En son geçen hafta sonu, “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli
girişimin İstanbul’da yaptığı üç toplantıdan birine gitmiştim. Sosyalistler
nerede, ne yapıyorlar, neler tartışıyorlar; bakalım buradan bir şeyler çıkar mı
diye, radar ekranından yitirmemek için.
Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli
sorun çok daha derinde ve metodolojik diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim.
Dün sabah kalkınca bu yazıyı yazdım. Sonra bir gün demlensin hele diye
beklemeye bıraktığımda, Radikal’de İskender Pala ile yapılmış söyleşiyi
okuyunca artık daha fazla geciktirmemeli diyerek bu gün son şeklini verip
yayınlıyorum.
*
Pazar günkü toplantıda, her şey her zaman olduğu gibi yine
yeterince can sıkıcıydı: yüz elli civarı bir katılımcı, yaşlı ve erkek
ağırlıklı bir topluluk
Ertuğrul Kürkçü’nun, Kürt özgürlük hareketi gibi ezilen
kitlelere dayanan bir hareketle yakın ilişkiye girdiğinden ve onların öz
suyundan beslenmeye başladığından beri, beri kat ettiği yolu ve olumlu
gelişmeleri yansıtan konuşması haricinde bütün konuşmalar o topluluğun
bileşiminden de daha moral bozucuydu. Bir tek politik veya teorik zeka
parıltısı olan konuşma yoktu. Ve yine her zaman olduğu gibi, eğer küçük bir
umut ışığı veren konuşmalar vardıysa, bunlar da yine birkaç kadının ve gencin yaptığı
konuşmalardı.
Daha kötüsü çoğu onlarca yıldır sosyalist olan
konuşmacıların, teorik ve politik konulara ilişkin bir tek konuşma yoktu (ki
Ertuğrul Kürkçü’nün açılışta yaptığı ve tartışmalara zemin olarak sunduğu
konuşması tam da bu konulardaydı).
Ama bundan daha da kötüsü, öncüllerini, bildiklerini de
unutmuşlardı. Çoğu söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık sonuçlarının
ne olacağının bile farkında değildi. Bilgeliğin son perdesi veya üzerine
tartışılması gereği bile duymadan kabul ettikleri aksiyom derekesindeki temel
görüş: eğer Sosyalist veya devrimci veya kurmak istenin toplumun örneği
ilişkiler şimdiden kurulamazsa veya böyle kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu
girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacağıydı.
Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde
doğduğunu unutmuşlardı. Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında
Marksizm’in kendisine karşı mücadele içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve
bunun farkında bile değildiler.
Bu temel yanlış, idealizmdi; yani varlığın düşünceyi değil;
düşüncenin varlığı belirlediği ön kabulü. Bu metodolojik temel yanlış itirazsız
egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi başlı ejderha gibi bir başını
çıkarıyordu.
Gerçi Türk solunda bu idealizmin her zaman derin kökleri
olmuştu onun köylü, esnaf veya küçük burjuva toplumsal temeline bağlı olarak.
Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de
bilinçle oluşan bölünmeler olduğu yönündeki yaklaşım. Bunun “halk safları”nı
politik ve ideolojik kriterlerle belirleme biçiminde ortaya çıkması. Yani
düşüncenin varlığı belirlemesi. Böylece nesnel olarak ezilen sınıflarda yer
alanlara karşı ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp
sektleşme.
Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya
bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in veya Çu En Lay’in partiye egemen olması
gibi) ölenin sosyo ekonomik yapısının değişmesi, yani bir anda, revizyonist
(“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim bicimi veya
sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya
emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin
varlığı belirlemesi.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve
tartışmaların omadığı bu dünyada aynı idealizm, aynı temel metodolojik yanlış
bu sefer kendini başka biçimlerde ele veriyor; meduza başını başka biçimlerde
ve tartışmalarda çıkarıyor. O Sosyalist Yeniden Kuruluş tartışmasında da
yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci ilişkilerin veya
ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların
tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde. Yani önce bizler,
kafalar değişecek ancak o zaman toplumsal düzen değişecek.
Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılıkta,
cezalandırmayı toplumsal sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan
yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış kafasını çıkarıyor. Ve bu aynı temel
ve metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile Recep Tayyip, ne
kadar zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar
Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin
cezalandırılmasının başka darbecilere ders olacağı ve bunun darbeleri
önleyeceği türünden bir sözler ediyordu. Ve bir de üstüne üstlük bunları
intikamcı olmadıklarının kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin,
12 Eylülcülere yeterince sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun
yolunun yapıldığı itirazlarına cevap olarak.
Halbuki, bırakalım Marksizmi bir yana, olağan burjuva
toplumunun Kriminoloji veya hukuku bile, cezaların ve onların sertliğinin
hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç oluşturan eylemi
yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?
En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal
koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı
varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında
ezilenler birlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez. Darbeleri
engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer
yapısına son vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen
yığınların örgütlenme ve kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.
Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler
olmasın diye yapılan bu mahkemeler, aslında tam da bütün bunların yapılmadığını
gizleyen bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü olarak kullanılmaktadır. Yani
darbelere karşı mahkemeler aslında gelecekte yapılabilecek olası başka
darbelerin yollarına taşlar döşemektedir.
Ama sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın
yeterince güçlü ve sert yapılmadığı gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın
basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler. Ve üstüne üstlük, intikamcı
bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve erdem kaftanı
bahşederek.
Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı
yerde ve varsayımlarda buluşur ve ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş
olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik tartışmalar, o “zıtların birliği”ni
görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.
*
Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların düşüncelerinin varlıklarını
değil, varlıkların düşüncelerini belirlediği” önermesidir.
Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim,
değişim ilişkileri) anlaşılmadan kendisinin anlaşılamayacağına ilişkin bu materyalist denen sosyolojik önerme, aslında
en manevi değerlerin temelidir.
Bu önermenin mantıki sonucu ve ahlaki sonucu, egemen
sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı, onların toplumsal koşulların sonucu
olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve cezalandırılmaları değil; o
sömürüyü ve baskıyı yaratan toplumsal koşulları değiştirmek olduğu; bu nedenle
sosyalizmin sadece ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı
olduğudur. Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme aynı
zamanda en humanist ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir ahlakın temelidir.
Eğer “esirgeyip bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın
diliyle konuşursak, bu “düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi
belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi, insanların suçlardan
esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve gerekçesidir.
Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları
belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan prensip olarak (hikmetinden sual
olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş toplumsal kuvvetlerin bir kurbanı
olarak görülebilir. Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o toplumsal
kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan
düzenler; toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel
neden olarak görülürler.
Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim
programlarının insanlarla değil, toplumsal düzenlerle sorunu vardır. İnsanların
ancak onları şöyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal düzenler
değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist düşünce.
Ne yazık ki o Pazar günkü toplantıda da görüldüğü gibi, bu
çok temel materyalist önerme ve bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş
bulunuyor. Sosyalistlerin her toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin,
insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri; kurmayı düşündükleri toplumun
ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür örneklerini kurmaktan, bunlar olmadan
hiçbir şey olamayacağını söylediklerini duyarsınız
Marksizmi bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik
yıllarında amneziye uğrayıp bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu
ifadelerini duyunca, insanın aklına gelecek tasavvurlarının geleceği değil, o
tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı, yine
unutulmuş bu gerçek geliyor. Böylesine basit bir gerçeği bile kavrayamayışlar
ve unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez insanın
elinden.
O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”,
sosyalist ya da devrimci ya da demokrat kişilikler dedikleri, bir küçük burjuvanın, bir esnafın veya bir
köylünün dünyasından, ilişkilerinden ve kişiliğinden başka bir şey değildir.
Devrimci ahlak dedikleri henüz modern olmayı bile becerememiş bir dünyanın
birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından
ötesi değildir.
Onlara, bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist
kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden
sonra bir “proleter kültür”ü
yaratmaktan söz edenlere, Lenin’in önce hele bir “kültürlü tüccarlar” olabilelim deyişleri geliyor insanın aklına.
Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine
yok olduğu; insanların genelleme yeteneklerini öylesine yitirdiği bir
dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu tartışmaları kim bilir ve
kimin ilgisini çeker? Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini veya
onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?
İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları
düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin kimi sonuçları vardır.
Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin
bu günkü toplumda yaratılamayacağıdır. Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam
ifade etmediği ve aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve
düşüncelerinin bir yansıması olduğudur.
Bunun bir sonucu daha vardır. Eğer geleceğin toplumunun
ilişkileri bu toplumda yaratılamaz ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o
geleceğin toplumunun maddi ilişkilerine ulaşma mücadelesine yöneltilmesi
gerektiğidir. Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de öncelikle
politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan
ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete
ve milletlere karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir. Bunun için gereğinde
iğneyle kuyu kazarcasına bir ömür boyu uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya
başarısızlıktan sonra, her seferinde Sisyphos gibi yeni baştan başlamak
gerektiğidir.
İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı. Bu politik
bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri ya da kişiliklerini şimdiden kurma
anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür.
Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların
düşüncelerini toplumsal varlıkları belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele
ettiğimiz burjuvalarla, diktatörlerle de insanlar olarak bir sorunumuz yoktur. Biz
onlara karşı bu mücadelede karşımıza çıktıkları için mücadele ederiz.
Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir
sorunumuz olamaz. Biz kişileri öyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal
ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.
Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak
gibi bir derdimiz olamaz bizim. Onları işçileri sömürdükleri için çalışma
kamplarında yaşamaya veya yoksulluğa mahkum etmek gibi bir sorunumuz olamaz
bizim. Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin değil; ama aynı zamanda ezenlerin de kurtuluşuna
hizmet edeceğinden hareket ederiz.
Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları,
burjuvaları, insanları sömürdükleri için yargılama ve cezalandırma gibi
yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar. (Bunu şimdi yazmak ve
hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul olunduğunun bir
başka delili aslında) Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları cezalandırmak
değil; mülkiyet ilişkilerini; toplumsal ilişkileri değiştirmektir.
Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı
zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet ilişkilerinin ürünü olan devlet ve
rejimler için de geçerlidir. Sorun o devletlerin yapısında ve rejimlerin
örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir. Her biri aslında korkak ve
aciz; korkak ve aciz olduğu kadar ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve
keyfi memurlara da eğer sistemi değiştirme mücadelesine bir direniş içinde
değillerse ve mücadelenin olağan karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir
sorunu olamaz ezilenlerin.
Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının
değiştirilmesine karşı, elbette bu mücadelenin bir parçası olarak; bütün
savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların kullanılması; karşı tarafın
direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada savaşın kendi
kuralları ve mantığı vardır.
Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla
kırmak veya onları tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en
büyük maddi fedakarlıkları bile yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.
Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi),
eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları
tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının
gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma
çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, bunun en
ucuz yol bile olacağından söz eder.
Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12
Eylülcülerin yargılanması ile ilgili davaya ve o davalar esnasında kimilerinin
söylediklerine.
Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?
Nasıl kimi toprakların veya fabrikaların kimi
kapitalistlerin elinden alınıp başka kapitalistlerin eline verilmesi ve eski
sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü ortadan kaldırmazsa; yapılması gerekenin
mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği; yani toprakların ve üretim
araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak bu koşullarda sömürünün
ortadan kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için de geçerlidir.
Bu pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazı ve
tümüyle anti demokratik yasalar radikal bir şekilde ortadan kaldırılmadığı
sürece; darbeci generallerin, politikacıların cezalandırılması, sermayenin bir
elden diğer ele geçmesinden farklı değildir.
Çünkü, demokrasiyi çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi
anti demokratik ve gerici bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak,
çoğunluğun karar alma hakkı olarak demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada
bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların savunucusu bir
çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun kendisini
demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir
ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir
şekilde çoğunluk olarak karar altına alabilir. Örneğin Türkçe konuşan çoğunluk,
gayet demokratik bir şekilde, Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur kılarak en anti
demokratik kararları almakta ve savunmaktadır. Örneğin Sünni çoğunluk,
dinsizleri, Alevileri ve Hırıstiyanları vs. kendisi gibi yaşamaya; din
derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları bey vakit sonuna kadar
açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye
zorlamakta veya onlardan Diynet işleri için zorla vergiler alabilmektedir.
Politik karar yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri
olmayan; yani bu devlet cihazını parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun
eline geçmesi, ne demokrasinin gelmesi ne de darbe tehlikelerinin ortadan
kalkacağı anlamına gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler. Anti demokratik
çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra o gülü, militer,
bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta
Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi
bilen; ve hatta gereğinde, uzun zamandır çıkarları çatıştığında nasıl “doğucu”
ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat” da olabilen askeri bürokratik
oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi, milletin
teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan eskisi
gibikarar alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse kazanacaktır da.
Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak
radikal bir demokrasinin savunusu; AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar
askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara karşı radikal demokrat
bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın karşısında
çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru
olurdu.
Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel
nedenlerinden biri, bir bakıma düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan
metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.
Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?
“Hesap soracağız”; “Kafeste getirilsin” gibi intikamcı
söylemler.
Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasın veya
cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı; bunu engellediği hoktasından
hükümete yönelik bir eleştiri.
Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı,
baskıcı, bürokratik, militer cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir
mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap sorucu, cezalardan medet umucu bir
bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.
Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor.
Onların bu oyuncakla oynaması aracılıyla; Kenan Evren’in yargılamasının gündemi
belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki darbelere ve darbecilere karşı bir
mücadele gibi gösterebiliyor.
En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip,
tıpkı hakikat komisyonları gibi komisyonlar kurulup darbeler toplumun
vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı; baskıcı; bürokratik; merkezi;
militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran devlet, her
zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi
varlığını korumak için yapabilir ve yapacaktır.
Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik,
militer cihazı hiçbir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu
reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir hükümetin egemenliğinin
aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye ne kadar
boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin
koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun
olduğunda; dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine
ve şimdi destekçisi oldukları hükümete karşı bir darbe yaptıklarını veya askeri
bürokratik oligarşinin uygun sınıf ilişkilerini kullanarak tekrar legal
yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine yapılanların intikamını
aldıklarını göreceklerdir.
Ama liberallere ve hükümete karşı karşı çıkan, en radikal
muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince sert ve kapsamlı olarak mahkemeye
çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri noktasında yapan ya da tam da
böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil olan “yetmez ama
evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın
değiştirilmesini gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu
yenilgilerini bile zafer gibi gösteriyorlar veya görüyorlar.
Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal
demokartlar olarak bu oyuna gelmeyiz. 12 Eylülcülerin yargılanması ne
darbelere, ne keyfiliğe karşı demokrasi yolunda en küçük bir adım bile
oluşturmaz. Aksine, bu adımların yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül
atar.
Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir.
Örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli
yetkililerin emrine verilmesidir. Bizim sorunumuz merkezden atanan Vali,
kaymakam gibi bütün kurumların kaldırılması bunların yerini seçilmiş yönetici
ve meclislerin almasıdır. Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü sınırlarının
kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini
savunabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır. Bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve
İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı olduğu, sadece çok özel teknik
birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden ibaret bir ordunun
bugünkünün yerini almasıdır.
Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı
yetki ve gücünün olduğu; tüm düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve
emniyet kuvvetlerinin bunların elinde bulunduğu; halkın en küçük hücresine
kadar bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan çalışan nüfusun bizzat
kendisinin ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı bir
darbe yapamaz; hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke böyle bir arda
milyonlarca insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi
bir şeye cesaret edemez.
Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara
çekip; hükümetin ve burjuvazinin korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle
kayakçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek; bu demokratik talep ve
hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinde biriktirecek yerde; 12 Eylülcülerden
hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle, sadece liberallerin ve
hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol ister liberal sol
olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı hata olarak kalmaya
devam eder.
Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini
(bunlar demokrasi, sosyalizm, demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi kurmaktan
söz edip de bu olmadan bir şey olamayacağını söyleyenlerin aynı zamanda 12
Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef haline getirenlerin aynı solcular
ve sosyalistler olması.
Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış yatmaktadır.
İnsanların varlıklarının düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve
düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var saymaktadırlar.
Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin
kendisi; varlıkların düşünceleri belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük
burjuvazinin varlığında kaynağını ve temelini bulan bir düşünce ve yöntemdir.
*
Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve
gereğinde intikamcılara karşı intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü
olduğumuza dair Deniz Gezmiş7e ilişkin bir anımızı anlatalım.
1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri
silahlı çatışmalar sonrası; ve bu çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri
yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve korkmadan fikirlerini ifade
edebilip savundukları yer haline gelebilmişti.
Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam anlamıyla,
İstanbul Üniversitesi Yemekhanesinin oradan Bakırcılar çarşısına dökmüştük.
İşte bu çatışma başladığında önceleri bizler hukuk binasının
içindeydik ve faşistler dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri bakımdan çok
elverişli bir konumda bulunuyorlardı.
Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o
çatışma kendi gelecekleriyle de ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi seyrediyorlardı.
Aslında beş on kişi oradan taşlarla faşistlere saldırsalar, hatta birkaç slogan
atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin terörüne son
verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.
Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir
kısmımız onları binanın içinden oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri
arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza rağmen, iki ateş arasında bırakarak, onları paniğe uğratıp
bakırcılar çarşısına doğru kovalamış ve oradan dökmüştük.
Güç dengesi bizden yana dönüşüp de kazanacağımız
anlaşılınca, o ana kadar hiçbir şey olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o
son noktada hep güçlüden ve zafer vaat edenden yana kayan çoğunluk, bizden
bizlerin safına geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan ve aşırılıkla
zaferi kutlamaya başlamışlardı.
İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşitti” diye bu
sonradan saflara katılanların bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp
dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere olduklarını gördük.
İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir
insana vurulmayacağını söyleyip çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu
noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine kapanıp, kendisi darbeler yeme
bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim olunca, çocuğu sağ
salim oradan uzaklaştırdık.
Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce
bize taş ve kurşun atanlardan ve belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i
işkenceyle öldüreceklerden biriydi.
Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.
Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı; bizlere
nice acılar çektirmiş Kenan Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve hastalar, eğer yargılanacaklarsa
bile onların bu durumları göz önüne alınarak insanlara uygun koşullar sağlanıp
yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa gereğinde yargılamaktan vaz
geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist kalmadı mı bu ülkede, Deniz’in o
az önce bize belki taş atan veya kurşun sıkan; bulsa bir kaşık suda boğacak
olan faşistin üzerine kapanıp onu linçten koruduğu gibi?
“O güzel insanlar o
güzel atlara binip gittiler.”
Demir Küçükaydın
17 Nisan 2012 Salı
2 yorum:
Selam Demir,
"Marks, bir yerde (tam hatırlayamıyorum şimdi neredeydi), eğer der egemen sınıfların sert bir direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki toprakların ve üretim araçlarının gereğinde tazminatla toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz eder.", diye yazmışsın.
Ben de Engels'in bir sözü diye hatırlıyordum. Aradım buldum. "Fransa ve Almanya'da Köylü Sorunu"nda Engels, Marx'ın bunu defalarca kendisine söylediğini belirtiyor. Ayrıca Engels'in "Komünzmin İlkeleri" ve "Konut Sorunu" yapıtlarında da bu yönde açıklamalar bulmak mümkün.
Alıntı:
Eine Entschädigung sehen wir keineswegs unter allen Umständen als unzulässig an; Marx hat mir wie oft! als seine Ansicht ausgesprochen, wir kämen am billigsten weg, wenn wir die ganze Bande auskaufen könnten.
(F. Engels, Bauernfrage, MEW 22, 503f.)
Yorum Gönder