Geçen yıl ilk kez bir izleyici olarak katılmıştık. Epey bir
ulusalcı bir vurgu hissedilmesine rağmen yine de akademik alemden gerek öğretim
görevlisi, gerek öğrenci olarak iyi kötü sosyal konulara ilgi duyan ve kendini
en azından solda, sosyalist veya Marksist gören insanlar katılıyordu. En
azından bizim kuşağın yüzde doksan dokuzu geçmişin özlemiyle yaşayan ve
oralarda takılmışlarındansa, buradaki genç insanlarla bir diyalog ve tartışma
içinde olmaya çalışmak, kafalarda kimi soru işaretleri oluşturma çabasında olmak
denemeye değerdi.
Bu nedenle bu yıl konuya ilişkin bildiriler ile katılmayı
denedik. Kongreyi örgütleyenlere beş konuda bildiri sunacağımızı ve sunacağımız
bildirilerin özetlerini yolladık. Bunlardan sadece birisine izin verildi. Tek
bildirinin kabul edilmesinin nedeni genç araştırmacıların önünü tıkamamızdı.
Kabul edilen konuda bildirimizi hazırlayıp önceden yolladık.
Ancak gelen diğer bildiriler veya özetleri de kongrenin internet sayfasında
yayınlandığından onları okuyunca, konuşmamızda bildiriye bağlı olmadan, daha
farklı konulara değinmemiz gerektiği sonucuna ulaştık ve sunumu öyle yaptık.
Aşağıda, beş konuda sunduğumuz bildiri taslakları; kabul
edilen konuda sunduğumuz bildirinin önceden yolladığımız yazılı versiyonu ve
sözlü olarak yaptığımız sunumun aklımızda kaldığı kadarıyla kısa bir özeti yer
almaktadır.
28 Eylül 2012 Cuma
Demir Küçükaydın
Beş ayrı konuda yolladığımız taslak özetleri
Dünya İşçi Sınıfının
Bölünmüşlüğünün Yarattığı Kıskaç ve Bunun Sosyalizme Geçişi Engelleyici
Karakteri
Bu bildiri Bilim Kongresi’nin
tanıtım metninde “Doğa-Toplum-Teknoloji
İlişkileri Açısından Yeni Sosyalist Alternatifler”; “Teknoloji Karşısında İşçi Sınıfının Konumu”; “Tüketim ve Teknoloji”; “Doğa
İçin mücadele” başlıkları şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir.
İnsanlığın yaşaması için meta
üretimine ve kara değil de ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretimine dayanan
planlı bir ekonomi ve dünya çapında bir tek cumhuriyetin gerekliliği ve olmazsa
olmazlığı genel olarak sosyalistler arasında yaygın bir kabuldür. Bu kabulden
de sosyalizme geçtikten sonra klasik şemaya uygun olarak, önce sosyalizme
(“herkese emeği kadar”); sonra da
zenginliklerin gürül gürül aktığı; bayrağına “herkese ihtiyacı kadar herkesten
yeteneği kadar” yazan bir topluma geçilebileceği (“komünist toplumun üst
aşaması”) var sayılmaktadır.
Ancak, içinde bulunulan
kapitalist dünyadaki kimi sonuçların hem kapitalizmin aşılmasını nasıl
zorlaştırdığı; hem de kapitalizm aşıldığı takdirde bunun başarılabildiği
koşullara bağlı olarak sosyalist ve komünist toplumların kaçırılmış bir
tarihsel fırsat olabileceği hiç göz önüne alınmamakta ve tartışılmamaktadır.
Bildiride bu sorunlar
tartışılacaktır.
Önce kısaca eşitlikçi bir
toplumun aynı zamanda refahta bir yükseliş sağlaması gerektiği aksi takdirde
ezilenlerin böyle bir değişime gönüllü olmayacakları gibi çok basit bir
sosyolojik gerçek ışığında dün, bugün ve gelecekte bunun ne gibi sonuçlara yol
açtığı veya açabileceği ele alınacaktır.
Bir sosyalizm tasavvuru ve
sosyalist devrimi programlaştırma her şeyden önce, zenginliklerin neredeyse
tamamını yaratan ama bunlardan çok küçük bir pay alan; ezilen ve yeryüzündeki
insanların büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin hayatlarında bir iyileşme,
bir düzelme sağlayacağı var sayımına dayanır.
Bu yükselişi sağlayacak olan da
öncelikle egemen sınıfların mülkiyetinde ve tasarrufunda bulunan zenginliklerin
ve yine onların egemenliklerinin aracı olan pahalı ve baskıcı bürokratik cihaz
için yapılan harcamaların ezilenlerin hayati ihtiyaçlarına karşılamaya ayrılmasıdır.
Ayrıca meta üretiminin insanların çoğu için gereksiz birçok ürünü yine plansız
bir biçimde üretilmesinin de giderilmesinin bir ek yükseliş sağlayacağından
hareket edilir.
Ancak bugün dünyada, işçi
sınıfının daha önceden, gelecek projeksiyonlarında ön görülmemiş bir bölünmesi
ortaya çıkmıştır ve bu bölünme aşılamaz veya aşılması olağanüstü zor engeller
yaratmaktadır.
Bu bölünme, zengin ve yoksul
ülkeler işçileri arasındaki bölünmedir. Biz buna dünyanın siyah ve beyaz
işçileri diyeceğiz.
Dünya ölçüsünde bir sosyalist
toplum kurma yeteneğinde olan, zengin ülkelerin örgütlü ve kültive işçi sınıfın
için dünya çapında eşitlikçi bir düzen yaşam seviyesinde bir düşmeye yol açar;
buna karşılık yoksul ülkeler işçi sınıfının bunu isteyebilir ama dünya ölçüsünde
bir toplum kurma yeteneğinde değildir ve zengin ülkeler işçi sınıfının
direnişiyle karşılaşır. Yani biri yapabilir ama istemez öbürü isteyebilir ama
yapamaz. Açmaz ve aşılmaz sınır buradadır.
Diyelim ki, bundan 100 veya 150,
hatta 50 yıl önce dünyada bir sosyalist devrim olsaydı ve bir dünya sosyalist
cumhuriyeti kurulsaydı. Böyle bir dönüşümü gerçekleştirme yeteneğinde olan
proletaryanın gerçekten bundan çıkarı olabilir ve bu onun hayatında belli bir
yükseliş sağlayabilirdi.
O zamanlar, yeryüzünün büyük bir
bölümü, kapalı köy ekonomileri, hatta neolitik köy komünleri düzeyinde
yaşadığından, esas olarak, devletlerin yüksek vergileri ve tefecileri
tarafından sömürüldüklerinden, sanayileşmiş ülkelerin işçi sınıfı bir sosyalist
devrimle hem kendi hayatında hem de dünyadaki diğer köylülerin hayatında hızla
birçok iyileşmeler sağlayabilir planlı bir geçiş döneminden sonra birkaç yüz
yıl içinde sınıfsız ve sosyalist bir topluma ulaşabilirdi.
Diyelim ki 100 yıl önce
yeryüzünde sosyalist bir devrim gerçekleşse ve dünya sosyalist cumhuriyeti
kurulmuş olsaydı, insanlık muhtemelen Marks’ın öngördüğü şekilde, önce siyasi
biçimi “Proletarya diktatörlüğü” olan
kısa bir “Geçiş Dönemi”nden sonra
sınıfsız topluma geçebilir. Bu arada bu demokratik olarak örgütlenmiş toplum,
neyi neden ve nasıl üreteceğini, bir süre sonra doğanın dengelerini gözeterek
de kararlar alması gerektiğini öğrenebilir ve yavaş yavaş planlı bir şekilde,
geçilmesi gereken bıçak sırtları ve köprüler dikkatle aşılarak, bir yeryüzü
cenneti diyebileceğimiz, “Komünist toplum” denen sınıfsız toplumun üst
aşamasına adım adım geçilebilirdi. Çünkü bu dönemde hala yeryüzünün kaynakları,
insanların tüketim alışkanlıkları ve toplumun yapılanışı böyle bir geçişe imkan
tanıyor olabilirdi.
Ancak, bugün bu olanak büyük
ölçüde yitirilmiş veya çok uzak bir geleceğe kaymış bulunuyor.
Bunu 1960’larda böyle bir
geçişin sorunlarını tartışan Mandel’in sorunu koyuşunu ele alarak ve bu günün
sorunları ile kıyaslayarak karşılaştıracağız.
Mandel, 1960’larda bile gelişmiş
ülkelerin işçi sınıfının hayat seviyesinde bir düşüş olmadan sınıfsız topluma
geçişin sorunlarını, yani insanlığın geri kalanının hayat seviyesinde nasıl bir
yükseliş sağlanabileceği sorununu tartışır.
Bunu tartışırken, 1960’ların
dünyasında henüz kimyasal tarımın; atom enerjisinin, diğer çevre
sınırlamalarının olmadığını var sayarak bir takım öngörülerde bulunur ve
hesaplar yapar. Ancak Mandel de, gelişmiş ülkeler işçisinin hayat seviyesinde
bir gerileme olmaması gerektiğinde nettir.
Klasik olarak sorun, egemen sınıfların
elinde birikmiş olan zenginliklerin onların ellerinden alınarak tüm insanlar
arasında eşit olarak dağıtılması, bu dağıtımın insanların büyük çoğunluğunu
oluşturan ezilen ve emekçi insanların hayat seviyelerinde ortaya çıkaracağı
yükseliş olarak da tanımlanabilirdi.
Ancak, bugün durum farklıdır.
İşçi sınıfının en kültive ve örgütlü kesimleri, yani gerçekte dünya çapında
eşitlikçi bir düzeni kurma ve örgütleme yeteneğinde olan kesimleri dünyanın
diğer kısmındaki insanlara göre oldukça yüksek bir yaşam seviyesine sahiptir.
Bunu her hangi bir süpermarkete
gidip görebilirsiniz. Batılı bir işçi, birkaç yüz çeşit peynir içinden birini
seçerken, yoksul ülkede hiç peynir yiyememektedir.
Öte yandan dünyanın yoksulları
öylesine büyük bir sayıya ulaşmışlardır; aradaki fark öylesine açılmıştır ve
nihayet üçüncü dünyadakiler artık kapalı köy ekonomilerinde yaşayan,
yaşamlarında kolaylıkla yükselmeler sağlanabilecek insanlar değil; modern
şehirlerde yığılmış işçiler ve işsizlerdir ki burada aşılmaz bir engel ortaya
çıkmaktadır.
Yeryüzündeki peynirleri insanlar
arasında eşit olarak dağıtalım dendiğinde, bu batılı işçinin hayat seviyesinde
çok ciddi bir düşüş anlamına gelir. Hayat seviyesinde bir düşme için hiç kimse
devrim yapmak veya var olan düzeni değiştirmek istemeyeceğinden sosyalizmi
gerçekleştirme yeteneğindeki toplumsal güç bunu istemeyecek demektir.
Bu durumda şöyle bir açmaz
ortaya çıkmaktadır: Sosyalizmi kurma yeteneğinde olan işçi sınıfı kesimleri onu
istemekten çıkarlı değildir; Sosyalizmden çıkarlı olan kesimler ise kurma
yeteneğinde değildir. Bu ciddi bir açmaz demektir.
O halde, bu kesimlerin direnci
en azından kırılmadan veya tarafsızlaştırılmadan bir sosyalist devrim olası
görülmemektedir.
Peki, bir an için, dünyanın
yoksul kesimlerindeki insanların, zengin ülkelerin işçilerinin en azından bu
günkü seviyesini garanti edip buna dokunmamayı taahhüt ettiklerini;
zenginliklerin dağılımını sadece egemen sınıflar ve onların devlet cihazlarına
harcanan zenginliklerin dağıtılması ile sınırlamayı taahhüt ettiklerini var
sayalım. Ve bu taahhüde bağlı olarak batılı işçi sınıfının yeryüzü ölçüsünde
planlı bir ekonomiye geçiş için tarafsız kaldığını veya onay verdiğini var
sayalım.
Bu durumda karşılaşılacak
sorunlar bu geçişin gerçekleştiği döneme göre farklılıklar sunsa da yine bir
temel engel, ama bu sefer bizzat doğanın sınırlarından gelen bir engel ortaya
çıkacaktır. Tüketim seviyesinin ve biçiminin her hangi bir şekilde düşürülmesi
gerekmektedir. Aksi takdirde doğanın tahribi devam eder.
Çünkü örneğin otomobil üretimini
durdurmadığınız takdirde zengin ülke işçilerinin bu tüketimi doğayı tahribe
devam edecek demektir; ama bunu durdurmayı istediğiniz takdirde bu batılı
işçilerin hayat seviyesinde bir düşüş anlamına gelecektir.
Öte yandan, uzun vadede bu
eşitsizlik nasıl bir yöntemle giderilebilecektir? Bizzat doğanın kendisi bir
takım sınırlar sunmaktadır. Yani bu günkü tüketim düzeyinde toplumsal yaşamın
sürdürülebilmesi olanağı pek görülmemektedir.
Bu durumda, geri ülkelerdeki
işçi sınıfının ister istemez, bugünkü tüketim düzeyleri ve alışkanlıklarında
bir değişim programıyla ortaya çıkması gerekir. Ama bu durumda da bu egemen ve
zengin ülkelerinin işçilerinin hayat seviyesinde düşme anlamına gelir ve bu
değişime karşı dururlar.
Ama bu sınır aynı zamanda
giderek aşılmaz bir engel haline dönüşmektedir. Şöyle ki, belki hala, batı işçi
sınıfının yaşam seviyesini düşürmeden bir yandan siyah işçilerin hayat
seviyesinde yükselişler sağlarken aynı zamanda beyaz işçilerin tüketim
biçimlerinde değişiklikler yapılabildiği bir dönem olabilir. Bunun ne zaman
biteceğini bilmiyoruz. Belki bu sınır aşıldı bile.
Ancak dönüşümün gecikmesi
halinde, doğanın tahribi ve sınırlar o noktaya kadar gerileyebilir ki, yeryüzü
ölçüsünde bir tür temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik ve doğadaki
sürdürülebilirliğini öne alan bir ekonomiden başka hiçbir şekilde yaşama şansı
olmayabilir. Bu ise tam anlamıyla bir çıkışsızlık demektir. Çünkü, burada
zengin ülkelerin, var olan refahını koruyabilmek için geri ülkeler nüfusunu yok
etmesi gereği ve tehlikesi bile ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle, şimdiden, işçi
sınıfı arasındaki bölünmeye ve bugünkü apartheit sistemine son vermek için
öncelikle ulusal sınırlara karşı savaşı öne almak gerekmektedir.
Ama bunun için de yeryüzü
çapında başka bir uygarlık tasavvuru oluşturmak şarttır. Aksi takdirde, her şey
geri dönüşsüz bir şekilde tüm insanlığın çöküşüne doğru gitmektedir.
*
Kapitalizm Öncesi Toplumlarda Ekolojik Sorunlar ve
Gelecek İçin Dersler
Bu bildiri Bilim Kongresi’nin
tanıtım metninde “Doğanın yeniden üretim(sizliği)”; “Tüketim ve Teknoloji”;
“Doğa-Tarımsal Üretim-Teknoloji”; “Doğa-Toplum-Teknoloji İlişkileri açısından
Reel sosyalizm Deneyimleri ve Sosyalist Alternatifler” başlıkları şeklinde
tanımlanmış konularda sayılabilir.
Ekolojik sorunların ve
gelecekteki muhtemel bir katastrofun kapitalizmle ilişkili ve onun sonucu
olacağı yönünde genel bir kabul bulunuyor. Bu elbette doğru ama büyük ölçüde
eksik ve dolayısıyla da yanlış bir kabuldür.
Kapitalizm bir geniş yeniden
üretim yordamı olduğundan, kapitalizmin ne kadar ekolojik olursa olsun, sınırlı
bir dünyada er veya geç belli sınırlara dayanacağı fiziksel bir yasadır. Bu
durum tıpkı bulunduğu ortamı değiştirerek bir süre sonra kendisinin var oluş
koşulunu ortadan kaldıran bakteriler örneğindeki gibidir.
Ancak kullanım değerlerinin,
doğanın dengeleri gözetilerek üretildiği, gereğinde durgunluk hatta küçülmeyi
göze alan bir üretim biçiminde böyle bir sondan kaçılabileceği de bir sır
değildir.
Ancak, sorun burada kapitalizmin
özünden doğmaz. Kapitalizm ortadan kaldırıldığında özgür üreticilerin alacağı
yanlış kararlarla da benzer sonuçlara ulaşılabilir. Demokrasi ve çoğunluk doğru
kararlar almayı garantilemez. Bunu bizzat tarihsel deney de doğrulamaktadır.
Pek ala sadece kullanım değerleri üreten toplumlarda da benzer sonuçlar
görülmüştür. Bunlar özellikle çok kırılgan ekolojik şartlarda yaşayan, daha
doğrusu yaşamış toplumlarda ve bölgelerde ve toprak parçalarında, özellikle de
adalarda görülmüştür. Yeryüzü de evrende pasifikteki küçük adalardan farksız
bir durumdadır.
Öncelikle kapitalist ve
kapitalist olmayan toplumlardaki ekonomik krizlerin farklı karakterleri ele
alınacak ve bu farkın doğa ile ilişkideki sorunlarına değinilecektir. Bilindiği
gibi, kapitalizm öncesinde de krizler olur. Ama bunlar doğal veya ekonomik
nedenlerle yeterince üretememekten dolayı olurlar. Örneğin uzun bir kuraklık,
savaş, salgın hastalık vs. gibi. Ya da ekonomik sebepli olabilir. Tefecilere
borçlanan çiftçilerin yeniden üretecek durumda olmamaları; devletin veya
işgalcilerin aldıkları haraçlar ve vergiler de benzer sonuçlara yol açabilir.,
Ama kapitalizmdeki krizlerin
temelinde aşırı üretim vardır. İnsanlar çok ayakkabı ürettikleri için
ayakkabısız kalırlar. Bunlar ekonomik krizlerdir. Elbette bu kriz fenomeni
kapitalizm oldukça vardır ve var olacaktır. Ancak, bugünün dünyasında doğanın
sınırlarından doğan kriz kapitalist ekonominin kendisinden doğmaz. Elbet
kapitalist ekonomiyle üretim yapıldığından onun sonucu gibi görülür ama değer
yasasının kendi özünden doğmaz. Kapitalizm dizginlenemez geniş yeniden üretim
olması nedeniyle ekolojik felaketlere yol açar. Ve ekolojik sınırlar aslında
aynı zamanda kapitalizmin de sınırlarını belirler ama bunlar yine de ekonomik
sınırlar değildir örneğin kar oranının düşmesi vs. gibi.
Kapitalizm nasıl ve ne biçimde
ortadan kalkarsa kalsın kapitalizm ortadan kalktığı an, ekolojik sorunlar son
bulmayacaktır; hatta insanlığın yok olması tehlikesi de ortadan kalkmayacaktır.
Bu yok oluşu engellemek için muhtemelen bir olanak elde edilmiş olacaktır.
Ancak bu insanlar yanlış ve kısa vadeli çıkarları gözeten kararlar alarak pek
ala yok olmaya yol açabilirler.
Bu kapitalizm öncesi tarihsel
tecrübeler incelenerek, bu incelemelerden çıkan sonuçların eleştirel bir
değerlendirmesiyle, gelecekteki muhtemel sorunlar ve bunlardan kaçış yolları ve
olanakları tartışılabilir.
Bu konuda Türkçe’de yayınlanmış
Jared Diamond’ın, “Çöküş – Medeniyetler
Nasıl Ayakta Kalır ya da Yıkılır” aslı eserinde ele aldığı örnekler,
buradaki süreçler, Diamond’ın açıklamaları, bu açıklamaların eleştirisi ve
gelecek için ne gibi sonuçlar çıkarılabileceği tartışılacaktır.
Bu kitapta özellikle şu örnekler
üzerinde durulmaktadır:
1)
Paskalya adalarındaki Çöküş
2)
Pitcairn ve Henderson Adaları
3)
Maya uygarlığı ve çöküşü
4)
Viking fetihleri, Grönland ve çöküşü, Eskimolar
5)
Yeni Gine’nin yüksek yaylalarında yaşamın sürdürülüşü
6)
Pasifikteki Tikopya’da yaşamın sürdürülüşü
Ayrıca Jared Diamond modern
kapitalist toplumları da ele almakta kitabının ikinci bölümünde. Doğu Afrika,
Dominik, Tahiti, Çin, Avustralya
Kitabının son bölümünde “Bazı
toplumlar niçin Yıkıcı Kararlar alır” diye bir bölüm bulunmaktadır.
Kendisi sol eğilimli bir insan
olmasına rağmen, Marksizm’i bilmemesinin ve onun kavramsal araçlarından habersizliğinin
kendisini nasıl açmazlara düşürdüğü, Marksist
açıdan hangi sonuçların çıkarılabileceği, eleştirel bir biçimde ele
alınacaktır.
*
“Reel sosyalizm” Kavramının Eleştirisi ve Gerçek Bir
Sosyalizmin Deneylerinin Neler Olabileceği Üzerine?
Bu bildiri, Bilim Kongresi’nin
tanınım metninde “Doğa – Toplum –
Teknoloji İlişkileri Açısından Reel Sosyalizm Deneyimleri ve Yeni Sosyalist
Alternatifler” şeklinde tanımlanmış konudadır.
Önce, bizzat sorunu böyle
tanımlamanın yanlışlığı ve buna bağlı olarak konunun ve sorunların yanlış
tanımlanması ve o deneyimlerin anlaşılamaması ele alınacaktır.
Sonra bir zihinsel deney
aracılığıyla “reel” olmayan bir gerçek bir sosyalizmde ne gibi
sorunlarla karşılaşılabileceği taslaklaştırılmaya çalışılacaktır.
“Reel
Sosyalizm” kavramı, Sovyet bürokrasisinin, egemen olduğu Sovyetlerdeki
gerçek ile, dayanıldığı ve savunulduğu iddia edilen Marksizm’in tanımladığı
kriter ve öngörüler arasındaki ilişkisizlik ve zıtlığı ötmek, gizlemek veya
rasyonalize etmek için uydurulmuş bir kavramdır.
Böyle bir kavramın konu
tanımlamasında kullanılması daha baştan ideolojik bir kısıtlama ve
anlaşılmazlığa mahkum etme anlamını taşır.
Bu kavramın yanlışlığı klasik Marksist
önermelerle gösterilebilir.
Sosyalizm sınıfsız toplumdur,
ama henüz zenginlikler gürül gürül akmadığından işbölümünün devam ettiği bir
sınıfsız toplumdur. Sosyalizmde bırakalım bütün sınıflı toplumlarda da görülen
ve bir azınlığın egemenliğine göre şekillenmiş bir bürokratik cihazı bir yana;
artık bir sınıf mücadelesinin aracı olan, “Paris Komünü tipi” çoğunluğun
egemenliğinin aracı olmak üzere şekillenmiş bir işçi devleti bile olmaz. Çünkü
sınıfsız bir toplumda işçi sınıfı da olmaz. Artık bir mum gibi sönen ve yok
olan devletin tek işlevi: “burjuva hak eşitliğini”,
yani “çalışmayana ekmek yok” veya Marks’ın
deyişiyle “herkese emeği kadar”
ilkesini uygulamaktır.
Ayrıca sosyalizm için şu
koşullar da bir varsayım olarak şarttır:
Sosyalizm kapitalizmden yüksek
bir emek üretkenliğini varsayar.
Sosyalizmde insanların
yaptıkları iş ne olursa olsun aldıkları ücret aynı olur.
Sadece bu temel kriterler
açısından bile baktığımızda “reel
sosyalizm”de bunların hiç birinin bulunmadığı görülür.
“Reel sosyalist” ülkelerde, bırakalım demokratik bir devlet cihazını
bir yana, bürokratik muazzam bir baskıcı aygıt vardır. Bırakalım sınıfsız
topluma doğru gidip eriyen devleti bir yana, bu devlet bizzat bir tür egemen
sınıfı oluşturur, dolayısıyla sınıfları koruma ve hatta sonraki gelişmelerin
gösterdiği gibi, yaratmanın aracıdır.
“Reel sosyalist” ülkelerde kapitalizmden daha yüksek bir emek
üretkenliği yoktur.
“Reel sosyalist” ülkelerde, herkesin eşit çalışma zamanı karşılığı
eşit ücret alması yoktur. Mühendisler ya da bürokratlar hem daha yüksekler
alırlar hem de birçok ayrıcalıktan faydalanırlar.
Metodolojik olarak “Reel sosyalizm” kavramıyla yapılan
yanlış, bir analoji ile açıklamak gerekirse, insanın hiçbir özelliğini
taşımayan maymunlara örneğin, “reel insan”
demek gibi bir saçmalıktır. “Reel
sosyalizm” kavramını yaratan mantıkla, her şey, her şey olarak
tanımlanabilir. Petrol lambalarına ya da mumlara, “reel elektrik ampulü”
denebilir örneğin.
Bu nedenle tırnak içine bile
alınmadan yazılan “reel sosyalizm
deneyleri”, dünyada bir ülkede sosyalist devrim olması ve bürokratik bir
yozlaşma veya çarpılmaya uğramadan, bir karşı devrim yaşamadan var olabilmesi
durumunda, doğa ve teknoloji konusunda karşılaşılacak sorunlar hakkında hiçbir
deney sunmaz. Çünkü baskıcı olmayan bir cihaz, üreticilerin kendini yönetmesi,
kendilerinin tam bir özgürlük ortamında kararlar alması gibi koşullardan hiç
biri yoktur.
Bu bakımdan, “reel sosyalist” ülkeler, meta üretiminin
sınırlılığına rağmen, doğa ve teknoloji konusunda kapitalist ülkelerin en
azından gelişmiş ve az çok demokratik olanları karşısında bile çok daha kötü
bir örnek sunarlar.
Ama yine de, eğer Sovyetler’de
20’li yıllarda bir karşı devrim olmasaydı, (ki bu da köylük bir ülkede, savaş
ve iç savaş sırasında bütün üretici güçlerin neredeyse tahrip olması; İşçilerin
nüfus içindeki oranlarının küçüklüğü, bu küçük öncünün de savaşlarda ve iç
savaşta büyük ölçüde imha olması. Kalanların da ele geçirilen ve “birazcık
Sovyet boyasıyla” cilalanan devletin bürokratlarına dönüşmesine ve nihayet daha
gelişmiş bir ülkedeki bir devrimin gerçekleşmemesine bağlıdır.) ne gibi
sorunlarla karşılaşılabileceği konusunda bazı ön görülerde ve çıkarsamalarda
bulunulabilir.
Bu bağlamda, Lenin ve Troçki’nin
bu konudaki kimi değinmeleri bir hareket noktası olabilir.
Bilindiği gibi Lenin’in son
yıllarda doğa ve teknoloji sorunları bağlamında çok sözü edilen ve eleştirilen
Elektirifikasyon+Sovyetler=Sosyalizm diye bir formülasyonu vardır.
Benzer şekilde Troçki’nin de,
nehirlerin yataklarını değiştirmekten, dünyanın coğrafyasını ve iklimini
yeniden düzenlemekten söz ettiği pasajlar vardır.
Bunlar da Lenin’inkiler gibi çok
bilinir ve eleştirilirler.
Önce bu görüşlerin gerçekte ne
anlama geldiğini analiz edeceğiz.
Sonra bunların egemen bir
politika olarak özgürce seçilmiş Sovyetlerde, yani bürokratikleşmemiş ve bir
karşı devrime uğramamış bir ülkede nasıl uygulanabileceği ve
değiştirilebileceğini ele alacağız.
Böylece teknik ve doğa hakkında
bugün kapitalist dünyada olduğundan çok daha erken ve doğru olarak yanlış
hayallerden kurtulunabileceğini ve malların değil ürünlerin; değer yasasına
değil ihtiyaçlara göre yapılan üretim yapılan bir düzende bugünkü sorunların
hiç birinin olmayacağını göstereceğiz.
Ama bu doğa ve teknoloji ile
ilgili sorunsuz bir durum anlamına gelmez. Doğanın kullanımı ile teknoloji ile
ilgili olarak gerçek sorunların ortaya çıkmasının ve tartışılmasının ve bunlara
uygun kararlar alınmasının koşullarını oluşturur. Özgür üreticilerin
demokratikçe tartışıp karlar aldıkları, bürokratik devlet cihazının
bulunmadığı; sınıf farklarının olmadığı ve en azından hızla azaldığı bir dünya
var sayılabilir. Böyle Sosyalist bir dünyada, sınırlı bir dünyada yaşamaktan
doğan; ürünlerin fiziksel, kimyasal vs. kullanımlarından doğan sorunlar da var
olacaktır elbette.
Peki bunların çözüm yöntemi ne
olabilir?
O zaman toplum deneme ve
yanılmalarla optimum çözümleri bulabilecektir. Bir bakıma, sosyalizm böyle
optimum çözümleri arayabilmenin koşullarını sağlayabilmek olarak ortaya çıkar.
Deneme yanılma yöntemi hiç de
hor görülmemelidir. Doğa şu her biri birbirinden harika milyonlarca canlıyı,
onlardaki o bıçak sırtı dengeleri tam da bu deneme yanılma yöntemleriyle,
yanlış kopyalamalar, mutasyonlarla yaratmıştır.
Tezler özetle bunlardır.
*
Geri Dönüşsüzlük (Tersinmezlik) Sorunu - Çin Uygarlığı
Örneği - Bugüne ve Geleceğe İlişkin Öngörü ve Çıkarsamalar
Bu bildiri Bilim Kongresi’nin
tanıtım metninde “Doğanın yeniden
üretim(sizliğ)i” ve “Doğa - Tarımsal
Üretim - Teknoloji” şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir. Aslında
daha doğru bir tanımla, tanıtım metninde sayılan konular arası (disiplinler
arası) denilebilir.
Önce genel olarak “tersinmezlik” kavramı ele alınacaktır.
Bu bağlamda bu kavramın kaynaklandığı fizikteki esas ve bilenen kullanımı ve
anlamı hakkında kısa bir giriş olacaktır.
Özetle termodinamiğin ikinci
yasası zaman okunun yönünü belirler. Yani doğada düzensizliğe doğru bir eğilim
vardır. Kırılan tabağın parçaları geriye doğru toplanıp tekrar birleşmez. Tam
olmasa bile bir birleşmenin olabilmesi için dışarıdan bir enerji gerekir. Ama
evrenin “dışı” olmadığından, tüm süreçler geri dönüşsüzdür. Yani zamanda geri
gidilemez. Burada bu anlamda bir tersinmezliği konu etmediğimiz not
edilecektir.
Özellikle “doğaya dönüş” ve
“doğal yiyecekler” üzerine çok söz edilmesi ve artık bunun mümkün olmaması
bağlamında tersinmezliğin konu edildiği, kavramın bu anlamda kullanıldığı
açıklanacaktır.
Daha sonra artık “doğal
yiyecekler” veya tüketim nesneleriyle yaşamanın imkânsızlığının fiziksel
sınırları ve giderek daha fazla insanların şekillendirdiği bir “doğa”da
yaşamaya mahkum olunduğu konusu ele alınacaktır.
Bu bağlamda analoji için
tarihsel bir fenomen olarak Çin’in yoğun nüfusu ve bunun pirinç’in çok yoğun
ekimi ile ilgisi; bu nüfus ve coğrafi koşullar veri olduğundan bundan geri
dönüşün mümkün olamayacağı veya ancak nüfusun çok büyük bir bölümünün yok
olmasıyla mümkün olabileceği ele alınacaktır.
Yani Pirince dayalı üretim terk
edilip tekrar geniş alanlar otlak ve meralara çevrilerek pirincin yanı sıra
diğer tahıllar da ekilerek eski “doğal” biçimlere geri dönülemez. Böyle bir
girişimin, nüfusun büyük bir bölümünün yok edilmesi ile mümkün olabilirliği
konu edilecektir.
Daha sonra bu günkü dünyada da
benzer bir durumun çok daha büyük ölçülerde geçerli olduğu, ekolojik veya doğal
ürünlere geçişin bugünkü insan nüfusunun büyük bölümünün yok olmasına yol
açacağı, insanlığın artık bu noktadan sonra bir bakıma tüm dünyayı yeniden
dizayn etmeye; doğanın dengesini sürekli bozup o bozduğunu yeni dizaynlarla
düzeltmeye yazgılı olduğu ele alınacaktır.
Kapitalizmin bunu bile
olanaksızlaştırdığı; sosyalizmin ya da kullanım değerleri ve ihtiyaçlara dayalı
bir üretimin artık doğanın dengesini de gözeten bir optimum kavramına göre
şekillenmek zorunda olduğu ele alınacaktır.
Buna bağlı olarak, doğanın
sınırlarının gözetilmesinin; optimum çözümler aramanın, yeryüzünün kaynakları,
insanların sayısı gibi veriler göz önüne ele alındığında, tüketim
alışkanlıkları, nesneler ve niceliklerde ciddi kısıtlamalar gerektireceği ele
alınacaktır.
Ama bunun gerçekleşebilmesinin önünde
de ciddi bir engel vardır. İnsanlığın önemlice bir bölümü çok yüksek bir
tüketim düzeyindedir. Bu tüketimin kısıtlanması gerekir. Ama hiçbir toplumsal
grup bu kısıtlama için bir toplumsal değişim yapma yoluna gitmez. (Bu konuyu
diğer bir bildiride ayrıca ele alıyoruz)
Ama bir an için bunun
aşıldığını, bir şekilde kapitalizmin tasfiye edilip bir sosyalist dünya
cumhuriyeti kurulduğunu var saysak bile, daha önce hiç hesaplanmamış yeni
sorunlar ortaya çıkabilir.
Böyle bir devrim muhtemelen
insanlığın yok oluşun sınırına geldiği bir durumda olabilir. Böyle bir durumda
dünya yurttaşları gönüllü olarak tüketimlerini temel ihtiyaçlarla sınırlamak
zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaklardır. Yani bir bakıma “savaş komünizmi” gibi bir durum biricik
yaşama yolu olarak ortaya çıkabilir.
Bu durumda şöyle bir açmaz
ortaya çıkar: “kıtlık temelinde sınıfsız toplum olamaz, yoksa bütün pislikler
yine ortaya çıkar” der Marks. Keza Troçki de Sovyetler’deki bürokratik kastın
egemenliğini bu kavramlara dayandırır.
Marks’ın ve Troçki’nin
önermelerinden çıkarılması gereken sonuç, adeta bir yönetici kastın veya
ekolojik bir diktatörlüğün ortaya çıkmasının zorunlu olduğu noktasına gelir.
Ama tarih bize, kıtlık ve son
derece sınırlı bir tüketim düzeyinde de insanların pek ala kardeşçe
yaşayabileceklerini de göstermiştir. Binlerce yıl boyunca, küçük kabileler, köy
komünleri pek ala, kıtlıkla ancak dayanışma yoluyla baş edebileceklerini
görmüşler ve bunu başarabilmişlerdir.
Benzer şekilde insanların,
kıtlığı daha fazlasını üretme yeteneksizliği nedeniyle değil, doğanın sınırları
nedeniyle biricik seçim olarak benimsemeleri ve buna uygun bir kıtlığa dayanan
bir sınıfsız toplum kurabilmelerinin mümkün olabilirliği yönünde Marks’ın ve
Troçki’nin teoremini gözden geçirmek gerekebilir..
Yani bir bakıma, kapitalizm
yıkıldıktan sonra Marks’ın anladığı anlamda bir Sosyalist ve Komünist toplum
yitirilmiş bir tarihsel olanak olarak görülmelidir. Bunun yerine temel
ihtiyaçların karşılanmasına yönelik; kıtlık temelinde bir eşitliği sağlayan; bir
tür “askeri komünizm” gibi bir toplumsal biçim, çok uzun vadede aşılabilmek
üzere insanlığın yaşaması için biricik yol olarak ortaya çıkabilir.
Eğer Kapitalizmin varlığı daha
uzun sürerse, işler giderek bu noktaya doğru kaymaktadır.
Bildiri özellikle Marksist Teorinin ön görülerini bu veriler
ışığında yeniden gözden geçirecektir.
*
Marks’ın Teknolojiyi Tarafsız Gördüğü ve Aydınlanmacı,
Pozitivist ve İlerlemeci Olduğu Şeklindeki Eleştiriler ve Eleştirilerin
Eleştirisi
Bu bildiri Bilim Kongresi’nin
tanıtım metninde “Teknoloji-İlerleme-İdeoloji”,
“Teknoloji karşısında işçi sınıfının
konumu”, “Doğa-Toplum-Teknoloji
ilişkileri açısından Reel Sosyalizm deneyimleri ve Yeni Sosyalist Alernatifler”
şeklinde tanımlanmış konularda sayılabilir.
Marks’ın Teknolojiyi tarafsız
olarak ele aldığı; teknoloji hayranı olduğu; dolayısıyla teknolojik ilerlemenin
bir taraftarı olduğu; dolayısıyla aydınlanmacı pozitivist ilerlemeci bir
yaklaşımı olduğu çok sık rastlanan eleştirilerdir.
Bu eleştiri ve önermelerin hepsi
bu bildiride tek tek örnekleriyle ele alınıp eleştirilecek ve yaptıkları
metodolojik hatalar; olgulara ve Marks’ın görüşlerine ilişkin gücü
yaygınlığından gelen yalan yanlış bilgiler gösterilecektir.
Birinci konu teknolojinin
tarafsızlığı konusudur.
Bu konuda yapılan belli
eleştirilerden en tipik olanları ele alınıp gösterilecektir. Sonra bunların ne
gibi kavramları karıştırdıkları ele alınacaktır.
Bunun için önce tabii ki,
ilerleme kavramı ile Marksizm ilişkisi ele alınacaktır.
Ama bunun anlaşılması için de
öncelikle Marksizm’in organik bileşeni olan özellikler ile onda geçmişin
kalıntısı olarak var olan özellikler arasında bir ayrım yapılması gerektiği
üzerinde durulacak ve öncelikle bu açıklanacaktır.
Daha sonra İlerleme kavramının
ideolojik karakteri ve Marks’ın evrim kavrayışının hiç de ilerlemeci olarak
nitelenemeyeceği; aksine açık uçlu bir tarih gibi hiç de ilerlemeci olmayan bir
tarih anlayışını ifade edip savunduğu gösterilecektir. Bu bağlamda özellikle
Komün’ün değerini görmesi ve yüceltmesi vs. ele alınacaktır.
Bu bağlamda tam da bayağı Marksizm’in
özelliğinin bu ilerlemecilik olduğu, yaratıcı ve otantik Marksizm’in her zaman
bu bayağı Marksizm’e mücadele içinde geliştiği kısaca gösterilecektir.
Bundan sonra Marks’ın
kafasındaki kategorilerin Teknolojinin tarafsızlığı gibi bir görüşe neden yer
bırakmadığı da Yapı ve İşlev Kategorilerinin ilişkisi ve bunlara ilişkin Marks’ın
kavrayışı örnekleriyle gösterilecektir.
Bu bağlamda, Marks’ın Paris
Komünü ve proletarya diktatörlüğü hakkında söyledikleri, yapı ve işlev
kategorilerine ilişkin kavrayışının örnekleri olarak ele alınacaktır.
Buradan da Marks’ta tıpkı devlet
gibi, maddi araçlar için de bir tarafsızlık kavramı olamayacağı açıklanacaktır.
Daha sonra Marks’ın emek
üretkenliğinin artışı olarak teknik gelişmeyi ele alması. Bu kategori ve
kavramın, yani emek üretkenliği artışının iki farklı anlamı, ekonomi politik
anlamı ve sosyolojik anlamı ele alınacaktır.
Marks’ın esas eseri olan
Kapital’de emek üretkenliğini sağlayan teknik gelişmelerin ekonomi politik
bakımdan bir anlamı olduğu; Ekonomi politik bakımdan emek üretkenliği artışının
bu artışın hangi araçlarla olduğu veya nelerin üretildiği konusuyla ilgili
olmadığı; bunun ekonomi politiğin kendisinden çıktığı görülecektir. Tekniğin tarafsızlığı
gibi bir yargıya bu ayrımı anlayamamanın yol açtığı gösterilecektir.
Bundan sonra, üretim araç ve
nesnelerinin tarafsızlığının söz konusu olamayacağından hareketle, Marks’ın
önermeleri bir adım daha ileri götürülmeye çalışılacaktır.
Marks’ın Paris komünü
vesilesiyle söylediği, işçilerin eski devlet cihazını alıp kendi amaçları için
kullanamayacağı önermesi iki yönde geliştirilebilirliği gösterilecektir.
Biri, bu devlet cihazının en
önemli özelliğinin, yani ulusal karakterinin Marks’ta söz konusu edilmemesi ama
bunun içkin olarak varlığı ve bunun çelişkisidir. Yani ulusal devletlerin de
işçiler tarafından sınıfsız topluma gidişte kullanılamayacağı; uluslara karşı
bir mücadele vermek gerektiği.
Diğeri, bu uygarlığın maddi
araçlarının da sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamayacağı, dolayısıyla bir
tür geçiş sadece siyasi değil; maddi araçların dönüşümünü de içeren bir geçiş
dönemi gerektirdiği.
Bunların programatik
sonuçlarının ayrı bir uygarlığı taslaklaştırmak anlamına geldiği; dolayısıyla program
ve stratejide köklü bir değişim gerektiği. Artık sadece ekonomik ve politik
değişiklikleri içeren bir programla yetinilemeyeceği; başka bir uygarlığı
taslaklaştırmak gerektiği.
Tabii buna bağlı olarak, da
uluslara karşı mücadelenin en başa alınması gerektiği. Ve bunun köklü bir
stratejik değişiklik anlamına gediği açıklanacaktır.
Doğayı optimum kullanmanın ön
şartının dünya ölçüsünde bir tek cumhuriyet olmadan mümkün olamayacağı; bu
nedenle bu program ve strateji değişmelerinin aynı zamanda doğa ve tekniğin
yarattığı sorunlara bir cevap olduğu gösterilecektir.
Yine bu bildiri bağlamında Marks’ı aydınlanmacı ve
Pozitivist olarak niteleyenlerin aydınlanma ile pozitivizmi birmiş gibi
göstererek yarattıkları kafa karışıklığı; pozitivizmin Aydınlanmanın inkarı;
aydınlanmaya karşı bir karşı devrim olduğu da kısaca ele alınacaktır.
*
Kabul Edilen Tek Konuda Kongreye Yazılı Olarak Önceden Sunduğumuz Bildiri
Marksizm’e Eleştirilerin Eleştirisi
Giriş
İki temel önermeden yola çıkacağız.
Birinci önerme: Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
İkinci önerme: Genel ve temel sorunlardan kaçılamaz. Onlar
her tikel durumda tekrar ortaya çıkarlar.
Dolayısıyla konumuz son derece temel ve metodolojik
sorunlardır.
İlerleme ve Teknoloji kavramları üzerinden Marksizm’e
yapılan eleştiriler, bu eleştirilerde bol bol görülen çok temel metodolojik
yanlışları göstermek için birer örnek işlevi göreceklerdir. Diğer bir ifadeyle
bizim konumuz, Marksizm’e yönelik eleştirilerin temel metodolojik
yanlışlarıdır. İlerlemecilik veya teknoloji üzerinden Marksizm’e yapılan
eleştiriler burada birer örnek işlevi göreceklerdir.
Marksizm’in ilerlemeci bir tarih görüşüne dayandığı veya
teknolojiyi tarafsız kabul ettiği ve teknoloji hayranı olduğu yönündeki
eleştiriler çok yaygındır ve bu yönde çok geniş bir literatür bulunmaktadır.
Aynı şekilde bu türden eleştirilere yönelik cevaplar ve bu
eleştirilerin eleştirileri de çok geniş ve zengin bir literatür
oluşturmaktadır.
Biz bu Marksizm’i eleştiren ve savunan literatürün neredeyse
tamamının aslında aynı ortak yanlış varsayımları paylaştığını; dolayısıyla
sorunun doğru koyuluşunun bu tartışmaların paylaştığı ortak varsayımların
eleştirisinde olduğunu savunacağız ve bunu açıklamayı deneyeceğiz. Diğer birz
ifadeyle, bu konularda Marksizm’i eleştiren ve savunanların ortak yanlışlarını
söz konusu etmeye çalışacağız.
Bu yanlışlar son derece yaygındır ve neredeyse tüm akademik
veya akademi dışı, teorik veya popüler
yazın bunlardan oluşmaktadır.
Marksizm’e yönelik daha modern veya post modern, “radikal” ve “soldan” görülen eleştiriler
özellikle onun teknik hayranı olduğu; tekniği tarafsız gördüğü veya İlerlemeci
bir tarih kavrayışına dayandığı, yine bunlarla bağlı olarak Avrupa Merkezli,
Erkek, Beyaz vs. olduğu, tekçi olduğu gibi noktalarda yoğunlaşmaktadır.
Bu eleştirilere baktığımızda onların çok temel, çok basit
bir yığın yanlışa dayandığı; bazı çok temel metodolojik yanlışlar içinde
bulunduğu görülür.
Nedir bu son derece basit, temel ve gücü yaygınlığından
gelen yanlışlar?
Fikirler ve Ordular
Savaşının Temel Farkı
Marksizm’e yönelik eleştirilerin en temel yanlışı,
fikirlerin savaşı ile fiziki güçlerin, örneğin orduların savaşı arasında olması
gereken temel farkı görmezden gelmeleridir.
Nedir bu temel fark?
Bunu Gramsci’den bir alıntıyla göstermeyi deneyelim. Gramsci
bunu şöyle ifade ediyor:
"Bir tartışmada hasımlar arasından en zayıfların ya
da en 'budalaların seçilmesi; yahut hasımlarının düşünceleri arasında pek de
esaslı olmayanların, biraz gelişigüzel söylenilmiş olanların seçilmesi ve de
böylece karşısındakinin 'yere serildiği'nin su götürmez bir olay olduğunun
kabul ettirilmeye çalışılması pek de 'bilimsel' ya da 'ciddi' bir davranış
olmasa gerek. Aslında, ikinci derecede ya da rast gele ileri sürülmüş bir görüş
ya da ideolojiyi ya da öğretiyi savunan dördüncü dereceden şampiyonların
sırtını yere getirdim diye övünüp bu öğretileri çürüttüğünü sanmaktan başka bir
şey değildir bu. Öte yandan, insanın 'hasımlarına karşı' insaflıca davranması
gerekir; yani bunların gerçekten ne söylemek istediklerini anlamaya çalışmak ve
az çok kötü niyetle, söyleyişlerindeki bazı yüzeyde kalan anlamsızlıklar
üzerinde durmamak gerekir: Şüphesiz ki, böyle bir davranışı ancak tartışmayı ve
okurlarının fikir seviyesini yükseltmeyi amaç edinen bir yazar benimser, yoksa
çevresinde her yola baş vurarak ve her şekilde boşluk yaratmak isteyen biri
değil."
Burada bu farkı daha net gösterebilmek için, ordular savaşı
ile fikirler savaşını kıyaslayalım
Ordular savaşında ya da fiziksel acı güce dayanan savaşta,
güçlerin en irisini karşı tarafın en yaralanabilir, en zayıf yerine yığmak
savaş sanatının en temel kurallarından ve zaferin en temel şartlarından
biridir.
Ama yeryüzünden baskı ve sömürüyü kaldırmak isteyenlerin;
özellikle de Marksistlerin fikirlere karşı savaşta tam tersi bir ilkeyle
savaşmaları gerekir. Onlar, tabiri caiz ise, karşı tarafın en güçlü, en
yenilmez temsilcilerini ve yanlarını hedef alınmalıdır. Tabii burada, ezilen
sınıfları siyasi ve teorik bakımdan eğitmek; onların geri yanlarına hitap
etmekten kaçınmak aksine bu geri yanlarıyla mücadele etmek isteyenler için diye
de eklemek gerekiyor.
Tabii ancak böylesine Sosyalistlerin, Marksistlerin, alt
sınıflardan yana olanların, yeryüzünden sömürü ve baskıyı yok etmek
isteyenlerin ihtiyacı olduğu veya olması gerektiği varsayımından yola
çıkıyoruz.
Gramsci’nin dediği gibi, sadece karşı tarafın en mükemmel ve
gelişmiş temsilcilerini seçmek de yetmez; onların fikirlerini, onların bizzat
kendi özensizliklerinden ve tutarsızlıklarından da arındırıp öyle eleştirmek
gerekmektedir. Eğer böylesi yoksa bile, o gerçekte olmayan ve mümkün olan
yaratılıp, gerçek kılınıp öyle eleştirilmelidir. Eleştirilecek görüşün
eleştirilmeden önce, geçmişin kalıntısı olan, ona ait olmayan görüşlerden; yine
onu yaralayan kültürel etkilerden ve bunların yansımalarından; mantık hatalarından;
mantık sonuçlarına götürülmemiş çıkarsamalardan vs. arındırılması, yani
özensizliklerden temizlenmesi; bir tüvenan gibi önceden bir arıtma işleminden
geçirilmesi, yabancı maddelerden temizlenmesi gerekmektedir. Marksistler gerici
fikirleri ve görüşleri en güçlü oldukları yerlerde, en güçlü oldukları
noktalarda yenmek isterler veya istemelidirler. Ancak böyle gerçekten
ezilenlerin geri yanlarını okşamayan, aksine bu geri yanlarla mücadele eden bir
çizgi savunulmuş olur.
Marksistler böyle davranmalıdır ve Marksizm’in eleştirisi de
eğer yapılacaksa böyle yapılmalıdır. Zaten böyle yapılmamış bir eleştiri Marksist
olamaz. Ve ancak böyle bir eleştiri Marksist olabilir. Dolayısıyla Marksizm’in Marksist bir
eleştirisinin temel koşulu, Marksizm’in bayağılaştırılmalarıyla mücadele olmak
zorundadır. Marksizm’in, Marksizm’e ait olmayan, geçmişin kalıntılarından,
özensizliklerden arındırılma olmalıdır. Ancak bundan sonra Marksizm’in bir
eleştirisi olabilir. Buradan kolayca şu sonuca çıkılabilir. Marksizm’in ancak Marksist
bir eleştirisi yapılabilir.
Tersinden, Marksizm’e yönelik bir eleştiri, eleştiri nesnesi
olan Marksizm’i eleştirebilmek için, eleştiri nesnesi olan Marksizm’i, en
gelişmiş, en yanlış ifade ve anlamalardan arındırılmış biçimiyle ele almalı; yani
önce Marksizm’i önce onun bayağı savunucularına karşı savunmalı sonra onu
eleştirmelidir. Ama bunu yaptığında zaten bir Marksist olacaktır.
Marksizm’e yönelik eleştirilere veya Marksizm adına yapılan
savunmalara baktığımızda, tam tersi bir durum görülmektedir. Marksizm diye
eleştirilenler, onun toy ve bayağı savunuları; ifade bozuklukları, ona, onun
özüne ait olmayan önermelerdir genellikle.
Ama savunmalar da daha temiz ve günahsız değildir. Onlar da
eleştirenlerin Marksizm’in özü olarak eleştirdiklerini Marksizm’in özü
eleştirilen noktalarmış gibi savunmaktadırlar.
Bunu bir örnekle açıklamayı deneyelim.
Geçmişin Kalıntılarını Öz
Gibi Alma
Bunun için biyolojiden bir örnek verelim. Örneğin kör
bağırsak, muhtemelen son birkaç milyon yılda insanın ateşi kullanmasıyla ve
böylece bitkisel hücrelerin çeperindeki selülozu vücuda girmeden önce
parçalayabilmesi ile birlikte, giderek işlevsizleşmiş geçmişin kalıntısı olarak
var olmaya devam eden bir organdır. Yiyeceklerinin çoğunu pişirerek yiyen bir
canlı olarak insanın kör bağırsağa ihtiyacı yoktur. Kör bağırsak, insanın onu
diğer canlılardan ayıran bir özelliği değildir. Kör bağırsaksız bir insan,
biyolojik olarak insanlığından bir şey kaybetmeyeceği gibi daha insan olur.
Ameliyatla apandisiti alınanlar ölmez, veya bir mutasyon sonucu kör bağırsıksız
olarak doğanlar, belki apandisit olma tehlikeleri yok olduğundan yaşam şansları
artar bile.
Hiçbir bilim ya da düşünce gökten zembille mükemmel bir
şekilde inmez. O her zaman geçmişin kalıntılarını, içinden doğup geldiği rahmin
göbek bağlarını taşır. Bu Marksizm için de böyledir Marksizm’de de özünde Marksizm’e
yabancı, onun özüyle çelişen, geçmişin kalıntısı bir çok fikir, kabil, yargı
bulunmaktadır[1].
Bir biyolojik tür olarak İnsanda kuyruk sokumu gibi, kör
bağırsık gibi, geçmişin kalıntısı olan, henüz ağaçlarda yaşadığı zamanların izi
olan; henüz ateşi bulmadan önce, yiyeceklerini çiğ yediği zamanların izi olan
organların varlığından dolayı, insanda örneğin kör bağırsak olduğu için insanı
maymunlar sınıfına dahil etmez.
Ancak söz konusu olan Marksizm olduğunda, nedense bu
kalıntılar onun asli bir öğesiymiş, onu o yapan özelliklermiş gibi ele
alınmaktadır.
Örneğin Engels’in “tarihsiz halklar”dan söz ettiği satırlar
veya kimi pasajlarında ırk kelimesini kullanmaları, hatta yaşadıkları tarihsel
iklimin kimi yansımaları (örneğin tarihsel iyimserlik) gibi birçok özellik Marksizm
eleştirmenlerinin tepe tepe kullandıkları eleştiri konularını oluştururlar.
Ama bütün bunlar Marksizm’in asli, onu o yapan özellikleri
değildir. Bunlar onda bir geçmişin kalıntısı olarak, bir kör bağırsak veya bir
ur gibi vardırlar. Marksizm bunlardan arındığında temel özelliklerini yitirmez,
aksine, bu arınma ölçüsünde daha çok Marksizm olur.
Özetle, Marksizm eleştirmenlerinin, Marksizm’i öncelikle bu
gibi geçmişin kalıntılarından, toyca savunanların yanlış ifade ve
anlatımlarından arındırarak; yani tabiri caiz ise, Marksizm’i, bayağı Marksistlere
karşı savunarak; Marksizm’i Marksizm yapan özü açığa çıkararak onu
eleştirmeleri gerekir.
Bu temel yanlışı aşmış Marksizm eleştirisi neredeyse yok
denecek kadar azdır ve Marksizm’i bu yönde eleştirenler aslında onu bu
kalıntılardan arındıran ve böylece onu aynı zamanda geliştiren Marksistlerdir.
Marksizm’in gelişmesini
dikkate Almama
Bir diğer nokta, bir bilimin kendisinin gelişimini
hesaplamamadır. Her bilim sürekli gelişir. Bilimin farklı alanlarında aynı
hızla gelişmesi de söz konusu değildir. Bu ilerlemelerin bütün alanlara
yayılması bir anda veya senkronize olarak gerçekleşmez. Bir zaman alır. Eşitsiz
biçimde gerçekleşir. Farklı alanlar birbirlerinin gelişimini etkilerler. Keza
yeni bir buluşun sonuçlarının tam anlaşılması da zaman alır.
Bu Marksizm için de geçerlidir. Marksizm doğduğu anda kalmış
değildir. Bizzat Marks ve Engels’in eserlerinde teorinin ciddi değişimler
geçirdiği görülebilir. Bir örnek olarak, evrimin ortaya çıkardığı yeni üretim
biçimlerinin eski biçimleri tasfiye ettiği gibi bir anlayıştan, eski üretim
biçimleriyle bir simbiyoza girme, böylece onun çok daha karmaşık niteliklerini
kavramaya doğru bir evrim zikredilebilir. Metodolojik olarak, hem de sonuçları
itibariyle kurucular kavrayışlarını sürekli geliştirmişlerdir.
Örneğin bir Hindistan’da İngiliz Egemenliği’nin Marks’ı ile
İrlanda sorununda sonra ulaştığı yer bakımından fark böyledir. Birincisinde
Kapitalizmin kapitalizm öncesi ilişkileri tasfiye edeceği ön görülürken,
ikincisinde, aksine onları güçlendirebileceği anlaşılmış ve buna uygun bir
kavramsal çerçeve geliştirilmiştir. Bunun stratejik ve politik sonuçları da
farklı olmaktadır. Birinci anlayışa göre örneğin, İrlanda’nın kurtuluşu İngiliz
İşçilerinin eyleminden geçerken, ikinci anlayışa göre İrlanda’nın Kurtuluşu,
İngiltere’deki işçilerin kurtuluşunun ön koşulu olarak görülür.
Marksizm’in eleştirmenleri, Marks-Engels’in bizzat kendi
hayatlarındaki bu özeleştiri ve geliştirmeyi görmezden gelerek, sanki hiç böyle
bir şey yokmuş gibi, Marks’ın
Hindistan’a ilişkin erken bir tarihte söylediklerini pişirip pişirip sunarlar ve buradan Marksizm’in
ilerlemeci olduğu veya Eurosentrik olduğu yolunda hükümlere varırlar.
Kaldı ki Marksizm’deki bu gelişme sadece Marks ve Engels ile
de sınırlı değildir. Marks’tan sonraki Marksistler de bu geliştirme işlemine
devam etmişlerdir. Örneğin Troçki, Marks’ın çıkarsamasını bir adım daha ileri
götürmüştür denebilir. Kıvılcımlı daha daha ileri götürmüştür. Biz özellikle
yeni sosyal hareketleri açıklarken bu yaklaşımı kullanmış ve geliştirmişizdir.
Özetle, Marksizm, Frankfurt Okulu (Felsefe, sanat), Troçki,
Mandel (Ekonomi, Politika), Kıvılcımlı (Tarih) gibileri tarafından, parantez
içinde zikredilen alanlarda, üç farklı kanaldan çok ciddi ve alt üst edici
şekilde geliştirilmiştir. Keza bu satırların yazarı da özellikle Din, Ulus ve
üstyapılar teorileri alanında Marksizm’e katkılarda bulunmuştur.
Marksizm’e yönelik eleştiriler bütün bunları yok
saymaktadırlar. Onu ölmüş bitmiş bir doktrin, bir dogma olarak
kavramaktadırlar.
Marksizm’i Eleştiren ve
Savunanların Özdeşliği
İşin ilginç ve aslında hiç de ilginç olmayan yanı şudur ki, Marksizm’i
savunduğunu söyleyenler; hatta bu bayağı eleştiriler karşısında savunanlar da
genellikle Marksizm’de Marksizm’e ait olmayan, tesadüfi olarak bulunan,
geçmişin kalıntısı olan yanlara sahip çıkarak onu savunurlar. Marksizm’in
gelişimini yok sayarak onu savunmaya çalışırlar. Aslında onu savunur gibi
görünürken, eleştirenlere el verirler.
Böylece Marksizm’in Marksist olmayan eleştirmenleri ile,
sözüm ona Marksizm diye Marksizm’in özüyle ilgisi kalmamış, Marksist terimlere
dayanan bir Pozitivizmi Marksizm diye savunanlar, gerçek Marksizm ve Marksizm’i
eleştirip geliştiren Marksistler karşısında, fiili ve zımni bir ittifak
yaparlar.
İşin ilginci, bunlar neredeyse tüm entelektüel hayata, tüm
üniversitelere, yayınlara egemen olduğundan, kimsenin gerçek bir Marksizm’le
karşılaşma, onu öğrenme, tanıma şansı bile olmaz.
Bu genel ve temel yanlış, yani bir fikri ona ait
olmayanlardan arındırmadan, onu yanlış, toyca anlayan ve savunanlara dayanarak eleştirme
bir çok farklı somut görünümlerde ortaya çıkmaktadır. Yani sorun gelip neyin Marksizm
olduğu noktasında yoğunlaşmaktadır.
Marksizm’in ne olduğuna ve Marksizm’i neyin temsil ettiğine
ilişkin yanlışlara da değinelim.
Marksizm’e yönelik eleştiri ve savunmalarda gerçek
tartışmanın tam da bu noktalarda yapılması gerekirken, sanki buralarda bir
sorun yokmuş gibi tartışılmaktadır. Bu da o vulgar Marksistlerle Marksizm
eleştirmenleri arasındaki iş ve güç birliğinin bir görünümüdür.
Marksizm nedir?
İnternete girin ve Marksizm nedir diye sorun. Bir tek doğru
cevap göremezsiniz[2]. İşin daha
kötüsü, bir tek doğru cevap olmadığına dair bir tek değerlendirme de göremezsiniz.
Çünkü hemen hemen herkes o Marksizm tanımlarındaki gibi tanımlamaktadır Marksizm’i.
Genellikle Marksizm bir “Dünya Görüşü”, bir “Felsefe”, bir
“İdeoloji”, bir “doktrin”[3]
bir ekonomik teori, bir sosyoloji ekolü,
bir “Program”, bir sosyal hareket hatta bir sosyal düzen ya da bir
devlet düzeni olarak anlaşılmaktadır[4].
Halbuki Marks ve Engels kendi teorilerini bütün bunların hiç
biri olarak tanımlamazlar ve öyle de değildir. Marksizm tarih ve toplum
teorisidir. Tarih ve Toplumun yasalarını inceleyen bilimdir,. Bugünkü yaygın
kullanımıyla Toplum Bilimi’dir, Sosyoloji’dir. Sosyolojiler, Marksizm’e karşı,
sosyolojiye karşı oluşturulmuş ideolojilerdir.
Örneğin Marksizm’e Felsefe deniyor sık sık. Kitapçılarda
zaten Marksizm’e ilişkin kitapları Felsefe veya Ekonomi bölümlerinde
görürsünüz. Halbuki Marksizm’in doğum çığlığı olan Alman İdeolojisi’nde bizzat Marks
ve Engels şöyle yazıyorlar:
“Demek ki, gerçek
yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik
faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar.
Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk
felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların
gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların
bir sentezi alabilir.(abç)”
Yani teorileriyle felsefeyi bitirdiklerini söylemelerine
rağmen hala bir felsefe olarak tanımlanmaya devam ediyor Marksizm
eleştirmenleri ve savunucuları tarafından.
Şimdi örneğin teknik veya ilerleme konusunda Marksizm’i bir
“felsefe” veya “dünya görüşü” olarak ele alan ve tanımlayan bir eleştiri ile
yine Marksizm’i bir Felsefe olarak ele alan ve savunan aynı ortak ve yanlış Marksizm
kavramını Marksizm’e karşı savunmuş olurlar.
Marksizm’i Ne Temsil Eder?
Öte yandan Marksizm diye bilinenler de Marksizm değildir.
Yani sosyal demokrat ve Komünist partilerin veya bir zamanların “Sosyalist
Ülkeler”inin Marksizm’i de Marksizm değildir. Bunlar aslında Marksizm
terminolojisini kullanan, ama Marksizm’e karşı mücadelenin aracı olan;
pozitivist, bayağı ilerlemeci, kaba evrimci ideolojilerdir.
Marksizm’in eleştirmenleri tam da Marksizm diye bunları
eleştirirler. Yine bir takım Marksizm savunucuları bunları savunurlar.
Esas eleştirilmesi gereken tam da bu Stalinizm’i veya Marksizm
terminolojili pozitivizmi Marksizm diye eleştirmek ve savunmak olmalıdır.
Bunun tipik bir örneğini bizzat bu Kongre’nin Programı’nda
bile görmek mümkündür.
“Reel sosyalist” ülkelerin deneyleri diye bir başlık var
örneğin. Bu “reel sosyalist” ülkelerin deneylerini savunmak veya eleştirmenin
kendisi Marksizm’e karşı bir saldırıdır.
Çok basit bir nedenle böyledir. Sosyalizm tanımı gereği
sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız toplumda devlet olmaz. Hak eşitliğini sağlayan
artık bitmiş bir devlet olur ama o dünyadaki bugün var olan enr demokratik
denebilecek devletlerle bile ilgisiz, hapishanelerde komün olarak yaşayan
devrimcilerin aralarındaki hak eşitliğini sağladıkları türden bir toplumdur.
Sosyalist denen ülkelerde bunun benzeri olmak bir yana, kapitalist demokratik
ülkelerden bile daha anti demokratik ve bürokratik aygıtlar vardı. İnsanlar
eşit ve sınıfsız değildi vs..
Bütün bu Marksizm’in ön görüleriyle olan çelişkiler
nedeniyle, o bürokratik kastın var olan çelişkilere bir rasyonel kılıf geçirmek
için uydurduğu saçma bir kavram hala burada kullanılmaktadır mesela. Bu
ülkelere “Reel sosyalizm” demek, maymunlara reel insan demek gibi bir şeydir.
Bu mantıkla zaten her şey, her şey olarak tanımlanabilir. Kurşun kaleme reel
bilgisayar veya reel daktilo da diyebilirsiniz.
Buraya kadar kısaca sıralananlar Marksizm’i eleştirenlerin
yaptıkları en kaba hatalar, en yaygın yanlışlardır. Ama bunların çokluğu ve
yaygınlığı nedeniyle bunlar zikredilmeden olamazdı. Aslında bu hataların çoğu
alnı zamanda birçok hatayı bir arada bulundurur. Bunların tek tek soyutlanarak
ele alınması gerekebilir. Ancak burada kısa kesiyoruz.
Ekonomi Politik İle
Sosyolojinin İlişkisi
Marksizm’in ilerlemeci olduğu, tekniği tarafsız gördüğü,
eurosentrik, erkek, beyaz, Avrupalı olduğu yönündeki eleştirilerin çoğunun
temel yanlışı Marksizm’in ne olduğunu, bu nun özel bir biçimi olarak da Ekonomi
Politiğin ne olduğunu anlamamalarında toplanır.
Genellikle şöyle düşünülmektedir ve bu son derece yaygın bir
anlayıştır. Marksizm ekonominin belirleyiciliğini söylemiştir. Bu nedenle de Marks,
bilinçli hayatının büyük bölümünü ekonomi araştırmalarına harcamış, Das Kapital adlı eserini yazmıştır. Marksizm’in
ne olup ne olmadığını anlamak için temel kaynak Das Kapital’dir. Marksizm’in ne olduğu, Kapital’den en doğru ve
kaynağından öğrenilebilir. Marksizm’in eleştirisi de Kapital’e göre yapılabilir.
Bu Marksizm hakkında son derece yaygın ama aynı ölçüde de
yanlış bir yargıdır.
Bunun temel yanlışı, Ekonomi Politik ve sosyoloji
ilişkisini, dolayısıyla Ekonomi Politiğin konusunun yanlış anlaşılmasında
toplanmaktadır.
Bu yukarıda ifade edilen anlayışa göre, Marksizm’in toplum
teorisinde, Ekonomik Temel, Politika, sanat, Hukuk, Ahlak, Din, İdeoloji vs.
gibi toplumsal yapıları anlamak için tayin edici olmakla birlikte, toplumsal
denen olgunun bir yanını, bir alanını oluşturur. Ekonomi politik toplumsal
gerçeğin bir alt bölümü gibi ve alt bölümü olarak kavranmaktadır.
Bu kavrayışta Ekonomi Politik, tıpkı Fiziğin Mekanik, Optik,
Hidrolik, Elektromanyetik, Akustik gibi alt bölümleriyle ilişkisi gibi ele
alınmakta, sosyolojinin ekonomiyi inceleyen bir alt bölümü gibi kavranmaktadır.
Burada yanlış anlama Ekonomik temel ile, Ekonomi ile, yani
bir toplumun üretim, dağılım, bölüşüm, tüketim ilişkileri ile, Ekonomi
Politiğin farkının anlaşılamamasında ve karıştırılmasında toplanır.
Ekonomi Politik sosyolojinin bir alt bölümü değildir.
Ekonomi politik ekonomik alt yapıyı inceleyen bilim değildir. Ekonomi Politiğin
konusu iki ürün birbiriyle değiştirildiği ve onlar bir metaya dönüştüğü, bir
değişim değerine sahip olduğu noktada ortaya çıkar. Bu bambaşka bir hareket
biçimidir[5].
Ekonomi politik ile sosyolojinin ilişkisi örneğin optik ile
fiziğin ilişkisi gibi değildir. Bu ilişki, fizik ile biyolojinin ilişkisi
gibidir. Nasıl biyolojinin konusu, kendi benzerini yaratan ilk molekül ortaya
çıktığında oluşur ve tamamen başka bir hareket biçimi ve yasaları varsa;
Ekonomi Politiğin konusu da iki ürün birbiriyle değiştirildiğinde ortaya çıkar
ve bambaşka bir harekettir ve yasaları vardır.
Nasıl canlı hayat yok olduğunda fizik evren var olmaya devam
ederse aynı şekilde meta üretimi, yani değişim yok olduğunda da Toplum ve
üretim, dağılım, değişim ve tüketim ilişkileri var olmaya devam eder.
Tam da bu nedenle burjuva yazarlar, yani metanın ortaya
çıkışıyla ortaya çıkan ilişkileri inceleyen yazarlar aynı zamanda meta
üretimini savunduklarından dolayı, hem de Marks’ın hedefi meta ilişkilerini
kaldırmak olduğundan dolayı Marks’ın kitabının alt başlığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi”dir. Yani
hem önceki yazarların hem de bu hareket biçiminin eleştirisidir.
Nesnelerin kullanım değerleri Ekonomi Politiğin konusunu
oluşturmaz. Ama bunlar ekonominin konusudurlar. Pekala kullanım derleri üreten
bir toplumda bu kullanım değerlerinin nasıl üretileceği, ne kadar üretileceği,
nasıl dağıtılacağı ve bölüşüleceği ve tüketileceği bir sorundur ve ekonominin
konusunu oluşturur.
Marksizm’in ilerlemeci, tekniği tarafsız gören, erkek,
beyaz, Avrupalı vs. görenlerin ve bu yöndeki eleştirilerin kaynağında, Ekonomi
politiğin ne olduğunu kavramamak yatmaktadır. Marksizm’in tam da güçlü olan
yanı, onun güçsüzlüğü gibi görülmektedir.
Malların kullanım değerleri onların fiziksel ve manevi
özellikleriyle ilgilidir. Ama malların kullanım değerleri ekonomi politiğin
konusunu oluşturmadığı için, Marksizm, modern toplumun analizinde bunları konu
etmemiştir[6].
Ürünlerin veya malların fiziksel öz ellikleri, yani kullanım
değerleri ve yararlılıkları elbette, hem sosyolojinin (tarihsel maddeciliğin)
hem de ekonominin konusudur. Ama Marks’ın yıllarını verdiği kapitalist toplumun
özünü anlamak için yaptığı çalışmaların konusu değildir. Elbette bunlar konudur
ve edilmelidir ama bir öncelikler dizisi ve bir insanın hayatının ve
enerjisinin sınırları vardır. Marks buna öncelik verdiği için suçlanamaz ve
aslında doğru olanı da yapmıştır.
Öte yandan, bütün malların fiziksel ve manevi özellikleri
onların kullanım değerlerini belirlerken, Kapitalist toplumda artı değeri
üreten, ve tüketildiğinde kendisinin yeniden üretiminden çok daha büyük bir
değer yaratan ve temel kullanım değeri de bu olan malın, yani işgücünün
kullanım değeri ile onun manevi ve fiziksel özellikleri arasında hiçbir ilişki
yoktur. Yani işçinin şu veya bu inançta olması, erkek veya kadın olması, siyah,
beyaz, Kürt, eşcinsel vs. olması onun artı değer üretmesi, yani kullanım değeri
üzerinde hiçbir etkide bulunmaz.
Yani kullanım değeri, işgücü hariç bütün mallarda, Ekonomi
Politiğin konusu olmadığından, ürünlerin maddi ve manevi özellikleri konu
edilmez; İşgücü denen bir tek malın kullanım değeri ekonomi politiğin konusudur
ama bu malın da fiziksel ve manevi özelliklerinin, bütün diğer malların aksine
olarak onun kullanım değeri üzerinde hiçbir etkisi yoktur dolayısıyla yine
ekonomi politiğin konusu değildir.[7]
Böylece yeni sosyal hareketleri yaratan temel problemler,
ister ekoloji veya çevre hareketi gibi, ürünlerin veya malların fiziksel
özellikleri ile ilgili olsun; ister insanların fiziksel veya manevi özellikleriyle
ilgili olsun kadın, eşcinsel, ırk, ulus vs. hareketleri gibi, ekonomi politiğin
konusunu oluşturmazlar ve tam da bu nedenle Marks’ın temel eserinin konusu
değildir.
Marksizm’e yönelik olarak yeni sosyal hareketler saflarından
gelen neredeyse bütün eleştiriler işte bu ekonomi politiğin ne olduğunun
anlaşılmamasından, konusunun ve sosyolojiyle ilişkisinin anlaşılmamasından
kaynaklanmaktadırlar.
Konuyu doğa bilimlerinden bir benzetmeyle belki daha iyi
anlatmak mümkün olabilir. Bunu şöyle bir örnekle deneyelim.
Farklı bilimler son duruşmada, farklı varoluş ve hareket
biçimlerini konu edinirler. Her hangi bir hareket biçimini ele alan kavramlarla
veya bilimle başka bir hareket biçimini açıklamaya kimse kalkmaz. Örneğin canlı
türlerinin farklılıkları, nasıl ortaya çıktığı ve değiştiği vs. biyolojinin konusudur ve biyolojinin
kavramlarıyla ele alınabilir
Tüm biyolojik süreçler son duruşmada bir takım atomların,
moleküllerin, atom altı parçacıkların hareketlerine; birleşme ve ayrılmalarına
indirgenebilir. Örneğin fotosentez olayı, fotonların taşıdıkları enerjinin
başka molekülleri oluşturulmasında kullanılmasından başka bir şey değildir. Son
duruşmada, Quantum fiziğinin de temellerini atan Einstein’e Nobel fizik ödülü
kazandıran fotoelektrik etkinin bir görünümüdür.
Tüm biyolojik süreçler son duruşmada bir takım fiziksel
süreçler olmakla birlikte, bizler biyolojik süreçleri fiziksel süreçlere
indirgeyemeyiz ve onları fiziğin yasalarıyla açıklayamayız. Farklı türlerin
varlığı ve evrimi fizik yasalarının değil, biyolojik yasaların konusunu
oluşturur. Bunlar fizik değil, biyolojik olgulardır. Bunun için fiziktekinden
apayrı bir kavram sistemi ve bilime ihtiyaç vardır. Kimse biyolojiyi ve
biyologları, niye atom altı parçacıklar, atomlar, moleküller ile ilgilenmiyor
diye suçlamaz. (Ama Marksizm’e gelince tam da böyle olur. Ekonomi politik
eserinde niye malların kullanım değerlerini ele almadı diye Marksizm suçlanır.)
Biyolojinin konusu olan hareket veya varlık biçimi, kendi
benzerini yaratan, sentezleyen ilk molekül ortaya çıktığında ortaya çıkar. Bu
günkü bilgilerimize göre, bu yeryüzünde aşağı yukarı üç buçuk dört milyar yıl
önce ortaya çıkmıştır. Kendi benzerini yaratan veya sentezleyen molekülün
ortaya çıktığı andan itibaren, daha önce var olmayan, yepyeni bir hareket ve
varoluş biçimi ve yasalar ortaya çıkar. Bunları Darwin esas olarak formüle
etmiştir.
İşte Tarihsel Maddecilik yani Sosyoloji ve Ekonomi Politik
ilişkisi de Fizik ve Biyoloji ilişkisi gibidir. Tarihsel Maddecilik veya
Sosyoloji toplumun, toplumun evriminin; farklı toplumların ve toplum
biçimlerinin hareketini ve yasalarını inceler.
Toplum, muhtemelen yüz veya yetmiş bin yıl kadar önce, ilk
dini olan, yani ilk tanımlanmış bir topluluk olan ve parçayı bütüne tabi kılan
toplulukla birlikte ortaya çıkmıştır. Tıpkı fizik evrenin 13,7 milyar yıl önce
Büyük patlamayla ortaya çıkması gibi,
Ekonomi politiğin konusu ise toplum değildir, değerin
(değişim değeri) incelenmesi, hareketi ve biçimleridir. Ekonomi politiğin
konusu, iki insan ya da kabile ilk kez ellerindeki ürünleri değiştirdikleri an
ortaya çıkar veya çıkmıştır ve topluma göre çok yeni bir süreçtir. Her şeyden
önce bir artı ürünü var sayar ki bu da emek üretkenliğinin epey bir gelişmişlik
düzeyini gerektirir. Tıpkı Canlı hayatın Dünyanın oluşumu ve soğumasından sonra
ortaya çıkması gibi.
Marksizm sosyolojidir. Ama Marks’ın temel eseri olan Das Kapital, bir sosyoloji kitabı
değildir, Ekonomi Politiktir onun konusu.
Ekonomi politiğin konusu olan varoluş ve hareket biçiminin
toplumu anlamak için elbette hayati bir önemi vardır. Bu ilişkiyi ve önemi
anlatabilmek için yine doğa bilimlerinden bir örnek verelim. En uygun örneği
jeoloji sunar.
Jeolojinin konusu olan yeryüzü biçimlerini fiziksel güçler
belirler. Kabaca dünyanın sıcak çekirdeğindeki nükleer reaksiyonlar sonucu
ortaya çıkan enerjinin sıvılaştırdığı daha üst katmanlar ve bu eriyiğin ısınan
katmanların dış kabuğa soğuyan katmanların tekrar merkeze doğru konveksiyon
hareketlerinin yol açtığı kabuktaki hareketler olarak ifade edilebilir.
Yeryüzünde bir hayat olmasaydı da, (muhtemelen gelecekte
böyle bir gezegenler jeolojisi de olacaktır) bu güçler ve hareket biçimleri var
olmaya devam ederdi. Ancak milyonlarca hatta milyarlarca yıl boyunca canlıların
yol açtığı değişimler olmadan, bugünkü dünyadaki jeolojik biçimleri anlamak
mümkün değildir. Ama buna rağmen jeolojik hareketi belirleyen yasalar ayrıdır
canlıların hareketini belirleyen yasalar ayrıdır.
Sosyolojiyle ekonomi politiğin ilişkisi böyledir. Tıpkı
cansız bir gezegende de jeolojik hareketlerin var olabileceği ve olduğu gibi
meta, değer yasası ortaya çıkmadan da toplum var olabilir ve olmuştur. Ve nasıl
canlılar atmosferi, yeryüzünün bileşimini, değiştirerek jeolojinin konusu olan
yepyeni biçimlerin ortaya çıkmasına yol açtıysa ve canlıların tarihi bilinmeden
jeolojinin bugünkü yeryüzü biçimlerini açıklaması olanaksızsa, benzer şekilde
değer yasası, tüm toplumsal ilişkileri değiştirir ve değer yasası bilinmeden
toplum biçimleri ve tarihi açıklanamaz. Ama tıpkı, bütün buna rağmen
biyolojinin yasalarının ve kavramlarının farklı olmaya devam etmesi gibi
ekonomi politiğin ve sosyolojinin yasaları ve kavramaları farklı olmaya devam
eder.
Benzer şekilde örneğin sabit sermaye bir ekonomi politik
kategorisidir. Bu sabit sermayenin somut olarak ne ürettiği, ne ürettiği veya
kendisinin somut olarak ne olduğu ekonomi politiğin konusu değildir. Sabit
sermaye denen de son duruşmada, teknoloji dediğimiz şeydir. Ama sabit sermaye
bir sosyolojik kategori değildir.
Şimdi ekonomi politik kategorileriyle, nispi artık değer
orınıınn yükselişinden, kar oranlarının düşmesinden, emek üretkenliği
artışından, dolayısıyla emek üretkenliğindeki bir ilerlemeden söz edildiğinde
buradaki ilerleme kavramı, yükseliş anlamında nicel bir farklılığa karşılık
düşerken, bundan ilerleme sözcüğünün geçmesinden yola çıkarak, Marksizm’in
ilerleyen bir toplum ve tarih anlayışı olduğu yolunda bir sonuç çıkarmak,
ekonomi politiğin kaetegorileriyle sosyolojinin kategorilerini karıştırmaktan
başka bir anlama gelmez.
İlerleme, bir nicel farklılığın ifadesi olarak; bir
yükselişin ifadesi olarak da, her türlü değer yargısından azade olarak da
kullanılabilir ama aynı zamanda bir değer yargısıyla yüklü kavram olarak da
kullanılabilir.
Örneğin tarihte emek üretkenliğinde bir ilerleme, bir
yükseliş vardır demek ile tarih ilerleyen bir süreçtir; kapitalist toplum
köleci toplumdan daha ileridir demek çok farklı ilerleme kavramlarına karşılık
düşer. Birinci anlamda bir ilerleme bir değer yargısı içermez. Bir nicel
farklılığı ifadenin aracıdır. İkinci anlamda ise bir değer yargısı içerir.
İşte Marksizm’e yönelik ilerlemeci veya tekniği tarafsız
görüyor eleştirilerinin çoğu bu tür farklılıkları; ekonomi politik ve
sosyolojik kavramların farklılıkları anlaşılmadığı için yapılmaktadır.
Marks’ın kapitalizmi ya da modern toplumu anlamak için
ekonomi politiği, yani değer yasasını incelemesini ve eleştirmesini ve buna
neredeyse yetişkin bir insan olarak bütün ömrünü vermesini Marksizm olarak
anlamaktadırlar. Marksizm bu değildir. Marksizm, tarihsel maddeciliktir, yani
sosyolojidir.
Bu sosyoloji, tıpkı jeolojinin, canlılar ve evrimi
bilinmeden yeryüzü şekilleri anlaşılamaz demesi gibi, toplumlar bu değer yayası
ve sonuçları bilinmeden anlaşılamaz sonucuna ulaştığı için Marks ömrünü bu
konuya vermiştir. Yoksa hiçbir zaman sosyoloji ile ekonomi politiği
karıştırmaya kalkmamıştır.
Marks’ın eleştirmenlerinin bütün yaptığı ise bunları
karıştırmaktır.
Sosyalizm Hakkında
Bürokratik ve Stalinist Kavrayışlar
Marksizm’e yönelik eleştiriler şöyle gizli bir varsayımdan
da yola çıkmaktadırlar. Marksist bir parti iktidara geldiğinde, tekniği
tarafsız gören anlayıştaysa veya böyle bir teorisi varsa, yanlış işler
yapacaktır. Örneğin Sovyetlerde doğa tahrip edilmiştir ve bu tam da Marksizm’in
ilerlemeci ve teknik hayranı olmasının sonucudur.
Bu eleştiri metodolojik olarak, fikirlerin toplumsal
ilişkileri ve güçleri belirlediği gibi, idealist denebilecek bir yanlış
anlayışa dayanmakla birlikte, esas olarak çok daha tehlikeli başka bir yanlışı
da barındırmaktadır.
Gerçek bir sosyalist demokraside, yani bürokratik
yozlaşmanın olmadığı; insanların özgürce tartışıp örgütlendiği, kararların
demokratik olarak oluştuğu bir toplumda, Marksistler diyelim ki, ilerlemeci bir
tarih anlayışıyla, teknik hayranı bir anlayışla bir partide örgütlenmişler ve
tam da Sovyetlerde yapılmış olanlar gibi işleri yapmayı da programatik olarak
savunuyor olsunlar.
Ama orası demokratik bir sosyalizm olduğundan, orada
muhtemelen, diyelim ki romantik geçmişe dönüşten etkilenen görüşleri ve
programı olan bir parti de olabilir. Birçok başka partiler akımlar da olabilir.
Bu durumda bu partilerden hangisini halkın seçeceği
belirleyecektir sonucu. Ayrıca seçenler zamanla görüşlerini değiştirip bir
dönem birini diğer dönem diğerini de seçebilirler.
Şimdi Marksizm’i teknik hayranlığı veya ilerlemecilikle
eleştirenler, eleştiri noktasını sosyalist bir demokrasinin olmamasına
yapacakları yerde, bunu hiç tartışma konusu yapmayarak, “doğru devrimci
çizgideki” bir partinin iktidarını ve olağan ve meşru görmüş oluyorlar. Aslında
bunların Marksizm’e eleştirisi tam da Stalinist bir anlayışı yansıtır.
Şunu anlamak istemiyorlar, kapitalizmin ortadan
kaldırılması, insanların ihtiyaçlarına göre planlı bir üretim yapmalarının,
doğanın dengelyerini gözeterek bir yaşam kurmalarının olanağını yaratır ama,
bunu garantilemez.
Pekala sosyalist bir toplumdaki demokraside, çok farklı
görüşleri savunan partiler arasında insanların çoğunluğu, kısa vadeli ve
partial çıkarlarını göz önüne alarak kararlar alabilirler ve böylece de bir yok
oluşun yolunu açabilirler. İnsanlığın genel ve uzun vadeli çıkarlarını savunan
tekniği tarafsız da görmeyen, ilerlemeci de olmayan bir parti, pakala hep
azınlıkta kalabilir.
“Doğru Görüş” çoğunluğu kazanacak diye bir kural yoktur.
Sosyalist Demokrasi yanlış görüşleri de seçme; yanlış görüş ve öngörülerle
planlama yapma hakkıdır da aynı zamanda.
Hatta genelin çıkarı ile parçanın çıkarı; kısa vadeli çıkar
ile uzun vadeli çıkar çoğu kez çatışmalı olduğundan; insanlar genellikle kendi
doğrudan ait oldukları parçalara ve kısa vadeli çıkarlara göre karar
verecekleri ve seçimler yapacakları için, Marksistler eğer öyle bir toplumda
bir parti kurarlar ve ulaştıkları görüşleri savunurlarsa, muhtemelen hep
azınlıkta kalacaklar ve çoğunluğun alaylarının ve kahkahalarının hedefi
olacaklardır.
Varlık ve Düşünce
İlişkisini Tersinden Koyuşlar
Marksizm’in eleştirmenlerinin büyük bir çoğunluğu varlık ve
düşünce ilişkisini tersinden koyarlar. Sanırlar ki doğru görüşler olsaydı,
Sovyetlerde yozlaşma olmayacaktı. Bütün eleştirilerini bu bakış açısından, bir
daha böyle şeyler olmasın diye yaparlar. Bunun için de suyu başından
kesebileceklerini, o yanlış fikirleri ortadan kaldırarak bunu engelleyebileceklerin
sanırlar. Bunlara cevabı Gramsci şöyle de verir.
"Bu düşünceleri
çürütmekle bunların ilintili olduğu toplumsal öğenin ya da toplumsal gücün yok
edildiği sanılmamalıdır. (Çünkü bu aydınlanma yüzyılı tipinde bir salt
akılcılık olurdu.)" (Gramsci)
Yani bu yapılan aslında burjuva
rasyonalizminin kendisidir.
Bu bayların anlamadığı şudur.
Bolşevik partisinin görüşleri, Lenin, Troçki’lerin görüşleri ne kadar yanlış
olursa olsun, eğer Rusya, Almanya düzeyinde gelişmiş bir ülke olsaydı veya
Spartakist ayaklanması, Kapp’ın darbe girişimine karşı direniş vs. bir Alman
devrimiyle sonuçlansaydı, o yanlış görüşler egemen olma, iktidara gelme imkanı
bulamazlardı.
Gerçek toplumsal güçler ve
tarihsel gidiş belirler hangi görüşün egemen olacağını.
İlerleme ve Evrim kavramı
İlerleme kavramı ve evrim kavramı.
Evren bir süreçler karmaşasıdır. Dolayısıyla evrim kavramı
vardır. Ama ilerleme kavramı değer yüklü bir kavramdır. Bir an için, dünyada
devrim olduğunu, sınıfsız bir topluma doğru gidildiğini, savaş ve sömürünün
ortadan kalktığını var sayalım.
Bu koşulda tarih bir ilerleme gibi görünecektir. Ancak bu
koşulda bile İlerleme değer yüklü bir kavram olduğundan yanlıştır. Marksizm’in
ilerlemeci olduğu yönündeki eleştiriler bugünkü umutsuz durumda gerekçelerini
bulmakta ve tarihin ilerlemediği yolunda bir izlenimden yola çıkmaktadırlar.
Yani gerçeğin ilerlemeye karşılık düşmediği anlamdadır eleştiriler. Kavramın
kendisine itirazdan ziyade, gerçekliğin o kavramın ifade ettiği anlama denk
düşmemesine yönelik bir itirazdır bu. Yöntemsel olmaktan ziyade olgusal
eleştirilerdir bunlar.
Halbuki, insanlık “İlerlese” idi bile, ilerleme kavramı
yanlış olurdu. Bilim değer yüklü kavramları kabul edemez.
Şimdi Marks-Engels’in eserlerinde zamanlarının birer örneği
olarak elbette tarihsel iyimserlikten beslenen ve iyimser beklentileri ifade
eden bir ilerleme kavramı kullanımına rastlanabilir. Ama bunlar onun özüne
ilişkin değildir. Onda geçmişin kalıntısı olarak, kültürel olarak var olan,
özensiz olarak kullanılmış olan, ona ve özüne yabancı kavramlardır.
Bunu hem Marks-Engels’ten hem de sonra onların görüşlerini
geliştiren başka Marksistlerden örneklerle gösterelim.
Örneğin Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında, Bir çöküş
ve devrim olasılıklarından söz edilir. Yani ortada ilerleyen değil, açık uçlu
bir tarih ve evrim kavramı vardır. Aynı zamanda çöken bir tarih kavrayışı da
vardır. Kavramsal Sistemin kendisi ilerlemeyi mantıki olarak zorunlu
kılmamaktadır. Diğeri de aynı ölçüde olasılıktır. İlerleme değil çöküş de
mümkündür.
Ama Komünist Manifesto’nun yazıldığı yıllarda, o verili
durumda işçi hareketinin yükselişi, teknik ilerlemelerin emek üretkenliğinde
yaptığı yükselişler vs. iyimser bir sonucu daha çok ve mümkün göstermektedir.
Bu çağ ruhu veya psikoloji elbette yazılarda da yansımasını bulacaktır.
Ama bu pratik bir olasılıktır, kavramsal değildir. Şöyle
ifade edelim. Marksizm bir cebirsel formül gibi düşünülürse, o formülde eksi
veya artı bir sonuç da çıkabilir bu sonuç. Sonuç formülde konacak niceliklere
bağlıdır. Verili durumda pozitif sonuç çıkaracak rakamlar baskın görülmektedir.
Bu nedenle, bu öngörü, imgelere yansıdığında bu tarihin ileriye giden bir tren
devrimlerin de bu trenin lokomotifi gibi görünmesine yol açmaktadır.
Ama dikkat edin, bunlar Marksizm’in özüne ilişkin değildir.
Bunu yine bizzat Marksizm gösterir.
Benzeri durumun tersi ise bizzat yine Marks’tan sonra Marksizm’e en
büyük katkıyı yapmış düşünürlerden biri olan Benjamin’de görülür. O tam tersi
bir çağda yaşamıştır. Cebirsel formüldeki rakamlar eksi bir sonuca yol
açabilecek şekilde görülmektedir. Bu durumda tarih uçuruma giden bir tren
devrimler de uçuruma gidişi durduracak imdat frenleri olarak görülür.
Bunların her ikisi de doğrudur.Tarih ilerleme olmadığı gibi
bir gerileme de değildir,. Marks’ı ilerlemeci olarak suçlayanlar, onun bir
gerileme de olmadığı noktasından değil; İlerleme olmadığı noktasından
eleştirmektedirler. Eleştirileri kategorik ya da metodolojik değil, olgulara
ilişkindir.
İki türlü yanlış vardır, yönteme ilişkin yanlışlar, olgulara
ilişkin yanlışlar. Marksizm’i ilerlemecilikle eleştirenler aslında olgulara
ilişkin bir itiraz veya eleştiri yapmakta, ama yönteme ilişkin bir yanlış
içinde bulunmaktadırlar.
Gerek lokomotif imgesi gerek imdat freni imgesi, ikisi de
bilimsel olarak yanlıştırlar ve Marksizm’in özüne ilişkin değildirler. Onlar
sınıf mücadelesinin ve tarihin gidişi içindeki belli uğrakların zamanın ruhu ya
da psikoloji üzerindeki yansımalarıdırlar.
Bizzat bir Marksist olan Gramsci ilerlemenin ideolojik bir
kavram olduğunu söyler. Yani bizzat Marksistler
ortada bir ilerleme veya gerileme değil, bir gidiş (oluş, süreç, prose)
olduğunu ifade ederler.
"İlerleme bir ideolojidir, oluş bir felsefe
kavramıdır. 'ilerleme', yapısına tarih bakımından belirli bir kültürün öğeleri
giren belirli bir anlayışa bağlıdır. Oluş, bir felsefe kavramı olup, bunda
'ilerleme' bulunmayabilir. İlerleme fikrinde, üstü kapalı olarak, nitelik ve
nicelik bakımından ölçülebilme de vardır: Daha çok ya da daha iyi olduğunu
belirleyerek. Bunun içinde 'sabit' ya da "sabitleştirilebilir' bir 'ölçü'
tasarlanmaktadır.(...)"
Komün ve Romantik Gelenek
İlerleyen bir tarih kavrayışı başka bir açıdan da Marksizm’e
yabancıdır. Marksizm aynı zamanda ilkel komünizm karşısındaki hayranlığı ile de
ortaya çıkar. Son yıllarda Michael Löwy’nin yaptığı çalışmalarda gösterdiği
gibi, Marksizm’in meşhur, İngiliz Ekonomi Politiği, Fransız sosyalizmi ve
tarihçiliği, Alman Felsefesi olarak
sıralanan üç kaynağı, üç bileşeninin bir de dördüncü kaynağı ve bileşeni
vardır: Romantik gelenek[8].
Geçmişteki bir altın çağ, ilerleme düşüncesini daha baştan reddeder.
Zaten böyle bir anlayış olmasa, ciddi bir kapitalizm
eleştirisi de olanaksız olur. Sosyal Demokrat ve Stalinist pozitivizm ile Marksizm
arasındaki en esaslı farklardan biri de budur. Neredeyse Marksizm’i Marks ve
Engels’ten önce ve bağımsız olarak keşfetmiş olan İbni Haldun’dan, Marks-Engels’e,
oradan Rosa’ya, Walter Benjamin’den Kıvılcımlı’ya[9]
kadar adeta bir duvarcı sicimi gibi, sınıflı toplum öncesi ve Kapitalizm öncesi
Komün’ün karşısında duyulan hayranlık yaratıcı, eleştirel ve devrimci Marksizm’in
adeta bir alâmetifarikasıdır.
Ama burada tekrar belirtelim ki, tarih ilerleyen veya
gerileyen bir süreç değildir, bir gidiştir. Bunlar değer yargısı içerirler ve
bu da tarihsel maddeciliğe, yani diyalektik sosyoloji’ye yabancıdır. Ve tam da
yabancı olduğu için, Marksizm ne ilerleyen ne de gerileyen bir tarih kavramına
bağlı olmadığı için, ama bir sosyalist olarak Marksistlerin var olanın
eleştirisi ve aşılması için, kah ilerlemeci (lokomotif) kah çöküşçü veya
gerileyici (imdat freni) vurgular yaptıkları görülür. Bunlar birbiriyle
çelişmez, birbirini tamamlar.
Yapı ve İşlev Kategorileri
Yukarıda, Ekonomi Politiğin konusunun metaların fiziksel ve
manevi özellikleri olmadığını, bu
nedenle Marksizm’in tekniği tarafsız gibi ele aldığına değinmiştik. Burada ek
alarak, Marksizm’in tekniği hiç de tarafsız olarak görmediğini, hatta böyle bir
yaklaşımın ona yabancı bile olduğunu bir örnekle göstermeye çalışalım.
Marksizm’in Teknolojiyi tarafsız gördüğü eleştirisi, daha da
genel olarak, onun, şeylerin yapı ve işlevleri arasındaki ilişkiyi doğru
tanımlamadığı varsayımına dayanır.
Yapı ve İşlev kategorileri, konunun anlaşılması için temel
kavramlardır.
İster organik araçlar (organlar), ister mekanik veya
elektronik araçlar (aletler), ister toplumsal araçlar (örgütler, kurumlar)
olsun, bütün araçlar son duruşmada gelirler hep yapı ve işlevleri ile (anatomi
ve fizyoloji) anlaşılabilirler.
Yapı ve işlev ise, birbirine ayrılmazca bağlıdır. Yapı bir
bakıma yoğunlaşmış İşlev; İşlev de bir bakıma eylem halindeki Yapı olarak
görülebilir.
Marks ve Engels’in, Yapı ve İşlev’in bu ilişkisinin son
derece bilincinde oldukları çok açıktır. Eğer öyle olmasaydı, siyasi biçimine
“Proletarya Diktatörlüğü” dedikleri Geçiş Dönemi’de, sınıfsız bir topluma
gidebilmek için, İşçi Sınıfının var olan devlet cihazını sadece ele geçirmesini
savunmaları gerekirdi.
Marks, Paris Komünü’nü incelediği Fransa’da İç savaş
eserinde, İşçi Sınıfı’nın sınıfsız topluma gidişte, şimdiye kadar hep sömürücü
bir azınlığın egemenlik aracı olmuş cihazı kullanamayacağı, bunu parçalaması
gerektiği[10]; ezilen
çoğunluğun ezen küçük bir azınlığa karşı kullanabileceği ve ondan
bağımsızlaşamayacak bir araç oluşturması gerektiğini, bunun ne olduğunu da
Paris Komünü’nün ve Parisli işçilerin gösterdiğini yazmıştır[11].
Yani ezen bir azınlığın egemenliğini sağlayan bir cihazın,
ezilenler için kullanılamayacağı, bunun yapısı ve işlevleri arasında bir
çelişki olduğu, yeni işlevine uygun yeni bir yapının oluşturulması gerektiği ve
diğer yapının parçalanması gerektiği çok açıktır. Bu tekniğin tarafsızlığı gibi
bir anlayışla uzaktan yakından ilgili değildir.
Ve nihayet, buradan, ezen bir sınıfın egemenliğini
sürdürmeye ve kapitalist kar ekonomisine göre şekillenmiş araçların, şehirlerin
vs. sınıfsız ve ihtiyaçlara göre üretim yapan ve esas olarak eşit olarak
bölüştürmeye yönelik bir topluma gidişte, tıpkı devlet cihazı gibi
kullanılamayacağı sonucuna ulaşmak için küçücük bir adım yeter.
Ancak, bu hem bir devlet cihazını parçalamakta olduğu gibi
öyle bugünden yarına yapılabilir bir şey değildir. Bu o toplumu kurmak
isteyecek insanların büyük ölçüde hiç bilinmeyen bir alanda el yordamı ve
öngörülerle, denemeler ve yanılmalarla gerçekleştirebileceği bir süreçtir.
Bu nedenle Marks, “geleceğin mutfağı için reçeteler yazmayı”
reddetmiştir. Bu nedenle, Parisli işçiler kendi tarihsel deneyleriyle nasıl bir
şey olduğunu buluncaya kadar proletarya diktatörlüğünün nasıl bir devlet cihazı
olduğu hakkında konuşmayı ya da tahminlerde bulunmayı reddetmiştir.
Burada son derece demokratik bir sosyalizm anlayışı vardır
çünkü. Tıpkı Paris’li işçiler gibi o sınıfsız topluma gitmeye cesaret etmiş
ezilenler nasıl şehirler, araçlar vs. planlayacaklarına ve üreteceklerine karar
vereceklerdir.
Marks’ı ve Marksizm’i tekniği tarafsız görmekle suçlayanlar,
farkına varmadan, gizli bir varsayım olarak, doğruyu bilen bir tek Marksist
Partinin egemenliğine dayanan bir tür Bürokratik sosyalizm veya Stalinizmden
başka bir şeyi savunmuş olmamaktadırlar.
Marksizm Geliştirilmeli ve
Eleştirilmeli Ama nasıl ve Nereden?
Marksizm bir sosyolojidir dedik her şeyden önce. Onu bizzat
kurucuları öyle tanımlamışlardır. Buna Tarihsel Maddecilik demeleri içinden
çıktıkları gelenekle; bir toplum bilim veya Sosyoloji dememeleri bu kelimenin
daha sonra çıkmış ve yaygınlaşmış olmasıyla ilgilidir.
Sosyoloji de her bilim gibi gelişecektir ve gelişir. Marks-Engels’in
temellerini attığı, ama onlardan bağımsızca başkalarınca da bulunan (Morgan,
ibni Haldun vs.) bu biricik sosyoloji gerek Marks-Engels tarafından, gerek
sonra gelen birçok Marksist tarafından geliştirilmiştir ve geliştirilmektedir.
Ancak bütün bu gelişmelere rağmen, tıpkı bugün Fizikte dört
temel kuvveti veya Qauntum ve Relativite teorilerini bir tek kavram sistemi
içinde birleştirme sorunundaki zaafları gibi, Marksizm’in temel bazı zaafları
vardır ve aşılmış değildir. Marksizm esas bu noktalarda eleştirilmeli ve
geliştirilmelidir.
Bu da özünde, Toplumsal Yapı temeli üzerinde tarihsel
hareketin nasıl gerçekleştiği sorunudur. Diğer bir ifadeyle, Yapı ve Özne
sorunu veya çelişkisi.
Biz bir Marksist olarak, tam da bu noktadan Marksizm’i
eleştirip geliştirdiğimizi düşünüyoruz ve bu konudaki görüşlerimizi ana
hatlarıyla “Marksizm’in Marksist
Eleştirisi” adlı kitabımızda açıklamış bulunuyoruz.
Birkaç sözcükle bu şöyle özetlenebilir. Marksizm’deki Aydınlanma
kalıntısı olan şey, tam da Din’in ne olduğu konusundaki Aydınlanma’nın hiç de
sosyolojik olmayan din tanımıdır. Aydınlanma dini inanç olarak tanımlayarak,
onu sosyolojik bir olgu olmaktan çıkarmış, bir tür epistemolojik ve/veya hukuki
bir olguya çevirmiştir. Ama böyle yaparak, kendisi sosyolojik olarak yeni bir
din kurmuştur. Bu kavramları farkına varmadan benimseyen Marksizm de, hem genel
olarak dinin hem de modern toplumun dininin ne olduğunu anlayamamıştır.
Bu da Marksizm’i felç eden bütün çelişkileri ortaya
çıkarmıştır.
Dinin ne olduğu anlaşılamadığı için, yapı ve özne çelişkisi,
yani toplumsal yapı üzerinde tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiği
anlaşılamamıştır. Çünkü, dinin ne olduğu anlaşılamadığından, dinden dine
geçişlerin devrimler olduğu; toplumsal üst yapının bizzat kendisinin
dönüşümünün, bir dinden diğer dine geçişler biçiminde gerçekleştiği
görülememiştir. Dinin ne olduğu anlaşılamadığı için ve din de toplumun üst
yapısının tam da kendisi, somut var olduğu biçim olduğundan, bir üstyapılar
teorisi kurulamamıştır. Ve nihayet din’in ne olduğu anlaşılamadığı için,
Ulus’un ne olduğu anlaşılamamış ve Marksizm fiilen bir ulusçuluğa dönüşmüştür.
Bütün bunlardır eleştirilmesi ve geliştirilmesi gerekenler Marksizm’de.
Marksizm’i hiç de hak etmediği yerden, tamamen yanlış Marksizm
kavrayışlarıyla ve yöntemleriyle eleştirmek, aslında fiilen gerçek eleştiri ve
tartışma noktalarını gözden ve gündemden uzak tutmaktır.
Bu da son duruşmada sınıf mücadelesinin çok rafine bir
biçimde sürdürülmesinden başka bir şey değildir.
Yeryüzünde uluslar varken, uluslara karşı mücadeleyi ikinci
plana iten her şey, aslında var olan ulusların ve ulusçuluğun savunusundan
başka bir anlama gelmez.
Doğa da Toplum da öncelikle ulusların kıskacından
kurtarılmalıdır. Ulusların kıskacı mücadelesine girildiğinde ulusların olmadığı
bir yeryüzü cumhuriyetini kuranların kapitalizmi de bir kenara atacakları ve
bunu yapabilecek biricik güç oldukları görülecektir.
Bu bulum kongresinin başlığı gündemi yanlış tanımlamaktadır.
Ulusların kıskacında Doğa Toplum ve Teknoloji demek gerekmektedir. Uluslara
karşı mücadeleyi başa almak gerekmektedir.
Ama bunu başa almak için de, Marksizm’in gerçek eksiklerinin
ve yanlışlarının nerede olduğunu doğru görmek ve eleştirmek gerekmektedir.
Demir Küçükaydın
09 Ağustos 2012 Perşembe
Çınarcık
Not: Gerek sağlık sorunları, gerek diğer yaşam koşulları
nedeniyle, düzenli ve sabit bir yere bağlı bir yaşamımız yoktur, bu nedenle
elimizin altında kaynaklar bulunmamaktadır.
Kaynaklarımız kafamızda kalanlar ve zaman zaman aldığımız rastlantısal
notlardan elimizde bu an bulunan bazılarıdır. Bu nedenle bir kaynakça
veremiyoruz.
*
Kongre’de Yaptığımız Sözlü Sunumun Kısa Özeti
Söze yanlış sorular ve doğru cevaplar üzerine Ece Ayhan’ın
mısralarıyla girip şiire bir selam sarkıtalım:
“Devletin ve tabiatın
ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye
dökülür?
En arka sırada bir
parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk
çocukları ayaklanmasının kalbine!dir”
Nasıl “yanlış bir strateji doğru taktiklerle düzeltilemez”se; nasıl “yanlış bir hayat doğru yaşanamaz”sa
(Adorno); yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Marksizm’in teknoloji hayranı olup
olmadığı; Ekolojiyi, teknolojiyi içeren
bir teori olup olmadığı gibi sorular ve bu sorulara verilen cevapların hepsi
yanlıştır.
Yani sadece Marksizm’i
örneğin Ekolojik bir teorisi olmamakla
eleştirenler değil; Marksizm’in böyle bir teorisi vardır diyerek Marksizm’i
savunanlar da yanlıştır.
Çünkü soru yanlıştır ve yanlış
sorulara doğru cevaplar verilemez.
Ve bu yanlış sorunun ardında gizli
yanlış varsayımlar bulunmaktadır.
Bu yanlış varsayımlar özellikle üç
noktada toplanmaktadınr.
1)
Marksizm’in ne olduğuna ilişkin bir yanlış
2)
Sosyolojiyle Ekonomi Politiğin ilişkisine ve konularına
ilişkin bir yanlış
3)
Sosyalizmin veya gerçek bir işçi devletinin karakterine
ve işleyişine ilişkin bir yanlış
Kısaca bunları ele alalım.
Bugün isterseniz internette sorun,
isterseniz kitapçıların ya da kütüphanelerin raflarındaki sınıflandırmalara bakın,
Marksizm hep bir “felsefe”, bir “doktrin”, bir “ideoloji”, bir “dünya görüşü”, bir “ekonomi öğretisi” olarak tanımlanır.
Ve neredeyse hiçbir yerde Marksizm
Toplumun Bilimi ol.yanrak tanımlanmaz. Bu bir rastlantı değildir ve bu yanlış
soruların gizli varsayımlarının ardında biraz da bu durum bulunmaktadır.
Halbuki Marksizm, bizzat kurucuları
tarafından sadece ve sadece toplum
bilimi olarak tanımlanmıştır.
Daha Marksizm’i (yani tarihsel
maddecilik de deneni) ilk tanımlarken, “biz
biricik bilim tanıyoruz, tarih bilimi, o da doğa ve toplum tarihidir”
(Dikkat edilsen daha doğanın tarihinin olduğunun bilinmediği zamanlarda bunu
diyorlardı. 1845’de Alman İdeolojisini yazarken, yani bu teoriyi ilk kez
formüle ederlerken. Darvin daha canlıların evrimini açıklayan teorisini yeni taslaklaştırıyordu. Evrenen bir
tarihi olduğu ise ancak yirminci yüzyılın ortalarında anlaşılmıştır.) derler ve
kendilerinin konusunun toplumun tarihi, evrimi olduğunu belirtirler.
Marks öldüğünde de onun mezar başı
konuşmasında, Engels, Marks’ın toplumun
tarihini anlamak için yaptığı katkıyı, Darwin’in canlıların tarihini
açıklayan teorisiyle karşılaştırarak anar. Yani bugün piyasayı dolduran Marksizm
tanımlarının tersine kurucuları öğretilerini (Marksizm’i) bir tarih ve toplum teorisi olarak
tanımlıyorlardı.
Kurdukları öğretinin ne olduğuna
ilişkin olarak kurucularından bunun aksine bir tek kelime bulamazsınız. Aslında
Marksizm biricik sosyolojidir. Marksizm’in
kavramları sosyolojinin kavramlarıdır; toplumsal olandır; toplumsal olgulardır Marksizm’in
konusu.
Marksizm’in bir “teknoloji teorisi” veya bir “ekoloji
teorisi” olmadığını (veya olduğunu) söylemek, biyolojiyi atomları, quarkları,
qantumu konu etmemekle eleştirmek gibidir. Marksizm’in ekolojiye ilişkin bir
tek teorisi olabilir, ekolojinin Marksizm’in, yani toplum bilimin konusu
olmadığıdır. Biyolojinin bir bölümüdür ekoloji. Ekolojik bir katastrofu
engellemek için, gerekli olan, sosyolojiye eklektik ıolarak tutturulmuş bir
ekoloji teorisi (veya teknoloji teorisi) değil; sosyalist bir demokrasidir.
Sosyalist bir demokrasi ise, teorik bir sorun değil, gerçek toplumsal güçlerin
mücadelesinin sonucunda ortaya çıkabilir veya bastırılabilir ve unutulabilir.
Aynı şekilde Marksizm’in
teknolojye ilişkin bir tek teorisi olabilir. Teknolojinin toplum bilimin, yani Marksizm’in
konusu olmadığıdır.
Ama Marksizm’in teknoloji veya
ekoloji konusunda teorilerinin olup olmadığına dair görüşler, bunların neden ve
nasıl ortaya çıktığı, hangi çağın ruhunu ve hangi sınıfların eğilimlerini
temsil ettikleri vs. Marksizm’in konusudur. Çünkü bunlar toplumsal olgulardır.
Marksizim konusu ekoloji ve
teknoloji değildir ama örneğin ekolojstlerin ve teknokratların, karın veya
bürokrasinin yönetiminde olmadan, sırf bilimsel kaygılarla hangi koşullarda
nasıl açıklamalar yapabilecekleri ve bugün neden yapamadıkları toplumsal bir
olgu olduğundan Marksizm’in konusudur.
Hangi tarihsel koşullarda ve neden
teknoloji veya ekolojinin bir sorun olduğu Marksizm’in bir konusudur.
Toplumun niçin ekoloji biliminin
sonuçlarına rağmen bu sonuçlara ilişkin bir yola girmediği veya giremediği Marksizm’in
konusudur.
Ekoloji değil ama ekolojiyu sorun
yapan hareketler Marksizm’in konusudur.
Teknoloji cansız araçların yapı ve
işlevleriyle ilgilenir. Aletlerin veya şeylerin yapı ve işlevleri Marksizm’in
konusu değildir ama aletlerin veya şeylerin niçin toplumsal yaşamın
ihtiyaçlarına uygun olmadıkları; niçin uygun olmayan şeyler üretildiği Marksizm’in
konusudur.
Çünkü bütün bunların hepsi
toplumsal fenomenlerdir. Toplumsal olan herşey, Marksizm’in konusuna girer.
Peki niçin böyle bir eleştiri ve
savunma bulunmaktadır. Bu eleştiri ve savunmanın varlığı sosyolojik bir olgu
olduğuna göre bunun açıklanması Marksizm’in konusudur ve burada tarihsel ve
mantıki bir açıklama yapmak gerekir.
Yani bu Marksizm’in bir ekoloji ve
teknoloji teorisi olup olmadığ tartışmalarına verilebilecek biricik doğru ve Marksist cevap, bu
sorunun yanlışlığı ve bu yanlış sorunun sosyolojik
anlamı üzerine yanlış veya doğru bir cevap olabilir. Bu açıdan verilen
yanlış cevaplar bile, o yanlış soruya göre metodolojik olarak doğru bir cevap
olarak ortaya çıkarlar. Çünkü, toplumsal bir fenomeni toplumsal kavramlarla
açıklamaya çalışır ama soruda olduğu gibi fiziksel veya biyolojik olguları
toplumsal kavramların için sokmaya çalışmaz.
Sorun nerededir? Sorun ya da
yanlış şuradadır: Marksizm’in bir ekoloji veya teknoloji teorisinin olup
olmadığı soru ve cevaplarının ardında, ancak kapsamlı ve doğru teorilere
dayanan hareket veya partilerin doğru işler yapabileceği ve toplumu bu “doğru”
teoriye göre şekillendirebileceği ve şekillendirmesi gerektiği gibi gizli bir varsayımdadır.
Bu varsayım, bir yanıyla,
düşüncenin varlığı belirlediği gibi gizli bir idealizmi içinde taşır. Ancak
doğru teorilerin toplumu doğru olarak şekillendirebileceği gibi bir varsayımdır
bu. Bu aslında, bir merkez komitesinin değişimiyle ülkenin sosyol ekonomik
yapısının değiştiğini kabul eden anlayışın, (örneğin Kuruçef iktidara gelir ve
sovyetler sosyalist olmaktan çıkıp, Sosyal Emperyalist olurlardı) içi dışına
çevrilmiş biçiminden başka bir şey değildir.
Ama daha da yanlışı ve tehlikelisi,
sosyalizmin ya da daha doğrusu bir işçi iktidarının ne olduğuna ilişkin tam
anlamıyla Stalinist denebilecek bir anlayışın ifadesi olmasıdır.
Çünkü, gerçek bir sosyalist
demokraside, bir çok partiler olacağından, diyelim ki, teorisi, bu bayların
yanlış sorusuna uygun biçimde, ekoloji ve teknolojiyi de kapsayan bir partinin,
insanların çoğunluğunun oyunu alacağı ve yönetime geleceğinin hiçbir garantisi
yoktur ve olamaz. İktidara gelse bile bir süre sonra seçimlerde kaybedip
azınlığa düşmeyeceğinin de bir garantisi yoktur ve olamaz.
Yani aslında stalinizmin devlet ve
parti anlayışının meduza kafasını çıkarır Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji
teorisi olmadığı için işlerin sapa sardığı anlayışının ardında.
Yani yukarıda dendiği gibi, Marksizm’in
böyle bir teorisinin olmadığı ve olması gerektiği iddialarının ardında, doğru
teoriye sahip bir partinin egemenliği ve toplumu şekillendireceği gibi bizli
bir varsayım bulunmaktadır. Ve biraz dikkat ederseniz “toplum mühendisliği”ne
en çok karşı çıkanların da bunlar olduğunu görürsünüz. “Toplum Mühendisliği”ne
karşı çıkar görünenler, Marksizm’i bir teknoloji ve ekoloji teorisi olmamakla,
bu nedenle yanlış ve yetersiz bir teoris olmakla, bu nedenle “reel sosyalizmin”
batmasıyla eleştirirlerken, aslında iyi
bir toplum mühendisi olmamakla eleştirdiklerini bile görmezler. Onları bu
çelişkiye düşüren de toplum mühendisliği yapmamanın mümkün olmadığını görmemeleridir.
“Tek doğru” olduğuna inanmak,
totalitarizme, (veya meşrebine göre) Stalinizme götürür” diyenler, aslında Marksizm’in
bir ekoloji ve teknoloji teorisi olmadığı için işlerin battığını söylerlerken,
farkına varmadan iktidardaki egemen partinin doğru görüşü olmadığı için
yıkıldığını söylediklerinin bile farkına varmazlar.
Çünkü, Sosyalist bir demokrasi
anlayışının zerrece var olmadığı koşullarda ancak Marksizm’in bir ekoloji ve
teknoloji teorisi olup olmadığı sorusu sorulabilir.
Sosyalist bir demokrasi anlayışı
varsa, ezilen çoğunluğun iktidarında sıonırsız bir örgütlenme ve fikir
özgürlüğü olacağı varsayımı gerekir. Yani ezilienler farklı görüşler ve
partiler arasında seçimler yapacaklar ve bu seçimlerini değiştirebilecekler ve
farklı güç oranlarında seçecekler demektir.
Gerçek bir demokraside insanlar
bilimsel doğruları savundukları için değil, kısa veya uzun vadeli; bölgesel
veya genel çıkarlarını savunudkları
veya buna uygun düştükleri için şu veya bu partiye oy verirler veya
vereceklerdir.
Dünyanın en doğru teorisine sahip,
ekolojik ve teknolojik araştırmaların en doğru sonuçlarına göre bir programı
benimsemiş bir parti, bir sosyalist demokraside bir tek oy bile alamayabilir.
Ama buna rağmen insanlar şunun veya bunun yapılmasına ilişikin olarak pek ala
“doğru” kararlar da alabilirler.
Yani sorun teorideki bir
eksiklikte değil, sosyalist bir demokrasinin eksikliğindedir. Sosyalist demokrasinin
kurulamamış olması veya daha doğarken boğulmuş olması da yine bunun bilinmemesi
nedeniyle değil, var olan toplumsal güçlerin ilişkilerinin değişmesinin
sonucudur. (Yani devrimin tecrit olması, ince bir katman halindeki sınıfın
fiilen savaşta ve devlet cihazı içinde yok olması, kıtlık vs. sayılabilir.)
Sanki ciddi bir teorik eleştiri
gibi görünen teknoloji ve ekoloji teorisi olup olmadığı tartışmaları, gerçek
sorunlardan kaçışın; onları gündemden düşürmenin bir örtüsüdür. Yani bürokratik
aygıtların; burjuvazinin; küçük burjuvazinin çıkarlarının son derece ince
biçimde savunusu ve Marksizm’e karşı gizli bir savaştır.
Ve devrimci olmayan sınıflar son
duruşmada çıkarlarını gerçeğin özünü çarpıtan metodolojik hatalar aracılğıyla
savunurlar. Tam da burada olduğu gibi,.
Ancak metodolojik hata, sosyolojik
ve programatik sorunlarla da sınırlı değildir. Ekonomi politikle sosyolojinin
ilişkisi ve ekonomi politiğin konusunun ne olduğunun anlaşılmaması ile de
ilgilidir.
Ekonomi politiğin konusu, ekonomi
değildir. Birçokları ekonomi politiğin konusunun, ekonomi olduğnu sanıyorlar.
Yani toplumun üretim, dağılım, bölüşüm ve tüketim ilişkileri olduğunu
sanıyorlar. Aşağı yukarı, Marksizim “ekonomik temel” diyor o halde toplumun
ekonomik temelini inceleyen bilim de ekonomi politikdir diye düşünüyorlar ve
öyle sanıyorlar. Ve bylece ekonomi politiği sosyalajinin çok spesifik bir
bölümü, dolayısıyla Marksizmin bir bileşeni gibi anlıyorlar.
Bu Marksizm’i zerrece anlamamaktır.
Ekonomi politik, Toplum’u inceleyen bilimin, toplumun alt yapısını (üretim,
bölüşüm ve tüketim ilişkilerini) inceleyen bir alt bölümü değildir. Ekonomi
politiğin Marksizm’le, yani sosyolojiyle veya tarihsel maddecilikle ilişkisi, optiğin,
hidroliğin gizikle ilişkisi gibi değildir. Ekonomi politiğin sosyolojiyle,yani Marksizm’le
ilişkisi; Biyolojinin fizikle ilişkisi; ya da sosyolojinin biyolojiyle ilişkisi
gibidir.
Ekonomi politiğin konusu olan
olgular sosyolojik olgular değildirler. Tıpkı biyolojik olguların fiziksel
olgular olmaması gibi. Elbette tüm biyolojik süreçler ve varlıklar da son
duruşmada fiziksel varlıklar ve süreçlerdirler, ama biyolojinin konusu bunlar
değil, örneğin türleri ortaya çıkaran yasalardır.
Nasıl biyolojinin konusu ilk kendi
benzerini .yaratan ya da sentezleyen moülekülle ortaya çıktıysa, benzer şekilde
ekonomi politiğin konusu da iki insan veya kabile iki ürünü değiş tokuş yaptıklarında ortaya
çıkar. Bu değiştirilen şeylerin ne olduğu değildir ekonomi politiğin konusu; o
değiştirilyen şeylerin içindeki ortak olan şeydir. Yani değer, yani emek
miktarı.
Eğer paradoksal olarak ifade etmek
gerekirse, Marksizmin kurucusu Marks’ın ömrünün en büyük eseri olan Das Kapital, Marksist (sosyolojik) bir
eser değildir, Marks ömrünü marksist olmayan bir çalışma içinde geçirmiştir.
Nasıl ekoloji veya teknoloji
sosyolojinin konusu değilse, aynı şekilde kullanım değerleri de, yani
değiştirilen malların fiziksel ve manevi özellikleri de ekonomi politiğin konusu
değildir. Bunlar tücarların, tüketicilerin konusudur elbet, ama ekonomi
politiğin konusu değildir. Ekonomi politikte ilişkilerdir söz konusu olan.
Ekonomi politik bir cebirsel formül gibidir.
Ekonomi politiğin konusu malların
fiziksel özellikleri olmadığından, Marks da bütün ömrünü ekonomi politiğin
eleştirisi olan Kapital’i yazmaya harcadığından dolayı, Ekonomi politiğin ne
olduğunu bir türlü kavramamış olup da onu sosyolojinin bir alt bölümü gibi görenler,
Marksizm’in bir ekoloji ve teknoloji teorisi olmadığı sonucuna ulaşmaktadırlar.
Çünkü ekoloji de teknoloji de bu fiziksel özelliklerle ilgilidirler son
duruşmada. Bu baylar Marksizm’in üstünlüğü olan özelliğini ve yöntemini onun
zaafı olarak görmekle, aslında ekonomi politiğin ve sosyolojinin ne olduğunu
anlamadıklarına ilişkin kendi zaaflarını dışa vurmuş olurlar.
Sadece bir tek metanın kullanım değeri ekonomi politiğin konusunu oluşturur:
İşgücü. İşgücü denen metaın kullanın
değerinin ise, bütün diğer metaların aksine onun fiziksel veya manevi
özellikleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Onun kullanım değerini belirleyen
özelliği, tüketildiğinde kendisinin
yeniden üretiminden daha büyük bir değer yaratmasıdır. Ama onun bu
özelliğinin, kadın veya erkek, eşcinsel veya hetoroseksüel; komünist veya
liberal; siyah veya beyaz; Alman veya Kürt, Müslüman veya Ateist olmakla hiçbir ilişkisi yoktur.
(Tam da bu nedenle Marksizim bu
sefer de bunlar ekonomi politiğin konusu olmadıkları için, beyaz adam merkezli,
erkek, avrupa merkezli vs. görülmüştür. Aslında bütün yeni sosyal hareketler
malların fiziksel özellikleri veya işgücünün fiziksel ve manevi özellikleri
üzerinden çıktığından; tüm diğer malların fiziksel özellikleri, yani kullanım
değerleri ekonomi opolitiğin konusu olmadığından; kullanım değeri ekonomi
politiğin konusu olan tek malın ise ise fiziksel ve manevi özelliklerkin bu
kullanım değeri üzerinde hiçbir etkisi olmadığından dolayı bu eleştiriler Yeni
Sosyal Hareketlerden gelmektedir ve hepsi aslında aynı metodolojik hataya
dayanırlar: Ekonomi politiğin konusunun ne olduğunu anlamamak ve Ekonomi
politik ile Sosyolojinin (Marksizm’in) ilişkisini kavramamak.)
Kapitalizmin muazzam esnekliğinin
de Kapital’in tükenmez tazeliğinin de
sırrı buradadır. Bir an için bütün cins, ırk, ulus, fikir, din ayrılıklarının
ve ayrıcalıklarının yok olduğunu var sayalım. Bir an için nesnelerin fiziksel
özelliklerinin çevre sorunu gibi bir soruna yol açmadığını var sayalım. Bu
takdirde kapitalizm yok olmazdı. Sadece daha mükemmel ve saf bir kapitalizm
olurdu. Ama Marks da Kapital’de işte
tam da bu saf biçimiyle Kapitalizmi ve onun özünü incelediğinden, Kapital’de ele alınan kapitalizme daha
çok benzemiş olurdu gerçeklik. Das
Kapital de çok daha aktüel ve taze
Elbet bundan bu eşitsizlikler ve
ekolojik katastrofa karşı mücadele edilmemesi gerektiği soncu çıkmaz. Ama hiç
de öyle ham hayallere kapılmadan mücadele etmek gerekir.
Düşünün ki, ulusal devletlerin
olduğu bir dünyada, bir çevre felaketini önlemenin ve insanlığın var oluş koşullarının
ortanadan kalkmasını engellemenin bir olanağı yoktur. Bu durumda öncelikle
uluslara karşı bir mücadele gerekmektedir. Bunu en öne almayan her mücadele
sahte hayaller yayar. Yeni hayal kırıklıklarının kapısını açar. Böyle bir
dünyada bu sorunu ikinci plana atan her girişim, bunu hangi ekolojik
gerekçelerle yaparsa yapsın, aslında insanlığın yok oluşuna katkı yapıyor
demektir.
Ancak bir dünya cumhuriyeti bile
henüz sadece bir olanağın kapısını açar. Bu dünya cumhuriyeti ancak kullanım
değerleri üreten bir ekonomiyi seçtiğinde; yani ekonomi politiğin konusu olan
değişim değerinin, değer yasasının egemenlik alanını daraltmaya başladığında;
yani ekononomi politiğin konusunu yok etkmeye başladığında insanların ve
doğanın ihtiyaçlarının dengesini güden, planlı bir ekonomi ekonomi olanağı
doğar.
Ama bu bile bir garanti
oluşturmaz. İnsanlar ekolojistlerin ve mühendislerin her türlü manüplasyondan
ve bilim dışı kaygıdan azade olarak sonuçlarını sundukları; bu sonuçlara
herkesin ulaşabildiği ve özgürce tartışabildiği bir ortamda bile doğru kararlar
alacağının bir garantisi yoktur.
Ve “doğru karar”ın da ne olduğu
böylesine çok farklı faktörün etkili olduğu ve birindeki küçük birdeğişimin tüm
sistemdeki diğer girdileri etkilediği bir sistemde pek belli değildir.
Yani özel mülkiyet, değer
yasasının egemenliği, kar ve bürokrasiden arınmış, tüm dünyadaki insanların
birliğini ve eşitliğini sağlamış bir dünya cumhuriyetinde bile, İnsanların
doğru kararlar alacaklarının bir garantisi yoktur. Bu kararlar sadece kısa vadeli
çıkarlar veya bölgesel çıkarların öne alınması nedeniyle de oluşmayabilir.
Bütünüyle bunlardan azade olarak, ilişki ve dengelerin böylesine karmaşık
olduğu bir sistemde, Doğru’nun ne olduğu da tam olarak bilinemeyeceği, ancak
deneme ve yanılmalar yoluyla ele yordamıyla bulunabileceği; ama bu yanılgıların
tıpkı bir çocuğun öğrenme sürecinde çok tehlikeli bir şekilde yanlış yapıp
ölmesinde olduğu gibi, insanlığın sonuyla bitebileceğini de hiç unutmadan.
Ama bu sorunlara henüz o kadar
uzağız ki, kimse gündeme alıp konuşmayı bile aklına getirmiyor.
Bu üç temel yanlıştır o yanlış
soruların ardındaki yanlışlar.
(Hatırladığım kadarıyla söylediklerim bu noktalardaydı ve mealen
böyleydi. Soru ve eleştiriler kısmında farklı soyutlama düzeyleri; Marksizm’le
buluşmanın zorluğu; öğrenmenin emek gerektirdiği; bu söylediklerimden yeni
sosyal hareketleri ve mücadeleyi reddettiğim sonucu çıkmayacağı gibi konular
konuşuldu ve tartışıldı.)
Demir Küçükaydın
[1] Ayrıca sadece bu
kadar da değil, “kurucu etkisi”
(Gründer Effekt) denen bir fenomen vardır. Örneğin ilk kez karaya çıkan canlı
beş parmaklı olduğu için, sonraki bütün canlılar hep bu beş parmaklılık
üzerinden kanatları, ayakları, elleri, şekillendirmişlerdir. Hatta bu ondalık
sistemimizi bile bir ölçüde bu beş parmaklılığa borçluyuz.
Bir an için karaya çıkan ilk canlının üç
parmaklı olduğunu var sayalım. Bütün sonra gelen canlılar bu üç parmaklılık
üzerinden kanatları, elleri, ayakları vs. şekillendirecekler bunun üzerinden
çözümler arayacaklardı. Böyle bir dünyada insanlar da muhtemelen üç parmaklı
olacaktı. O zaman üç parmakla çalınabilin müzek aletleri ve bambaşka bir müzik
olacaktı belki. Matematik, Sümerlerde olduğu gibi, altılı bir sisteme
dayanacaktı muhtemelen vs.,
Marksizm’, Avrupa’da doğdu. Avrupa ise
Semitik, İbrahimi dinlerin yaygın olduğu bir yerdi. Bir an için Marksizm’’in,
Budizmin, Hinduizmin, Şintoizmin veya Taoculuğun egemen olduğu bir bölgede
doğduğunu düşünelim. Keşfedilen yazalar yine aynı yasalar olurdu ama bunların
ifadesi, artikülasyonu, ifade edilirkenki imgeler, muhtemelen çok başka
olacaktı.
Bu tür farklılıklar da Marksizm’’in özüne
ilişin değildir. Marksizm’’in bunlardan da soyutlanması gerekir. Bu en iyi İbni
Haldun ve Marks örneklerinde görülebilir. Her ikisi de İbrahimi Dinler
bölgesinde olmakla birlikte biri İslam, diğeri Aydınlanma çocuğudur. Ve aynı
yasaları bulmalarına rağmen bunu farklı biçimde ifade ve artiküle ederler.
Elbet Marksizm’’de özellikle ilk ortaya
çıkış dönemlerinde geçmişin kalıntısı bir çok özellik vardır ve ona sızmıştır.
Ama bunlar onun asli özellikleri değildir. Bunlar olmasa doğruluğundan bir şey
eksilmez. Aksine daha tutarlı olur.
Bu bağlamda örneğin engels’in tarihsiz
halklar gibi kavramları örnek olarak verilebilir. Kesza bir ilerleme anlayışı.
Aydınlanmanın mekanitk ve düz ilerlemeci anlayışına bağlı olarak vardır. Ama
dediğimiz gibi bunlar onun onu o yapan özellikleri değildir.
[2] İnternetten birkaç
örnek.
“Wikipedia
Marksizm’, özgün bir siyasal felsefe,
tarihin diyalektik materyalist bir yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir
dünya görüşü, kapitalizmin Marksist açıdan çözümlenmesi, bir toplumsal değişim
teorisi ve Karl Marx'ın ve Friedrich Engels'in çalışmalarından çıkarılan
insanın özgürleşmesiyle ilgili bir düşüncedir.
Marksizm’ bir öğreti olarak siyasal,
ekonomik ve felsefi bir bütünlük içerir. Marksizm’, ideolojik alanda esas
olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu
olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük
dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanır
Ekşi
Sözlük
·
Marksizm’'e göre dünya kapitalizmi yaşadıktan sonra
toplumlar birer birer proleterya diktatörlüğüne dönecek, bu sürecin sonunda da
bütün dünya komünizme geçecektir. tez-antitez-sentez mantığında ilerler Marksizm’.
·
Marksizm’'e göre dünya kapitalizmi yaşadıktan sonra
toplumlar birer birer proleterya diktatörlüğüne dönecek, bu sürecin sonunda da
bütün dünya komünizme geçecektir. tez-antitez-sentez mantığında ilerler Marksizm’.
·
marx ve engels'in felsefi, ekonomik ve sosyo-politik görüş
sistemini temsil eden tam ve ahenkli doktrin.
o
bilgi nesnesi degildir.
o
skolastik bir teori degildir.
o
bir kimlik degildir.
o
hayata mudahale etmektir.
o
iktidar gerektirir.
o
politik bir kollektivite gerektirir.
o
bu nedenle devrimci bir politikadir.
o
ve hayattaki her soruya ya da soruna cevap vermekle yukumlu
degildir.
·
foucault'ya gore Marksizm’ muhtesem bir kapitalizm
elestirisidir, gelgelelim kapitalizmden sonrasini hayal ettigi -ve bu hayale
bir isim verdigi- noktada sicmistir.
·
devrim sonrası kurulan sosyalist devleti geçici olarak gören
ve sonunda devletsiz bir toplum öngören ideoloji.
·
[3] Bunun nedeni,
bizzat Marksizm’’i savunanların veya savunma iddiasında olanların da
eleştirmenlerle aynı yanlışları paylaşmalarıdır. Tam da bu nedenle, Marksizm’’i
savunanlar ve eleştirenler, kendilerinin bu ortak varsayımlarını ve
yanlışlarını eleştiren bizim gibi Marksistler karşısında böyle bir eleştiri
yokmuş gibi davranarak, güç birliği ve suç ortaklığı yaparlar.
Bu anlayışla yapılan eleştiri ve savunmalar
baştan bir yanlış; Marksizm’’in ne olduğu; bilimin ne olduğu hakkında baştan
bir yanlış içindedirler demektir.
Bir politik hareketin, bir doktrinin vs.
bir “teknoloji eleştirisi” olabilir ve bu anlaşılabilir. Ama bir bilimin,
sosyolojinin “teknoloji eleştirisi” yapmasından söz etmek, fiilen bilim
hakkında tamamen farklı bir anlayışta olmak demektir.
Marksizm’
teknoloji eleştirisi yapıp yapmadığı açısından eleştirilemez. Bir sosyal
ya da politik hareket, bir parti, bir doktrin, bir ideoloji vs. belki böyle bir
başlık altında eleştirilebilir, ama toplum bilimi, bu sözler ve kavramlarla
eleştirilyemez.
[4] Marksizm’’i
eleştiren ve savunan görüşlerin büyük bir bölümü bu yanlışları yapmaktadır.
Çok tipik bir örnek verelim. İnternette çok
yaygın olarak alıntılanmış ve birçok farklı adreste tekrar sunulmuş bulunan,
Fikret Başkaya’ya ait bir yazı bulunmaktadır. Yazının başlığı: “Marksist
Sol Teknoloji Eleştirisi konusunda Sınıfta Kaldı.”
Elbette kendini Marksist olarak tanımlayan
bir sosyal ve politik hareketin eleştirisinin başlığı olarak bu kullanılabilir
bir başlıktır. Elbette bu anlamda, o sol hareketin kendini Marksist olarak
tanımlayıp tanımlamamasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü hareketlerin kendilerini
adlandırmaları veya tanımlamaları onların sosyolojik olarak ne olduklarını
anlamayı sağlamaz.
Başkaya’nın yazısının bütün okunduğunda,
onun fiilen Marksizm’’i bir politik ve sosyal hareket olarak tanımladığı
görülmektedir.
Böyle bir başlığın konusu ya kendini Marksist
olarak niteleyen solun Marksizm’le ilişkisi olmadığını, iddialarıyla gerçek
arasındaki çelişkileri göstermek olabilir ya da onun kendini Marksist olarak
tanımlaması üzerinde durmadan, o hareketin teknoloji konusundaki programını,
stratejisini, taktiklerini, örgüt ve mücadele biçimlerini eleştirir.
Ancak Başkaya’nın eleştirisi, her şeydir ve
hiç bir şeydir. Neredeyse bütün bu yukarıda saydığımız yanlışları bir arada
içerir.
Örneğin şu cümleyi ele alalım: “Marksist sol teknolojik ilerlemeyi hiçbir
zaman kapsamlı-tutarlı-bütünlüklü bir eleştiriye tâbi tutmadı. Marx, diyalektik
yönteminin bir gereği olarak, teknolojinin çelişik niteliğinin farkındaydı.
Çeşitli eserlerinde bu soruna değinmekle birlikte bütünlüklü bir teknoloji
eleştirisi yapmadı.”
Birinci ve ikinci cümleler bir arada ele
alındığında, çıkarsamanın, “Marksist sol”un kendi hakkındaki iddialarının
aksine Marksist olmadığının olması gerekir. Mantık bunu gerektirir. “Marksist
sol”dan anladığının, yirminci yüzyıl boyunca kendine Marksist diyen, sosyalist
ve Komünist partilerde ifadesini bulan solu kastettiği anlaşılmaktadır. Ama bu
solun zaten Marksist olmadığı, buna esas olarak Stalinist hareket ve partiler
dendiği belli iken, onları Marksist olarak tanımlamak hem Marksizm’’i Marksizm’
olmaktan çıkarmak; hem de Marksizm’’i bir sosyal ve politik hareket olarak
tanımlamak anlamına gelir. Marksizm’ ise, kategorik olarak bir sosyal ya da
politik hareket değildir. Marksizm’, Tarihsel Maddeciliğin kısa adıdır, kod
adıdır. Bizzat kurucularının tanımladığı gibi, Tarihsel Maddecilik ise, bugün
bizlerin Sosyoloji, yani Toplum Bilim, toplumun hareket yasalarını inceleyen;
farklı toplum biçimlerinin niçin neden ve nasıl var olup yok olduğunu inceleyen
bilimin adıdır.
Ve eğer bir bilimse, sadece o bilimin
kurucusunun katkılarıyla sınırlanması kadar saçma bir şey olmaz. Örneğin,
Newton veya Darwin’den den sonra fizikçi ve biyologların, buldukları yeni
yasalar veya eğildikleri yeni olgular o fizik veya biyolojiye dahildirler. Marksizm’’de
de sonra gelenlerin yaptıkları katkılar o bilime dahildir. Örneğin, Frankfurt
Okulu’nun katkıları bizzat fiziğin veya biyolojinin gelişimi veya evrimi gibi, Marksizm’’in
evriminin bir parçasıdır. Bu durumda, Marksizm’’in gelişimi içinde teknolojiyi
ele alışını daha derinleştirdiğinden, daha geliştirdiğinden söz edilebilir. Ama
yazının başlığı ise bununla çelişmekte; kendine Marksist diyen Stalinist
hareket ve partiler Marksist olarak tanımlanarak; Marksizm’’i geliştirenler
fiilen bu Marksist tanımının dışına çıkarılmakta ve tamamen keyfi kullanımlarla
tam bir eklektisizme düşülmektedir. Örneğin şöyle yazıyor Başkaya:
“Böylesi bir
ortamda kapitalizmin ürettiği teknolojinin tahribatına dikkat çekenler, ya Marksist
olmayan düşünürler, ya da iki enternasyonalden bağımsız hareket edebilen,
“resmi Marksizden” uzak durabilen Marksist teorisyenler olacaktı: Martin
Heidegger, Walter Benjamin [ekolojik muhalefetin ve anti- nükleer hareketin
habercisi], Franfurt Okulu’nun ünlü düşünürleri [Theodore Adorno, Horkheimer,
Herbert Marcuse, Habermas...], Jacques Ellul, Ivan Illich, Charbonneaux, vb.”
Bu sözlerden çıkması gereken sonuç, Marksizm’’in
evrimi içinde ciddi bir teknoloji eleştirisi getirdiği, kendine Marksist diyen
hareketlerin, yani Stalinistlerin ve Soysal Demokratların fiilen Marksizm’’i
reddettiği olabilir. Ama yazıdan çıkan sonuç, tamamen Marks’ta zaten bulunan
yanlışların geliştirildiği olmaktadır:
“Marx başka
eserlerinde de teknolojik ilerlemeye benzer eleştiriler yöneltiyor ama o esas
itibariyle teknolojinin kendisine değil, onun kapitalist sistem tarafından
kullanılış biçimine itiraz ediyordu… Oysa bizzat kapitalizmin ürettiği
teknolojinin tartışma konusu yapılması gerekirdi… Her şeye rağmen Marx’ın
eserlerinde tutarlı bir teknoloji eleştirisine başlangıç teşkil edebilecek
unsurlar mevcuttu. Fakat, XIX’uncu yüzyılın sonundan itibaren ‘markist sol’ bu
bahsi tümden kapattı. II. ve III. Enternasyonallerin kaba Marksizm’’i, hiçbir
zaman kapitalizmin ürettiği ‘modern teknolojiyi’ tartışma konusu yapmadı. Marx
sonrası sol teknoloji konusunda geçerli pozitivist ve iyimser yaklaşımı
benimsemekle yetindi… Teknoloji yansızdır, önemli olan kimin tarafından
kullanıldığıdır şeklindeki kaba yaklaşım
II. ve III. Enternasyonal Marksizm’’inin de yaklaşımıydı. Oysa, insanın insan
tarafından sömürülmesine son verildiğinde doğanın insanlık toplumu tarafından
sömürülmesinin sona ereceğine dair kaba yaklaşım sakattı.”
Tabii burada çok temel bir yanlış daha
yapılmaktadır. Marksizm’ bir politik hareketin bir doktrini olarak
algılanmaktadır Marksizm’. Programatik çıkarsamalar Marksizm’’in özüne ilişkin
değildir. Marksizm’ söz konusuysa, sorunun şöyle koyulması gerekir: Marksizm’,
teknolojik değişmeleri, bu değişmelerin sonuçlarını açıklayacak kavramsal
araçları geliştirmiş midir? Ya da bu kavramsal araçlar daha derinleşmek için
uygun bir kavramsal çerçeve sunmakta mıdır?”
[5] “Ekonomi politik, meta ile, ürünlerin bireyler
tarafından ya da ilkel topluluklar tarafından birbiriyle değişildikleri anda
başlar.” (F. Engels9
[6] “İktisat
nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar
arasındaki ilişkileri inceler; oysa bu ilişkiler her zaman nesneye bağlıdırlar
ve nesne gibi gözükürler.” (F. Engels)
[7] Ekonomi politik ilişkileri inceler, tabiri caiz ise
cebirsel formüller gibidir. O formüldeki değerlerin, niceliklerin ne olduğu
veya olacağı onun konusu değildir. Ekonomi politik bakımından değiştirilenin
bir buzdolabı veya bir teneke buğday olmasının hiçbir anlamı yoktur. Somut
nicelikler ise, yani nesnelerin özellikleri ise ekonomik planlamanın,
tüccarların vs. işidir ve konusudur.
[8] Michael Löwy, Romantizmi sadece bir edebi akım
olarak ele almamakta, anlamını genişletmekte ve onu şöyle tanımlamaktadır: “Bize göre romantizm modernitenin, yani
modern kapitalist uygarlığın, geçmişteki (prekapitalist, premodern) değer ve
idealler adına eleştirisini temsil eder. Romantizm başından beri ikili bir
ışıkla, isyan yıldızının ve “melankolinin kara güneşi”nin (Nerval) ışığıyla aydınlandığını
söyleyebiliriz.” (M. Löwy, isyan ve Melankoli, s.23)
[9] Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Reşat Fuat gibilerin
Kıvılcımlı’ya yönelttikleri temel eleştiri de onun ilkel sosyalizmi olumladığı
ve abarttığı şeklindedir.
[10] “komün bir kez
iktidara geçtikten sonra, eski devlet makinesi ile yönetmeye devam
edemeyeceğini hemen kabul etme zorunda kaldı.” (F. Engels, (Fransa’da İç
savaşa) Giriş)
[11] “Askeri ve bürokratik muazzam
örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet
mekanizması ile,
yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz
bin askerlik ordusu ile,
bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün
deliklerini
tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde,
devrilmesine
yardım ettiği feodalitenin sona
erişinde meydana geldi. Büyük toprak sahiplerinin ve
kentlerdeki büyük mülk sahiplerinin
senyörlük ayrıcalıkları, devlet iktidarına özgü birçok
özel nitelikler haline dönüştüler;
feodalitenin ileri gelenleri, maaşlı devlet görevlileri oldular;
çelişkili orta çağ hükümdarlık
haklarının alacalı haritası, işleyişi bir fabrikadaki gibi
bölüştürülmüş ve bir merkezden
yönetilen bir devlet iktidarının çok iyi ayarlanmış planı oldu.
Ulusun burjuva birliğini kurmak için
bütün bağımsız yerel, bölgesel, belediyelere ve taşra
illerine değin iktidarları yıkmak
görevini benimseyen birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak
mutlak krallık tarafından başlatılan
işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı
zamanda genişliği, özel nitelikleri,
ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoléon, bu
devlet mekanizmasının yetkinleşmesi
işini tamamladı. Meşru monarşi ile temmuz monarşisi,
bunu, ancak, iş bölümü burjuva
toplumu içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da
devlet yönetimi için yeni bir
malzeme doğurduğu ölçüde, gitgide artan daha büyük bir iş
bölümü eklediler. Bir köprüden bir
okul binasından, ve en küçük bir köyün köy
mülkiyetinden demir yollarına,
ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar
derhal toplumdan ayrıldı, üstün
çıkar, genel çıkar olmak sıfatıyla, topluma karşı tutuldu,
toplum üyelerinin inisiyatifinden
çıkarıldı ve hükümet eyleminin konusu haline getirildi.
Sonunda, parlamenter cumhuriyet,
kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile
hükümet iktidarının eylem
olanaklarını ve merkezleşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü.
Bütün
siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir
şey yapmadılar. Art arda iktidar
uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en
birinci ganimeti saydılar.” (Marks, Fransa’da İç Savaş)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder