Marksizmle Karşılaşabilmenin Sorunları
Marksizm, Diğer adıyla “Tarihsel Maddecilik”
veya “Tarihin Maddeci Anlayışı” konusu ve içeriğiyle toplumu ve onun
değişim yasalarını anlamaya çalışan bir bilimdir. Yani Toplum Bilimidir.
Diğer bir deyişle: “Sosyoloji”dir.
Bu gün Sosyoloji başlığı altında toplanan
çeşitli tarih ve toplum teorileri ise, özünde, Tarihsel Maddecilik adlı Toplum
Bilimine karşı, gerçeğin özünü gizlemeye yarayan bilim kaftanı giymiş
İdeolojilerdir.
“Tarihsel Maddecilik”, içeriği ve
konusu bakımından gerçek Toplum Bilimi olduğu halde, onun adının yanlış
olduğu; zarf ile mazruf arasında bir uyum bulunmadığı ve hatta bu durumun
kendisi için bir handikap oluşturduğu görülür.
Toplum Bilime (Sosyolojiye) verilen bu “Tarihin
Maddeci Anlayışı” veya “Tarihsel Maddecilik” adlandırması, yani
insanların varlıklarını bilinçlerinin değil, varlıklarının bilinçlerini
belirlediği önermesini temel alan bu adlandırma, varlık ve bilinç arasındaki bu
ilişkinin, yine bizzat bu teorinin kurucularınca sürekli vurgulanmış ve fiilen
uygulanmış olan, diyalektik niteliğine gereken vurguyu yapmaz. Yani, son
duruşmada, var oluş tarafından belirlenmiş bilincin, bir kere ortaya çıktıktan
sonra kendi bağımız evrimine ve var oluşu etkileyip değiştirmesine; yani
ilişkinin diyalektik karakterine gereken vurguyu yapmaz.
Bu bakımdan, “Tarihsel” ve “Maddecilik”
kavramları ile karşılanan tarihin ve toplumun bu bilimine, eğer yönteminin en
temel özelliklerini içeren bir adlandırma yapmak gerekirse, “Maddeci ve
Diyalektik Tarih ve Toplum Bilimi” demek gerekir, diğer bir ifadeyle “Maddeci
ve Diyalektik Sosyoloji”.
Ya da tersinden bir akıl yürütmeyle, Toplumun
Bilimi (Sosyoloji), bir ideoloji değil bir bilim ise, zaten diyalektik
ve maddeci olması gerektiğinden, sadece “Toplum Bilimi” ya da “Sosyoloji”
demek yeterlidir.
Sosyoloji diye bilinenler, yani Sosyoloji diye
ortaya çıkmış onlarca Toplum ve Tarih teorisi ise; son duruşmada, maddeci ve
diyalektik olmayan yöntemsel çarpıklıklar içindedirler, dolayısıyla
ideolojilerdirler.
Böylece yaygın ve alışılmış biçimiyle adlandırmada,
gerçeğin tam zıttı bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Toplumu kavramak için
biricik yöntemsel temele sahip olan teori Toplum Bilimi veya Sosyoloji adıyla anılmamakta,
adeta sadece toplumun maddi hayatına mekanik ve tek taraflı bir vurgu yapan bir
isimle anılmakta, hatta o kendisine bu ismi yakıştırmakta; buna karşılık, onun
karşısındaki bütün sosyoloji ekolleri olarak tanımlanan ideolojiler, Sosyoloji
genel başlığı altında, sanki bir bilimin uzak sınırlarındaki farklı teorik
açıklama denemeleriymiş gibi kavranılmaktadır. Yani gerçekte sosyoloji olan bir
ideoloji olarak, ideolojiler ise sosyoloji olarak adlandırılmakta ve
kavranılmaktadır.
Elbette sosyolojinin adının bile olmadığı
çağda, bu bilimin kurucuları için ismin büyük bir önemi yoktu ve öğretilerini o
zamanın temel tartışmalarının atmosferi içinde yönteminin temelinin sadece bir
yönüne vurgu yapan bir biçimde adlandırmak; yani “zarf ile mazruf”
arasındaki bu uyumsuzluk, “ismiyle müsemma” olmamanın yarattığı bu
uyumsuzluk, bilindiği sürece bir problem oluşturmuyordu. Bu gün bile doğa
bilimlerinde adlandırmaların Yunan mitolojisine göre yapıldığı bir bilimsel
gelenek içinde, adlar ile onların karşılıkları arasında doğrudan bir uyum
aramak gerekmeyebilirdi.
Ama bu gün, metafizik ve mekanik sosyolojilerin
ya da diğer deyişle toplumu açıklama iddialı ideolojilerin, temsil ettikleri ve
çıkarlarını savundukları egemen sınıfların maddi zaferlerinin tadını çıkarıp,
büyük bir gurur ve küçümsemeyle Tarihsel Maddeciliğe bir ölü köpek muamelesi
yaptıkları; bu egemen sınıfların bu tarihsel ve toplumsal zaferini, kendilerinin teorik ve entelektüel bir zaferi
gibi göstermek istedikleri çağda, sadece adlandırmanın yarattığı yanlış yargı
ve izlenimler bile çok ciddi engeller oluşturmaktadır genç kuşakların bu biricik
bilimsel toplum ve tarih öğretisiyle bir kontak kurabilmeleri için.
Adlandırmadaki problem sadece bu kadar da
değil. Bu Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum Teorisi ya da kısaca
Sosyoloji’nin “göbek adı” veya “kod adı” veay “lakabı” da,
onu, antik uygarlıkların zirvesinde ilk kez keşfetmiş ve Batı için bilinmez
kalmış, İbni Haldun’dan ve birbirinden bağımsızca ikinci defa keşfetmiş ve
sonra bir araya gelmiş ilk iki kurucusundan birinin adına izafeten Marksizm’dir.
Çoğu kez uzun uzun “Tarihsel Maddecilik”, ya da “Tarihin ve Toplumun
Maddeci ve Diyalektik Teorisi” gibi sözleri sıralamak yerine kısaca “Marksizm”
denmektedir. Bu ise karışıklığı iyice arttırmaktadır. Çünkü Marksizm büyük
ölçüde ve aynı zamanda siyasi ve felsefi anlamlarda kullanılmaktadır. yani
epistemolojik ya da politik strateji, taktik ve örgütlere ilişkin bir doktrin
anlamlarında yaygın olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca bundan da öte, bu burucuk sosyolojinin
lakabının bir fani kişinin adı (Marx) ile adlandırılmış olması ve sonundaki “izm”
eki de bu sosyolojinin bir bilim değil bir ideoloji, hatta bir din olduğu
kanısını pekiştirmektedir. Kolaylıkla Marks adına bakılarak işte bir kişi
putlaştırması ve onu yüceltme; “izm” de dogmatizmin ta kendisi diye
düşünülebilir ve düşünülmektedir de. Buradan da kolaylıkla Marks’ın bir
peygamber ve Marksizmin de bir din olduğu çıkarsamasına geçilebilir ve
geçilmektedir de.
Ama sorunlar burada bitmemektedir, ortada
Tarihsel Maddecilik veya Marksizm diye bilinenlere baktığımızda, Tarihsel
Maddeciliğin bir ideoloji olduğu izleniminin tamamen haksız olmadığı da
görülür. Çeşitli sınıf ve tabakalar, özellikle işçi aristokrasisi ve
bürokrasisi ile köylülük ve küçük burjuvazi ya da deklase olmuş burjuvazi
Marksizm’in ya da Tarihsel Maddeciliğin gerek on dokuzuncu yüzyıldaki teorik ve
entelektüel zaferlerinin; gerek bu teoriyi bayrak edinmiş işçi hareketinin
yirminci yüzyılın başındaki toplumsal zaferlerinin etkisiyle, çıkarlarını ve
eğilimlerini onun deyimleriyle savunmanın yolunu aramışlardır.
Yani bizzat mekanik ve metafizik sosyolojiler,
Diyalektik Sosyolojinin, yani Tarihin ve Toplumun Diyalektik ve Maddeci
teorisinin terminolojisini kullanarak, ama onun yönteminin ve kavramlarının
içeriğini boşaltarak ortaya çıkmışlardır.
Ve daha korkuncu, bu Tarihsel Maddecilik ya da
Marksizm’e dayandığını iddia eden ideolojiler, hem bürokratik işçi
devletlerinin ve partilerinin; hem işçi bürokrasisiyle konumu ve çıkarı tencere
ve kapak gibi birbirine denk düşen deklase burjuva zümrelerin; hem de köylülüğe
dayanan devrimlerin ve partilerin muazzam maddi gücüne dayandıklarından,
ortalıkta Marksizm diye bilinen veya Tarihsel Maddecilik diye öğretilen de
sadece neredeyse bunlar olduğundan, bu görünüş apaçık bir gerçekmiş gibidir ve
neredeyse gerçeğin özünün değişik olabileceği yönünde en küçük bir şüpheyi ve
sorgulamayı bile davet etmez.
Yani, sözde tarihin Maddeci ve Diyalektik
anlayışına göre Tarih ve Toplumu açıkladığını iddia edenler de öyle değildir;
onun terminolojisi kullanan metafizik sosyolojiler, ideolojiler, hatta
skolastik tartışmalardan ötesine geçmeyen inanç sistemleridir.
Bu durumda şöyle bir manzara ortaya
çıkmaktadır. Bir yanda üniversitelerin en azından biçimsel akademik
kriterlerine uygun araştırmalar yapan sosyolojiler vardır; diğer yanda biçimsel
akademik kriterlere bile uymayan, ya tamamen skolastik ya da belli çıkarları
savunmak için oluşturulduğu en parmağım gözüne sözde teorilerden ibaret “Tarihsel
Maddeci”likler ortalığı kaplamıştır. Böylece Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji
buna karşılık sosyolojilerin bir bilim olduğu türünden bir yargının görünüşte
hiç haksız olmadığı da görülür.
Sadece bu kadar da değil, bu gün bütün dünya
üniversitelerinin sosyoloji bölümlerini doldurmuş sosyoloji teorileri ile
Tarihsel Maddeci terminolojiyi kullanıp aynı işi daha ince yapan, aynı
metodolojik hatalara sahip teoriler arasında, gerçek, eleştirel ve devrimci Diyalektik
ve Maddeci Sosyolojiye karşı bir suç ve çıkar ortaklığı bulunmaktadır.
Nasıl, burjuvazi doğu Avrupa’nın bürokratik
diktatörlüklerine sosyalizm diyor ve saldırıyor ve böylece oradaki bürokratik
diktatörlükler de bu saldırıları kendi sosyalistliklerinin delili gibi sunuyor
ve bürokratik diktatörlüklerin böyle sosyalist geçinmesi de, burjuvaziye bu
kolay yemi sosyalizm olarak gösterme ve böylece insanlığın hayalinden sosyalizm
düşüncesini sürme olanağı sağlıyorduysa öyle. Yani gerçekten Diyalektik ve
Maddeci Tarih ve Toplum Teorisi karşısında, akademik “Sosyoloji”ler
ile muhalif akımları kapsamış “Marksizm”ler, yani şu “Diyalektik ve Tarihsel
Maddeci”likler bir suç ortaklığı ve susuş komplosu içindedirler.
Öte yandan Marksizmin gelişmesi ile işçi
hareketinin ve diğer devrimci hareketlerin yükselişi arasında da gözden
kaçmayacak bir ilişki bulurnduğundan; bu yükselişlerin öz suyuyla beslenmediği
zamanlarda Marksizme bir ilgi ve yönelme pek mümkün olmadığından, Marksizme bir
yönelişy ve onunla karşılaşma neredeyse bir mucizenin gerçekleşmesi gibidir.
Böyle bir dünyada kim Tarihsel Maddecilikle
karşılaşabilir ki? Bütün bu engelleri ve susuş komplolarını aşıp karşılaşsa
bile, bu karşılaşma, ya metafizik ve mekanik, akademik dünyayı kaplamış
doğrudan burjuva sosyolojilerinin ya da Tarihsel Maddeci olduğunu söyleyen,
politik olarak muhalif hareketleri kaplamış, metafizik ve mekanik sözde
Tarihsel Maddeciliklerin prizmasında kırılmış; onların yarattığı ve beslediği
yorum ve ön yargılarla dolu bir karşılaşma olacaktır.
Kaldı ki, ortada başka bir sorun, bizzat bu
teordinin kendisinden gelen bir sorun daha vardır.
Bütün bu engeller aşılsa, mucize gerçekleşse bile,
bu karşılaşma da hiçbir zaman dört başı mamur bir teori ile karşılaşma
olmayacaktır. Geçmiş düşüncelerin kalıntılarının, birer kör bağırsak veya
kuyruk sokumu gibi henüz var olmaya devam ettiği; içinde henüz adım atılmamış
bakir alanlar bulunan; bazı alanlarda katkıları yapanların aynı zamanda başka
alanlarda büyük körlükler içinde olduğu, bu “hatalı ürünlerin” ayıklamalarının
bile yapılmadığı; henüz standart bir “Giriş” veya “El Kitabı” bile bulunmayan
bir teorik inşaat alanıdır bulacak olan.
Ve bu inşaat alanı şu sıralar neredeyse
bomboştur. Çalışanlar ölmüş ya da oradan ayrılmışlardır. Diyalektik ve Maddeci
Sosyoloji, “Uzak Batı”nın terk edilmiş hayalet şehirlerini; rezervler
tükendiği için terk edilmiş madenci kasabalarını andırmaktadır. Hala orada kalıp
bir şeyler yapmaya direnenler ise aklını kaçırmış meczuplar gibi görülürler.
Hâsılı, ortadaki, kurucularınca sadece birkaç
temel kazığı ve yol gösteren ipi çekilmiş; bu yapılırken bile, organik
bütünlüğünün bir parçası olmamakla birlikte, burjuva uygarlığının kimi
kalıntılarını içinde bir kör bağırsak gibi taşıyan; daha sonra gelenlerce, kimi
alanlarda geliştirilmiş ama bu geliştirme de başka alanlardaki birçok
yanlışlıkla bir arada bulunan; daha da ilginci, onu geliştirenlerin birbirlerinin
katkılarını bilmedikleri; bütün bunlara ek olarak, bu katkıların tümünün
neredeyse tarih öncesi şehirler gibi kat kat toprağın altında bulunduğu;
arkeolojik kazılarla yeniden gün yüzüne çıkarılması gereken bir bilimdir.
Bu genel ifadeleri birkaç örnekle somutlamayı
deneyelim.
Varolduğu
Biçimiyle Teorinin Kendisinden Kaynaklanan Sorunlar
Kurucularınca “birkaç temel kazığı çakılmış
ve yol gösteren ipi çekilmiş” derken, bir abartma yapılmamaktadır.
Marks ve Engels, Tarihsel Maddeciliği ilk kez formüle
ettikleri eseri, yani Alman İdeolojisi’ni, önemli olan kendilerini
aydınlatmayı sağladıkları için, yayınlamazlar bile. Kendi deyimleriyle “Farelerin
kemirici eleştirisine” bırakırlar. Oradaki sonuçların uygulamasına
geçerler. Daha sonraki eserlerinin ve davranışlarının tamamı bunun
uygulamasıdır. Örneğin, Marks’ın hayatını verdiği Kapital, aslında,
Tarihsel Maddeciliğin temel önermesine uygun olarak, düşünceyi belirleyen
varlığın, yani üretim ilişkilerinin, tarihin çok küçük bir dönemindeki çok özel
bir halinin, yani saf bir kapitalizmin analizi hedefine yöneliktir. Kapitalizm
de bir metalar yığını olduğundan, Meta da iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde
ortaya çıktığından, değerin ortaya çıkışının ve sonrasının hareketini inceleyen
Ekonomi Politiği ele alır.
Ekonomi Politiğin konusu, nasıl kendi
benzerini üreten ilk molekül ortaya çıktığında biyolojinin konusu olan hareket
biçimi ortaya çıkarsa; ve biyolojinin yasaları fiziğin bir alt bölümünü
oluşturmaz ondan apayrı bir hareket bsiçimi ve yasalar manzumesiyse; benzer şekilde
iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde ortaya çıkan Ekonomi Politiğin konusu da
Tarih ve Sosyolojinin bir alt bölümünü oluşturmaz, ondan apayrı bir hareket
biçimi ve yasalar manzumesidir.
Yani Marks’ın en temel eseri aslında bir
Sosyoloji ve Tarih kitabı değildir. Jeoloji için biyoloji ne ise; sosyoloji
için de Ekonomi Politik odur. Canlıların doğuşu ve evrimi bilinmeden yeryüzünün
yapısı anlaşılamaz. Elbet yeryüzünün yapısına bakılmadan da canlıların evrimi
anlaşılamaz. Ama yeryüzünde canlılar olmasaydı, jeolojinin konusu pek ala var
olmaya devam edebilirdi de. Benzer şekilde, kapitalizm ve öncesindeki meta
ilişkileri olmadan da bir Toplum ve Tarih var olabilirdi. Ve son beş altı bin
yıla kadar dünya böyleydi. Bu bakımdan, Tarih bilinmeden ekonomi politiğin
konusunun ortaya çıkışı ve evrimi anlaşılamaz ve Ekonomi politiğin konusu olan
değer yasası bilinmeden de özellikle son beş bin ve beş yüz yıllık tarih
anlaşılamaz. Bütün bu bağımlılığa rağmen, bunlarn ayrı bilimler olmaya devam
ederler.
Yani Marks’ın bu en temel eseri, aslında bir
sosyoloji kitabı değildir; bu kitapta henüz, ne kapitalizm öncesi, ne
kapitalist toplumun somut tarihsel hareketi ve ne de hukuk, politika, devlet,
partiler, sınıflar, estetik, ahlak gibi “üstyapı”ları söz konusudur. Toplumsal
gerçekliğin gerek zaman içinde gerek toplum denen gerçekliğin yapısının tümü
içinde çok küçük bir bölümünün anlaşılması için ekonomi politiğin konusuna
giren oldukça soyut bir analiz söz konusudur. Ve daha da kötüsü, bu soyut
analizin bile çok küçük bir bölümü yazılabilmiştir. Yani Marks’ın bütün
hayatını verdiği temel eserinin yazılmış bölümleri, tasarlananın çok küçük bir
bölümüdür ve bu yazılan bölümler içinde de Marks’ın yayınlayabildiği Kapital’in
birinci cildi de yazılanların çok küçük bir bölümüdür.
Hasılı ilk taslağa uygun olarak bütün plan
tamamlansaydı bile, ortaya çıkacak olan sadece modern toplumun, o da Marks’ın
yaşadığı dönemdeki üretim ilişkilerinin bir çözümlemesi olabilecekti. Ama o
sınırlı tarihsel dönemin bile, üst yapıları, (devlet, sınıflar, partiler,
hukuk, gelenekler, ahlak, estetik, sanat, felsefe vs. ) zaman zaman yeri
geldikçe değinmeler içerse bile, kendi bağımsız evrimleri içinde, birbirleriyle
ve üretim ilişkileri temeliyle karşılıklı etkileriyle ele alınmış olmayacaktı.
Çünkü plan henüz bunları bile içermiyordu.
Yani kurucular, gelecek kuşaklarca
genişletilip derinleştirilmesi gereken muazzam bir işin sadece ilk birkaç temel
kazığını çakıp, birkaç duvarcı sicimi gerebilmişlerdi. Herkesten daha fazla
bunun bilincindeydiler.
Başka bir örnek verelim bu teorinin sosyolojik
boyutunun da yeterince sistemleştirilememiş olmasına bir örnek olarak. “Tarihin
sınıflar mücadelesinin tarihi” olduğu bu öğretinin temel önermelerinden
biri olarak anlaşılmaktadır. (Aslında bu da yanlış bir yargıdır. Sınıfları ve
sınıf mücadelesini Marks’ın bizzat kendisinin belirttiği gibi Burjuva
tarihçiler daha önce sezmiş ve bulmuştur. Bu Marksizmin ayırıcı bir özelliği
değildir.) Ama bu önermenin temel kavramı olan, Sınıf’ın bir tanımı ya
da teorisi bile yoktur kurucuların eserlerinde. Marks, Kapital’in yarım kalmış
son bölümünde, “Sınıflar” başlığını koyar, sadece genel giriş anlamında
birkaç paragraf yazar. O kadar. Gerisi yoktur. Toplum Bilimin bu durumu, aşağı
yukarı, hacim, kütle, hız, ivme gibi temel kavramlardan birini net olarak
tanımlamamış bir fizikle kıyaslanabilir.
Elbette sınıf kavramın büyük harflerle bir
teorisi ve açıklaması yoksa da bir uygulaması ve kullanımı vardır. Işığın ne
olduğunu tanımlayamadan da herkes ışığın ne olduğu hakkında bir fikre sahip
olabilir ve örneğin optik alanında belli ilerlemeler ve uygulamalar
başarılabilir. Buradan hareketle bir ölçüde içeriği doldurulabilir. Aşağı
yukarı böyle bir durum söz konusudur sınıf kavramı örneğinde.
Kaldı ki, büyük harflerle bir sınıflar
teorisinin formüle edilmiş olmaması, onun uygulamalarında bunun fiili, örtük
bir teorisi olmadığı anlamına da gelmez. Pek ala bu uygulamaların analiziyle de
bu teori formüle edilebilir. Ama bu, uygulama ve kullanımdan hareketle,
bunların analiziyle, kavramın faklı kullanımları ve içeriğinin daha dakik ve
net olarak tanımlanması alanında da fazla bir şey yoktur. (Sınıflar teorisi
alanında, daha sonra gelen Marksistlerden, Kıvılcımlı ve Troçki’nin,
birbirinden bağımsızca ama birbiriyle ve Marks’ın öğretisiyle iç tutarlılık
içinde yaptıkları katkılar vardır. Ama bu katkılar da ortalığı kaplamış
Tarihsel Maddecilik adlı mekanik ve metafizik sosyolojiler nedeniyle bilinmez.
)
Ya da teorinin kurucularınca da açıklamasının
zorunlu yetersizlikleri noktasına dönersek. Alman İdeolojisi’nden
sonra “Tarihin Maddeci Teorisi”nin yani “Maddeci ve Diyalektik
Sosyolojinin” ya da kısaca “Sosyoloji”nin veya “Marksizm”in büyük
harflerle bir teorisi, bir açıklaması denecek metinlere bakıldığında, korkunç
bir yoksulluk görülür: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’ndeki
birkaç sayfa, Marks ve Engels’in birkaç mektubundaki bazı bölümler. Aşağı
yukarı hepsi bu kadar.
Lenin, Marks’ın bize büyük harflerle bir
Diyalektik Mantık bırakmadığını ama “Kapital’in mantığını” bıraktığını
yazıyordu bir aforizmasında. Benzer şekilde, Marks-Engels, bizlere büyük
harflerle bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” bırakmadılar denilebilir. Bu
teorinin uygulamalarını bıraktılar. Bu uygulama ise, tarihin ve toplumun çok
sınırlı alanlarına çok sınırlı bilgilerle bir uygulamadır. Ve bu uygulamanın
sistematik bir incelemesiyle bu uygulamalarda gizli bir varsayım olarak var
olan bu teorinin büyük harflerle bir teorisi de yoktur ortada; sonradan
gelenler bunu da yapmamışlardır.
Ama bu uygulama da saf değildir, içinde sadece
olgulara ilişkin bilgilerden kaynaklanan sınırlılık ötesinde, Marksizm’in
içinden çıktığı, burjuva uygarlığının, özellikle aydınlanmanın, birçok değer
yüklü yargısını, onlar onun organik bir bileşeni olmasa bile, içinde taşır. Bu
anlamda arıtılması gereken bir tüvenan, bir ham madde gibidir bu uygulamanın
kendisi de. Bu kalıntılar onun içinde, tıpkı kör bağırsak veya kuyruk sokumu
gibidirler. Onun gerçek niteliği hakkında bunlara bakılarak bir karar
verilemez. Çünkü onlar onun organik bir bileşenini oluşturmazlar. Aksine,
onların bu öğretiden soyutlanması gerekir. Yani, Marksizm’in, özellikle
Aydınlanmanın etkilerinden, onun tasavvur ve değer yüklü yargılarından arınması
gerekir. İlerleyen Bir Tarih anlayışının ağırlığından “Tarihsiz Halklar”
kavramına kadar birçok örnek verilebilir bu kuyruk sokumlarına; bu arıtılması
gereken pisliklere, kör bağırsaklara.
Ve işin ilginci, daha sonra Marksizm’i bayrak
yapan metafizik ve skolastik öğretiler, hep bu kalıntılara, temizlenmesi gerekenlere
dayanmışlardır. Daha sonra Marksizm’in tarihi bir bakıma, bu kalıntılardan
arınmanın tarihidir. Çünkü Tarihsel Maddeciliğin kavramlarını kullanan
metafizik ve idealist sosyolojiler, hep bu geçmişin kalıntılarına, örneğin
düzgün birbirini izleyen aşamalarla ilerleyen bir tarih kavramına,
dayanmışlardır. İlerleme kavramı büyük ölçüde evrimin yerine kullanılmıştır ya
da evrime ilerleme anlamı verilmiştir. İlerleme ise, baştan aşağı değer yüklü,
aydınlanmanın değerleriyle yüklü bir kavramdır. Dolayısıyla bunlara karşı
teorik mücadele ister istemez bu kalıntıların temizlenmesi mücadelesi de
olmuştur. Ama bu mücadeleyi yapanlar, yani Troçki, Kıvılcımlı, Walter Benjamin
gibi sembolik isimleri sayarsak, Marksistler olarak bilinmemektedirler.
Dolayısıyla Marksizm diye öğrenilenler de, en otantik kaynaklara gidilse bile,
bir yığın kör bağırsakla birlikte öğrenilenlerdir.
Özetlersek, otantik kurucuların kaynakları
bile göz önüne alındığında ortada gerçekten büyük zorluklar vardır. Büyük
harflerle bir teorinin, birkaç kısa değinme dışında neredeyse, bulunmaması;
fiili uygulamaların zaman ve alan olarak tarihin ve toplumun çok sınırlı bir
bölümünü kapsaması; bu uygulamadan yola çıkarak, sonra da büyük harflerle bir
teorinin çıkarılmadığı; bu uygulanan teoride geçmişin kalıntıları ve sınırlı
verilerden gelen eksiklikler vs. gibi çok ciddi sorunlar bulunmaktadır.
Eleştirel
ve Devrimci Marksizm’in Evrimi
Peki arada geçen dönemde hiçbir gelişme yok
mu? Elbette var. Ama bu gelişme de çok parçalı ve karmaşık bir niteliğe sahip
olduğu gibi, Marksizm olarak da bilinmemektedir. Bu gelişmeyi sağlayan üç
damarı ele alalım. Sadece bunlara bakarak bile bu gelişmenin bu karmaşık,
parçalı ve bilinmez niteliği gösterilebilir.
Kıvılcımlı, Troçki (Mandel) ve Benjamin’i
(Frankfurt Okulu, Eleştirel Teori) ele alalım.
Bu üç sembolik isim de, bu gün dünyada kendini
Marksist kabul edenlerce ve geniş çoğunluk tarafından bilinen Marksizm içinde
yer almazlar. Kıvılcımlı Türkiye dışında zaten bilinmez. Türkiye’de bilindiği
kadarıyla ise ekzantirik ama inançlı bir sosyalist olarak bilinir. Troçki küçük
bir akımın kurucusu olarak bilinir. Walter Benjamin ise bir edebiyat
eleştirmeni, Alman filozofu olarak. Şu an dünyada hiçbir örgüt ya da eğilim,
Tarihsel Maddeciliği öğretirken, Marks, Engels, Lenin gibi klasiklerin yanı
sıra Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin’i okumayı tavsiye etmez. Tarihsel maddeciliğe
bunların yaptığı katkılar bilinmeden, onun nispeten gelişmiş son durumu
hakkında bir fikir sahibi olunamayacağını kimse söylemez.
Peki, bunların kimilerini bilenlerde durum
farklı mı? Hayır. Öncelikle, bu sembolik isimlerin birbirinin varlığından pek
bir haberi yoktur. Bunların devamcısı olduğunu iddia edenlere gelince durum
daha da vahimdir.
Kıvılcımlı, kimi “doktorcular” denen sektlerce
bilinir. Daha doğrusu bayrak yapılmıştır ama yöntemsel olarak bilinmez. Açın
bakın bu sektlerin yazdıklarına, bu satırların yazarı dışında, Kıvılcımlı’nın
teorik çalışmaları konusunda bir tek değerlendirme bulamazsınız. Bunlar için
örneğin Troçki, Benjamin aşağı yukarı küfür veya şeytan gibi bir şeydir.
Troçkistler de farklı sayılmaz. Kimi bir takım
formülleri tekrarlamaktan başka bir şey yoktur. Teoriye korkunç bir uzaklık
vardır. Kıvılcımlı zaten bilinmez. Benjamin siyasi mücadele pratiğinden uzak
bir sol entelektüel damgasını yemiştir kimse okumaz ve ciddiye almaz. (Bir tek
Michael Löwy gibi, yazdıkları Troçkistler arasında da pek yankı bulmayanlar
vardır. Yani Troçkistler arasında bizim bir benzerimiz gibidir, ya da biz onun “Doktorcu”
paraleli olarak görülebiliriz. )
Peki, Frankfurt okulunun teorik mirasından
haberdar olanlar için durum farklı mıdır? Hayır. Onların çoğu akademik
Marksizm’in labirentlerinde yolunu yitirmişlerdir. Bu okulun bu günkü devamcısı
sayılan Habermas, Alman ve Fransız burjuvazisinin ve reformizmin filozofuna
dönüşmüştür.
Ama bu sembolik isimlerin katkıları ve
sağladıkları gelişmeler de, içlerinde arındırılması gereken birçok unsuru
barındırmaktadır. Kıvılcımlı politik olarak tipik bir Stalinist’tir. Teorik
katkıları bununla çelişmesine rağmen böyledir. Dolayısıyla bu teorik
katkılarda, o politik yaklaşımların etkileri de vardır. Troçki belki otantik
Marksizm’e en yakındır ama onda da belli bir Avrupa Merkezcilik ve İlerleme
düşüncesinin etkileri hemen görülür. Örneğin, Ekoloji hareketinin yaptığı
katkılara dayanan bir eleştiri karşısında dayanacak durumda değildir Troçki’nin
birçok yazdığı.
İlerleme anlayışıyla güçlü bir kopuş
içermesine rağmen, Benjamin’in düşüncesi Avrupa’nın düşünsel geleneklerine ve
tarihine fazlasıyla bağlıdır ve politik mücadeleyle ilişkisi oldukça örtüktür.
Teorinin içeriğindeki radikallik politik bir suskunlukla sağlandığından,
dolayısıyla felsefeye kaçışıyla Stalinizm’le belli bir uzlaşmayı yansıtır.
Kıvılcımlı’da nasıl Tarih’e yönelmek Stalinizm’le zımni bir uzlaşma anlamı da
taşırsa, Frankfurt Okulu’nda da Felsefeye yöneliş, politikadan uzaklaşma benzer
sonuca yol açar. Teorik saflık ancak politikadan zorunlu veya bilinçsiz bir
uzak kalışla bir arada mümkün olabilmişti, bütün işçi hareketine Stalinist
partilerin egemen olduğu o dönemde. Ama bunların izleyicileri veya izleyicisi
olduklarını söyleyenler, tam da onların bu esas aşılması ve terk edilmesi
gereken yerlerine bağlı kalmışlar, esas katkılarını ise susuşa getirmişlerdir.
Yani Marksizm’in kurucularının başına gelen,
bunların da başına gelir. Nasıl sosyal demokrat partiler ve reformizm, Marksizm
içindeki aydınlanmanın kalıntılarına, onda kendi özüne ait olmayanlara
dayanarak var oldu ve o urları geliştirdiyse, aynı süreç bu teorisyenlerin
küçük izleyicileri içinde de tekrarlanır. Onlar da onların içindeki
arındırılması gereken yanlara dayanırlar. Hem de daha korkunç bir biçimde.
Marks-Engels sonrası dönemde yine de Marksizm muazzam bir işçi hareketiyle
canlı ilişki içindeydi. Hâlbuki bu sembolik üç damar, bir yükselen işçi
hareketi ve geniş aydınların sahiplenmesi gibi ona belli bir dinamizm
kazandıracak güçlerden de yoksundur. Küçük grupların evrenindedirler.
Dolayısıyla onların düşünce ve davranışlarının izleyicileri, bu mirasın içindeki
en olumsuz öğelere dayanırken, tam anlamıyla bir skolastiğe giderler. Tam
anlamıyla bir tımarhane görünümü ortaya çıkar. Doktorcular, onun devrimci ve
eleştirel yanının değil, yönteminin değil; Stalinizminin, skolastik
izleyicileri ya da daha doğrusu dinsel cemaati olurlar. Troçki’nin izleyicisi
küçük gruplar onun katkılarının değil; eksiklerinin damgasını taşırlar.
Benjamin’in veya Adorno’nun en eksik yanı, Stalinizmle belli bir uzlaşmanın
ifadesi olan politik mücadeleden kopukluk, bu okulun izleyicilerinin temel
karakteristiğidir.
Bunlar kısmen en saf katkıları yapanlar. Bir
de Lukacs’tan, Blok’a, Gramsci’den Lefevbre’ye, daha birçok adlar
eklenebilecek, Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” çerçevesinde ele
aldığı, Tarihsel Maddeciliğin pek el değmemiş alanlarına (estetik, günlük
hayat, politika öğretisi) el atmış ama aynı zamanda politik mücadele ile de
daha yakın bağ içinde bulunmuş, ama bu nedenle de teorileri Stalinizmle bu
uzlaşmanın etkileri nedeniyle çok daha fazla yabancı madde içeren; tam bu nedenle
de eserleri ve katkıları daha dikkatli bir arıtmaya tabi tutulması gerekenler
var.
Şimdi sadece Türkiye’de değil, dünyada şöyle
bir etrafınıza bakın, bırakalım saf, arındırılmış halini bir yana, şu
arındırılması gereken haliyle bile hangi politize olan gence, hangi işçiye,
hangi örgüt Tarihsel Maddeciliği öğrenmesi için, bu yukarıda saydığımız
isimlerin hiç olmazsa temel önemdeki eserlerini öneriyor? Hiç kimse. Böyle bir
örgüt, böyle bir çevre yok bu gün dünyada maalesef.
Hâlbuki Engels’in de dikkati çektiği gibi,
ihtiyaçlar bilimlerin ilerlemesine yüzlerce üniversiteden daha büyük bir itilim
verdiklerine göre, Tarihsel Maddecilik veya Sosyoloji, ancak toplumu değiştirme
mücadelesinin yarattığı ihtiyaçlarla ilerleyebilir.
Ama Tarihsel Maddecilik toplumu değiştirmeye
kalkanlarca bilinmez kalıyor; toplumu değiştirmeye kalkanlar Tarihsel
Maddeciliği bilmiyor ve onunla buluşmaları neredeyse olanaksız. Toplumu
değiştirmeye kalkan radikalleşen gençler veya işçiler ile Tarihsel Maddecilik
arasındaki bu kopukluk, hem Tarihsel Maddeciliğin hem de bu mücadelenin tam
anlamıyla kısırlaşması ve kendini bile üretememesine yol açmaktadır.
Marksizm’in
Sahiplenebileceği Katkıların Anti Marksistlerce Yapılması
Ama sorunlar sadece burada bitmiyor. Tarihsel
maddeciliğe katkıları bağlamında buraya kadar sözü edilen sembolik isimler yine
de iyi kötü Marksizm’e bağlı isimler, yani kendilerini Tarihsel Maddeci gelenek
içinde tanımlayan isimler. Ama Tarihsel Maddecilik bakımından durumu daha da
karıştıran gelişmeler bulunmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğe en önemli katkılar, son
yıllarda, Tarihsel Maddeciliği reddedenlerce yapılmıştır. Çünkü Tarihsel
Maddecilik diye bilinen, Tarihsel Maddeciliğin terminolojisini kullanan
metafizik sosyolojiler olduğundan, kendini Tarihsel Maddeci gelenekten görmeyen
birçok sosyolog, tamamen bilimsel kaygılara dayanan araştırmalarla, Tarihsel
Maddeciliği geliştirmişlerdir. Ya da burjuva sosyolojileri, tarihsel
maddeciliğin, en boş bıraktığı, en zayıf alanlara yüklenip bir üstünlük kurmaya
çalışırken, ister istemez, Tarihsel maddeciliğin sahip çıkabileceği katkılar
yapmıştır.
Yani ortada yaygın Tarihsel Maddeciliğe
rağmen; büyük ölçüde kendiliğinden, bilimsel araştırmanın kendi iç
dinamiklerinden doğan, Tarihsel Maddecilik karşıtı Metafizik Sosyolojiler
dünyasında görünen ve kendini de öyle tanımlayan Tarihsel Maddeciliğe katkılar
vardır. Yani Tarihsel Maddeciliğin özellikle son yıllardaki kimi kazanımlarını
ancak onun karşıtlarının, daha doğrusu karşıt olduğunu düşünenlerin
katkılarından öğrenebilirsiniz. Bu biraz, Morgan’ın Tarihsel maddeciliği
bilmeden onu daha sonra Marks-Engels’ten bağımsız olarak, kendiliğinden
keşfetmesi ve uygulaması gibidir de.
Bunu bir örnekle somutlayalım. Örneğin Uluslar
ve Ulusçuluk Teorisi alanının Marksizm’in en az gelişmiş alanlarından biri
olduğu; daha doğrusu Marksizm’in bu konuda dişe dokunur bir teorisi olmadığı,
bir parça Marksizm’le haşır neşir olmuş aklı başında her Marksist’in kabul
edeceği bir gerçektir. Ama Tarihsel Maddeciliğin hiçbir sorun olmadan benimseyebileceği
bir ulus teorisinin temellerini, ayrıntılarda ne kadar düzeltmeler gerektirirse
gerektirsin ve burjuva sosyolojisinin sınırlılıklarını ne kadar içinde
barındırırsa barındırsın, Ernest Gellner adlı bir Tarihsel Maddecilik karşıtı
bir sosyologa borçluyuz. Hatta bu ulus teorisinin temellendirildiği bölümler,
Tarihsel Maddecilikle polemik içinde onun eleştirisi biçimindedir. Ama biraz
dikkatli bir Marksist, bu eleştirilerin hepsinin aslında, Tarihsel Maddecilik
namlı metafizik sosyolojilerin eleştirisi olduğunu görür. Yani Tarihsel
Maddecilerin yapması ve sahip çıkması gereken eleştiri, Tarihsel Maddeciliğe
karşı bir biçimde yapılmaktadır. Tarihsel Maddeciliği reddederken Tarihsel
Maddeciliğin özünü savunmaktadır. Yani biraz gerçeğin özüne yönelen burjuva
sosyolojisi bile, bilmeden Marksistlere rağmen Marksizm’i savunur durumda
olmaktadır.
Yani bir bakıma yer değiştirme söz konusudur.
Nasıl metafizik teoriler Tarihsel Maddeci bir terminoloji ile ortaya
çıktılarsa, şimdi de tersi olmakta, Tarihsel Maddecilik, intikam almakta,
metafizik sosyolojiler görünümü altında kimi ilerlemeler kaydetmektedir.
Ya da son yıllarda, kadın hareketinin, ekoloji
hareketinin, ırkçılık üzerine inceleme ve katkıları göz önüne getirelim. Bu
katkıların çoğu, Tarihsel Maddecilik bayrağı altında yapılmayan, hatta çoğu kez
ona karşı bir söylemle gerçekleştirilen, katkılardır. Örneğin Marks’ın temel
eseri olan Kapital’in sadece değişim değerini incelemesi Kullanım Değerini
ihmal etmesi, teorinin özüne ilişkin değil, sadece konunun kendisinin yarattığı
bir sorundur. Somut bir toplumun analizi elbette Kullanım Değerini analize
koymayı gerektirirdi. Ama yukarıda değinildiği gibi, Marks’ın yaptığı somut bir
toplumun analizi değil, soyut bir kapitalizmin analiziydi ve bunun da üretim
ilişkilerine ilişkin yanıydı. Burada Tarihsel maddeciliğin yöntemsel yanlışlığı
değil, ekonomi politiğin konusundan doğan bir “eksikliği” söz konusudur.
Ya da Foucault’un adeta tarihsel maddeciliğe
karşı ideolojik saldırının bayrağı haline gelmiş, hastaneler ve hapishanelerin,
yani kapitalist toplumda egemenliğin sadece devlet denen politik baskı aracıyla
sürdürülmediği; aksine bu egemenliğin günlük yaşamın her anında ve yerinde
olduğu; diğer bir deyişle maddi araçlar, kurumlar ve örgütlenme biçimlerinin bu
egemenliğin bir parçası olduğu ve tarafsız olmadığı anlamına gelen çalışmaları
ve genellemeleri, Tarihsel Maddeciliğin hiç korku duymadan, üstüne üstlük bir
de “benim yapmam gerekeni yaptınız beni yükten kurtardınız” diye teşekkür
ederek sahiplenmesi gereken çalışmalardır. Hatta bu çalışmaların İşçi Sınıfının
önüne çıkmış, başka bir uygarlığı programlaştırmak sorunun cevaplarının
ipuçlarını içerdiği çok açıktır.
Marksistler bu işleri yapmaları gerekirken, bu
yapılmamıştır ve şimdi bu katkılar Marksizm’e karşı bayraklar altında
yapılmaktadırlar ama Marksizm’e katkıdırlar.
Hâsılı özler ve görünüşler adeta tamamen
birbirine zıt görünümler içindedir. Tarihsel Maddeciliğe katkılar, Tarihsel
Maddeciliğe karşı sosyolojiler ve akımlar içinde ortaya çıkıyor; Tarihsel Maddeciliğe
karşı ideolojiler, metafizik sosyolojiler Tarihsel Maddeciliği savunma
biçiminde ortaya çıkıyor. Tarihsel maddeciliği savunduğu iddiasında olanlar,
Marksist olduğu iddiasında olanlar ise tam anlamıyla bir skolastik ve
pozitivist denecek, en küçük bir eleştirellikten ve yaratıcılıktan yoksun bir
şekilde fiilen Marksizme, yani Tarihsel Maddeciliğe karşı mücadele ediyor.
Özlerin ve görünüşlerin böylesine ters yüz olduğu
bir dünyada kim Tarihsel Maddecilikle karşılaşabilir, onu tanıyabilir ve
anlayabilir ki?
Görüldüğü gibi, Tarihin Maddeci Öğretisinin,
kör topal, darma dağınık, yukarıda kısaca değinilen ilerlemelerle ulaştığı
durum bile önümüze birçok devasa görevler koymaktadır. İlk kurucularının,
uygulamalarında içkin teorinin, kör bağırsaklarından arındırılması,
formülasyonu; sonra buna o gelenek içinde yapılan katkılara aynı işlemin
uygulanması, daha sonra burjuva sosyolojileri çerçevesinde yapılan katkıların
sistemleştirilmesi gibi muazzam, birkaç kuşağın enerjisini yutacak görevler
ortada durmaktadır.
Yani Tarihin Maddeci anlayışının kendisinin
bizzat muazzam bir teorik çabanın konusu olması gerekir ki, Tarihsel
maddeciliğin bu gün bulunduğu yerin bir bilançosu çıkarılabilsin.
Ve bütün bu işlerin yapılması aslında Tarihsel
Maddecilikte bir gelişme anlamına da gelmez, sadece şimdiye kadar
yapılmış, başarılmış, dağınık olanın toparlanması, sistemleştirilmesi,
arındırılması gibi işlemlerdir. Ama sadece bu bilanço, bu derleme, bu “El
Kitabı” ya da “Giriş” hazırlama çabası ya da Büyük harflerle bir “Tarihsel
Maddecilik Teorisi” veya “Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji” bile
muazzam bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
Bu gerçekleştiğinde, Tarihsel Maddecilikte bir
ilerleme sağlanmış olmaz, sadece Topluma İlişkin bilimin durumu hakkında bir
bilgimiz olur.
Hâlbuki bu teori geliştirilmeyi beklemektedir.
Hem olgular yığını muazzam ölçeklerde arttığı için hem de toplum hızla
değiştiği için.
Bilinen
Olgulardaki Değişme ve Marksizm’in Gelişmesi Gereği
Olgular bilimin ham maddesidir. Bilim onları
kavramlar aracılığıyla işler. Olgular hakkındaki bilgilerimiz ise, müthiş bir
hızla, katlanarak artmaktadır. Örneğin Marks ve Engels, Tarihsel Maddecilik
teorisini ortaya attıklarında, insanlığın bilinen tarihi eski Yunan ve Roma’dan
başlıyordu. Çin ve Hint tarihi büyük ölçüde onlar için bilinmezdi. Daha sonra
öğrendikleri Tarih öncesi hakkındaki bilgi ise, Morgan, Beachefon gibilerle
sınırlıydı. Bu çok sınırlı alanın çok sınırlı bilgisinden yola çıkarak bu teorinin
temel kavramları belirlendi. Hatta teorinin temel kavramlarının çoğu, esas
olarak, batı Avrupa tarihinin son birkaç yüz yılından çıkmıştı. (Jakobenizm,
Bonapartizm gibi kavramlar göz önüne getirilsin. )
Daha sonra Kıvılcımlı’nın Sümer’den beri gelen
5000 yıllık tarihe dayanarak bu teoride başardığı bir gelişmeden söz
edilebilir. Ama Kıvılcımlı’nın dayandığı veriler ise, eni sonu 1950’lerin ve
altmışların dünyasının sonuna kadar geliyordu. Sadece o dönemden bu güne, bu
tarih ve tarih öncesi hakkındaki bilgilerimiz birçok kez katlanmış bulunuyor.
O zaman şu soru ortaya çıkar: “Bu yeni bilinen
olgular, Tarihsel maddeciliğin Kavram sisteminde ne gibi zorluklar
yaratmaktadır? Varsa bunlar nelerdir? ”
Soruyu böyle soran ve cevap arayan gördünüz
mü? Maalesef yok. Hâlbuki ister Paleontoloji- Biyoloji (Canlılar Tarihi) ister
Astronomi ve Fizik (Evrenin Tarihi) aynı dönemde, olgular yığınında benzer bir
çoğalmanın yarattığı birçok teorik sorunla karşılaştılar ve bunları çözmeye
yönelik yeni teoriler ortaya koydular. Sosyoloji (Toplum Tarihi) bakımından
durumun farklı olabileceğini nasıl söyleyebiliriz ki?
Görüldüğü gibi, ortada sadece Tarihsel
Maddeciliğin bir bilançosunun çıkarılması, bir el kitabının hazırlanmasından
öte, gerçekte onun yapması gereken devasa bir iş bulunmaktadır, bu teorinin
eldeki yeni zengin veriler ışığında tekrar kontrolü; eğer gerekiyorsa yeni
teorilerle desteklenmesi veya eski teoriyi de özel bir hal olarak içeren yeni
ve daha gelişmiş bir teorinin formülasyonu.
Böyle bir teori, ya Newton ve Relativite
fiziği arasındaki gibi, Marks’ın teorisini Newton fiziği gibi, özel bir hal
olarak içeren, bir tür Tarihsel Maddeciliğin “Rölativite” teorisi gibi bir
gelişme olabilir ya da Darvin’in teorisi ile DNA teorisi gibi; DNA’nın keşfi
Darvin’in teorisini doğrulamış ama onun işleyiş mekanizmalarını anlama olanağı
sağlamıştır. Benzeri türden, toplumsal değişimin mekanizmalarını açıklayan ama
daha derine inen teorik katkılar olanağı ve gerekliliği olabilir. Belki
bunların hiç birine de gerek yoktur. Bilmiyoruz, çünkü ortada sorunu böyle
koyan veya böyle koyup çalışan yok bu terk edilmiş madenci kasabasında.
Toparlarsak, tarihte gerçekleşmiş olanlar
hakkındaki olgular yığını içinde bildiklerimizin işlenmesinde durum bile böyle
umutsuz. Ama zorluk burada bitmiyor. Toplumun ne canlılar ne de evren tarihiyle
kıyaslanamayacak; onlarda pratik olarak olmayan başka bir yanı var.
Yeni
Olgular ve Marksizm’in Gelişmesinin Sorunları
Evrende değişimler yüz milyonlar, milyarlarca
yılda gerçekleşiyor. Dolayısıyla astronominin doğuşundan beri, evrende bir
şeyin değişmediğini, bilimin konusu olabilecek yeni fenomenler ortaya
çıkmadığını veri kabul edebiliriz. Bilgimiz sadece zaten var olanlar hakkında
derinleşmekte; zaten var olanlar hakkında daha fazla bir veriler yığını
birikmektedir. Bilmediğimiz yeni olgunun bu kadar kısa zamanda ortaya çıkması
mümkün değildir. Birkaç yüz hatta bin yıl evrenin tarihi bakımından, toplum
tarihindeki birkaç saniye bile değildir. Bu bir saniyede maddenin yeni var oluş
biçimlerinin rotaya çıkması söz konusu değildir. Olsa bile bunu algılamak fizik
olarak mümkün değildir.
Canlılar tarihi bakımından da, durum böyle
kabul edilebilir. Biyoloji ve paleontolojinin doğuşundan yani şu birkaç yüz
yıldan beri, hatta neolitik devrimden beri yeni bir canlı türünün ortaya
çıkmadığını kabul edebiliriz. Biyolojik değişimler yüz binlerce yıl gerektirir.
(Genetik cerrahi ile bu durum değişebilir.)
Ama toplumda böyle değil, toplumun değişim
hızı, onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Tüm insanlık tarihi, biyolojik ve
astronomik tarih göz önüne alındığında, bir göz açıp kapayıncaya kadar
zamandır. O göz açıp kapayacak kadar zamanda, insanlık, bir yığın üretim
biçimini yaşamıştır. Yani birkaç yüz yıl içinde evrende maddenin yeni bir var
oluş biçimi ya da yeni bir tür çıkmaz ama pek ala birkaç uygarlık yıkılabilir,
birkaç üretim biçimi değişebilir.
Ama sadece bu kadar da değil, toplumsal
değişimin zaten hızlı olan hızı da artmaktadır. Kapitalizme kadar böyle
değildi. Ama kapitalizmle birlikte, nispi artı değer oranını yüksek tutabilmek
ve bu nedenle de tekniği geliştirme zorunluluğu ve buna bağlı olarak yeni teknik
buluşlar ve onların geniş uygulanması, bunların ekonomi, kültür, politika vs.
üzerindeki etkisi, baş döndürücü bir hızla, moda deyimiyle “gerçek zamanda”
gerçekleşmektedir. Binlerce yıl boyunca, kapitalizm öncesinde, ilk uygarlığın
doğuşundan, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar, insanlığın, bu günkü hıza göre
neredeyse bir kaplumbağa hızıyla değişimi söz konusudur. Ama son beş yüz
yıldır, artan bir hızla değişim sürmektedir. Bu hız özellikle elektronikte baş
döndürücüdür ve oradan hareketle tüm toplumsal yapıyı alt üst etmektedir. Yani benzetmeye
bağlı kalırsak, sürekli olarak ve artan bir hızla, yeni “canlı türleri”
maddenin yeni “var oluş biçimleri” ortaya çıkmaktadır. Bu astro-fizikte ya da
biyoloji-paleontolojide olmayan bir sorundur.
Ve bunların incelenip anlaşılması pratik
bakımdan, olmuş olanlar hakkındaki olgular yığınının incelemesinden çok daha
büyük bir öneme sahiptir. İnsanlar bu hızla değişen dünyada, sürekli yeni
“türlerin”; “maddenin yeni var oluş biçimlerinin” ortaya çıktığı bir dünyada
yaşıyorlar ve bu yeni ortaya çıkanların onların hayatı üzerindeki etkisi, daha
önce var olanların etkisinden aşağı değil. Bu Toplumun Bilimine has ek sorunlar
yaratmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin bir astronomi gibi, bir
paleontoloji gibi bilançosunun çıkarıldığını, sistematik hale getirildiğini;
ayrık otlarından temizlendiğini; var olanlar hakkındaki bilgi ile teorinin
sürekli kontrol altında tutulduğunu var sayalım. Ortaya çıkan ek zorluk sürekli
yeni olguların, yeni fenomenlerin ortaya çıkmasıdır. Bunların görülmesi,
kavranılması, anlaşılması ve açıklanması gibi çabaların kendisinde, bütün ek
problemlerden ve sapmalardan soyutlanmış olarak düşünsek bile, olgu ile onun
anlaşılması arasında ciddi bir zaman farkı ortaya çıkmaktadır. Bu zaman farkı
ise, (Tarihsel Maddecilik son duruşmada, toplumu değiştirme iddiasındaki
insanların bir mücadele aracı olarak iş göreceğinden), onun bu işlevini
görmesini ek olarak güçleştirmektedir.
Hegel bu soruna, Minerva’nın kuşu akşamın
alaca karanlığında öter diye değinmişti. Yani bizler olaylar olup bittikten
sonra, sonuna doğru olup bitenin ne olduğunu anlamaya, ayaklarımız suya değmeye
başlardı. Ama bu günün bitişi ile kuşun ötüşü, olgu ile onun anlaşılması
arasındaki makas da giderek açılmaktadır. Yani kuşlar artık gün biterken,
akşamın alaca karanlığında değil, ertesi gün ya da birkaç gün sonra ötebiliyor.
Yani biz daha olguları anlamaya uğraşırken, toplumsal pratik bakımından onlar
olaylarca aşılmış bulunuyorlar.
Örneğin Kültür sosyolojisi alanında bu son
yıllarda çok açık görülüyor. Her hangi bir davranış kotu, müzik veya giyimin
anlamını sosyologlar daha araştırmaya başlarken, verileri toplanıp sınıflanmaya
çalışılırken, birkaç yıl geçiyor ve bu birkaç yıl içinde başka bir kuşak başka
kotlarla ortaya çıkıyor. Öbürküler ise, yaşları büyüdüğü için başka kotlara
yöneliyor ve araştırma konusu olan fenomen ortadan yok oluveriyor, tarihe
karışıyor.
Sorun elbette kültür sosyolojisiyle ilgili
değil, toplumu değiştirme mücadelesiyle de ilgili. Toplumsal ve sınıfsal
memnuniyetsizlikler ve protestolar kendini genellikle kültürel formlarda dışa
vurmaktadır. Hatta politika bile çoğu kez bu kültürel dışa vuruşun bir aracı
olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumu değiştirme mücadelesinde bu
sorunların pratik bir önemi vardır. Ama olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile
onun anlaşılması için gereken zaman arasındaki oransızlık, adeta anlaşılma
olanağını yok etmekte, anlaşıldığı an ise olgunun kendisini anlamanın pratik
bir anlamı kalmamaktadır.
Bu kültür sosyolojisiyle ilgili örnek aşırı
bir örnek gibi görülebilir. Daha başka bir örnek verelim.
Örneğin yirminci yüzyıla damgasını vuran
Bürokratik Diktatörlükleri ele alalım. (Ki bunlar yine de bir uzun dönem
kapsıyor. ) Bunların kapitalist mi, bürokratik olarak yozlaşmış bir işçi
devleti mi ya da başka bir şey mi oldukları üzerine henüz çok ciddi bir
tartışma yapılmadan, (Yapılanlar aslında sadece Troçkist, yani klasik Marksist gelenekten
gelenler arasındadır. ) mahiyetleri hakkında el yordamıyla bir şeyler
bulunurken bu devletler fiilen yok oldu. Artık pratik politik mücadele, sosyal
pratik bakımından bir anlamları yok, onları şöyle ya da böyle tanımlamanın.
Diyelim ki, bu arada, her türlü veriye daha rahatça girilebildiği için, çok
daha zengin ve doğrudan malzemeye dayanılarak, bu devletlerin ne olduğu
hakkında daha gelişmiş ve tutarlı bir teori ortaya koyulsa bile, bunun pratik
politika bakımından, Sümer toplumunun sosyo ekonomik karakterinin ne olduğundan
daha fazla bir önemi olmayacaktır, ancak metodolojik düzeyde yeni sonuçlara yol
açarsa, bu sonuçların dolaylı bir etkisi olur.
Ama burada bizzat bu gelişmeyi engelleyen
başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Engels’in dediği gibi, bilimlerin
ilerlemesinde ihtiyaçlar, onlarca üniversiteden daha büyük etki yaparlar. Yani
o yok olan bürokratik devletler hakkında gelişkin bir teorinin ortaya
çıkabilmesi için, onların biraz sorun olarak, toplumsal mücadelenin bir sorunu
olarak ortada olmaları gerekir. O ülkelerin kendileri tarihe karıştığında,
toplumsal mücadelenin bir konusu olarak ortadan büyük ölçüde kaybolduklarında,
onlar hakkında gelişmiş bir teoriyi zorlayacak itici güçler yok olur.
Bu toplum bilimin gerçekten yeni bir
sorunudur. Karşısına her an öylesine muazzam bir yeni olgular yığını
çıkmaktadır ki, bunların her hangi birine yönelme fırsatı bulamadan onlar yok
olmaktadır. Ava giden bir avcının, önünden birden bire onlarca kuşun
havalandığını düşünün. Avcı daha bunların her hangi birini seçip, tüfeğini
doğrultuncaya kadar kuşlar gözden yitmekte bu arada başka kuşlar
havalanmaktadır.
Böylece sosyoloji ciddi bir açmazla karşı
karşıya bulunmaktadır. Var olanı daha açıklayamadan o değişmekte, toplumsal
pratik bakımdan giderek daha geriden geldiğinden, toplumsal pratik ile teori
arasındaki ilişkide bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Ama sabitlenmiş yani olup
bitmiş olgular yığını ise giderek akademik bir ilginin alanına kaymaktadır. Bu
gün Sovyetler Birliğinin Karakteri, Babil veya Sümer toplumunun karakterinden
daha fazla canlı politik mücadeleyi ilgilendirmemektedir.
Tabii burada eğilimlerden söz ediyoruz,
bunları mutlaklaştırmamak gerekir. Elbette Sovyetlerin karakteri hakkında bir
şeyler söyleyecek durumdaydık. Elbette yeni olgular hakkında belli bazı
hükümlere varabiliyoruz. Ama burada eğilimleri ele almak, onları anlamak için
kabartmak durumundayız.
Yeni ortaya çıkan olgunun ortaya çıkışı ve yok
oluşu ile ve onun anlaşılması arasındaki zaman makasının açılması, ister
istemez, toplumsal ve politik mücadelede “sezginin”, “içgüdünün” öne çıkmasına
yol açmaktadır. Ama politik “seziş” ya da “içgüdü” dediğimiz nedir? Bu sadece
sınıfsal konumdan kaynaklanmaz, aynı zamanda içselleşmiş tortusu kalmış, adeta
kültür gibi içimize işlemiş metodolojidir, mantıktır. Ama bu mantık ve
metodolojinin böyle bir “içgüdü” ya da “seziş” haline gelebilmesi için
mükemmelleşmiş ve bu biçimiyle özümlenmiş olması gerekir.
Böylece Tarihsel Maddeciliğin, günümüzün
olgularıyla doğrudan ilgisi olmayan kavramları ve yasaları, metodoloji ve
mantık kanallarından sosyal pratik alanında tekrar bir pratik işlev kazanırlar
bizlere kazandıracakları “iç güdüler”, “sezgiler” aracılığıyla. Yani bizlere
zaman kazandırırlar, kredi açarlar. Teori pratik bağlantısı, bu derin dip
akıntısı aracılığıyla yeniden kurulur. Ama bu bağlantı artık bir “sezgi”, bir
“içgüdü” gibi görünür.
Farklı
Alanlardaki Farklı Gelişmişliklerin Sorunları
Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Teorinin bu
günkü durumundan gelen başka sorunlar da var. Teorinin bir bilançosu ortaya
çıkarıldığında şu görülür. Çeşitli alanlara ilişkin teoriler arasında da, onun
en temellerinde de kullanılan kavramlar ve teoriler, bir tek bütünsel kavram
sistemi içinde toparlanmaya muhtaçtırlar.
Bunu bir analoji ile açıklamayı deneyelim.
Modern astronomi ve fizik aslında bir tek bilim olarak kaynaşmış, aynı alanı
farklı araçlarla izleyen farklı araştırma yöntemleri düzeyine kadar inmiştir
farkları. Evrende uzaklara baktıkça onun eski haline bakılmış olmakta; çekirdek
fiziği araştırma merkezlerinde ise parçacıklara daha büyük enerjiler
yüklendikçe, daha büyük sıcaklıklara ulaşıldıkça da yine evrenin deha eski
dönemleri hakkında yeni veriler toplanmaktadır. Bütün bu veriler ışığında de
bunları açıklayan teoriler geliştirilmektedir.
Şimdiye kadar yirminci yüzyılın başında ortaya
koyulan iki büyük teori bütün bu deneyler ve yeni olgular imtihanını başarıyla
geçmiş bulunuyor. Kuantum ve Rölativite teorileri. Eğer kaba bir şekilde ifade
etmek gerekirse, hızlandırıcılarda atom altı parçacıklarla uğraşanlar, daha çok
Kuantum teorisinin kavramlarıyla iş görüyor ve ön görülerde bulunuyorlar;
evreni gözleyen astronomlar ise Rölativite teorisinin araçlarıyla. Diyelim ki,
hızlandırıcıda yapılan deneyde, ölçümler birbirine uymayınca, nötrino adı
verilen bir parçacığın olması gerektiği var sayılıyor; bu parçacıkların
yıldızlardaki, dolayısıyla Güneş’teki reaksiyonlarda ortaya çıkması gerektiği
ön görülüyor. Ve gerçekten de, kullanılmaz maden ocaklarında büyük sıvı
kütleleri ve dedektörlerle yapılan ölçümlerle bunlar bulunuyor. Her iki teori
de parlak bir biçimde doğrulanıyor.
Ancak, bu ikiz doğru teori bir tek kavram
sistemi içinde değil. Bu bütün fizikçilerin rahatsızlığını hissettiği ve aşmaya
çalıştığı bir durum. Bu iki teoriyi aynı kavram sistemi içinde toplayacak ama
hala bulunmamış ve keşfedilmeye çalışılan teorinin kendisi olmadan adı bile var:
“Evren Formülü” veya “Her şeyin Teorisi”. Buna önceden “Birleşik
Alanlar Kuramı” da deniyordu. Fizikçiler bu ikisi de doğru, deneylerin ve
olguların sağlamasını başarıyla geçen bu iki teoriyi bir tek bütünsel kavram
sistemi içinde tanımlamayı temel hedeflerinden biri olarak koymuş bulunuyorlar.
Benzer sorunlar, Tarihsel Maddecilikte de var.
Örneğin bunların en önemlisine Perry Anderson, Tarihsel Maddeciliğin tarihini
ele aldığı, Türkçe’ye “Batıda Sol Düşünce” diye çevrilen, “Batı
Marksizmi” adlı eserinin devamı olan, “Tarihsel Maddeciliğin İzinde”
adlı çalışmasında değiniyor: Özne ve Yapı ilişkisi. Yani tarihi bir
sınıflar mücadelesi olarak ele alabilir ve sınıflı toplumlar tarihini bu açıdan
inceleyebilirsiniz. Ama aynı zamanda aynı tarihi, Ekonomi ve Üst Yapılar olarak
da inceleyebilirsiniz ve yine doğru sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ama bu ikisi,
bir kavram sistemi içinde değildir, farklı paradigmalar, farklı sistemler
olarak bir aradadırlar. Tıpkı Kuantum ve Rölativite gibidirler, ikisi de
geçerlidir ama aynı zamanda farklıdırlar.
Bu sorunla Hikmet Kıvılcımlı, bilinçsizce yüz
yüze gelmiş ve bir çözüm denemesinde bulunmuştur. Bu Özne ve Yapı
paradigmalarının farklılığı ve bir tek kavram sistemi içinde tanımlanmış
olmaması, Antik tarihin ele alınmasında ve açıklanmasında ciddi bir sorun
yaratmıştır, (çünkü antik tarihte devrimleri sınıflar değil barbarlar yaparlar,
sınıfı Kapitalizmde ekonomi dolayımıyla nispeten yapıya bağlamak mümkündür ama
barbarla karşılaşılınca bu öznede, temeldeki farklılıktan doğan sorun daha
olgun bir biçimde ortaya çıkar) ve bu ayrılığı bilinçsizce aşma çabası,
Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler kavramlarını daha farklı yorumlarla tanımlamasına
yol açmıştır. Özne ile Yapı arasındaki bu farkı, Üretici Güçler kavramına,
Tarih ve Kollektif Aksiyon’u sokarak çözmeyi denemiştir. Yani Yapının en
derindeki özü, yani Üretici Güçler aynı zamanda Özneler olarak (Kollektif Aksiyon,
İnsan, Barbarlık) tanımlanmıştır. Elbette bu kafadan uydurma teori, bir tahrif
değildir, büyük ölçüde Marks-Engels’e ve her şeyden önce de olgulara
dayanmaktadır ama onlarla ciddi bir farklılığı da içermektedir ve Antik Tarihi
açıklamakta son derece başarılı işlev görmektedir, tıpkı kuantum teorisinin
atom altı parçacıklar alanında gördüğü gibi.
Öte yandan Troçki, Sovyet Devleti’nin sınıf
karakterini ele alırken Kıvılcımlı’dan daha farklı, daha ziyade
Marks-Engels’inkine daha yakın bir kavram sistemine dayanmakta, ama korkunç
benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Kıvılcımlı’da “Devlet Sınıfları” Troçki’de
“Bürokrasi” birbiriyle uyumlu ve ele aldıkları olaylar da uyumlu ama aynı
zamanda farklı sistemlere dayanan kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Yani
tıpkı Kuantum ve Rolativite teorileri gibi, biri mikrokosmosta diğeri
makrokosmosta iyi iş gören teoriler olması ama bu teorilerin bir tek kavram
sistemi içinde bulunmamamsı gibi; Kıvılcımlı’nın Antik Tarih’te çok iyi iş
gören Troçki’nin Kapitalizm ve sonrasında iyi iş gören kavram sistemleri
bulunmaktadır ama bunlar bir bütünsel kavram sistemi içinde birleşmiş
değillerdir. Bütün bunlar Yapı ve Özne arasındaki, yani tarihi sınıflar
mücadelesi, toplumsal güçler arasındaki bir mücadele olarak kavrama ile toplumu
bir yapı olarak kavrama arasındaki farkın yansımalarıdırlar.
Ama sadece bu mu? Daha ikincil düzeylerde de
başka paradigmalar bulunmaktadır. Örneğin, Feminist paradigma, Ekolojik
paradigmayı ele alalım. Bunların tarihsel maddeciliğin bir tek kapsayıcı kavram
sistemi içinde birleştirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Toparlarsak, bütün olgulara, teorinin
tanımına, arındırılmasına, geç kalmasına vs. ilişkin sorunları halletsek bile,
ortada aşağı yukarı bu gün fizik-astronominin karşı karşıya olduğu türden çok
ciddi devasa bir görev durmaktadır. Bütün farklı paradigmaları bir bütünsel
kavram sistemi içinde kapsayacak daha yetkin ve gelişkin bir teori.
Peki, kim yapacak bunca işi?
Teorik
Gelişme ve Bunu Yapacak Öznenin Sorunları
Dikkat edilirse buraya kadar Tarihsel
Maddeciliğin, teorinin kendisinden gelen sorunlarını ele aldık. Tabiri caiz
ise, konu Yapı idi. Kim yapacak sorusu Özne’yi gündeme getiriyor. Biraz da
Özne’den gelen sorunlara gelelim.
Kapitalist toplumda, Tarihsel Maddeciliğin
bütün diğer bilimlerden temelden farklı bir yanı var. Bilimsel çalışmaların
yapıldığı ve geliştirildiği yer olan, Akademik Dünyada Tarihsel Maddecilik yer
almaz ve alamaz. Çünkü Toplum hakkında gerçeğin bilgisi ile egemen sınıfın
çıkarı karşı karşıyadır. Gerçek devrimcidir. Bu aynı zamanda gerçeğin özüne
inen bilginin, onun derin bilgisinin egemen sınıfın çıkarıyla uyuşmadığının ve
uyuşamayacağının değişik bir ifadesidir. Dolayısıyla bütün akademik kurumlar ve
oralarda yer bulan ve teşvik edilen Sosyolojilerin Tarihsel Maddeciliğe karşı
olmaları gerekir. Onlar tam da ona karşı savaş için kurulmuşlardır. Tıpkı
Marks’ın emek-değer değer teorisine dayanan ekonomi politiğin iktisat
fakültelerindeki durumu gibi bir durum vardır Sosyoloji ve Tarih alanında da.
İktisat nasıl, kapitalist ekonomiyi sürdürme tekniklerine dönüşmüş bulunuyor ve
sadece ona hizmet ettiği takdirde var olabiliyorsa, Toplum bilimleri de
kapitalist toplumu sürdürmenin tekniklerine dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla
egemen sınıfın üniversitelerinde ve akademik ortamında, Tarihsel Maddeciliğin
var olma ve gelişmesinin koşulları yoktur. Oralar aksine Tarihsel Maddeciliğe
karşı “toplum teorilerinin” daha doğrusu ideolojik mücadele araçlarının
üretildiği yerlerdir.
Elbet, zaman zaman, artık bilimsel kalitesi
inkâr edilemeyen bir Tarihsel Maddeci sosyologun veya Marksist bir ekonomi
bilimcisinin bu ortamda ayrıksı bir yeri olabilir. Burjuvazinin olanakları
geniştir, bu gün bir ölçüde belli bir tolerans gösterebilir. Örneğin Ernest
Mandel aynı zamanda akademik kariyeri olan bir insandı. Ama bunlar da esas
katkılarını akademik ortamda ve akademik ortam aracılığıyla yapmazlar, Akademik
faaliyet bir bakıma onların hayatlarını idame ettirmeleri için bir araçtır;
gerçekten teoriyi geliştirme gerekliliğini ve olanağını yaratan toplumsal
pratiğe daha fazla zaman ayırmanın bir aracıdır. Onlar bu katkıları Akademik
kariyerleri sayesinde değil, ona rağmen yapmışlardır.
Ya da tamamen bilimsel kaygılarla yapılan bir
keşif veya bir ilerleme, Tarihsel Maddeciliğin korkusuzca sahip çıkabileceği
bir sonuç içerebilir. Ama bu koşulda bile o sonuç çoğu kez, Tarihsel
maddeciliğe karşı mücadelenin bir aracı gibi ortaya çıkar.
Bu soyut gibi görünen ifadeye, daha önce
sözünü ettiğimiz, Gelner’in Ulus Teorisi bir örnektir. Ulusçuluğun ulustan önce
geldiği, türünden, adeta bu alanda, Tarihsel Maddecilik için de bir Kopernik
devrimi yapan teori, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde sunulur.
Ya da daha önce de değinildiği gibi,
Focault’un, hastane, hapishane gibi kurumlarla ilgili katkıları. Bunlar
gerçekten Tarihsel Maddeciliğin hiç korkusuzca sahip çıkacağı, hiç de onlardan
yapısalcıların veya post yapısalcıların veya post-modernistlerin çıkardıkları
sonuçları çıkarmak zorunda olmadığı; Tarihsel Maddeciliğe muazzam bir katkıdır.
Tarihsel maddecilik, bu çalışmalar aracılığıyla, işçi sınıfının nasıl burjuva
devletini sınıfsız topluma giden yolda nasıl bir araç olarak kullanamaz ise,
burjuva uygarlığının kurumlarının, örgütlenme mekanizmalarının, hatta bunların
yoğunlaşmış ifadesi olan binaların, maddi araçların da kullanılamayacağını
öğrenmiştir ya da öğrenmelidir. Bu sadece siyasi değil, günlük hayattaki
araçların tarafsız olmadığı anlamına gelen, çok temel bir ilerlemedir.
Böyle bir anlayışta, örneğin Taylorizm,
sosyalizme giden bir araç olamaz artık. Bu İşçi sınıfının, başka bir uygarlığı
programlaştırmak gerektiğini gösterir. Gerçekten de, örneğin Gellner’in Ulusa
veya Focault’un kurumlara ilişkin çıkardığı teorik sonuçlara sahiplenen ve
bunları kendi kavram sistemi içinde özümleyen bir Tarihsel Maddecilik olmadan,
bu günün dünyası için bir program oluşturulamaz. Hatta başka bir program
anlayışına, bir uygarlık programı ve tasavvuruna ulaşılamaz.
Ama Tarihsel maddeciliğe bu katkılar,
sosyalizme ve Marksizm’e karşı bir haçlı seferinin aracı olarak da ortaya
atılmışlardır. Akademik dünyada, üniversitelerde başka türlüsü de mümkün olamaz
zaten.
Hâsılı, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek
özne, akademisyenler ve aydınlar dünyasında var olamaz. Ama bu çok ciddi bir
sorun yaratır.
Düşünelim, her hangi bir Paleontolog veya
Astronomi profesörü, lise üniversite gibi klasik bir eğitimden sonra, uzun
araştırma pratikleri ve uzmanlaşma eğitimlerinden geçer. Bir yığın
konferanslara katılır. Kendi bilim dalının uzak sınırlarındaki çalışmaları
yakından izler. Genellikle bunları bir bilim adamları-kadınları çevresinde
yapar ve sonunda kendisi de bu tartışmalara katılır. Ortada uzun ve meşakkatli
bir yol vardır.
Tarihsel Maddecilik konusu olan toplumun
karmaşıklığı, fizik veya biyolojik dünyayla kıyaslanamayacak yüksekliktedir. Bu
bilim alanında çok daha köklü ve derin bir bilgi birikimi ve hazırlık gerekir.
Ama akademik dünyada yeri olmaması nedeniyle, Tarihsel maddecilik, yani Toplum
bilim söz konusu olduğunda, bütün bunların gerçekleşmesi mümkün değildir, çünkü
akademik dünyada yeri yoktur ve o dünyanın kendisi ona karşıdır.
Geçmişte Tarihsel Maddecilik bu açığı fiilen
şöyle gidermiştir: İşçi hareketin yükselişi, kapitalizmin bunalımları, bu
akademik ve bilimsel eğitimi yapmış burjuva aydınlarının taraf değiştirmesine
yol açmıştır. Tıpkı, gelişmiş ülkelerin beyin ithali gibi, işçi sınıfı burjuva
felsefe ve sosyal bilimlerinin en iyi beyinlerini ithal etmiş, kazanmıştır.
Tarihsel Maddeciliğe Katkı yapan ve onu geliştiren, Marks’tan Adorno’ya kadar,
herkesin durumu aşağı yukarı budur.
Ama işçi sınıfının gerek Stalinizm’in tarihi
felaketi nedeniyle öznel, gerek dünya işçi sınıfının siyah beyaz bölünmesi
nedeniyle nesnel nedenlerle burjuva uygarlığının krizi karşısında ona son
verecek bir güç olarak hiçbir yerde ve şekilde görülmemesi, Tarihsel
Maddeciliğin beyin kaynağını kurutmuştur. Artık entelijansiyanın en iyi
beyinleri taraf değiştirmemektedir. Hatta, gençlik yıllarında, örneğin altmış
sekizlerde olduğu gibi, belli bir konjonktürün etkisiyle işçi sınıfı saflarında
işe başlayanlar, burjuvazinin tarafına geçmektedirler ve geçmişlerdir.
Böylece, korkunç bir kendi içine kapanıp
daralan çember çıkmaktadır. İşçi hareketinin yokluğu Aydınların ona akmasını
engellemekte; onların olmayışı, Tarihsel Maddeciliğin ve sosyalizmin bir
canlanma ve yenilenme yaşamasını olanaksızlaştırmakta; bunun sonucunda
sosyalist ve işçi hareketinin tekrar canlanması daha zorlaşmakta ve bu böylece
gitmektedir tıpkı bir kara delik gibi.
Bu durumda kimler kalır geriye, Tarihsel
Maddeciliği geliştirecek? Bu eksikliği giderecek başka gelişmeler var mıdır?
Devrimci hareketlerin militanları ve işçiler
mi?
İşçileri, en geniş anlamıyla aydınların önemli
bir bölümünü de içeren, ücretliler anlamıyla ele alalım.
Bu koşulda beden işçilerinin bu öğretiyi
geliştirmesi, adeta olanaksızdır. Yaşam savaşı, kol işçilerinin kültürel
yapısı, yani zamansal ve kültürel koşulların yokluğu bunu engeller. Tıpkı
yeryüzünde hayatın ortaya çıkabilmesi için, birçok ön koşulun bir araya gelmesi
gibi, Tarihsel Maddeciliğin geliştirebilecek kişisel kaliteler için de birçok
koşulun bir araya gelmesi gerekir. Ama bu koşullar yoktur beden işçilerinde.
Marks-Engels’in çağdaşı Joseph Dietzgen, ki Tarihsel maddeciliği
Marks-Engels’ten de bağımsız olarak keşfetmiş bir işçidir, o dönemin zanaatkar
ve entelektüel, artık var olamayan bir işçi sınıfının üyesiydi. Onun keşfi
bile, otodidaktlara has eksikliklerle maluldür. Kaldı ki o tek örnektir ve
ondan sonra bir daha benzeri görülmemiştir. Günümüzün, korkunç yabancılaşmış
emeğiyle, makinenin basit bir parçası haline gelmiş, insanlıktan çıkmış
işçisinin, geçmişin zanaatkâr işçilerinin gösterdiği türden, bu tür göz alıcı
başarılan göstermesi olanaksızdır adeta.
Aydın ücretliler bir umut gibi görünüyor. Ama
onların büyük çoğunluğu, zaten işçi sınıfının daha imtiyazlı zümrelerine
dâhildirler. İleri ülkelerde olanları zaten dünya işçi sınıfının bölünmesinde
beyazların içindedirler. O bakımdan oralardan bir atılım beklemek hayal olur.
Kültürel temeli bir ölçüde olsun karşılayabilecek durumda olsalar bile.
Geri ülkelerde olanları ise, o geri ülkenin
standartlarına göre, nispeten, iyi koşullarda yaşadıkları için onlar da var
olan düzeni köklü değişikliklere uğratma eğilimi taşımamaktadırlar bugün. Bu
eğilim yoksa insanların Tarihsel Maddeciliği öğrenme ve geliştirme ihtiyaçları
da olmayacaktır. Ya da örneğin çeşitli ulusal baskılarla radikalleşme ve
politize olma eğilimi gösterenleri ise, daha günümüzde milliyetçiliğe, burjuva
ideolojilerine eğilim göstermektedirler.
Geriye ne kalır? Şu veya bu ülkede, toplumsal
mücadelenin belli bir yükseliş momentinde radikalleşen gençler ya da radikal
marjinal grupların taraftarları olan militanlar.
Ama bunların tarihsel maddecilik ile
karşılaşmaları, ona ilgi duymaları neredeyse olanaksızdır. Karşılaşanlar onun
tahrifatlarıyla karşılaşırlar. Kültürel hazırlıkları ve birikimleri yoktur.
Çoğu zaten birkaç yıl sonra, dalganın çekilişi veya yaşın kemale ermesiyle
kaybolur giderler.
Bu hareket veya grupların dergilerinde, birkaç
yıllık politik tecrübesi olan, birkaç klasiği okumuş, derin bir felsefe ve
tarih arka planı olmayan, aslında Tarihsel Maddecilik alanında da hemen hiçbir
şey bilmeyen militanların Tarihsel Maddeciliğe “katkıları” görülür. Bunlar ise,
Tarihsel maddeciliğe katkı olmak bir yana, zaman ve enerji kaybından başka bir
sonuca yol açmazlar.
Matematikte meşhur klasik problemler vardır,
örneğin bir pergelle bir açıyı üç eşit parçaya bölmek veya Fermat Teoremi gibi.
Bu gibi problemlere ilişkin olarak, bir dönem her yıl yüzlerce amatör matematikçi
bilimler akademilere çözümlerini yollarlar ve kontrol edilmesini beklerler.
Aslında bu yollananların tamama yakını meslekten bir matematikçinin hiçbir
zaman yapmayacağı temel hatalarla doludur. Bunların kontrolü ve işe
yaramazlıklarının gösterilmesi gerçek matematikçilerin muazzam bir zaman ve
enerji kaybına yol açar. Bu yükten kurtulmak için matematikçiler sonunda, her
hangi bir ciddi matematik dergisinde bilimsel bir makalesi yayınlanmamış
kimselerin çözüm önerilerinin ciddiye alınmaması kararı alınır. Çünkü, bunların
her hangi birinin çözüm içerme olasılığı, dünyada bir delinin daha fazla olma
olasılığından daha azdı.
Matematikçiler, akademik otoritelerine
davranarak böyle davranabilirler. Ama Tarihsel Maddeciliğe gelince işler
değişir, böyle hiçbir temel matematik bilgisi olmayanların, örgütler
yönettiklerini düşünün. O örgütün veya toplumsal hareketin gücü, bilimsel
hiçbir değeri olmayan “katkıların” güçlü olduğu kanısına yol açar ve Bilimler
Akademisinin matematikçileri gibi, bunları okumayacağım da diyemezsiniz. Çünkü
eni sonu, sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğünüz insanlar onları
okumaktadırlar ve onlara ulaşmak zorundasınızdır. Ondan sonra işi gücü bırakıp,
en alfabetik konularda yanlışlarla dolu “Fermat Teoremi” çözümleriyle zamanınızı
harcamak zorunda kalırsınız. Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek isteyen,
birkaç yıldır yazdığımız yazıları astığımız ve onlara yönelik eleştirileri de
topladığımız Yazılar ve Yankıları Forumu’nun Arşivini inceleyebilirler.
Yazılmış yüzlerce yazıya yapılmış binlerce eleştiri arasında, alfabetik düzeyde
hata yapmayan eleştiri sayısı bir elin parmaklarından azdır. Yani, Tarihsel
Maddecilikle, bir şekilde ilgilenenler bile, aslında onun gelişiminin önünde
bir engel olarak ortaya çıkarlar. Güç ve zaman kaybından başka bir şeye neden
olmazlar. Dünyadaki sol ve Marksist grupların, çevrelerin, örgütlerin
dergileri, aslında bilimsel bakımdan hiçbir değeri olmayan böyle çöplerle
doludur.
Görüldüğü gibi, Tarihsel Maddeciliğin
gelişmesi için, var olanın sistemleştirilmesi için bir özne de ortada
görülmemektedir.
Bu koşulların, dünyada işçi hareketinin ve
sınıf bilincinin tekrar doğup gelişmesine bağlı olarak, ne zaman nasıl tekrar
değişeceğine dair bir öngörüde bulunmak da mümkün değildir. Bu yönde hiçbir
umut verici işaret görülmüyor.
Sol kendine gaz vermeyi sever. Amerika veya
Cenova’daki son birkaç kitlesel radikal gösteri hemen yeni bir mücadelenin
başlangıcı olarak selamlandı. Hâlbuki aksine işaretler çok daha güçlüdür. İşte
en son Brezilya’da Lula’nın, yani son on yıllarda dünyadaki en canlı ve dinamik
işçi hareketinin, vardığı yer ortadadır. Hal böyleyken, iyimser olmak için
neden var mı?
Geriye ne kalır Tarihsel Maddeciliğe hala ilgi
duyup o alanda bir şeyler yapmak isteyen? Altmış sekizin kabarışından ve belki
daha sonra da kimi bölgesel hareketlenmelerin veya kimi sosyal hareketlerin
yükselişlerinden geriye kalan kılıç artıkları. Ama bunlar da öylesine parmakla
gösterilecek kadar az ki yeryüzünde. Belki bunlardan bir şey çıkabilir. Ama
onlar için bile koşullar öyle sınırlı ki?
Her hangi bir bilimin gelişmesinde bir bilim
insanları çevresinin varlığının önemine birçok bilim tarihi araştırmacısı
dikkati çeker. Tarihsel Maddeciliğin tarihi de bunu kanıtlar.
Marks-Engels’in bizzat kendileri bir çevre
oluşturuyorlardı. Daha sonra, Neue Zeit yıllarında, bu dergi
aracılığıyla tartışan, birbirinin düşüncelerini bilen Marksistler kuşağı vardı.
Lenin’ler, Troçki’ler, Plekhanov’lar o bir daha benzeri hiçbir zaman gelmeyen,
Bolşevik Rus entelektüelleri kuşağı, hep bu çevrenin ürünüydüler. (Hatta bu
kuşağın son temsilcisi kabul edilebilecek Mandel bile bu çevrenin ürünü
sayılabilir. Evlerinde Neue Zeit ciltleri varmış. Böyle bir evde
büyümüş. )
Benzeri kısmen Frankfurt Okulu çevresi için de
geçerlidir. O dönemin yükselen işçi hareketinin, başka tarihsel koşulların da
bir araya gelmesiyle Klasik Alman Felsefe Geleneğini içinde taşıyan Yahudi
entelijansiyasını çekmesi aşağı yukarı böyle bir çevre yaratmıştır. Yani “Batı
Marksizmi” de bir çevrenin ürünüdür.
1960’larda da böyle bir çevrenin ortaya
çıkışından söz edilebilir. New Left Review gibi dergiler, bütün dünyada,
Marksizmin sorunlarına kafa yoran, birbirinin gelişimlerini, katkılarını
izleyen bir sosyalist aydınlar çevresini ortaya çıkarmıştı. Ve bütün bu
dergiler etrafındaki, onları izleyen veya tartışmaya katılanlar aynı zamanda
toplumsal hareketle çok canlı bağlar içindeydiler.
Bu gün ise öyle bir şey dünyada yok. New
Left’in yeni çıkışı gibi girişimler görülüyor ama bunlar bile, gerek
Türkiye’deki gerek dünyadaki sosyalistlerin çoğunca ne biliniyor, ne izleniyor.
İzleyenler de canlı ve dinamik bir çevre oluşturmuyor.
Böyle, uluslararası bir bilimsel çevrenin
yokluğu, elde kalanların olsun bir şeyler yapabilmesinin yani Tarihsel
Maddeciliğin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.
Türkiye’deki
Ek Zorluklar
Türkiye’de ise durum daha da korkunç. Önce 12
Eylül’ün, tam bu darbenin etkisinden kurtulur gibi olurken, çöken duvarın, daha
onun sersemliğini atmadan yükselen şovenizmin ve özel savaş rejiminin
darbeleri, tam anlamıyla bir toplumsal çürüme yaratmış ve elde kalanlarda da
Teoriye ilgi tümüyle yok olmuş, bir parça ilgi gösterebilecekler bile gerilemiş
durumda.
Tarihsel Maddecilikle ilgili denebilecek iki
dergi vardır. Birisi Praksis, diğeri Teori ve Politika. Praksis,
Marksist akademisyenlerin Tarihsel maddeciliği savunmak amacıyla çıkardığı bir
dergidir, ama bu söylemin ötesinde Tarihsel Maddecilikle ilgisi yoktur. Dergiye
adını veren Praksis gerçek anlamını yitirmiş, boş bir söze dönmüş, akademik
Marksizm çalışmaları anlamını kazanmıştır. Bir bakıma kendini Marksist kabul
eden akademisyenlerin“Toplum ve Bilim” dergisidir, aralarına bazen çeşni
olsun diye eski altmış sekizlileri alırlar. İçindeki yazıların başlıkları ve
ağırlıklı konular listesi bile bunu gösterir. Yazıların çoğu, metinler
arasıdır. Yani bilmem kimin, ki o bilmem kim de gene dünyanın bir yerindeki bir
üniversitede çalışan bir muhtemelen Marksist bir akademisyendir, bilmem hangi
konudaki görüşlerinin veya teorisinin açıklaması, yorumu ya da eleştirisidir.
Örneğin bu yazıda sözü edilen, Tarihsel Maddeciliğin sorunlarına ilişkin bir
tek yazı bulamazsınız. Tarihsel Maddeciliğin böyle kavranışı görülmez.
Teori ve Politika,
ise, merkezcilerin genel metodolojik hatasıyla maluldür. Aslında konusu
Tarihsel Maddecilik değildir. Felsefeden doğrudan doğruya politikaya sıçrar.
Tarihsel Maddecilik ne yöntemiyle ne de alanıyla onların konusu değildir. Bu
Maocu, Althusserci yöntemsel hatanın üzerinde yükselir. Aynı metinlerarasılık
burada da görülür. Ama buna rağmen Teori ve Politika’da Praksis, yani
teorik pratik, ama bir akademisyenin teorik pratiği olarak değil, toplumsal
mücadelenin bir gereği olarak Praksis, Praksis dergisiyle kıyaslanmayacak daha
sıkı bir bağlantı içindedir.
Ama bu dergilerin esas sorunu, bütün
dünyadaki, Marksist teorik dergilerin çoğunun esas sorunudur. Akademik
Marksizmin labirentlerinde yollarını kaybetmişlerdir. Onun dışında başka bir
Marksizm olabileceğini düşünmezler, varlığını bilseler bile onu hor görürler.
Bunlarda Troçki, Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı
gibilerin Tarihsel Maddeciliğe katkıları ne tartışılır ne de bir kavramsal
temel olarak alınır. Mao, Althusser, Laclau gibi, aslında Klasik Tarihsel
Maddeciliğin dünyasıyla ilgisiz, bir takım felsefi genellemelerden direk
toplumsal mücadelenin sorunlarına atlayan; Tarihsel Maddeciliğin kavram
sistemine dayanmayan ve öyle problemleri olmayan yazarları ya da bunlar gibi
veya bunların suyunun suyu düşünürleri veya dünyanın her hangi bir
üniversitesindeki Marksist akademisyenlerin dediklerinden başka konuları
yoktur.
Bir parça dikkatli okuyucu, bu sunuşta
Tarihsel Maddecilik, onun sorunları ve alanları ve gelişimi hakkında açıklanan
kavrayış ile bu dergilerde ifadesini bulan sorunlar arasında büyük bir uçurumu
hemen görebilir. Bu uçurumun varlığının nedeni bizim tamamen bunların
dışladığı, kaynağa yönelik bir geleneğe bağlılığımızdır. Bu dergilerde
ifadesini bulan gelenek, Tarihsel Maddeciliğin önündeki çok ciddi bir engeldir.
O dergilerde tartışılan konular ve sorunların ortaya koyuluşları birer
labirenttirler ve labirent olarak engeldirler. Onların karşısında yapılması
gereken, Occamlı’nın usturasıyla yaptığı gibi, onların problemlerini kesip
atmaktır. Bir kaynağa dönüş gerekmektedir.
Bunu şöyle ifade edelim. Muhammet, İslamiyet’i
kurarken doğrudan doğruya kutsallık zırhıyla korunmuş İbrahim geleneğine
başvurur. Sonraki tarikatları, Hıristiyanlığı vs. bir ustura darbesiyle kesip
atar, bir kenara iter. Bunu Hikmet Kıvılcımlı, çok nefis açıklamaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin ihtiyacı olan budur.
Kaynaktaki ve gelişmiş kavramsal araçlarla, kaynakta yapıldığı gibi, olayları
ele almak ve oradan yola çıkmak gerekmektedir. Yani bizzat Marks-Engels’in o
teoriye vardıkları gibi olaylardan hareket etmeli, olayları ele almalıdır. Yoksa
Marks-Engels’in eserinin bilmem kimce yapılmış yorumunun, örneğin Althusser’in
diyelim, nasıl okunacağı üzerine yazılmış bir yazının eleştirisinin eleştirisi
gibi konuları, bir kalemde, tıpkı Occamlı’nın usturasıyla keser gibi, kesip
atmak gerekmektedir. Akademik ya da skolastik Marksizm’in labirentlerinde zaman
ve enerji kaybedilmemelidir.
Ama sorun böyle koyulduğu an, bütün
akademisyen Marksistler zaten birer burun kıvırmasıyla ve küçük görmeyle uzak
duracaklardır.
Görüldüğü gibi ortaya korkunç uyumsuz bir
tablo çıkıyor. Ortada devasa bir teorik görevler duruyor, ama onları
yapabilecek bir özne dünyada neredeyse yok derekesinde, Türkiye’de ise daha da
kötü.
Bu nasıl aşılabilir?
Bilmiyoruz.
Umutsuzca
Çırpınmak
Ama hiçbir şey yapmamak da olmaz. Süt kabına
düşmüş fare gibi çırpınmaya devam etmek zorundayız. Belki çırpınmalarımız,
sütün içinde katı yağ küreciklerinin oluşmasına ve o katı yağ küreciklerine
dayanarak umutsuz durumdan kurtuluşa yal açabilir.
Tarihsel
Maddeciliğin ve Sosyalizmin Sorunlarının Farkı
Buraya kadar Toplum Bilimi olarak Tarihsel
Maddeciliğin sorunlarını ele aldık. Ama bir de Sosyalizmin Sorunları var.
Tarihsel Maddeciliğin sorunları ile bir bakıma ve aslında Sosyalizmin Sorunları
nedeniyle yüzleşmeye çalıştık. Bunara kadar ele aldığımız sorunlar, yani Tarihsel
Maddecilik bölümü bir bakıma, Almanların “Grundlagenforschung”, (Temel
Araştırmalar) dediklerine denk düşüyor. Doğrudan sosyal pratikle bağı
görünmeyen, ama sonuçları alt üst edici olan çalışmaların alanıdır Tarihsel Maddecilik.
Tarihsel Maddecilik, zaten onu kabul edenlerle sınırlıyor alanını.
Ama Sosyalizmin Sorunları böyle değil.
Orada eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna mücadelenin, sorunları söz konusudur.
Tıpkı uygulamalı bilimler gibi. Ve sosyalist hareketin sadece Marksistleri
kapsaması söz konusu değil, bu uğurda mücadele eden tüm görüşleri, Anarşizmden
Ütopik Sosyalizme veya Feminizme kadar kapsamak zorunda.
Aslında sosyalizmin sorunlarının da bir
bilançosunu çıkarmak gerekmektedir. İşte Sampozyumdaki konuşmamızda bunu
yapmaya çalışacağız. Bunu doğru bulduğumuz için değil, b.eklenti bu olduğu
için.
Aslında Sempozyumun konusu “Marksizm’in
Güncelliği” olduğuna göre, Marksizm de “Tarihsel Maddecilik” veya “Sosyoloji”den
başka bir şey olmadığına göre, Sempozyum’un başlığı, “Tarihsel Maddeciliğin
Güncelliği” veya “Sosyolojinin Güncelliği” olarak da ifade
edilebilir ve öyle de anlaşılmalı.
Ve böyle anlaşıldığında buraya kadar
yazdıklarımızdır aslında bu Sempozyumun konusu.
Ama onun örneğin “Sosyolojinin Güncelliği”
diye adlandırılmaması bile kastedilenin ve beklentinin bu olmadığını
göstermektedir. “Marksizmin Güncelliği” ile aslında Sosyalizm uğruna
mücadelenin güncel sorunları kast edilmektedir
İşte bu durumu göz önüne alarak, eğer
sempozyum ismiyle müsemma olsaydı bu konuları elealmalıydı diye düşünerek bu
yazıyı sunuyoruz. Ama konuşmamızda, ismiyle müsemma olmayan gerçek beklenti
veya kastedilen hakkında konuşmaya çalışacağız.
Özetle, Marksizm’in Güncelliği Sempozyumundaki
konuşmamızın, esas olarak bu Sosyalizm Mücadelesinin Güncel Sorunları üzerinde
yoğunlaşmasını planlıyoruz.
Demir Küçükaydın
07 Haziran 2012 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder