyla dolu dünyasında, halkın gücü elinde tutmasının aracı olarak, onun
aydınlanmasının aracı olanak görülen okuma yazma ve standart bir dile sahip
olma vurgusu, bu günün elektronik çağında, iş gücü göçlerinin tüm dünyaya
yayıldığı çağda, yerini çok kültürlülüğe terk etmiştir. Yani tıpkı
aydınlanmadaki gibi dilin, dinin, etninin, politik olmayan olarak tanımlanması
söz konusudur; çok kültürlülük bir bakınam laisizm gibi bunların özel ve
kişisel olarak tanımlanmasından başka bir şey değildir. Kültür de politik
olmayanın diğer adıdır. Çok kültürlülüğü savunmak; tıpkı laisizmi savunmak
gibidir. Dilin kütürel ögelerin, etninin politik olmayan olarak
tanımlanmasıdır. Politik olanın ayrılığını, yani milliyetçiliği var sayar: çok
kültürlülük milliyetçiliktir.
Yine
milliyetçiliğe alternatif olarak “yeni bir enternasyonalizm” namı altında
önerilen şu satırlar en saf bir milliyetçilikten başka bir şey değildir:
“Kültürel
özgürlük ve çeşitlilik, vurgulamama izin verin, milliyetçilik ile
karıştırılmamalıdır. Farklı halkların kendi kültürel kapasitelerini tamamen
geliştirmek için özgür olmalarının gerekmesi yalnızca bir hak değil
desideratum’dur. Eğer farklı kültürlerin muhteşem bir mozayiği, modern
kapitalizmin yarattığı, büyük ölçüde kültürsüzleştirilmiş ve homojenleştirilmiş
bir dünyanın yerini almazsa, dünya şüphesiz kasvetli bir yer olacaktır. Fakat
aynı şekilde ele alırsak, eğer kültürel farklılıklar dar görüşlü hale getirilir
ve görünürdeki “kültürel farklılıklar”, cinsiyetin, ırkın ve fiziksel
üstünlüğün biyolojik düşüncelerinde temellendirilirlerse, dünya tamamen
bölünecek ve insanlar kronik bir şekilde birbirleriyle karşıtlık halinde
bulunacaktır. Tarihsel olarak, şehirlerin kabilelerden daha geniş insani
ilişkiler beslemesine benzer şekilde, ulusal sınırlar içinde yaşayan insanların
aşikar olarak yabancılara karşı daha açık olmaları nedeniyle akrabalık
toplumlarındaki dar akrabalık temelinden daha geniş bir toplumsal alan
üretmelerinden kaynaklanan bir anlayış vardır. Fakat ne kabilesel ilişkiler ne
de ulusal sınırlar, zengin fakat harmonize olmuş kültürel farklılılarla tam bir
bütünleşme duygusu yaratacak bir insanlık potansiyeli gerçekleştiremezler. “
Aslında
aydınlanmaya sahip çıktığını bu bağlamda da tekrarlamakta ve burjuva
uygarlığının ötesinde bir programı olmadığını itiraf etmektedir:
“Daha
açıkça konuşacak olursak, milliyetçilikler Aydınlanma’nın uzun zaman önce
üstesinden gelmeye çalıştığı gerici atacılıklardır. Bunlar, baskı altındaki
insanların silkinerek kurtulmaya çalıştıkları impartorlukların en kötü
özelliklerini taşırlar.”
*
Bu
alıntılar, anarşistlerin niçin milleyetçiliğin ne olduğunu anlayamadıklarını ve
anlayamayacaklarını yeterince kanıtlar; çünkü kendileri milliyetçidirler;
milliyetçilik olmadığını söyledikleri şey milliyetçiliktir; tıpkı artık devlet
olmadığını söyledikleri şeyin devlet, hem de proletarya diktatörlüğü olması
gibi.
Anarşizm,
son duruşmada, eski toplumun kapitalizme tepkisidir, küçük üretmenin
tepkisidir, bu nedenle, kapitalizmin pisliğine tepkili bir duyarlığı temsil
eder. Ama aynı zamanda onun ufkunu aşamamayı; aşma yeteneğinde olmayışı da.
Devlet
ve ulus karşısındaki anarşist öğreti, ki son duruşmada, devrimci demokratik
ideallerin ifadesidir, bunları aşamayarak burjuva uygarlığını aşma yeteneğinde
olmadığını göstermektedir. Kapitalist uygarlığı aşma yeteneğinde bir uygarlığı
hala modern işçi sınıfı programlaştırabilir. Somut tarihte Marksist öğretinin
yaşadığı geri gidiş ve ulusçuluk tarafından teslim alınma şeklinde yaşadığı
geri gidiş; somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış biçimiyle Marksizm’in
ve dolayısıyla İşçi Sınıfı’nın buna yeteneksiz olduğunun kanıtı olarak gösterilemez.
Aksine, yine kendini eleştirerek ve aşarak burjuva uygarlığını aşmaya ve karşı
bir program geliştirmeye yetenekli biricik sınıf olduğunu kanıtlamaktadır işçi
sınıfı marksizmin şahsında. Ancak marksizm ulusçuluğun yüzündeki peçeyi atıp,
bu vampirin yüreğine tahta kamasını sokup onu yok edebilir. Milliyetçilik
vampirler gibi ancak karanlıklarda yaşayabilir. Marksist teorik aydınlık gücünü
arttırdığında, milliyetçiliğin gün görmüş vampirler gibi yanıp kül olduğu
görülecektir.
İşçi
sınıfının onlarca yıl sürmüş olan yenilgisi ve dağınıklığı kimseyi
yanıltmamalıdır. Dünya tarihine on ve yüz yılların perspektifinden
bakıldığında, işçi sınıfının bu gerileyişinin, Marks’ın dediği, kendi hataları
karşısında bir gerilemeden başka bir şey olmadığı da görülür.
Anarşizm
veya küçük burjuva sosyalizmleri ki bunların pek ala merkezcilik denen
biçimleri de bulunmaktadır, antik çağların göçebe veya orta barbarlarına
benzerler; yıktıkları veya yıkmak istedikleri medeniyeti kapsayacak bir üretim
ve kültür temelleri yoktur; ona sadece bir canlılık verirler. Orijinal ve başka
uygarlıkları ise, tarımı kaşfetmiş, kentten çıkan, bir uygarlığı örgütlemeyi
sağlayabilecek manevi ve maddi araçlara sahip yukarı barbarlar kurabilir. İşçi
sınıfı Marksizm aracılığıyla milliyetçiliğin, yani burjuva uygarlığının
yüzündeki peçeyi atarak, modern çağın orijinal uygarlık kurabilme yeteneğinde
kentlileri olduğunu kanıtlamaktadır.
*
Peki
Bookchin’in söylediklerinin Öcalan’da bir yankı bulmasının somut anlamı nedir?
İlk
bakışka Öcalan’ın Bookchin demesi, Marksizm’den bir gerileme gibi
görülmektedir. Bir çok Stalinist ve Merkezci de bunu böyle algılamaktadır. Ama
yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında öyle olmadığı görülür.
Öcalan’ın
Marksizm diye bildiği millyetçilik ve devletçilik tarafından kirletilmiş,
Marksizmle ilgisi olmayan bir Marksizm, daha doğrusu bir Stalinizmdir.
Öcalan’ın
Bookchin’e sahip çıkmasından demokrasi vurgusuna kadar bütün son yıllardaki
teorik ve politik evrimi; aslında gerici milliyetçiliğe göre kendini tanımlamış
bir ulusal hareketin; vampir ısırışıyla (Türk milliyetçiliğinin örneği ve
baskısıyla) ortaya çıkmış bir hareketin; kökenindeki altmış sekizin demokratik
ve devrimci geleneklerine; Kürdisten yoksullarının toplumsal eğilimlerine
dayanarak, kendini bir vampir olmaktan kurtarma çabasıdır. Bütün bunlar kendini
aşma denemelerinden ve çabalarından başka bir şey değildir.
Marksizm
diye bildiğinin kat ettiği yolu tersine kat etmeye çalışmaktadır Öcalan.
Marksizm aydınlanmanın devrimci ulusçuluğundan gerici ulusçuluğa, demokratik
cumhuriyetten gerici ulusçuluğu olumlayan ulusların kadereni tayın hakkına
doğru evrim geçirirken; devlet düşmanlığından devletçiliğe doğru evrim
geçirirken; Öcalan, o gerici ulusçuluğa göre oluşmuş bir ulusal hareketin
önderi olarak, gerici ulusçuluğun sınırlarını zorlayıp; devrimci ve demokratik
ulusçuluğa; demokratik cumhuriyete doğru; merkezi devletçilikten konfederalizme
doğru evrim geçirmekte, ama bir türlü, tam anlamıyla bu sınırları da
aşamamaktadır.
Bu
nedenle, Öcalan’ın Marksizmden uzaklaşması, değer teorilerinde yanlışlar
bulması; Kurttan kuştan özür dilemisi, devletsizliği; konfederalizmi savunması
vs. burjuva uygarlığının ideallerine el yordamıyla bir dönüş olarak
görülmelidir. Bu dönüş kaynağını, orta doğunun ezilenleri korumaya yönelik
peygamber geleneklerinde; 68’lerin devrimci demokratik özlemlerinin
geleneklerinde; toplumun mesanelerinde yaşamış, komünün kadınlarca binlerce yıl
korunmuş ve aktarılmış geleneklerinde; kürdistanın ezilen emekçi kadın ve
azınlıklarının demokratik özlem ve eğilimlerinde bulmaktadır.
Eğer
bu evrim, dünyada işçi hareketinin yükseldiği, demokratik cumhuriyeti veya daha
ötesini programlaştırdığı koşullarda onun etkisi altında gerçekleşseydi, çok
daha hızlı ve büyük adımlar atarak bir yol alabilirdi.
Ne
yazık ki, sosyalistlerin bile, en alasından gerici milliyetçilere döndükleri
bir dünyada ve Türkiye’de gerçekleşmektedir bu evrim. Sosyalistlerin maddi ve
manevi bir desteğiyle değil; onların engellemesiyle ve onlara rağmen.
Ama
bu evrim aynı zamanda bir şeyi daha da gösterir. Öcalan’ın burjuva ufkunu
aşamayan düşünür ve yazarlara ilgi duyması onun dayandığı hareketin ve
toplumsal tabakaların sınırlılığının da bir yansımasıdır.
Öcalan
büyük ölçüde köylülere dayanan; işçilere dayansa bile büyük ölçüde ruhça ve kültürce
köylülüğe hatta aşiret ilişkilerine göre şekellinmiş bir hareketin
eğilimlerinin önderidir. Bu hareketin bütün gücü ve güçsüzlüğü Öcalanda da
yansımaktadır.
Bunlar,
Küçük burjuvazinin ve köylülüğün, burjuvazinin ufkunu aşamayacağının, onların
tıpkı antik çağın göcebe fatihlerinin medeniyet karşısındaki konumları gibi,
ayrı bir uygarlık yaratma yeteneğinde olmadığının ama ona bir atılım ve
canlanma verebileceğinin de bir ifadesidir.
Ama
yine de bir zamanlar Troçki’nin dedeği gibi, köylülüğün devrimci
potansiyellerini küçümsememek gerekmektedir. Günümüz dünyasında kendi gücüyle
ve tüm engellemelere rağlen böyle bir evrim geçirebilen, böyle yoklamalar yapan
köylülük, işçilerin tekrar toparlanıp başka bir uygarlık projesiyle tekrar
ortaya çıktıkları; ve bunun yan ürünü olarak aydınlanmanın tamamlanmamış
projesini de tamamlayacakları bir hareket oluşturdukları koşullarda bütün
tahminleri aşan bir devrimci potansiyel gösterebilir.
15 Nisan 2005 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder