Daha bir gece önce Ergun’a (Aydınoğlu) Nail’in durumunu
sorduğumda, “Doktoru yakında kaybedeceğimizi söylemiş” demişti. Bu gece yarısı,
yatmadan önce maillere baktığımda, kaybettiğimizi öğrendim.
Uyku tutmadı. 2001 yılında yapılmış Kıvılcımlı Sempozyumu video
ve resimlerinden Nail ile ilgili olanları derleyip paylaşarak, onunla ilgili
anıları hatırlayarak bir “veda töreni”
yapmaktan başka bir şey gelemezdi elimden.
Cenaze yapılacağını sanmıyordum. İç tutarlılığa değer veren
bir Marksist olarak muhtemelen cesedini bir üniversitenin tıp fakültesine
kadavra olarak bağışlayacağını tahmin ediyordum. (Az önce Sami (Sarı) öyle
olduğunu söyledi.) Tanıdıkları ve dostları bu vesileyle bir zaman baskısı
olmadan, insanların zamanlarını ayarlayıp veda edebilecekleri bir toplantı tertiplerler
mi? Bilmiyorum. Olsa da yetişme şansım pek yok. Bu durumda Nail’e bir yazıyla veda
etmekten başka şansım yok gibi görünüyor.
*
Nail’i Dev-Genç’te uzaktan bilirdik. Herkes bir şekilde
birbirini bilirdi. Bölünmede Beyaz Aydınlık tarafında olduğunu biliyorduk.
Zaten bütün eli kalem tutan ve ağzı laf yapanların hepsi Doğu Perincek’in Beyaz
Aydınlık takımında yer almamışlar mıydı? Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar,
Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Halil Berktay, Atıl Ant vs..
Kıvılcımlı Beyaz Aydınlıkçılar için boşuna “genellikle kırmızı yanaklı, iyi besili
çocuklar” diye boşuna dememişti. (Bu “kırmızı yanaklı” imgesinin doğuşuna
yol açan da yine eski DÖB’lü (Devrimci Öğrenci Birliği) ve daha sonra Filistin’de
İsrail komandolarınca yapılan baskında öldürülen Ahmet Özdemir olmalıydı.)
Beyaz ve Kırmızı Aydınlık ayrılığı aslında MDD safları
içindeki burjuva sosyalizmi ve küçük burjuva sosyalizmi ayrılığı idi. Çoğu
insan bu iki sosyalizm çeşidini ayırmaz. Ama neredeyse bütün ayrılıkların
kökeninde bu sınıfsal ayrılık vardır. Burjuva sosyalizmi politika yapar ama
reformisttir, metodolojik olarak daha metafizik bir yapısı vardır ama daha
moderndir. Küçük burjuva sosyalizmi veya devrimciliği ise burjuva sosyalizminin
reformizmine bir tepkidir, kendisine karşı mücadele ettiği burjuva
sosyalizminin ufkunu aşamaz. Aşamadığı için de bağımsız bir teori ve program
geliştiremez ve politik olamaz. Bu nedenle de ayrılığını mücadele
biçimlerindeki bir radikallikle, sembollerdeki bir radikallikle gösterir.
Metodolojik olarak skolâstiktir. Modern bir kültürden ziyade antik, memur,
esnaf ve köylü bir karakter sergiler.
Bu genel özelliklere uygun olarak, Dev-Genç’in Kırmızı
Aydınlık tarafında kalanlar, genellikle memur veya esnaf çocuklarıydı ve
radikallikleri mücadele biçimlerinde yansıyordu.
Yalnız bu arada şunu belirtmeli ki küçük burjuva
sosyalizminin de şehirli ve köylü biçimleri birbirinden ayrılır ve aralarında
kültürel bir uzlaşmazlık vardır. Dev-Genç’in esas kadroları, şehir
çocuklarıydı, “şehirli fırlamalar”dı. Örneğin Devrimci Öğrenci Birliği’nin
neredeyse bütün esas kadrosu İstanbul’un liselerinden gelmeydi (Haydarpaşa
Lisesi, Erkek Lisesi vs.).
Köylü radikaller bu şehirli fırlamaların kültürüne ve
davranış kotlarına duydukları tepki ile, Doğu’nun saflarında kalmışlardı ama
bir süre sonra aralarındaki sınıfsal zıtlık onların da Doğu’dan kopmalarıyla
sonuçlanacaktı.
İşte, Nail uzaktan bizlerin gözünde, bu genel kanavaya da uyan
bir Beyaz aydınlıkçı idi. İyi yetişmiş, burjuva kültürü almış bir aileden
geldiği, halinden, tavrından, konuşmasından, yazmasından belli oluyordu.
Nail ile yakından tanışmam 12 Mart döneminde İstanbul
Dev-Genç davasından tutukluyken Davutpaşa Kışlası’nda oldu.
Davada tutuklananların çoğu, ilk kuşak Fikir Kulübü
kurucuları olduğu ve okulu bitirip eşi ve işi bulunduğu veya THKO ve THKP-C’nin
içinde yer almadığı için, binlerce yıllık tecrübesiyle devlet, bir yandan bu Dev-Gençlileri
tutuklarken, diğer yandan da onlara belli ayrıcalıklarla davranıyor ve sisteme dönüşleri
için kapıları açık tuttuğunun sinyallerini veriyordu.
Davutpaşa Kışlası’nda yatıyorduk ama tutuklandığımızda hemen
hiç birimiz işkence görmemiştik örneğin. Bizlere iyi davranılıyordu. Bizler
hapishane bahçesinde top oynar güneşlenirken, bizleri bekleyen askerler,
miğferleri, ellerinde ağırlaşan silahları, asker elbiseleri içinde ve yakıcı
yaz güneşi altında bizlerden çok daha kötü koşullarda bulunuyordu. Biraz yatılı
okul havasında günler geçiyor, davanın başlamasını bekliyorduk. Diğer THKP-C ve
THKO gibi davalardan aynı zamanda Dev-Genç sanığı olanlar da buraya
geldiklerinde bu imkânlardan yararlanmış oluyor biraz olsun soluklanıyorlardı.
Tabii Cezaevinde aramızda birçok teorik ve politik konularda
tartışmalar yapıyorduk. Benim neredeyse her gün tartıştığım insan Nail’di.
Kategorileri karıştırmayan, söylenenleri anlayan, mantıki olarak kendi içinde
tutarlı argümanlar getiren, fikirlerini çok güzel artükile eden bir insandı.
Nail ile ne kadar sert tartışsak ve zıt pozisyonları savunsak da tartışmak zevk
veriyordu. Yanlış anlamaların, mantık yanılgılarının, olgular hakkındaki yarım
yamalak ve yalan yanlış bilgilerin çıkmaz sokaklarına hiç sapmadan ve esas hedefi
yitirmeden yapılan tartışmalardı bunlar. Bu nedenle zevkli ve verimliydi.
Tartışmalarımızın esas yoğunlaştığı nokta, Çin Devrimi ve
Mao idi. Ben Mao’nun bir köylü devrimcisi olduğunu; Marksist bir teorisyen
olmadığını; onun olsa olsa Marksizm’in Çin kültürüne uygun bir
popülarizasyonunu yaptığını savunuyordum.
Modern işçi sınıfı ve modern burjuva kültürünün birikimi olmadan bir
modern sosyalizm ve Marksizm’e bir katkı olamayacağını söylüyordum. Çin’in ise
özellikle Kültür Devrimi’nde bu kültürü eleştirerek aşmak bir yana, bir köylü
tepkisiyle reddettiğini dolayısıyla ondan bile daha geriye düştüğünü
savunuyordum.
Nail ise Mao’nun devrimciliğine, radikalliğine ilişkin
argümanlar getiriyordu.
O zamanlar tartışmalar insanlar arasında değil, fikirler
arasında olurdu. En ağır gibi görünen ithamları bile kimse kişisel olarak
algılamaz (zaten böyle de söylenmezdi. Kimse kimsenin iyi niyetini, inancını,
cesaretini ve fedakârlığını sorgulamazdı) en sert tartışmalar bile ilişkilerde
bir kırılmaya yol açmazdı.
Bu arada Nail’e çok da takılırdık. Nail Pekin doğumluydu
yanlış hatırlamıyorsam. Ailesi Rusya’da devrim olunca Çin’e kaçmış, Çin’de
devrim olunca da Türkiye’ye kaçmıştı. Yani aslında komünizmden kaçan bir
ailenin komünist olmuş çocuğu idi. Hatta bir anekdot anlatırlardı, Nail’in
annesi bir gün Taksim’de Galatasaray taraftarlarının bir kutlamasına rastlıyor.
Tabii onların ne olduğunu anlamıyor ama kırmızı rengin baskın olduğu bu gösteri
yine kızılların bir gösterisi olduğunu sanmasına yol açmış, koşarak eve gitmiş,
“komünistler buraya da geldi haydi toplanın gidiyoruz” demiş. Sonra anlaşılmış
Komünist kızılların Galatasaray taraftarları olduğu.
Taksime değil ama ailenin içine girmişti “Kızıllar.”
Oğulları kızıl olmuş ve dört bir yandan kuşatılmıştı aile.
Bu nedenle sık sık Nail’e takılırdık. “Sizin gittiğiniz ülkede devrim olduğuna göre, demek burada da devrim
olacak, bakalım o zaman nereyle gideceksiniz? En iyisi Amerika’ya gidin de
orada da bir devrim olsun, kısa yoldan kurtulsun insanlık” derdik.
*
Bu arada tahliye için dilekçeler yazıyor, tutukluluğumuza
itiraz ediyorduk. Cezaevine o aralar bakan, sanırım istihbaratçı ve kurmay
olmayı düşünen bir yüzbaşı vardı. Sık sık gelir bizlerle laf açıp sohbet etmeye
ve bilgi toplamaya çalışırdı. Hatta bu denemelerinden birinde Mao Faruk’un,
Şair Eşref’in “evvelce devri istibat idi
konuşturmazlardı adamı, şimdi devri hürriyet, önce konuştururlar adamı sonra
bellerler ananı” beytiyle bozmasına da muhatap olmuştu. (Sanırım bunu Harun
Karadeniz de bir yerlerde anlatmıştı.)
İşte bu yüzbaşı bir gün gelmiş ve Nail’i sormuştu.
Sormasının nedeni Nail’in dilekçesinin sıradan bir dilekçe olmaması, güçlü ve
mantıki argümanlarla biçim ve içerik olarak dikkati çekecek kadar öne
çıkmasıydı. İstihbaratçı yüzbaşı, merakını yenememiş, dilekçeyi yazanı daha
yakından tanımak istemişti besbelli.
Nail bu dilekçesini yazdıktan bir süre sonra tahliye oldu.
Doğru dürüst tartışacak kimse ve tartışmaların eski tadı kalmamıştı.
Nail’in çok etkileyici bir sesi ve vücut dili vardı. Bu iki
özellik bilgi ile mantıki olarak tutarlı argümanlarla birleşince elbette son
derece etkileyici bir sentez çıkıyordu ortaya. Bütün bunlara bir devrimci
olarak yaşamak ve davaya bağlılık da eklenince çok az bulunan bir insani ve
sosyalist kaliteye ulaşılıyordu. Nail tamı tamına böyleydi.
*
Bir süre sonra ben de tahliye oldum. Fabrikalarda çalışmaya
devam ettim ve tam 12 Mart dönemi biterken Kıvılcım
gazetesini çıkarmaya başladım. Bir gün Aksaray’daki gazete bürosundan
Cağaloğlu’ndaki matbaaya, çok sevdiğim Çınaraltı ve Sahaflar üzerinden
gidiyordum.
Çınaraltı’nda Nail’in oturduğunu gördüm, selam verdim. Nail
“sana teşekkür etmek istiyorum” dedi.
“Ne oldu” dedim. “Beni Maoculuktan sen kurtardın. Cezaevindeki
tartışmalar benim gözümü açtı” dedi. Takıldığını, beni makaraya aldığını
sandım. “Bırak gırgır geçmeyi” dedim.
“Yok, vallahi samimi söylüyorum.
Ciddiyim. Ve seninle karşılaşıp teşekkür etmek istiyordum” dedi.
Şaşırmıştım. Hiç böyle kafasını karıştırdığıma dair bir
izlenim edinmemiştim oysaki. Demek tartışmalar orada kalmamış, söylenenler
üzerine düşünmüş ve görüşlerini değiştirmişti. Ne kadar mutlu olduğumu
anlatamam. Demek açıkça savunmak, doğrudan fikir mücadelesi yapmak, başlangıçta
hiç etki yaratmazmış gibi görünse de uzun vadede insanlar üzerinde etkiler
bırakıyordu. O an olmasa bile uzun vadede, onlar üzerine düşünülüyordu. Sonraki
bütün hayatımda defalarca bunun doğrulandığını gördüm. O nedenle o zamandan
beri bana ne derler diye düşünmeden, direk fikrimi ve eleştirilerimi söylemeye
daha fazla dikkat ettim. Benim bu tartışma stilimin yerleşmesinde Nail’in
Maoculuğu bırakmasının ve teşekkürünün bir etkisi yoktur diyemem.
Nail ile bu karşılaşmamızdan bir iki gün sonra tutuklandım,
on yol hapis ve yıllar süren sürgünlük yıllarında zaman zaman orada burada
yazılarına rastladığımda onun da Troçkist görüşleri benimsediğini görünce çok
mutlu olmuştum. Ben de Nail’den bağımsızca benzer bir evrim geçirmiştim.
Dev-Genç ve Doktor geleneğinden geldiğim için Türkiye’nin Troçkistleriyle hem siyasal
kültüre ilişkin, hem metodolojik genlerimizde bir uyuşmazlık vardı. Bir de buna
troçkistlerin genellikle Burjuva Sosyalisti yapıları eklenince onlarla hiçbir
zaman ortak bir nokta bulamıyordum. Ama diye düşünüyordum, Nail muhtemelen
onlara benzemiyordur. Ne de olsa 68’in yükselişini yaşadı, Dev-Genç7e bulaştı.
Başka bir politik kültürden geliyordur. Ayrıca Doktor’u 70’te okumuş
kuşaktandır. Doktor’u okumuş olmak, Ertuğrul Kürtçü ve Abdullah Öcalan’da da
görüldüğü gibi insana başka birtakım özellikler kazandırır.
*
Sonra 2001 yılında Almanya’da bir Hikmet Kıvılcımlı
Sempozyumu düzenledik. Nail de gelenler arasındaydı. Hislerim ve öngörülerim
yanılmamıştı. Nail bir troçkistti ama aynı zamanda Kıvılcımlı Sempozyumu’na
geliyordu hem de sağlık ve maddi olarak birçok zorluğu göze alarak. Bu diğer troçkistlerde
pek görülemeyecek bir özellikti.
Sempozyum’da birbirinden değerli değinmeler yaptı. Özellikle
Finans-Kapital’i anlatırken, Vedat Türkali’nin Mihri Belli’ye dönüp “Mihri dinle dinle” deyişleri unutulamaz.
Vedat Türkali’nin çok beğenisini kazanmıştı. Kendisinin bir türlü derleyip
toparlayıp anlatamadığı konuları Nail, anlaşılır bir biçimde açıklıyordu. Bu
nedenle Mihri’ye, bak ben anlatamıyordum ama burada ustası anlatıyor anlamında,
“Bak dinle Mihri” deyip duruyordu.
Benim bildiri sunuşumdan sonra da yukarıda aktardığım gibi,
kendisinin Maoculuğu terk etmesine yol açışımdan da söz etti. Bana yönelik
eleştirisi ise benim eşitsiz ve bileşik gelişmenin bütün tarihte var olduğunu
öne sürmem onun ise bunun sadece kapitalizmde olduğunu savunmasıydı. Ben hala
eşitsiz ve bileşik gelişmenin bütün tarihin bir yasası olduğunu düşünüyorum ve
eleştirisini kabul etmiyorum. Ama bunu geniş bir şekilde tartışma olanağımız
olmadı zamanın sınırlılığı nedeniyle.
*
Ama benim sunduğum bildirinin esas tartışılması gereken yeni
olan yanlarına hiç değinmemesi, kendisini hep bilinen klasik problemlerle
sınırlaması ve bu konularda söz alıp konuşmasıydı esas dikkatimi çeken. Nail‘de
de bilinmeyen sulara açılmak ve oralarda yanlış yaparak, yolunu yitirerek
boğulup veya kaybolup gitmek korkusu seziliyordu. O bildiği sahillere yakın,
emin sularda kulaç atıyordu. Ben ise, tıkanıklığı aşmanın o sığ sularda
sahilden yol alarak mümkün olamayacağını söylüyor sürekli açık denizlere açılıyordum.
Korkmuyordum. Elimde pusulam var, yönümü bulabilirim diye düşünüyordum. Onlar
ise sahili, bildikleri kerteriz noktalarını gözlerden yitirmemeye
çalışıyorlardı.
Aramızda, dayandığımız Kıvılcımlı ve Troçkist gelenek
ortaklıklarına rağmen, temelde böyle giderek derinleşen ve büyüyen bir uçurum
oluşuyordu.
Buna ek olarak ben politik olarak Kürt hareketini apaçık
destekliyor ve “Kürt Sorunu”nu öne çıkarmayı görev biliyordum. Kürt hareketi
içinde de Öcalan’ın ve PKK’nın çizgisini destekliyordum. Nail ve benzerleri
ise, bunu adeta sınıfsal çelişkileri ve perspektifi gözden yitirmeye yol açan “Marksist’i
bozacak” bir konu olarak görüyorlardı.
Bu her politik ve taktik durumda yansımalarını buluyordu.
Ben örneğin herkesin Öcalan’ın teslim olduğunu söylediği, Kürt hareketinin
yenildiğini bittiğini söylediği zamanlarda, Öcalan’ın çok zekice ve çok önemli
bir stratejik manevra yaptığını, bunun meyvelerini birkaç yıl sonra
toplayacağını söylüyordum.
Ben Demokratik Cumhuriyet, projesini bütün belirsizliğine
rağmen destekler; ileri bir adım, öngörülerimin bir gerçekleşmesi olarak görür
ve Marksist bir Demokratik Cumhuriyet tanımı içinde kendi Demokratik Cumhuriyet
Programımı ortaya koyar ve savunurken, Nail örneğin, bunu klasik Troçkist
problematikler içinde Stalin’in aşamalı devrim anlayışına geri dönüş olarak değerlendirip,
benim adeta troçkizmin en temel önermelerini terk etmiş olduğumu gibi sonuçlar
çıkarıyordu.
Benim bakış açımdan Nail ve benzerlerinin çizgisi giderek
ulusalcılarınkine yaklaşan; sınıf sınıf diyerek, demokratik görevleri ikinci
plana iten; Ortodoks Marksizm’i savunmanın veya savunuyor görünmenin demokratik
görevlerden kaçmanın örtüsü olduğu bir noktaya doğru kayıyordu.
Onların açısından ise ben, Kürt hareketinin kuyruğuna
takılmış, Marksizm’i terk etmiş, hatta Stalinist aşamalı devrim teorisine geri
dönmüş olarak görülüyordum. Ama bunu ne açıkça bir eleştiri olarak yazıyorlar
ne de tartışıyorlardı. Aksine, görüşlerime ve tezlerime karşı tam bir suskunluk
egemen oluyordu.
“Marksizm’in Marksist
Eleştirisi”nin önsözü olarak yazdığım “Tarihsel
Maddeciliğin Tarihine Katkı” aslında Nail Satlıgan, Ertuğrul Kürkçü gibi
arkadaşların bu tavırlarının metodolojik köklerinin bir eleştirisiydi de, (Kürkçü Kürt hareketi ile daha yakın ilişkiye
girdikten sonra, en azından politik olarak nispeten daha iyi bir noktaya geldi
ve demokratik görevlere fiilen ayaklarıyla oy verdi, söylemiyle hala eski
yerinde dursa da.) Bunu kendileriyle tartışmak istiyordum. Ama kabul etmediler
ve mümkün olmadı.
Türkiye’ye geldiğimde “Marksizm’in
Marksist Eleştirisi” de yeni yayınlanmıştı. Özellikle Nail Satlıgan ve
Ertuğrul Kürkçü’nün okumasını ve onlarla tartışmayı çok istiyordum.
Ertuğrul, okuması yönündeki ısrarlarıma, sonunda bir gün, “Biz Marksizm’in eleştirilerini değil Marksizm’i
okuyoruz” diyerek cevap vererek son vermiş ve bir tartışma olanağının
yolunu kapamıştı.
Benzeri Nail’den de geldi. Gelir gelmez kendisini aramış ve
büyük bir heyecanla kitabı verip tartışmak istemiştim. Buluştuğumuzda, kitabı
vermeye kalkınca, “ben zaten çıkar çıkmaz
aldım” demişti. Çok sevinmiştim. “Okudun
mu?” diye sormuştum hemen. “Okudum”
demişti. “Peki, ne diyorsun, konuşmaya
tartışmaya ihtiyacım var” deyince de. Ben “sosyolog veya felsefeci değilim iktisatçıyım” diyerek konuya
girmeyi ve tartışmayı reddetmişti.
Bunlar elbette gerekçe değildi, bunu kendisi de biliyordu.
Ama tartışmak, o konulara girmek, bildiği sahillerin emniyetli sularını terk
etmek istemiyordu.
Bundan sonra pek bir diyalog geliştirme olanağımız olmadı. Hâlbuki
ne kadar umutluydum Türkiye’ye dönerken nihayet dediklerimi anlayabilecek;
Marksist arka planı olan birileriyle tartışabileceğim diye.
*
Nail’in ağır hastalığını biliyor ve kendisiyle son bir kez
olsun buluşmayı çok istiyordum. Ama çok yakınındaki bazıları dışında kimseyi
kabul edemeyecek kadar hastaydı. Bu nedenle son kez telefonla konuşabildik ve
bir de kısa bir mail yazışması oldu.
Kıvılcımlı Sempozyumu’na gelemese bile bir yazılı bildiri
sunmasını çok istiyordum. Çok istediğini ama yapacak durumda olmadığını
söyledi.
Bunun üzerine 2001 Sempozyumundaki konuşmalarını özellikle
İnternete yerleştirdim. En azından insanlar bir önceki sempozyumda Nail’in
söylediklerini bilsinler ve o temelde tartışsınlar diye.
*
Kapital çevirisini Almancadan düzeltip tamamlaması bir
bakıma Nail’in “opus magnum”udur. Ama
Das Kapital ve çevirisi aynı zamanda
açık denizlere açılmadan, bilinen sahillerde oyalanmanın da bir aracıdır
Nail’de kanımca.
Yani dünya çapında devrimin temel teorik ve politik
sorunlarından ve Türkiye’de de demokratik görevleri ve özellikle ulus sorununu
gündeme almaktan kaçmanın bilinen emniyetli sularda yanlış bir şeyler yapmaktan
korkarak zaman doldurmanın da bir aracıdır.
Bardağın yarısı dolu olarak, en azından Marksizm’e bağlı
kaldı, Marks’ın temel eserini Türkçeye kazandırdı. Keşke herkes bunun yüzde
birini yapsa da denilebilir.
Ama bardağın yarısı boş olarak, gerçeklik somuttur, her
durum için geçerli bir doğru yoktur, Marksizm bir eylem kılavuzudur, Türkiye’de
demokratik görevleri sınıf veya kapitalizm diyerek öne çıkarmamak ve
tartışmamak; dünyadaki temel programatik sorunları yeniden tanımlamak ve
tartışmaktan uzak durmak somutta kendi zıddına döner; Marksizm’in nesnel inkârı
anlamına gelir de denebilir.
Bunların ikisi de doğrudur
Nail bunların
ikisidir de.
Ama bu sadece Nail’in karşılaştığı bir sorun değildir. Çok
değer verdiğim bir Kürt sosyalisti arkadaşım, pozisyonu kendisini en tutucu
Kürt milliyetçileriyle yan yana getirince, onların kabul edemeyeceği Ermeni
katliamında Kürtlerin rolü üzerinde yoğunlaşmıştır örneğin. Onun “Kapital
çevirisi” de Ermeni katliamı konusuydu. Tıpkı Nail’in Kapital çevirisi gibi ve
sonunda iyi bir eser çıkarmış oluyordu. Bu çorak memlekette bu bile çok büyük
bir işti ve küçümsenemezdi.
Bir başkası kendini felsefe ve sanat alanına vakfederek
benzer bir sığınak buluyor.
*
Ama bu çorak ülkede, bu çorak iklimde, içkiye, boş
vermişliğe, komplo teorilerine, ezoteriğe vs. sığınmanın egemen olduğu bu
dünyada, yanlış bir şeyler yapmaktan çekinerek Kapital çevirisine sığınmak bile kıyısına pek ulaşılamayan bir
düzey, bir ütopya, bir örnek olarak kalmaktadır.
Sevgili Nail, seni tanımış olduğum için kendimi çok şanslı
görüyorum.
Ama seninle yeterince yakın ve yoğun bir ilişkim olmadığı
için de çok şanssız.
Demir Küçükaydın
29 Nisan 2013 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder