6 Şubat 2012 Pazartesi

Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü

Biri Tarihsel Maddeciliğin bir açıklaması (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya Önsöz), diğeri bir uygulaması (Komünist Manifesto) olan bu iki metin, toplumsal değişimin mekanizmasını; Toplumsal Devrim denen aynı olguyu ele alırlar ama bunu farklı kavram sistemleriyle ve önermelerle açıklarlar:
Teorinin bir açıklaması olan Önsöz'de şöyle:
"Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder."
 Teorinin bu açıklamasının içinden çıktığı tarihe bir uygulaması, aynı zamanda bir dökümü ve programatik sonucu olan Manifesto'da şöyle:
"Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.
Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir."
Bu iki çok temel açıklama üzerinde dikkatlice durulursu, farklı kavram sistemlerine ya da moda deyimiyle “paradigmalara” (değerler dizgesine) dayandığı görülür.
Önsöz devrimleri üretici güçler ve üretim ilişkilerinin; altyapı ve üstyapının çelişkisiyle; Manifesto sınıfların çelişkisiyle açıklamaktadır.
Önsöz'de devrimlere yol açan Üretici Güçler ve onlardaki gelişme ve bunun üretim ilişkileriyle çelişkisidir; Manifesto'da ise Sınıfların arasındaki mücadeledir.
Önsöz’de Devrim tüm üst yapının değişmesi olarak ele alınırken; Manifesto’da ise Devrim devletle dolayısıyla politik iktidarla sınırlıdır.
Özetle: Önsöz, devrimleri Yapısal kavramlarla açıklamaktadır; Manifesto ise Öznelerle.
Bu farklı açıklama ilkeleri farklı sonuçlara da yol açarlar.
Önsöz'deki üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisinden, açık uçlu bir gidiş, yani devrim kadar bir çöküş olasılığı da çıkmaz, ilerleyen bir tarih çıkar.
Ama Manifesto'daki sınıflar çatışmasından, çatışanların toplu bir çöküşü, yani açık uçlu bir tarih, devrim kadar çöküş de çıkar ve tam bu nedenle de toplu çöküşten de söz edilir Manifesto'da.
Önsöz'den, sınıfsız toplumlarda da devrimler olacağı ve olması gerektiği sonucu çıkar, çünkü Üretici Güçler sınıfsız toplumlarda da gelişir ve değişirler. Ama Manifesto'dan sınıfsız toplumlarda devrimler olacağı sonucu çıkarılamaz, çünkü sınıflar yoktur.
Bu çelişki ve farklar, metinlerin birinin teoriyi açıklayan, diğerinin uygulayan metinlere ait olmalarından doğmamaktadır.
Bu iki metindeki kavramlar arasında belli bir çelişki (veya kopukluk) vardır.
Bu çelişkinin ortadan kaldırılması için en azından bu iki kavram sistemi arasındaki ilişkinin bir bağının kurulması gerekmektedir.
Öte yandan, bu çelişik ve farklı sonuçlara yol açan kavram sistemleri, belli dönemlere ilişkin olarak, her biri aynı zamanda kendine göre iç tutarlılığı olan açıklamalar da sunmaktadır ya da en azından öyle görünmektedir. İkisinde de gerçeği daha derinden kavramayı sağlayan bir yan vardır. Dolayısıyla bunlar öyle kolayca bir yana da atılamazlar.
Yani bir bakıma Fizikteki, biri atom altı alemde son derece tutarlı ve doyurucu açıklamalar sunan ve deneylerle kanıtlanabilen Kuantum Kuramı, diğeri, büyük alan ve kütlelerde aynı şekilde hem kanıtlanabilen ve hem de doğru öngörüler yapma olanağı sunan Genel Görecelik Kuramı arasındaki gibi bir ilişki söz konusudur. Bu iki kuram, aynı kavram sistemi içinde birleşmiş değildir. Modern fiziğin bütün çabası, bu iki teorik sistemi de içinde birleştiren ve kapsayan, eski deyimiyle bir "Birleşik Alanlar Kuramı" veya daha yeni ve moda deyimiyle "Evren Formülü"ne ulaşabilmektir.
İşte Marksizm’in ihtiyacı olan da, bu farklı açıklama ilkelerini bir tek açıklama ilkesinde toparlamak; bir "Toplum Formülü"ne ulaşmaktır.
Marksistlerin çoğu bu çelişkinin adını koymamışlardır ve bilincinde değildirler ama suda yaşayıp da suda yaşadığını bilmeyen balıklar gibi, bilinçsizce yaptıkları hep bu çelişkiyi aşma çabasından başka bir şey de değildir.
Bu çelişki ve sorun, özellikle ikinci dünya savaşından sonraki dönemde, Marksistleri meşgul etmekte, adını koymadan bu çelişkiyi çözme girişimleri bulunmaktadır.
Marksizm’in krizinin temelinde bu çelişkinin yattığı söylenebilir.
Kıvılcımlının tüm teorik çabası da, Yapı ve Özne sorunu olarak tanımladığımız bu çelişkiyi, bu uyumsuzluğu adını koymadan aşma çabasından başka bir şey değildir.
*
“Üretici Güçler” ayaklanıp devrimleri yapmadıklarına ve yapamayacaklarına göre, en azından Üretici Güçlerin belli bir grup insanın varlığında ve eyleminde ete kemiğe bürünüp devrimlerin öznesi olarak ortaya çıkması gerekir.
Bu sorun şöyle de ifade edilebilir: Üretici güçler, hangi mekanizmayla devrimci sınıfın varlığında bir özne olarak ortaya çıkmaktadır ve bu çıkış iç tutarlılığı olan hangi kavramlar aracılığıyla açıklanabilir?
İşte, Yapı ve Özne çelişkisini, Marks, “Devrimci sınıfın kendisinin en büyük üretici güç olduğu önermesiyle aşar ya da aşmaya çalışır. Yani özne ve yapı, iki farklı açıklama ilkesi değil; aynı gerçekliğin iki farklı görünümü gibi ele alınır.
Marks bu özdeşliği Felsefenin Sefaleti'ndeki şu satırlarla ifade der:
"Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: Daha önce edinilmiş üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte varolamaz bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir."
Gerçi her ne kadar bu bağlantıda, Önsöz’ün mantığına göre sınıfsız toplumda da devrimler olması gerekirken, sınıfsız toplumda bu “en büyük üretici güç” olan “devrimci sınıf” olmadığından, devrimlerin olmaması gerektiği gibi bir çelişkili sonuca yol açan bir tutarsızlık bulunuyorsa da, en azından modern tarih için, işçi hareketi de esas olarak Avrupa ile sınırlı kaldığı sürece, bu açıklama sorunu çözmüş gibi görünüyordu.
Gerçekten de 19. Yüzyılda Tekniğin gelişmesine paralel olarak bizzat onu kullanan ve onunla birlikte gelişen ve de aynı zamanda üretici olan sınıfın aynı zamanda en büyük üretici güç olduğu önermesi gerçeğe tıpatıp uyuyor görünüyordu.
Böylece de Yapı ve Özne (Önsöz ve Manifesto) arasındaki bağlantı sorunsuz olarak çözülmüş görünüyordu.
Ancak İkinci Dünya savaşından sonra bu resim değişmeye başladı, hatta tam tersi bir durum ortaya çıktı.
Artık Kapitalizmin, üretici güçlerin verili gelişim düzeyi için bir engel olduğu açık olarak ortaya çıkmasına rağmen ve en büyük üretici güç olan işçi sınıfı var olmasına ve örgütlü olmasına rağmen, ne bu sınıf devrimcilik yapıyor ne de devrimler oluyordu. Buna karşılık devrimci hareketler, köylü ve ulusal kurtuluş hareketleri olarak Üçüncü Dünyaya kayıyordu.
Bu durum ister istemez Marksist teoride ciddi bir bunalıma yol açtı. Özne ve Yapı ilişkisi ve özdeşliği eskisi kadar kolayca kurulamıyordu artık. Evet, Üretici Güçler gelişmişti ve ilişkilere sığmıyordu ama “en büyük üretici güç” olan İşçi Sınıfı, bu güçlerin özne hali, davranması gerektiği gibi davranmıyordu.
Bu çelişkiyi açıklama ve aşma denemeleri damgasını vurur 20.yüzyılın Marksizmine.
Troçkizm diye bilinen klasik Marksist gelenek, "öznel koşullar" la bir açıklama sunuyordu.
Troçki’nin adına bağlı, aslında Klasik Marksist önermelerin mantığına bağlı gelenek, Avrupa'da geri bir ülkede (Rusya) devrimin işçileri iktidara getirmesi; bu devrim yayılamayıp tecrit olunca, tam da üretici güçlerin geriliği durumunda sosyalizm olamayacağı, Marks'ın dediği gibi bütün pislikler geri döndüğü için, Sovyetlerin bürokratik yozlaşmaya uğraması ve bu yozlaşmanın da Üçüncü Enternasyonal ve Ekim devriminin etkisi ve prestiji ile bütün dünya işçi hareketini öznel olarak felç etmesi şeklinde bir açıklama getiriyordu.
Bu açıklamaya göre de sorun öznel koşullarla ilgiliydi. Sorun bu öznel zaafın aşılması (Troçkist terminolojide: “önderlik krizi”) olarak koyuluyor ve yapı ve özne ilişkisinin sorunları kendi içinde az çok tutarlı olan bu açıklamanın ufku dışında kalıyordu.
Ama gerçekten de Klasik Marksizmin (Yani Marks, Engels, Lenin’lerin kavramlarıyla) temel kavramlarıyla oynanmadıkça yapılabilecek biricik tutarlı açıklama bu olabilirdi. Ve tam da bu nedenle, bu açıklamanın gücü, bir bakıma tam da güçsüzlüğünün, en temel sorunlardaki körlüğünün ve onları gündem dışında tutuşunun nedeni olarak ortaya çıkıyordu.
*
Bir diğer gelenek yine bu dönemde "Üçüncü Dünyacılık" biçiminde oluştu. Devrimci hareketlerin geri ülkelere ve sömürgelere kayması sonucu bu öznelerin yapı ile ilişkisinin nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor ve bunlar, ekonominin dolayımıyla, kapitalist sistemi bir merkez ve çevre çelişkisi içinde ele alarak, Özne'yi, yani Üçüncü Dünyadaki Hareketleri, Yapı'ya bağlamaya çalıştılar. Son duruşmada bu bağı ekonomi ve onun da temelinde yoksulluk, sömürü ve baskı üzerinden kurmaya çalıştılar. Ama bunların hiç de bu bağı kurmaya yetmediği, yoksulluk, sömürü ve baskının bütün sınıflı toplum tarihinde görüldüğü, bu açıklama çabasının en zayıf yeriydi.
*
Yapısalcılık, Avrupa'da ise, İşçi Sınıfının devrimcilik gösterememesinin ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ve bunalım, özne tarihten çıkarılarak, bu kategori reddedilerek, yapısalcılığa geçilerek çözülmeye çalışıldı.
Türkiye'de de Küçük burjuva devrimciliğinin kendisinde büyük bir keramet bulduğu, Kapital'i okumadan "Kapitali Okumak" diye kitap yazan Althusser'in "Tarihin öznesi yoktur" önermesi, (Marks her ne kadar Tarihin değil de devrimlerin özneleri ile meşgul idiyse de) bu geçiş ve sorun karşısında teslim bayrağını çekişin bir sembolü olarak görülebilir.
Bu akımın evriminin; özneyi tarihten silişinin, yani yapısalcılığın, nasıl bir öznelciliğe evrimleşip çölde yok olan bir akarsu gibi buharlaştığı, Perry Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır.
*
Post Marksizm. Ancak tarihin ince alayı öyledir ki, öznenin yok edilerek sorunun çözümünün arandığı noktada ortalığı özneler kapladı: İşçi Sınıfı ortalıkta yoktu ama Kadın Hareketi, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Siyah Hareketleri, Ekoloji Hareketleri, Barış Hareketleri gibi, üretim süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, sınıfların aksine üretim ilişkileri içindeki konumlarına göre ortaya çıkmayan özneler ortalığı kapladı. İşçi sınıfı her hangi bir devrimcilik gösteremez, Keynezyanizmi savunmakla uğraşırken, bu "Yeni Sosyal Hareketler" çok radikal bir çıkış gösteriyorlardı.
Peki, o zaman bu nasıl açıklanacaktı?  İşçi Sınıfının kendisi üretimle ilgiliydi ve o zaman özne ve yapı arasındaki ilişkiyi kurmak kolay olabiliyordu. Şimdi radikallikleri ya da varoluşları, üretim münasebetleri içindeki ilişkilerden kaynaklanmayan bu öznelerin varlığını yapıya, üretici güçlere bağlamak nasıl mümkün olacaktı? Bu yöndeki çabalar genellikle Post Marksizm biçiminde Marksizm’in terki ile sonuçlandı. Bu yöndeki son çabalardan birini, bunların son silik yankısını, belki de kuğu çığlığını, Negri'nin “Çokluk” unda görüyoruz.
*
Ama tıpkı Yapısalcıların Özneyi yok ettikleri yerde tarihin ince bir alayıyla ortalığı özneler kapladıysa; Negri'nin bu ortalığı kaplamış öznelere "Çokluk" dediği yerde bir yokluk ortalığı kapladı.
Ama bu yokluğa da Politik İslam veya Ulusal çatışmaların varlığı damgasını vuruyordu veya bunların varlığı o yokluğun öteki yüzüydü.
*
Ama bu arada zaten Duvar yıkıldığından beri artık Marksist teorinin de bir yeri kalmadığından, bu sorunları tartışacak ve ortaya koyacak kimse de kalmadı.
Bunu tartışacak insanların ve bu insanlara yön verecek bir sosyal hareketin olmaması bu sorunlar olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Ama somut durum buydu.
Böylece Yapı ve Özne Sorunu ve bunların çelişkisi, bu bağlantının modern tarihte doğrulanmaması veya bu bağlantıyı Marks'ın koyduğu biçimde ele alışın modern tarihi açıklamaması, fiilen, kendileri günlük politikanın girdabında ayakta durmaya çalışan tek tük Marksistlerin bilincinden ve gündeminden düşmüş oluyordu.
Dolayısıyla bu yapı ve özne sorunuyla Antik Tarih'te karşılaşıp şimdiye kadar bu alanda en sistemli çabayı göstermiş bulunan Kıvılcımlı'nın yaptığının öneminin ve anlamının anlaşılmasının koşulları da ortadan kalkmış bulunuyordu.
*
Marksizm, Yapı ve Özne ilişkisini kurmakta, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası modern tarihte sorunla karşılaşılmıyordu; sorun çok daha köklü ve aşılmaz olarak, tüm Antik Tarih'te yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ortaya çıkıyordu.
İşte Kıvılcımlı'nın teorik eseri, bir bakıma, kavramsal iç tutarlılığa değer veren ve eleştirel Devrimci Marksizm’in özne ve yapı çelişkisini aşmak, bu farklı ilkeleri bir ilkede birleştirmek için giriştiği en kapsamlı ve sistematik çaba olmasındadır.
Kıvılcımlı, Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar tarihinde, uygarlıkların ve/veya devletlerin kuruluş ve yıkılışlarının aslında devrimler olduğu gözlemini yapmıştı. Tabii ortaya bu devrimlerin mekanizmalarının Marksizm’in kavramsal araçlarıyla açıklanması da gerekiyordu. Ama burada yeni sorunlar ortaya çıkıyordu.
Eğer kapitalizm öncesi tarihte devrimleri yapanlar üreticiler, yani esas olarak köylüler veya köleler olsaydı, bu üreticilikten hareketle "En büyük üretici güç üreticilerin kendileridir" denilerek, devrimci sınıf ve üretici güç özdeşliği kapitalizm öncesi tarihe de uzatılabilir ve sistem belki bir ölçüde kurtulabilirdi.
Ama olgulara bakınca, kapitalizm öncesi tarihte köleler ve serfler devrimci bir sınıf değildiler ve modern tarihte işçi sınıfının gördüğü işlevi görenler, henüz Komün yaşamından kopmamış ve uygarlaşmamış “barbarlar”dı. Üretici ve ezilen sınıflar devrimci bir sınıf oluşturmuyorlardı. Keza bu “barbarlar” üretici bir sınıf olmadıkları gibi, üretici güçlerin gelişmişliğine dayanmıyorlardı, genellikle daha geri bir üretici güçler seviyesini ve üretim ilişkilerini temsil ediyorlardı.
Ve nihayet, kapitalizm öncesi klasik uygarlıklar tarihinde üretici güçlerin gelişmesi de söz konusu değildi. Sanayi devrimine kadar neredeyse hiçbir gelişme yoktu. Var olan gelişmeler nicel denebilecek karakterdeydi, bu sınırlı gelişmelerle tarihin o tüm karmaşıklığını ve onlarca tarihsel devrimi açıklamak mümkün değildi.
Bu durumda, bir Marksist olarak Kıvılcımlı'nın karşısına şu soru çıkıyordu: bu gidiş o teorinin kavramlarıyla nasıl açıklanabilirdi? Eldeki kavramlar Böyle bir açıklamayı olanaklı kılıyorlar mıydı?
Bu sorunu bizzat onun kaleminden okuyalım:
"Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel Devrim problemi ile karşılaştıralım: 
 1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir. 
 2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz: 
 3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden? 
 4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır. 
 Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir. 
 Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur? 
 Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre: 
 "Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40) 
 Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir."
Bu satırlarda çok açık görüldüğü gibi, Kıvılcımlı sorunu belki Yapı ve Özne sorunu olarak adlandırmamıştır ama ortada nasıl çok temel ve zor bir sorun bulunduğunun tamamen farkındadır ve bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kıvılcımlı'nın önünde bir değil, birbiriyle de çelişen ve bağlantısı kurulması gereken, çözülmesi gereken birçok sorun bulunuyordu. Örneğin, Antik Tarihte Üretici Güçler (Teknoloji) neredeyse gelişmediğine göre, Üretici Güçlerin gelişmesinin devrimlerin ve toplumsal değişimin temeli olduğu önermesi nasıl ayakta kalacaktı?
Öte yandan en büyük üretici güç olan Devrimci Sınıf yoksa, bu sınıfın işlevini gören ve daha geri bir üretici güçler seviyesini (teknolojiyi) temsil eden barbarların nasıl olup da "Tarihsel" de olsa devrimler yaptığı sorusu ortaya çıkıyor ve her ikisi de (yani hem tekniğin gelişmemesi hem de barbarın geri bir teknik düzeyi temsil etmesi) üretici güçlerin (tekniğin) gelişmesinin devrimlerin ve tarihin esas devindirici gücünün olduğu önermesini; Marksizm'in bu en temel önermesini gözden geçirmeyi gerektiriyordu.
Kıvılcımlı bunu Marks ve Engels'teki kaynağa dönerek, Marks ve Engels'in benzer sorunlar karşısında ifade ettiği unutulmuş göndermelerine dayanarak ve onları antik tarihteki olgular ışığında yeniden yorumlayarak çözmeye çalıştı.
Marks ve Engels, Alman İdeolojisi'nde "Kollektif Aksiyon" yeteneğinin bizzat kendisinin bir üretici güç olduğunu söylemiyorlar mıydı? Örneğin şöyle yazıyorlardı:
"Hayatın üretimi, çalışmakla kişi hayatının, döl yetiştirmekle başkasına ait hayatın üretimi, hemen çifte bir münâsebet olarak gözükür: - Bir yandan tabiî bir münasebettir, öte yandan sosyal bir münasebettir.. Bundan çıkan sonuca göre, üretim yordamı (istihsal tarzı), yahut belirli bir sanayi seviyesi: daima kollektif bir aksiyon (topluca eylem) yordamı veya belirli bir sosyal seviye ile ortaklaşa bulunur, ve kollektif aksiyon yordamlığının kendisi de "bir üretici güç" tür; insanların erişebilecekleri üretici güçlerin miktarı sosyal durumu şartlandırır; demek "İnsanlık Tarihi" daima, sanayi ve değişim (mübadele) tarihi ile bağlı olarak incelenmeli ve işlenmeli (ekilip biçilmeli) dir." (abç, K. Marks, Die Deutsche Ideologie, s. 19).
Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı, Barbar'ı, tıpkı işçi sınıfının en büyük üretici güç olması gibi, Kollektif Aksiyon yeteneği aracılığıyla bir üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne çelişkisini aşma olanağı buluyordu. Bu iki kavram sistemini, tıpkı Marks gibi, Özneyi doğrudan Üretici Güç olarak tanımlayarak aşmaya çalışıyordu. Ve bunu yaparken de ustaya sadık bir talebe olarak yine ustasının dediklerine dayanıyordu.
Ama sadece bu kadar da değildi karşılaştığı sorunu çözerken Kıvlcımlı'nın dayandığı.
Engels, ömrünün sonlarına doğru Starkenburg'a yazdığı bir mektupta Tarihsel Maddeciliği tekrar bir özet olarak açıklarken, gelenekleri ve coğrafyayı da ekonomik ilişkiler alanında sayar. Kıvılcımlı'nın Üretici Güçleri tanımlarken çok zikredip dayandığı alıntı şudur:
"Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir Toplum insanlarının geçimlerini üretimlerini ve (işbölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve taşıt tekniği bunun içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim ( mübadele ) yordamı gibi, ürün üleşimini ( tevziini ) de ve dolayısıyla Kandaş toplum eridikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısı ile egemenlik münasebetlerini ve köleliği de, dolayısıyla Devleti, Siyaseti, Hukuku vs.yi de belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde geçtikleri coğrafya temeli de girer ve çok kez yalnız gelenekle veya vis inertiae ( atalet hassasıyla: durunç gücüyIe ) alıkonularak daha önceki gelişim konaklarından beriye gerçekten aktarılmış kalıntılar da ve tabiî gene her sosyal biçimi dışarıda çerçeveleyen ortam da girer." (F. Engels: Heinz Starkenburg'a mektup, 25 Ocak 1894)
Bu alıntı aracılığıyla Kıvılcımlı Gelenek ve Coğrafyayı da Üretici Güç yapar. Eh gelenek de esas olarak Barbar’ın kolektif aksiyon yeteneği olarak ortaya çıktığına göre, Üretici Güçler ve Özne arasındaki çelişki aşımlaş gibi görünüyordu.
Bunun sonucunda, Kıvılcımlı tüm Üretici Güçler kavramını değiştirerek ve kapsamını çok genişleterek, bu çelişkiyi aşmaya çalışıyordu. Bunu yaparken de tamamen Marks-Engels’ten alıntılara dayanıyordu.
Bu sonucu Kıvılcımlı’nın kendi kaleminden okuyalım:
"TARİH VE ÜRETİCİ GÜÇLER
 Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden: Her çağın yalnız  örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince önemsememiştir. Diyalektik metodlu klasik Tarihsel maddecilik: Hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel olarak ve s o n duruşmada, "ÜRETİCİ GÜÇLER"le hareket ettiğini göstermiştir. Amâ, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık F e 1 s e f e yerine yalnız ve ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e ısmarlamıştır.
 Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:
 1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller).
 2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s.
 3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s.
 4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknik-araçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s.
 Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.
 Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur.
 Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez.
 Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır."
Kıvılcımlı Özne ve Yapı arasındaki farkı, kollektif aksiyon ve geleneğin üretici güç olduğuna dair Marks ve Engels'in değinmelerine dayanarak, Marks gibi, özneyi bizzat üretici güç yaparak, Marks'ın yolunu izleyerek, hem Marksist teoriyi kurtarmış olur, hem de Antik tarihi anlayabilmek için daha gelişmiş kavramsal araçlara ulaştığını düşünür. (Biz de uzun yıllar, hem bu sorunu problematize eden başka Marksist görmediğimiz; hem de daha iyi ve tutarlı bir açıklamaya rastlamadığımız için, Marksist bir din teorisinin olmadığını görene kadar böyle düşündük.)
Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler kavramının benzeri bir açıklama dünyada hiçbir Marksist’te yoktur. Bu olmayış rastlantısal da değildir.

*

Ne var ki, Kıvılcımlı'nın bu çabası, Yapı ve Özne arasındaki bu ayrılığı bir kapatma çabası olmaktan öteye gitmez. Yapı ve Özne iki farklı açıklama ilkesi olarak var olmaya devam eder.
Kıvılcımlı, ortada gerçekliği iki farklı ilkeyle, iki farklı paradigmayla ele alan bu Yapı ve Özne çelişkisinin niye var olduğu yönünde bir soru sormadığı gibi, kendisi fiilen bu çelişkiyle boğuşmasına rağmen, uğraşının konusunun özünde bu çelişkiyi aşmak olduğunu bile görmemiş ve bunu da zaten tam bu nedenle hiçbir yerde ifade etmemiştir. Kıvılcımlı'da böyle bir sorun yoktur.
Gerek Marks’ın, gerek Kıvılcımlı'nın, üretici gücü doğrudan değiştirici özne olarak tanımlayarak, ya da özneyi doğrudan üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne arasındaki çelişkiyi aşmaya, bir kavramsal bütünlüğe ulaşmaya çalışmaları; gerek Troçki'nin öznel etkenle benzeri sorunu aşma çabası; gerek "Üçüncü Dünyacı" ların ya da "Merkez-Çevre" ile açıklayan "Dörtlü Çete"nin çabaları; gerek Özneyi yok ederek bu sorunu aşmaya çalışanlar; gerek öznelerin çokluğundan ve üretim ilişkileri ile doğrudan bir bağının bulunmamasından başları dönen post Marksistlerin çabaları bir bakıma, elde var olan teoriyi ve kavramsal sistemi kurtarmak için fizikçilerin yirminci yüzyılın başlarında "esir" diye bir kavram üretmelerine benzer. Son duruşmada bu çabaların hepsi bunun gibi "reformist" girişimlerdir.
*
Şimdi burada bu çelişkinin neden var olduğuna ve bizim aşmak için kurduğumuz teorik sisteme gelelim. Bu hem Marks’ın hem de Kıvılcımlı’nın eleştirisidir ve aynı zamanda sorunun çözümüdür.
Şu soruyla başlanabilir: iki farklı açıklama ilkesinin var oluşunun nedeni nedir? Niçin böyle birbiriyle çelişkili iki farklı açıklama ilkesi vardır? Bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığının ardında hangi daha temel metodolojik yanlış yatmaktadır? Olması gereken bunları şimdiye kadar yapıldığı gibi uzlaştıracak girişimler mi yoksa tamamen başka bir yaklaşım mıdır?
Bu nedenle, bu uzlaştırma girişimlerini bir kenara koyup, tekrar bu çelişkinin kendisine, varolan çelişkiyi çözme girişimlerine ve bunların eleştirilerine yoğunlaşmayı bırakıp; onun niye varolduğunu açıklamaya çalışalım; kaynağa dönelim.
*
Özne ve Yapı ayrımı şeklinde ortaya çıkan bu iki farklı açıklama ilkesinin varlığı, tıpkı bir madalyonun arka yüzü gibi, başka teorik ve kavramsal yoklukların öbür yüzüdür. Zaten daha sonra sorunun çözümü de tam bu yoklukları çözme çabasının sonucu gerçekleşmiştir.
Nedir bu yokluklar?
Hemen hemen bütün ciddi Marksistlerin var olmadığını teslim ettiği: bir Ulus Teorisi ve bir sistemleştirilmiş Üstyapılar Teorisidir. Bu yokluklar (Ulus ve Üstyapılar Teorileri) ile iki farklı açıklama ilkesinin varlığı (Yapı ve Özne) aynı özün ya da sorunun farklı görünümleri olmasın?
Ama Ulus ve Üstyapılardan farklı olarak, bütün (ciddi ve gayrı ciddi) Marksistlerin hiç birisinin varolmadığını söylemediği, var olmadığı bilinmeyen bir olmayan daha vardır: Marksist bir Din Teorisi yoktur.
Ve bir Din Teorisinin olmadığına dair bir belirlemenin yokluğu, bizzat bir üstyapılar ve ulus teorisi olmamasının bir görünümü (tezahürü) olmasın?
Yani tam da bir Üstyapılar ve Ulus Teorisinin yokluğu bir Din Teorisi yokluğunun görünümüdür ve tam da bir Din teorisi olmadığı için Yapı ve Özne çelişkisi, farklı iki açıklama ilkesi vardır denemez mi?
Bizim iddiamız tam da böyle olduğudur.
Özetle, din teorisinin yokluğunun ardında Toplum ve Din kavramlarının Aydınlanmacı karakteri;  Toplum’un ve onun Somut Varoluş Biçiminin ne olduğu sorusunun bulunmaması yatmaktadır. Çünkü Din, Toplum’un Somut Varoluş Biçimini belirler.
Bu varoluş biçimi (biz Toplum’un bu Somut Varoluş Biçimi’ne Topluluk (Gemeinde, Cemaat)  diyeceğiz.) üretici güçler; üretim ilişkilerine göre belirlenir ve değişir. O halde bir somut varoluş biçiminden, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun bir Topluluğa (Somut Varoluş Biçimine) geçiş, bunu belirleyen Din olduğuna göre, bir Din’den diğer Din’e geçiştir.
Yani aslında, Tarihsel Maddecilik veya Diyalektik Sosyoloji denen bilimin, yani Marksizm’in kendisinden başlayarak her şeyin yeniden tanımlanması ve kurulması gerekmektedir.
Aşağıda bu çözümü gerçekleştirirken izlediğimiz yolu özetleyerek çözümü ve sistemin yeniden nasıl kurulduğunu göstermeyi deneyelim.
*
Sorunun çözümü yolunda ilk açılım, Ulus Teorisi alanında gerçekleşir. Kritik yıl 1983'dür, yani tam çeyrek yüzyıl öncesi. Bu yıl ulusçuluk üzerine Gelner, Hobsbawm ve Anderson'un kitapları yayınlanır.
Bu kitapların ikisinin yazarı olan Hobsbawm ve Anderson da Gellner'in ulusçuluk tanımını paylaştıklarını söylerler. Yani her üç yazar da aynı ulusçuluk tanımında anlaşmaktadırlar ve aslında kritik teorik katkıyı yapan Gellner'dir.
Bu teorik katkının o zamana kadarki ulus ve ulusçuluk teorilerinden çok temel bir metodolojik farkı vardır.
O zamana kadarki bütün ulus teorileri uluslara bakarak, onlar arasında ortak olanı arayarak bir ulus tanımına ulaşmaya çalışmışlardı ve bu tam bir teorik fiyaskoyu temsil ediyordu.
Bunlar ise, ulus nasıl bir topluluktur veya varoluştur sorusunu sorarlar. Ulusu başka topluluk biçimleriyle kıyaslayarak anlamaya çalışırlar. Cevap: ulusun sınıflar gibi değil, dinler, dernekler, cemaatler gibi bir topluluk olduğudur.
Bu ulus ve ulusçuluk alanında gerçek bir "Kopernik Devrimi"dir. Aslında yaptıkları son derece basit bir metodolojik değişimdi, Ulusun ne olduğunu anlamak için onu ulusun dışında ama aynı küme içinde bulunanlarla kıyaslamak.
İnsanlara bakarak insanları tanımlayamazsınız: Onu ancak, diğer hayvanlarla ilişki içinde, o daha büyük küme içindeki ayırıcı özellikleriyle tanımlayabilirsiniz.
Ulus ne türden bir toplum ya da topluluktur sorusu, onun örneğin sınıflar gibi olmadığını, dinler gibi olduğunu gösterir. Yani Anderson’un yanlış anlaşılmış kitabının deyimiyle uluslar cemaatlerdir (Komünete, Gemeinschaft, Topluluk) ama politik cemaatler.
Cemaatlerin örneğin sınıflardan farkı şudur, insanlar kendilerini öyle kabul ettikleri an ve sürece o cemaatler var olurlar. Ama sınıflar böyle değildir, insanların irade ve kabullerinden bağımsız olarak sınıflar vardır ve insanlar belli bir sınıftandırlar.
Yani uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar vardır. Tıpkı Müslümanlar olmadan Müslümanlık olamayacağı gibi, örneği Türkler olmadan da Türklük olmaz.
O halde, ulusçular olmadan ulus olamayacağına göre, Ulusçuluk nedir?
Gellner'in bütün diğer yazarlarca da kabul edilen tanımına göre, "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni kabul etmek ve savunmaktır ulusçuluk.
Ulusçuluk böyle tanımlandığı an, o zamana kadar Ulus konusundaki bütün Marksist programın ulusçu karakteri da ortaya çıkıyor ve çelişik gibi görünen fenomenler açıklığa kavuşuyordu.
"Ulusların kaderlerini tayin hakkı", tamı tamına "ulusal olanla politik olanın çakışması" ilkesinin savunması değil miydi?
"Ezen bir ulusun özgür olamaz" da aynı şekilde ulusçuluğun bir ilkesiydi.
Enternasyonalizmin de özünde ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayandığı, yani ulusçu bir ilke olduğu ortaya çıkıyordu.
Böylece çelişkili gibi görünen, dünyadaki ulusların büyük bölümünü, ulusçu olmadığı iddiasındaki Marksistlerin yaratması; Marksistlerin kurduğu bütün devletlerin ulusal devlet olması; Enternasyonalizmin aslında hiçbir zaman somut bir işlev görmemesi; "sosyalist ülkeler" arasındaki ulusal savaşlar; onlar yıkıldıktan sonra ulusal boğazlaşmaların ortalığı kaplaması; dünyada sosyalistlerin programı olan bir ilkenin (Lenin: "ulusların kendi kaderini tayin hakkı") neden aynı zamanda emperyalizmin de (Wilson) savunduğu bir ilke olduğu; sosyalizmin niye bir ulus teorisi olmadığı; ulusçuların niye sosyalist; sosyalistlerin niye ulusçu olduğu gibi sorunların hepsi bir tek darbede çözülmüş oluyordu.
Çünkü Marksistlerin ulus tanımları bizzat ulusçuların ulus tanımlarıydı ve ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlardı. Marksistler de ulusçuların ulus tanımlarıyla ulusu tanımladıklarından ve dolayısıyla ulusçu olduklarından ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamıyorlardı.
Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesi” ve bunu savunmak ise, Marksistlerin programı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek olabilirdi ve olmalıydı. Yani ulusal olan da tıpkı bir din gibi, kanarya severlik gibi, bütünüyle politik bağlamı ve anlamından boşalmalı, tümüyle özel bir sorun olmalıydı. "Proletarya diktatörlüğü", ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi karşısında onu özel olmaya zorlayan bir diktatörlük olabilirdi.
Böylece bu bildiriyi sunan Demir Küçükaydın, daha 1990'ların ortalarında, önce Özgür Gündem ("Milliyetçiliğin Sonu" adlı makale) gazetesinde, sonra Sosyalizmin Sorunları ("Enternasyonalizmin Sonu" adlı deneme) dergisinde, Gellner'in tanımına dayanarak, işçi hareketinin ve Marksist hareketin dayandığı "enternasyonalizm" ve "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" gibi ilkelerin ulusçu karakterini gösterip, ulusal sorunun Marksist programatik çözüm formülasyonunu yapıyordu: Ulusal olanla politik olanın bağının koparılması. Diğer bir deyişle, “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”nin reddi ve buna son verilmesi.
Bu devasa bir adımdı, birçok sorunu çözüyordu ama içinde iki hatası, iki gizli varsayımı vardı. (Bu hatalardan arınma; onları görme ve aşma bir on yıl daha gerektirecekti)
"Ulusal olan"dan, bugünkü yaygın uluslar ve ulusçular gibi, bir tarihe, bir dile, bir dine dayanan ulusçuluğun “ulusal olan” dediklerini anlıyordu. Dolayısıyla, "Ulusal olanın kişisel ve özel olması" derken, bir dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusalın özele ait olmasını anlıyordu. Yani bir dile, dine, soya, “ırk”a dayanmayan bir ulusçuluğun da bir ulusçuluk olduğunu görmüyordu.
Yani aslında farkına varmadan, bir dile dine dayanmayan, nispeten daha demokratik bir ulusçuluktan başka bir şeyi savunmuş olmuyordu.
Çünkü "ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi"ni savunmak ulusçuluk ise, ulusal olan ille de bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle tanımlanacak diye bir koşul yoktur. Pek ala, burjuva devrimlerinin ilk evresinde olduğu gibi; Marks-Engels ve Lenin'lerin "Demokratik Cumhuriyet" ilkesinde olduğu gibi; hiçbir dilsel, dinsel, tarihsel vs. göndermesi olmayan, böyle göndermelere karşı olarak da ulusal olanı tanımlayan bir ulusçuluk da olabilir.
Bu, o ulusçuluğun ulusçuluk olmadığını değil, daha demokratik, daha "ilerici" bir ulusçuluk olduğunu gösterir.
Böylece ilk keşif bu iki ulusçuluğun ayrımı oldu. Aslında bugün bir anlamda "ulus devletin aşılması" olarak tanımlanan şeyin, olsa olsa demokratik bir ulusçuluk olduğu ortaya çıkıyordu. Halbuki esas hedef uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadeleydi ve öyle olmalıydı. Bizzat Avrupa Birliği girişimi bile gösteriyordu ki, sırf bir mekana dayanan en demokratik ulusçuluk bile bugünkü dünyada bir apartheid rejimini savunmak anlamına gelirdi.  O halde uluslara ve ulusal sınırlara karşı mücadele, programımızın başına geçmesi geçmeliydi.
Bu aynı zamanda, globalleşmiş dünyada tüm mallar serbestçe dolaşırken, işgücünün dolaşımının engellenmesine, yani dünyanın siyah ve beyaz diye bölünmesine; dünya çapındaki apartheit rejimine, karşı da bir programdı ve gerçek bir sosyal hareketin (Milyonlarca yoksulun ayaklarıyla zengin ülkelere katılmaya çalışması) programatik bir ifadesi de oluyordu.
Ama bunun mantıki sonuçları daha da devrimciydi. Örneğin, eski devrim kavrayışında, ulusa dayanan devletin sosyalist olması ve böyle devletlerin ilerde birleşmesi gibi bir perspektifin yerini, bu sefer uluslara karşı mücadele, yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik olanla ilişkisini ortadan kaldırmak öne geçiyordu.
Bu sonuçlar, Marks'ın öğretisiyle de tam uyum içindeydi. Marks dememiş miydi İşçi sınıfı burjuva devletini parçalamak zorundadır onu sınıfsız topluma giden yolda bir araç olarak kullanamaz. Burjuva devletinin en demokratik biçimiyle bile en temel özelliği: ulusal olmasıydı. O halde, en demokratik biçimiyle bile ulusal devlet sınıfsız topluma gidişin aracı olamayacağından, ulusal devletin kendisine karşı, onu parçalamak için mücadele ve onun yıkılması esas acil görev olarak ortaya çıkıyordu. Marks’ın kendisi bu sonucu çıkaramamış olsa da çıkarılması gereken sonuç buydu, teorinin iç tutarlılığının gereği olarak.
*
Böylece “ulusal olan” kavramında bir netlik ve devasa bir programatik ilerleme sağlanmış oluyordu. Ama "Ulusal olanla Politik olanın çakışması ilkesi" şeklindeki ulusçuluk tanımında ikinci bir kavram daha vardı: "Politik olan".
Ulusal Olan” kavramının analizi ulus teorisini kurmayı ve Marksistlerin programını yeniden tanımlamayı sağlıyordu; “Politik Olan” kavramı ise Din Teorisini kurmayı sağlayacaktı.
Bütün yukarıdaki çıkarsamaları yapar ve sonuçları çıkarırken, politik olanın, politik kavramının analitik bir kategori, sosyolojik bir kategori olduğunu sanıyorduk ve "politik olan nedir" diye sormuyorduk. İkinci gizli varsayım buydu.
İkinci büyük ve esas devrim bir bakıma, "Politik" kavramının analitik değil, normatif; sosyolojik değil, hukuki bir kavram olduğunu keşfetmek; yani tersinden ifade etmek gerekirse; dinin din olmadığını; bu ayrımın kendisinin ve bu ayrımın kendisinin ve dolayısıyla bu ayrım sayesinde var olan ulusun din olduğunu keşfetmek oldu.
Ama bunun için de Din kavramının üç farklı anlamını birbirinden ayırmak ve analiz etmek gerekiyordu.
Elbette klasik Marksist geleneğe uygun olarak, gerek klasik uygarlıklarda, gerek bugünkü dünyada var olan biçimiyle politik dinsel hareketlerin, dinsel hareketler olmadıklarını, bunların partiler ve sosyal hareketler olduklarını, dinin sadece bir bayrak olduğunu vs. zaten görüyor ve savunuyordum. Dinin bu ilk anlamı açıktı.
Ama yinede aynı din kavramıyla karşılanan iki farklı “din” daha vardı ve bunları henüz ayıramamıştım. Modern toplum'daki, hukuki olarak, inanç olarak, özel olarak tanımlanmış din ve sosyolojik olarak, toplumun somut biçimini belirleyen, yani tümüyle üstyapıyı oluşturan Din.
Din kavramının bu üç farklı anlam ve kullanışını ayırmak, Din veya üstyapılar teorisinin temelini oluşturdu. Bu keşif “politik” kavramının analizinden çıktı.
Peki "politik olmayan" neydi? Bu "Özel olan" anlamına geliyordu. Bizzat özel kavramı, yani politik olan kavramının zıddı aslında inanç anlamında da kullanılıyordu, ama “inanç” diye sosyolojik bir kategori yoktu ve olamazdı. “İnanç”, hukuki veya epistemolojik bir kategori olabilirdi. Hukuki ve epistemolojik kategoriler ise Dinin sosyolojik olarak ne olduğunu açıklamazlardı.
Bu akıl yürütme, politik kavramının da analitik değil, hukuki, politik ve ideolojik bir kavram olduğunu gösteriyordu.
Marksistler de dine ilişkin taleplerini, onu bir inanç olarak tanımlayarak ortaya koymuşlardı. Ama dine inanç denmesi, onun burjuva hukukunca normatif tanımlanmasından başka bir şey değildi. Sosyolojik bir fenomen, normatif (hukuki) kavramlarla tanımlanmış oluyor ve bu ancak politika dışı olanlar din olabilirler anlamına geliyordu.
O zaman "ulusal olanla politik olanın çakışması" tanımı da, "politik olan" burjuva toplumunun normatif bir kategorisi olduğuna göre, Marksistler dine, fiili programlarıyla “inanç” diyerek, modern toplumun dininin birer savunucusu oluyorlar ve bu dinin kavramlarını bilimsel kavramlar derekesine yükseltmiş oluyorlardı.
Böylece bunun bilincine varılarak Modern toplumun dininin, yani kendisinin din olmadığını söyleyen dinin; dinin inanç olduğunu söyleyen dinin (çünkü toplumun somut biçimini bu ayrım aracılığıyla tanımlar, yani bütün tarihte dinlerin yaptığını yapar) analizine girilmiş oluyordu.
İşte bu çıkarsamanın yapılışı, yani dinin tümüyle üstyapı olduğu çıkarsaması, Kıvılcımlı'nın din üzerine çalışmaları olmasaydı, dini sosyolojik olarak ele alış ve tanımlama çabaları olmasaydı, yapılamazdı.
Kıvılcımlı'nın Üretici Güçler teorisini yeniden formüle ederek Yapı ve Özne çelişkisini aşma çabası başarısız olmuştu ama dinin ne olduğunun anlaşılabilmesi için büyük bir birikim yapmıştı ve Kıvılcımlı’nın en önemli katkılarından biri tam da bu noktadaydı.
Din toplumun üstyapısı olduğuna göre, üstyapının somut biçimi olduğuna göre, modern toplumun dini neydi?
Modern toplumun dini: bizzat bu politik ve özel ayrılığı ve önceki dinlerin özel olarak, inanç olarak, kişisel olarak tanımlanmasıydı.
Böylece modern toplumda da Ateistlerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da, Budistlerin de vs., aslında dinleri özel bir sorun olarak kabul eden dinden, bu özel ve politik ayrımını, bu hukuki ve normatif ayrımı kabul eden dinden oldukları ortaya çıkıyordu.
Böylece dinin sosyolojik tanımı, aslında modern toplumun dininin analizine başlangıç anlamına geliyordu.
Ama bu analizin kendisi de bizzat başka bir dinin temeliydi, çünkü bizzat bu analizin kendisine göre, tanımı gereği üstyapının yani dinin dışında hiçbir şey, sadece hukuk değil, bilgi de, bilim de metodoloji de olamazdı. Yani bilim de dinseldi. Ve bilim din zıtlığının aslında modern toplumun dininin bir kategorisi olduğu ortaya çıkıyordu. Yani Öznel ve nesnel akıl ayrımının kendisi de açıklanmış ve aşılması mümkün oluyordu.
Ve eğer din, bir toplumun tüm üstyapısı ise, sosyalist bir hareket de bir din olmak, yepyeni bir din olarak, yani tümüyle farklı bir toplum ve uygarlık projesi olarak ortaya çıkmak zorundaydı. Bu projenin temeli bizzat bu analizin kendisiydi. Böylece daire kapanıyor ve Marksizm’in sistem karakteri de yeniden kurulmuş oluyordu.
Peki, modern toplumun dini neden dinleri "Özel", "İnanç", "Politik Olmayan" olarak tanımlamaktaydı?
İslam ve Aydınlanma aynı soruya farklı çağlarda verilmiş iki cevaptılar.
İslam, kendisinin "Putlar" dediği kabile totemlerinin var olduğu çağda, bu totemlere dayanan toplumun, birden dünya ticaret yollarının merkezinde bulunmasına ve dünya ticaretine uygun bir üstyapı ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkmıştı, Allah bu dünya pazarını ve bu pazarın ve bu ticaret yollarının ihtiyacı olan bir dünya topluluğunu, ortak hukuku vs. temsil ediyordu.  Ve bunu binlerce yıllık uygarlıkların birikimi ve dersleri temelinde, özellikle rahiplerin bilgi tekeline (Din adamlığı olmaması) ve klasik uygarlıkların kastlaşma eğilimine karşı tedbirlerle (Namazda herkesin aynı sırada yer alması, servetin ve kazancın dağılımı vs.) yapıyordu.
Aydınlanmanın doğuşunda ise, dünya ticaret yollarının merkezine gelen, henüz komün gelenekleri de epeyce yaşayan Batı Avrupalılar ise, (1500'lerin Batı Avrupa'sı, 600'lerin Arap yarımadası gibi, medeniyetlerin "kenarı"ndaydı ama birden ticaret yollarının merkezine geçmişti keşiflerle) kendileri bizzat Hıristiyan’dılar. Ve bilinen dünya artık uygarlık dinleriyle kaplıydı. Her uygarlık alanının kendi dini vardı. (Çin'de Konfüçyüs, Tao, Budizm; Hint'te Hinduizm ve Budizm; İran'da Şiilik; Ön Asya ve Akdeniz'de İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik)
Bu uygarlıkların dinlerini birleştirerek bir dünya dini yaratma çabaları, çok önce ipek yolları üzerinde Mani ile ve sonra da Hindistan'da son Tarihsel Devrim’i yapan, Babür'ün bir oğlunca denenmiş bir çıkmaz sokaktı.
Tıpkı Muhammet'in var olan kabilelerden birinin tanrısını baş tanrı yapmak yerine bütün putları reddeden bir tanrıyı önermesi gibi bir yol izlenebilirdi. Aydınlanma bunu, dinin tanımını değiştirerek ve bunu değiştirmek için de bir özel politik ayrımı yaratarak başardı.
Var olan dinlerin kişinin özel sorunu olduğunu söylemek onları toplumsal örgütlenmeden dışlayarak, kendisinin (bu ayrıma dayanan yeni dinin) basit eklentileri haline getirmek anlamına geliyordu.
Önceki dinler sosyolojik olarak tam da özele ilişkin olmadığı, inanç olmadığı, tüm toplumun üstyapısını örgütlediği için özel olarak tanımlanarak, İslam’ın totemlere karşı Allah ile yaptığı; inanç ya da özele ilişkin denerek ve böylece dinler toplumsal hayatın örgütlenmesinden dışlanarak ve onun basit bir eklentisi haline getirilerek yapılmış oluyordu.
Bu dinin özü ve sonucu olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bu dinin "Kelime-i Şahadeti" veya istavroz çıkarışıydı. Sanılanın aksine bu bildirge, bir canlı türü olarak insanların haklarını değil, bu din tarafından insan olarak kabul edilmenin koşullarını ortaya koyuyordu: önceki dinlerin (inançların veya soyların) özel olduğunu, politik olanı belirlemediğini ve belirlememesi gerektiğini kabul, İnsan olmanın koşuluydu; tıpkı Müslüman olmanın koşulunun putları tanımamak, Allah'ı tanımak olması gibi.  Aydınlanma’daki “İnsan”; İslam'daki Müslimin tam karşılığıdır. Puta taparlara karşı Müslim ne idi ise, İnsan da diğer dinlere karşı odur. İnsan ve Müslim, biri putların (totemlerin) diğeri tek tanrılı dinlerin (uygarlık dinlerinin) egemen olduğu bir dünyada, dünya pazarının ihtiyaçlarına uygun bir dinden olanı tanımlarlar.
Aydınlanma” da denen modern toplumun dininde, henüz başlangıçta, özel-politik ayrımının işlevi, kapitalizm öncesinin dinini (üstyapısını) işlevsizleştirmeye, politik alanın dışına atmaya yönelikti. Bu dönemde politik olan, zımnen bütün insanlıkla tanımlanır. Devrimci dönemde Politik olan dinleri özel olarak tanımlamanın ta kendisidir.
Ama bu din de tıpkı İslam gibi, daha ilk zaferlerini tadarken gericileşti. Burjuvazinin egemenliği ile birlikte bu politik olan, önce "yurttaş" ve "insan" kavramlarının özdeşleştirilmesiyle ilk anlam kaymasına uğradı, sonra "yurttaş"ları, belli bir toprak parçasındaki insanlarla tanımlayan nispeten demokratik bir ulusçuluk biçiminde; daha sonra ulusu tarihle, dille, dinle, soyla tanımlayan gerici ulusçuluk biçiminde tanımlanmaya başlandı. Artık insan olmak: bir ulustan olmakla; ulustan olmak da: belli bir dil, din veya tarihten olmakla dolayımlanmış oluyordu. İnsanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği alıyordu. Yani ulusçuluk modern toplumun dininin karşı devrime uğramış, gerici biçimiydi.
Daha sonra bütün geri kalan insanlar, bu modern toplumun dinine, daha önce insanların İslamiyet’e, tıpkı Muhammet ve Ergin Halifeler sonrası dönemde, onun Muaviye'nin karşı devrimiyle yerleşmiş gerici biçiminde geçmeleri gibi, onun en gerici biçiminde, ulusçuluk biçiminde ve de ulusçuluğun da en gerici biçimlerinde geçtiler.
Bu nedenle, modern toplumun dinine geçişler onun en gerici biçiminde gerçekleştiğinden, Modernitenin yayılışı ulusçuluğun yayılması olarak ortaya çıktı ve göründü.
İnsanlar başka tarihlerin olanaklı ve olası olduğunu tasavvur bile edemez oldular.
Buradan şu programatik ve stratejik sonuç otomatikman ortaya çıkıyordu: bizlerin programı modern toplumun dininin devrimci biçimine bir dönüş olmak zorundadır. Ama bizim bulunduğumuz dünyada artık uygarlık dinleri değil, aydınlanmanın inkarı olan gerici ve karşı devrimci gerici din olan uluslar ve ulusçuluk, Mekke'nin putları gibi ortalığı kaplamış bulunmaktadırlar. Biz bu gerici ulusların ve ulusçuluğun dünyayı kapladığı çağda, İnsan tanımını yeni koşullara uygun olarak yapmak veya var olan tanımı geliştirmek zorundayız, Muhammet'in Müslim tanımı gibi.
O halde, İnsan, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın bütünüyle özel bir sorun olmasını kabul eden ve bunun için mücadele edendir. Nasıl bir Puta tapar bir Müslim olamaz ise, bir Türk, bir Kürt, bir Alman, bir Amerikalı, bir Avrupalı da İnsan olamaz.
Görüldüğü gibi sonuçlar da alt üst edicidir; çok daha kapsamlı, derin ve açıklayıcıdır.
*
Din kavramının tümüyle üstyapı olarak tanımlanmasına bağlı olarak Devrim kavramı ve kavrayışı da değişiyordu. Böylece Yapı ve Özne çelişkisi de çözülüyordu.
Marks'ın tanımına göre, devrimler bir üstyapıdan, üretici güçlerin veya üretim ilişkilerinin veya ekonomik ilişkilerin var olan düzeyine uygun bir üstyapıya geçişlerdir. Din tümüyle üstyapı olduğuna göre, devrimler bir dinden diğer dine geçişlerdir.
Gerek Marks ve gerek Kıvılcımlı, bir din teorisi olmadığından, üretici güçlerle devrimi yapan özne arasında bir özdeşlik kurarak bu Yapı ve Özne çelişkisini aşmaya çalışmışlardı. Bu Tarih’i açıklayamadığı gibi, Klasik Marksizm’de Devrimleri sadece modern tarihe sıkıştırmıştı; Kıvılcımlı’da da Sınıflı toplumlar tarihiyle sınırlıyordu. Öte yandan her iki sınırlama da sınıflı, yani devletli toplumlarla sınırlı olduğundan, devrim kavramı sadece iktidar ve iktisadi ilişkilerle sınırlanmış oluyordu. Oysaki Devrim kavramı tüm Tarihi ve tüm Üstyapıyı kapsamalıydı, Önsöz’deki kavramsallaştırmaya göre.
Biz ise, Din’in aslında Üstyapı’nın somut var olduğu biçim olduğunu keşfederek, Özne Yapı çelişkisini, Üstyapı-Din özdeşliği ile aşıyorduk. İnsanlar kendileri belli bir dinden olup olmayı kendileri belirleyebildiğinden özne sorunu da aşılmış oluyordu. Yeni dinlerin ortaya çıkışı; bir dinden diğerine geçişler devrimlerin oluşu ve yayılışı idi. Böylece sadece Devrim’i sınıflı ve sınıfsız tüm tarihe yaymış olmuyorduk; aynı zamanda Devlet’le sınırlı olmaktan çıkarıyor tüm üstyapıyı kapsar hale getiriyorduk. Böylece otomatikman başka bir uygarlığı programlaştırmak; devrimi sırf ekonomik ve politik değişikliklerle sınırlamamak şeklinde ifade edilen sorunu da bir yan ürün olarak çözmüş oluyorduk.
Din Üstyapı ise, Dinin (Üstyapının) ilk işlevi de somut toplumun sınırlarını çizmek idi. Böylece soyut olarak Toplum kavramı ile, onun somut var oluş biçiminin ayrılması da mümkün oluyordu.
Toplumun üstyapısı din olduğuna göre, bir Toplum somutta ancak bir Topluluk (Cemaat, Gemeinde,  Toplumun somut var oluş biçimi) olarak var olabilir. Devrimler topluluklardan başka topluluklara dönüşümler olarak anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. Tıpkı biyolojik evrimin yeni türlerin ortaya çıkışları ile gerçekleşmesi gibi. Canlı türleri nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği somut form ise, topluluklar da (Dinler toplulukları belirlerler) toplumsal evrimin gerçekleştiği somut biçimdir.
Ama bundan bu günkü anlamıyla bir hukuki anlamda cemaati veya modern toplumu toplum olarak tanımlayıp da modern olmayan toplumları cemaat olarak tanımlayan gerici sosyolojilerin kavramını (Örneğin Murat Belge'nin sık sık değindiği Ferdinand Tönnies'deki Cemaat ve Toplum kavramı zikredilebilir. Tönnies, modern toplumun dininin topluluğunu (cemaatını) Toplum, diğerlerini Topluluk (cemaat) olarak tanımlar.) anlamamak gerekir. Burada Cemaat (Topluluk, Gemeinde, Komünete) derken sosyolojik bir tanım yapıyoruz. Toplum'un somut var oluş biçimi olarak, daha başka bir kavram bulamadığımız için bunu kullanıyoruz.
Totemli kabileler de, klasik uygarlıkların dinleri de, modern uluslar da cemaatlerdir. Yani modern toplum da ancak cemaat biçiminde var olabilir sosyolojik olarak. Ama sosyolojik olarak cemaat olan modern toplum, kendisinin cemaat değil toplum olduğunu söyler. (Bu nedenle bütün sosyoloji modern toplumun dininin kavramlarıyla iş görür. Sosyoloji modern toplumun dininin gerici biçiminin teolojisidir.)
Nasıl üretici güçler devrim yapamaz ise, aslında sınıflar da devrim yapamaz. Çünkü Sınıflar da toplumun üstyapısının somut var oluş biçimleri değil, analitik kavramlardır. Analitik kavramlar devrim yapmazlar.
Elbette sınıfların yetenekleri ve memnuniyetsizlikleri devrimlerin gerçekleşmesinde muazzam bir öneme sahiptir ama onlar bunu sınıf olarak değil, ayrı bir dinin, yeni bir dinin, yeni bir topluluğun (cemaatin) öncüleri olarak yaparlar. Devrimleri yapan köleler değil Hıristiyanlardı, Plepler değil Müslümanlardı, burjuvalar veya proleterler değil Aydınlanmacılar ya da Ulusçulardı ve gelecekte de eğer olursa İşçiler değil, İnsanlar olacaktır. Tür olarak İnsanlar değil ama, ulusal olanı özel olarak kabul edenler, aydınlanmanın ideallerine dayanarak bir tek dünya topluluğu (cemaati) kurmak için harekete geçenler. Yani nasıl köleler Hıristiyan olarak, Plepler Müslüman olarak devrim yaptılarsa İşçiler de ancak Türk, Alman vs. olmaktan çıkıp İnsan olduklarında devrim yapabilirler.
*
Böylece bir yanda sınıflara (öznelere), diğer yanda üretici güçlere (yapıya) dayanan iki farklı ilkenin, iki farklı paradigmanın varlığı son bulmaktadır. Din bir toplumun tüm üstyapısı olduğu için, bir dinden diğer dine geçişlerin, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin yeni durumuna uygun üstyapılara geçişler, yani devrimler olduğu ortaya çıkmakta; ama aynı zamanda bir din, ancak insanlar kendilerini bir dinden gördüklerinde var olup toplumu düzenleyen bir yapı haline dönüşebilmektedir. İnsanların bir dinden diğer dine geçişleri, bir üstyapıdan diğer üstyapıya geçişleridir.
Böylece Yapı ve Özne çelişkisi aşılmış olur. Tabii Devrimler de artık sadece modern tarihe ve sıkışıp kalmış olmaktan çıkar ve tüm insanlık tarihine yayılır ve o tarih çok daha anlaşılır olur.
Buna bağlı olarak, Devrim’i sadece devlet ve politik iktidarla sınırlayan Aydınlanma’nın devrim anlayışı da aşılmakta; kendini sadece ekonomi ve politik değişikliklerle sınırlayan bir devrim kavramından, bir uygarlığın programlaştırılmasına geçiş mümkün olmaktadır.
Aynı zamanda Modern toplumun yapısının analizinin de başlangıcıdır dinin bir toplumun tüm üst yapısı olduğu ama Dini inanç veya özele ilişkin olarak tanımlamanın da modern toplumun dini olduğu önermesi. Bu önerme Modern toplumun üstyapısının (Dininin) yüzündeki peçeyi çıkarır. Aydınlanma’nın (ve daha sonra ulusçuluğun) kendisinin Din olmadığını, akli olduğunu iddia ederken, aslında tam da yeni bir din kurduğunu deşifre etmiş olur.
Ve tabii dinin bu tanımı, sosyalizmin modern toplumun dini içinde bir tarikat, bir parti olmaktan çıkıp, yani sınıfsal eğilimleri yansıtan ama dini değiştirmeyip onun içinde bir muhalefet hareketi olmaktan çıkıp, bir din olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ve buna bağlı olarak Bilim kavramının da yüzündeki peçe düşmektedir. Din tümüyle üstyapıysa, bilim de dinseldir. Aydınlanma’nın bilim din ayrılığı da dinseldir. Bu da aşılmalıdır ve aşılmış olur.
Böylece Marksizm bilimselleştikçe ve aydınlanmanın bilim kavramını da eleştirip gerçek anlamda bilim oldukça bir din olması gerektiğini ve din olacağı ortaya çıkmış olur.
*
Şimdi en temeldeki kavrama Toplum kavramına gelelim ve bu kavramdaki Aydınlanma etkisini görelim. Yukarıdaki sorunların hepsi, son duruşmada Toplum kavramındaki yanlışlıkta toplanır.
Aydınlanma (ya da daha sonraki ulusçuluk) kendi dininin tanımladığı ilişki ve topluluğa Toplum demektedir bütün sorun buradan çıkmaktadır. Böylece Topluluk (cemaat) kavramı da dinlerle, politik olmayanla inançla ilişkilendirilmektedir. İşte bu ilişkilendirmenin bizzat kendisi modern toplumun somut Topluluğunun tanımıdır. Ve sosyolojik olarak Topluluk kavramına yer bulunmamaktadır burada.
Toplum genellikle hep insanlar arası ilişki olarak tanımlanmaktadır. Ama burada tam anlamıyla bir totoloji bulunmaktadır.
İnsan kavramı, aslında tıpkı Müslim gibi bir kavramdır. Aydınlanmanın kendi ilkelerini kabul edene verdiği isimdir. Yani belli bir Topluluğu normatif olarak tanımlamaya yarar ama Toplum’u değil. Yani bu anlamda İnsan, sosyolojik olarak toplumu tanımlamada kullanılmaz.
Sosyal bir hayvan olarak insan türünden söz edildiğinde ise, bu tanım biyolojik bir tanımdır, sosyolojik bir tanım değildir yine kullanılamaz.
Sosyolojik olarak insan, her hangi bir dine göre, o dinden olan anlamındadır. Yeryüzünde hiçbir din, biyolojik bir tür olarak tüm insanları insan kabul etmez ve etmemiştir. Din dışında da hiçbir şey, dolayısıyla bir insan tanımı da olamayacağından, insan aslında, son derece belirsiz, izafi, her dine göre değişen bir kavramdır.
İnsanın sosyolojik bir tanımını, yani sosyalizm dini açısından, yani Tarihsel Maddecilik veya Marksizm açısından yapmak gerekirse, her dine göre o dinden (veya o dinin tolere ettiğinden) olandır diye tanımlanabilir. Zaten tam da bu nedenle, komünlerin çoğunda İnsan kavramı o kabilenin soyundan olanlarla özdeştir.
Biyolojik anlamıyla insan, bir dinden olduğunda, bir topluluktan olduğunda, yani bir cemaatin üyesi olduğunda ancak sosyolojik olarak İnsan olabilir. Yani İnsan bir Topluluktan olandır. Bu "bir dinden olandır" diye de ifade edilebilir.
Peki, Toplum'u İnsanlar arası ilişki olarak tanımlamak bir totoloji olduğuna göre nasıl tanımlanabilir.
Toplum her şeyden önce bir hareket biçimidir, bir var oluş biçimidir, dolayısıyla onun tanımı diğer var oluş ve hareket biçimleriyle ayırıcı ilişki içinde yapılabilir.
Toplum her şeyden önce varlığın ya da oluşun (evrimin, hareketin, gidişin) özgül bir biçimidir.
Dolayısıyla sosyolojinin (Marksizmin) konusu olan Toplum ve onun evrimi, genel olarak Varlığın evriminin bir momenti olarak, yani diğer varlık biçimleri ve onların evrimi ile farkı çerçevesinde tanımlanabilir.
Kabaca fizik evrenin evrimi, temel parçacıkların veya kuvvetlerin; canlıların evrimi türlerin evrimi biçiminde ortaya çıkar. Toplumun evrimi de toplulukların (Cemaatlerin) evrimi biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl biyolojik evrimin gerçekleştiği temel birim ise, Topluluk da toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birimdir.
Evrimin mekanizmalarıyla, evrimin gerçekleştiği varoluşun özgül biçimlerini karıştırmamak gerekir. Elbette canlıların değişiminin temelinde, tıpkı toplumun iktisadi ilişkilerindeki değişmeler gibi DNA şifrelerindeki değişimler vardır ama nasıl canlılardaki değişim tür değişimleri biçiminde gerçekleşirse, toplumsal evrim de, üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki değişmeleri DNA’daki değişmelere benzetirsek, topluluk tanımlarının değişmeleri (din değişmeleri) biçiminde gerçekleşir. Türler nasıl canlıların evriminin gerçekleştiği somut biçim ise, topluluklar da toplumun evriminin gerçekleştiği somut biçimdir.
Sosyolojinin ya da Marksizmin en büyük eksiği, tıpkı biyolojideki tür kavramı gibi, evrimin gerçekleştiği temel birime ilişkin bir kavramının bulunmamasıydı, bunun ardında da Aydınlanmanın kendi cemaatine cemaat demeyip toplum demesi yatıyordu. Ve tam da bu eksiklik nedeniyle, özne olarak sınıflar (veya barbarlar vs.) koyuluyor ve Yapı ve Özne çelişkisi ortaya çıkıyordu.
Bunun nasıl kavramsal saçmalıklara yol açtığına bir örnek verelim.
Türk Toplumu” diye bir şey olamaz. Ama Türk Ulusu, yani bir Topluluk olabilir. Türk Toplumu kavramı, Maymun Canlısı, Demir Maddesi gibi bir saçma kavramdır. Maymun türünden söz edilebilir maymun canlısından değil; Demir atomundan ya da elementinden söz edilebilir, demir maddesinden değil. Ama topluma gelince Maymun Canlısı saçmalığı gibi “Türk Toplumu”ndan söz edilmektedir, Türk ulusu, cemaatı ya da dininden değil..
Tarihi anlaşılmaz kılan da, Yapı ve Özne çelişkilerini ve ayrımlarını yaratan da toplumsal evrimin gerçekleştiği birimin tanımlanmamış olmasıdır. Bunun ardında da Aydınlanma’nın Toplum ve Din kavramları bulunmaktadır.
Ortada, toplumsal evrimin gerçekleştiği temel birim, yani topluluk kavramı olmayınca, toplumsal evrimin açıklanmasında zorluklarla karşılaşılmış, aşılmaz Yapı ve Özne ayrımlarına takılınmış ve gerçekteki toplumsal değişimler hiçbir şekilde ne açıklanabilmiş ne de gerçekten devrimci bir hareket yani yeni bir din yaratılabilmiştir.
Bu nedenledir Marksist tarih kitaplarında modern çağdaki birkaç devrimden başka devrim sayılamaması, çünkü din değişimlerinin, dinlerin ortaya çıkış ve egemen oluşlarının, yayılışlarının, yani bir topluluktan diğer topluluğa geçişlerin devrim olduğu anlaşılamamaktadır. Topluluk kavramı yoktur ki onun geçişleri olsun. Topluluk kavramının yokluğunun ardında ise hem dinin aydınlanmacı tanımı (inanç, ideoloji vs.) hem de toplumun aydınlanmacı tanımı (insanlar arası ilişki) bulunmaktadır.
*
Marksizm’in gelişimine teorik katkımız böylece özetlenebilir. Bunun programatik (uluslara karşı savaşı öne almak) ve örgütsel (bir parti (tarikat) olmaktan çıkmak yeni bir din olmak; (tüm işçileri sosyalist olmaya değil, tüm işçileri ve insanları İnsan olmaya çağırmak) gibi sonuçları üzerine ayrıca yazılacak çok şey var ve bunları ele almaya çalışıyoruz ve çalışacağız.
Ne yazık ki, Türkçede bunları anlayabilecek az sayıdaki kişiler okumuyor, okuyanlar da bu arka planı bilmediğinden anlamıyor.
Yapabileceğimiz tek şey dinleyen ve anlayan varmış gibi konuşmaya devam etmek.
Özetle, Klasik Marksizm’in de Kıvılcımlı’nın da yüz elli yıllık serüveni, bir bakıma aydınlanma'nın Din ve Toplum kavramlarının ortaya çıkardığı bu sorunu çözme çabaları olmuştur.
Bu çabalar başarısız kalmaya mahkûmdu, çünkü sorun yanlış koyuluyordu.
Ama bizzat bu çözme çabaları, çok karmaşık yollardan sorunun çözümü için birikim yapmış tır.
Batı Marksizm’i ve Troçkist geleneğin yanı sıra Kıvılcımlı da hem bu başarısız çözme çabalarının, hem de bu birikimin anıtsal örneğidir.
Bir rastlantı sonucu bu üç geleneği de tanıyan belki de tek kişi olduğumuzdan, bu yük bizim sırtımıza bindi.
Bunu nereye kadar taşıyıp götürebildiğimizi ise zaman gösterecektir.
19 Kasım 2008 Çarşamba
Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: