“Bir şeyi anlamanın en
iyi yolu önce onu anlayamamaktır” diye bir söz vardır.
Bunun için önce konumuzu anlayamamaya çalışacağız.
Ancak “Söyleyen arif
değilse dinleyen arif olsun” diye bir söz daha vardır.
Bu söze de uygun davranmak için, anlayamadıktan sonra,
insanların bir sözü söylerken ne anladıklarını ve anlatmak istediklerini
anlamaya çalışacağız. Yani kavramın sosyolojik doğruluğundan ve anlamından sonra;
o yanlışlığın, sosyolojik bir olgu olarak, bir realite olarak bu kavramın ne
anlamda kullanıldığını anlamaya çalışalım.
Konuyu tanımlayan “toplumsal
aidiyet” “sınıf” için zıtlıkla veya başkalıkla koyuluyor. Ve burada hemen
şu aklımıza takılıyor: Sınıf aidiyeti “toplumsal”
olmayan, “metafizik”, “fiziksel veya “biyolojik” bir aidiyet midir? Elbette
sınıf aidiyeti tamamen toplumsal bir aidiyettir. Sınıf toplumsal bir olgudur.
Peki, o zaman niye konu tanımlanırken, “Sınıf” aidiyetiyle yapılan mücadeleler toplumsal aidiyetler
kategorisinden dışlanmış ve ayrıca bir şey olarak ele alınmıştır? Açık ki
burada mantıki olarak, kategorik olarak bir yanlış; kategorilerin
karıştırılması var. Yani aslında konumuz mantıki olarak, sosyolojik kavram
olarak baştan aşağı yanlıştır ve anlamsızdır. Normal olarak kimsenin bir şey
anlayamaması gerekir.
Ama kimse de anlayamadığını söylemiyor. Demek ki bundan bir
şeyler anlaşılıyor.
Bu nedenle bizi burada şimdilik bizi, bu yanlışın bir gerçek
olarak anlamı ilgilendiriyor. Yani başlık sosyolojik olarak yanlış bir
kategorilendirme yapmakta, kategorileri karıştırmaktadır ama bu yanlış
kategorileştirmenin kendisi sosyolojik ve yaygın bir fenomendir; herkes bundan
bir şeyler anladığını düşünmektedir ve bu nedenle sosyolojik bir gerçeklik
olarak ele alınmayı hak etmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, burada “nüans farkı” gibi bir
olgu söz konusudur. “Nüans” zaten fark demektir. “Nüans farkı” “fark farkı”
anlamına gelmektedir gramatik olarak veya mantıken. Ama linguistik, o mantıkan
yanlış veya saçma da olsa insanların arasındaki haberleşmenin bir aracı olarak
iş görüyor ve insanlar undan aynı şeyleri anlıyor ve kullanıyorlarsa, onun
yanlışlığına doğruluğuna bakmadan sözlüğe alır. “Nüans farkı” ile insanlar,
belli belirsiz veya küçük bir farkı kastediyorlar ve herkes bunu anlıyor. Bu
durumda o yanlış bir doğru haline gelir; yani mantıken yanlış olan linguistik
olarak doğru olabilir. Bizim konumuzda da benzer bir durum söz konusu.
Peki o halde soralım, bu yaygın kullanımda, “toplumsal” ne
anlamda kullanılmaktadır? Kısaca bunu analiz edip açığa çıkarmayı deneylim.
Sınıflar, iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre
tanımlanırlar. İktisadi ilişkiler bakımından durumu ve çıkarları farklı kümelere sınıflar denebilir sosyolojik
olarak. O halde bunlar “Toplumsal Aidiyet”
kavramından dışlandığına göre, “Toplumsal
aidiyet” ile iktisadi ilişkilere ilişkin olmayan bölünmeler kastedildiği
açıktır.
Doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, başlık “toplumsal aidiyet”ten sınıfsal olmayan; iktisadi ilişkilerin kendisinden
kaynaklanmayan bölünmeleri anlamaktadır.
Örneğin, bir insan, Alevi, Kürt, Siyah, Kadın, Eşcinsel vs.
olduğu için, bu “toplumsal” aidiyeti
nedeniyle baskıya uğrayabilir ama aynı zamanda bir işveren, bir işçi, bir küçük
burjuva vs. de olabilir. Yani aslında her ikisi de toplumsal olan sınıfsal ve
diğer sınıfsal olmayan bölünmeler veya aidiyetlerden; iktisadi ilişkilerin
kendisinden zorunlu olarak doğmayan veya doğmadığı düşünülen bölünmeler veya
buna bağlı aidiyetler Türkiye’deki genel geçer kullanımda (ki bu konuya da
yansıyor) “toplumsal” olarak
tanımlanmaktadır. Yani kabaca burada “toplumsal”
kavramı ya da nitelemesi, “doğrudan
iktisadi nedenlerin zorunlu veya mantıki sonucu olmayan” anlamına
gelmektedir denebilir.
“Toplumsal Aidiyet”
kavramı, Türkiye’nin politik kültürü içinde ve bugün genel olarak ve yaygın
kullanımıyla “Kimlikler” karşılığı da
kullanılmaktadır.
Örneğin Alevi, Kürt, Eşcinsel, Kadın kimlikleri gibi.
Ancak kimlik derken de bununla her türlü kimlik değil; geçerli
hukuki veya siyasi sistem veya fiili uygulamalar bakımından baskıya ya da
ayrımcılığa uğrayan kimlikler kastedilmektedir.
Bun en iyi bir örnekle görelim. Yine internette tesadüfen
karşılaşılmış bir örnek.
“Ben: Ortadoğuluyum.
Kürdistanlıyım. Güneyli değil Kuzeyliyim. Türk, Arap, Acem, Rus, Çerkez değil,
Kürt’üm. Zaza/Dimili, Soran değil, Kurmancım. Behtinan, Botan, Şengal şivesini
değil, Serhed şivesi ile konuşurum. Bitlis, Van , Ağrı değil, Yukarı Fırat
Kuzey Çewlig ağzını kullanırım. Şedadi (Şadi) Aşireti’nin Hinis, Okciyan,
Dırban, Maden, Kağızman, Selhedin, Ruha, Semsur, Muş/Varto, Kafkas kanadından
değil, Bingöl Cunan kanadındanım. Müslüman değil, Alevi bir aileye mensup,
ateistim. Marksist felsefeyi benimserim. Orta köylü bir ailenin çocuğuyum,
Memur /öğretmenlikten siyasi sebeplerle atılmış ve şimdi muhalif bir Kürt
yayıncıyım. Kadın değil, erkeğim. Sisteme karşı muhalifim ve bu muhalifliğimden
dolayı hükümler giymiş mahkûm olmuşum. Genç değil, orta yaşın üstünde ve
‘78’liyim. Buna başka “…im”ler de eklene bilinir. İşte bu aidiyet ve kimlikler
beni şekillendirmiş ve kişiliğim bu kimliklere uygun olarak oluşmuştur.
Bunlardan birine sırtımı dönmem, inkâr etmem, kendime başka başka kimlikler
yakıştırmam yalnız aidiyet ve kimliğimi değil, kişiliğimi de bozar. Beni, ben
ile çatıştırır, bunalıma iter!” (Ahmet Önal, Dersim, Aidiyet, Kimlik, Kişilik
ve Algı!)
Ancak burada sıralanan kimliklerin bir kısmı, politik bir
anlamı veya baskının, ayrımcılığın konusu olmadığı için, bu kimlik kullanımına
dahil değildirler.
Örneğin Rock müziği veya pastel renkleri veya kuru fasulyayı
acı biberli ve turşu eşliğinde yemeyi sevmek; yeşil gözlü, 43 numara ayaklı,
şeker hastası, kel veya kır saçlı olmak, Beşiktaşlı olmak da bir kimlik veya
bir “toplumsal aidiyet”tir. Ama kişi
bunların her hangi biri nedeniyle özel olarak bir baskı altında bulunmuyorsa;
örneğin yeşil gözlüler, şeker hastaları veya pastel renkleri kullananlar oy
kullanamazlar, otobüslere binemezler gibi bir yasa ya da uygulama yoksa, bu
nedenlerle özel bir baskı görmediğinden, kimlik derken bunlar
kastedilmemektedir. Yani yukarıdaki örnekten alırsak “orta yaşın üzerinde” olduğu için baskı görmez veya ayrımcılığa
uğramaz kişi. Kimlik derken bu kimlik kastedilmemektedir. Pastel renklerden,
esmer ya da sarışınlardan hoşlanmak politik veya hukuki bir baskıya neden
olmaz, ama hemcinslerinizden hoşlanmak baskı altına alınmanıza yol açarsa, bu “kimlik” ya da “toplumsal aidiyet” olarak tanımlanmaktadır.
O halde, hukuki veya
politik olarak baskı ve ayrımcılığa uğrayan özellikler “kimlik” veya “toplumsal
aidiyet” olarak tanımlanmaktadır.
Ancak bu kullanımda sadece ayrımcılığa uğramaktan daha fazla
bir şey kastedilmektedir. Bir ayrımcılığa uğrayabilirsiniz, bu ayrımcılığa
karşı bir tepki, bir hassasiyet, bir sosyal hareket, örgütlenme, bilinç vs.
yoksa bunun hiçbir politik anlamı olmaz dolayısıyla bunun sınıfla veya sınıf
mücadelesiyle ilişkisinin veya bunu tematize etmenin bir anlamı olmaz.
Bu mantıken böyle olduğu gibi, tarihsel olarak da böyledir.
Örneğin kadınlar, eşcinseller, ırklar, belli bir dili konuşanlar vs. eskiden de
baskı altındaydılar ve ayrımcılığa uğruyorlardı, ama 1960’lı veya 70’li yıllara
kadar birkaç istisna dışında bunların birer özne olarak ortaya çıkışları
olmadığından, bunların sınıf mücadelesiyle ilişkileri söz konusu olmuyordu.
Örneğin Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin eserlerinde bir kadın hareketi veya
bir eşcinsel hareketi henüz var olmadığından, bunlarla işçi hareketinin veya
sınıf mücadelesinin ilişkisi hemen hemen hiç tematize edilmez. Sınıf
hareketinin oldukça yüksek olduğu 1960’lı ve 70’li yıllarda böyle bir konu ya
da kavram tasavvur bile edilemezdi. Bunlar içinde tek ele alınanın ezilen ulus
olduğu görülür, o da zaten tam da bir özne olarak ortaya çıktıkları için
alınmaktaydı.
Hatta o zamanlar şöyle bir durum söz konusuydu. Elbet o
zamanlar da Aleviler ve Kürtler, Kadınlar, Eşcinseller vb. eziliyorlardı. Ama o
zamanlar sosyalist hareketin henüz, humanist, demokratik ve eşitlikçi yanı ve vurgusu ağır
bastığından, bu baskıya uğrayan kadın, eşcinsel, Kürt ve Aleviler, sosyalist
hareket veya işçi hareketinin kendilerini bu baskıdan ve ayrımcılıktan
kurtaracağını düşündüklerinden, demokratik özlemlerini sosyalizm biçiminde
ifade ediyorlar, ayrı bir özne olarak ortaya çıkmıyorlardı, dolayısıyla
bunlarla işçi hareketinin ilişkileri gibi bir sorun hiç gündeme gelmiyordu. O
dönemde tartışılan köylüler ve işçilerin ilişkileriydi.
Ancak bunlar, sosyalist hareket içinde, genel demokratik
program çerçevesinde değil, ama ayrı özneler olarak ortaya çıktığı andan
itibaren İşçi Hareketi ile bu hareketlerin ilişkisi hem somut bir gerçeklik
olarak ortaya çıkmış; hem de teorik ve politik tartışmaların ve incelemelerin
konusu olmuştur.
O halde, “toplumsal
aidiyet” veya “kimlik”in bir
politik ve sosyal olarak özne olarak ortaya çıkmış biçimiyle işçi hareketinin
ilişkisi söz konusu edilmektedir fiilen bu toplantının konusunda.
Bu “toplumsal aidiyet”
veya “kimlik” diye ifade edilen
hareketlerin veya toplumsal öznelerin genel adı “Yeni Sosyal Hareketler”dir. O halde, burada konu edilmesi gereken
şey; “Yeni Sosyal Hareketler” ve İşçi
Hareketi’nin veya Sosyalist hareketin ilişkisidir.
O halde konumuzu kategorik olarak, bilimsel bakımdan da daha
doğru olarak şöyle tanımlayabiliriz: “Yeni
Sosyal Hareketler” sınıfsal olmayan; ekonomideki farklı konum ve
çıkarlardan kaynaklanmayan hareketler olduğuna göre, iktisadi ilişkiler
içindeki çıkar ve konumlardan kaynaklanan bölünmeler, hareketler ve mücadeleler
ile iktisadi ilişkilerin kendisinden kaynaklanmayan bölünmeler, hareketler ve
mücadelelerin ilişkisi.
Bu da iki türlü ele alınabilir. Biri, bu ilişki fiiliyatta
nasıl var olmuştur ve niye öyle var olmuştur sorusuna cevap arar; diğeri, bu
ilişki nasıl olmalıdır sorusuna.
Biri sosyolojik diğeri
politik ve stratejik bir tartışma
anlamına gelir.
*.
İşçi veya sosyalist hareketin tarihine baktığımızda burada “toplumsal aidiyetler”; “kimlik” veya “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığı, yani iktisadi ilişkilerin
kendisinden çıkmayan bölünmelerin ve buna dayanan hareketlerin varlığı
öngörülmemiştir ve dolayısıyla sınıf mücadelesi veya İşçi Hareketiyle bu
hareketlerin ilişkisi hiçbir zaman konu olmamıştır. Klasik olarak, işçi
sınıfının köylü hareketiyle ilişkisi ele alınır ki bunlar da zaten iktisadi
ilişkiler içindeki konumları ve çıkarları farklı insan kümeleridir. Sınıflar
arası ilişkiler söz konusudur.
Ama sadece bu da değildir ortadaki sorun. Bu hareketleri
yaratan sorunlar da klasik Marksist eserlerde yoktur. Bu yokluk nedeniyle de
Marksizm beyaz, erkek ve Avrupa merkezli hatta homofobik olmakla
eleştirilmiştir.
Peki neden böyledir?
Burada yine anlayamamamız gereken sorun şudur:
Kapitalist toplumda niye böyle insanlar dili, dini, soyu,
cinsel tercihi, cinsi vs. nedeniyle ayrımcılığa uğramaktadır? Çünkü aslında
uğramamaları gerekir.
Çünkü biz eğer Marks’ın Kapital’ini
ve Kapital’in dayandığı en temel
kavramı (işgücü kavramı) iyi anlarsak bu hareketlerin olmaması gerekir. Zorluk
bu sorunların ve bu hareketlerin niye var olduğunu açıklamaktadır.
Bu zorluğu anlamak için şöyle bir örnek verebilirim. Big
Bang’ta madde kadar anti madde oluşması, bunların yok olması gerekir dolayısıyla
bu soruyu soracak bizlerin olmaması. Maddeden bir evren var olduğuna göre madde
anti maddeden daha fazla olmuş olmalıdır. Bir bakıma doğanın simetri ilkesi
kırılmıştır. O zaman niye kırıldı? Esas zorluk buradadır.
Bu hareketleri var eden sorunlarda da sorun böyledir.
Kapitalist toplumda artı değeri yaratan işgücü denen metadır. Bu meta kullanımında kendisinin yeniden
üretiminde gerekli olandan daha büyük bir değer yaratabildiği; onun kullanım
değerinin esası bu olduğu için kapitalizmde bütün sömürünün kaynağında bu artı
değer vardır. Bütün temel sınıflar buradan çıkar.
Ama bu metanın bütün diğer metalardan çok temel bir farkı
vardır. Bütün diğer metaların kullanım değerlerini onların fiziki ya da moral
özellikleri belirlerler. Diyelim ki bardağın yararlılığı, yani kullanım değeri
camın kolay şekillendirilmesi ve saydam olması gibi fiziki özelliklerine
bağlıdır. Ama İşgücü denen meta söz konusu olduğunda işgücünün fiziki veya
manevi özellikleri, onun kullanım değeri (yani artı değer üretme yeteneği) üzerinde
hiçbir etkide bulunmazlar. Yani
işgücünün beyaz veya siyah; kadın veya erkek; Müslüman veya Ateist; biseksüel
veya eşcinsel olması onun artı değer üretme özelliği üzerinde hiçbir etkide
bulunmaz. O halde, kapitalizm özünde seksist, ırkçı, homofobik vs. değildir.
Bunu zorlayan bir ekonomik nedensellik yoktur.
Bu bize aynı zamanda Marks’ın eserinin neden bu konuları
sorun etmediğinin de ipucunu vermektedir. Çünkü, Marks’ın eseri ekonomi
politiği ele alır. Kullanım değerleri
ekonomi politiğin konusu değildirler; teknolojinin konusudurlar. Ekonomi
politiğin konusu, tıpkı biyolojinin konusunun, kendinin benzerini üreten bir
molekülün ortaya çıktığı anda çıkması gibi, iki ürün birbiriyle değiştirildiği anda ortaya çıkar. Ve
nasıl Biyoloji fiziğin bir alt bölümü değil ise, Ekonomi politik sosyolojinin, yani tarihsel maddeciliğin bir alt bölümü
değildir. O Ayrı bir hareket
biçimini inceleyen ayrı bir bilimdir. Yani ekonomi politiğin sosyolojiyle
ilişkisi, optik veya hidroliğin fizik ile ilişkisi gibi değildir; biyolojinin
fizik ile ilişkisi gibidir. Bu konularda yazmadı diye Marks’ı eleştirmek,
aslında biyolojiyi fizik biliminin konusuna giren fenomenlerle ilgilenmediği
için suçlamak gibidir.
Yani Marks’ın veya Marksizmin seksit, beyaz, Avrupa merkezli
olduğu yönündeki eleştiriler aslında ekonomi politik ve Marksizm hakkında çok
temel yanlışlardan ve kavrayışsızlıklardan hareket etmektedirler. Böyle
olmasının nedeni bunlar değil; ekonomi politik fenomenler olmamasıdır kullanım
değerlerinin. Bunların, kapitalist toplumun özünü oluşturan Artı değer üretimi
bakımından bir anlamı olmamasıdır.
(Bunu tam tersi ve yine aynı kuralı doğrulayan durum yine
ekoloji hareketi ve sorunlarında görülür. İşgücü hariç, diğer tüm metaların kullanım
değerleri onların fiziksel ve biyolojik özellikleriyle ilgilidir. Yani malların
fiziki özellikleri ekolojik sorunlara yol açarlar. Ama onların da fiziksel (veya
manevi) özellikleri, kullanım değerlerini belirlediğinden ve de kullanım
değerleri ekonomi politiğin konusu olmadığından, yine Marks’ın temel eserinde (Das Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi)
ele alınmazlar.)
Peki, neden kapitalizmde bu özel baskı biçimlerinin olmaması
gerekirken bu sorunlar ve hareketler vardır?
Marksizm bunu anlayacak ipuçlarını ve kavramsal temeli bize
vermiş midir?
Evet vermiştir. Bu ipucu ya da kavramsal temel: “sermayenin gerçek tarihsel hareketi”dir.
Bu ne demek?
Burjuvazinin sınıf olarak çıkarı ile sermayenin mantığı her
zaman çakışmaz. Bunlar arasında birebir mekanik ve motomot bir ilişki yoktur.
Bunu bir örnekle gösterelim. Klasik örnek, toprak rantı
karşısındaki tavırdır. Sermayenin mantığı açısından toprakların tıpkı su veya
hava gibi kamu malı olması gerekir. Ama burjuvazi hiç bir zaman bunu en
rakipsiz egemen olduğu yerde bile istemez ve uygulamaz.
Neden? Çünkü, toprak mülkiyetine saldırı, deliye taşı
andırmak anlamına gelir; özel mülkiyetin kutsallığını ortadan kaldırır. Yarın
öbür gün ezilenler, topraklar nasıl kamulaştırıldıysa fabrikalar ve üretim
araçları da olabilir. Niye olmasın diyebilir. Ayrıca, burjuvazi, egemen bir
sınıf olarak, diğer egemen sınıflarla ittifak etmek zorundadır. Bu durumda,
kapitalizmin mantığı açısından toprakların kamulaştırılması, burjuvazinin
Toprak sahiplerine Toprak Rantı denen haracı vermekten kurtulması gerekirken,
dünyanın hiçbir yerinde burjuvazi böyle bir girişimde bile bulunmamıştır.
Ama o zaman kapitalizm öncesi ilişkilerle kapitalizm bir tür
simbiyoz ilişkiye girer. Gerçek tarihsel hareketinde sermayenin hareketi
çarpılır. “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” derken bunu kastediyoruz. Bu
gerçek tarihsel hareket örneğin kapitalist bir merkezden, kapitalist olmayan
bir çevreye doğru yayılarak; kadının zaten baskı altında olduğu koşullarda vs.
gerçekleşir ve tıpkı toprak rantında olduğu gibi Kapitalizm bu eski biçimlerle
bir tür simbiyoz bir ilişkiye girer. Hem kendisi, hem de bu simbiyoz ilişkiye
girdiği kapitalizm öncesi baskı ve sömürü biçimleri değişir. Ortaya bambaşka
bir sistem çıkar.
Elbette bunun temelinde sermayenin genel olarak kar amacı vardır.
Karın ille de kapitalist biçimde artı değer üretimi içinde elde edilmesi gerekmez.
Örneğin işgücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masraflarını azaltan,
dolayısıyla artı değer oranını yükselten her şeyle otomatik olarak bir türlü
simbiyoz ilişkiye girer kapitalizm Kadın ev işi emeğinde olduğu gibi.
Özetle, sermaye gerçek tarihsel hareketinde bir tür
çarpılmaya uğrar. Sermayenin yeniden üretimi için, kapitalist olmayan bir çevre
gerekmeyebilir ama gerçek tarihsel hareket, kapitalist olmayan bir çevreye
doğru yayılış biçimindedir. İnsanların solucanlar gibi olduğu bir dünyada da
kapitalizm mümkündür, hatta daha saf ve mükemmel bir kapitalizm olur bu ama
gerçekte kadının ezildiği bir dünyada bu kadının ödenmemiş emeğinin kar
oranlarını yüksek tutmasını sağlar.
Böylece kapitalizmin özünden doğmayan, ama onun gerçek
tarihsel hareketinin sonucu olan yeni baskı ve sömürü biçimleri ve bunlara
karşı bir direniş ve özneler ortaya çıkar.
Bu öznelerin mücadelelerinin başarısı, kapitalizmin ortadan kalkması
gibi bir sonuç vermez. Aksine kapitalizme daha büyük bir esneklik kazandırır.
Zaten tam da kapitalizmin özünden doğmadıkları için, başarıları böyle bir
sonuca yal açar. Kapitalizmin o dillere destan esnekliğinin özünde bu vardır.
Burada şunu da belirtelim ki, bu baskı biçimleri,
otomatikman bu öznelerin (“Yeni Sosyal
Hareketler”in) çıkmasına yol açmayabilirdi. Eğer işçi hareketi ve sosyalizm,
demokratik niteliklerini yitirmeseydi, tıpkı 60’ların Türkiye’sinde ve daha
önce genel olarak sosyalist harekette olduğu gibi, ayrı bir özne olarak değil;
sosyalist ve işçi hareketi içinde de bu baskı biçimlerine karşı mücadele
ediliyor olabilirdi. Şimdi bir bakıma hedef, bu ayrılığın gerçekleştiği
koşullarda yeni baştan ve daha bilinçli olarak bu birliği yeniden
oluşturmaktır.
Yani “Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesi İlişkisi”
özünde, işçi hareketinin ya da sosyalist hareketin kendi yanlışları karşısında
gerilemesi; tarihsel ölçekte büyük bir özeleştiri yapmasından ve eski birliğe
yeni baştan ama çok farklı bir düzeyde ulaşma çabasından başka bir şey
değildir.
*
Şimdi, kimlik veya
toplumsal aidiyet veya Yeni Sosyal Hareketler olarak ifade edeceğimiz sorunlar
ve hareketler ile işçi sınıfının hareketinin verili durumdaki ilişkisine
gelelim.
Birincisi, bu ilişkide işçi sınıfı ve köylülük ilişkisi gibi
bir ilişki söz konusu değildir.
İkincisi bu hareketler her ne kadar kapitalizmin özünden
doğmasa da, kapitalizme bağlı olarak var olur ve ortaya çıkarlar. Kadının
üzerindeki baskı kadın hareketini yaratmaz; kapitalist toplumda kadının
üzerindeki baskı bir kadın hareketine yol açar.
Yani bu basık biçimleri veya kimlikler tüm sınıfları
keserler. Aslında bu yepyeni olanaklar kadar yepyeni tehlikeleri de içerir.
Şimdi bu hareketlerin işçi sınıfı hareketiyle ilişkilerinin
tarisel tecrübesine bakalım. İşçi hareketi, bu hareketlerde önceleri kendisini
bölen bir düşman görür. Ama sadece işçi hareketi böyle değildir: Bizzat bu
hareketlerin kendisi de gerek işçi hareketini gerek diğer hareketleri kendisini
bölen bir düşman olarak görür.
Sonra bir kabullenme. Ve son olarak da karşılıklı bir
bürokratlaşma ve kurumsallaşma görülmektedir.
Peki işçi hareketinin bu hareketlerle ilişkisi ne olmalıdır?
İşçi hareketi her şeyden önce, bu hareketleri yaratan
sorunlrı kendi bayrağına azmak zorundadır.
Ama aynı zamanda bu hareketleri de örgütlemek zorundadır.
Ama aynı zamanda bu hareketlerin içinde sosyalist ve işçi
bir kanadı da oluşturmalıdır.
Burada müsaade edilirse, 2004 yılında yayınlanan “Tersinden
Kemalizm” adlı kitabımda, Yeni Sosyal Hareketler ve İşçi Hareketinin
ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine dair uzun bir bölümü aktarmak istiyorum.
““Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri
Yeni sosyal hareketler saf bir
kapitalizmde olmayacak; kapitalist üretimin kendi iç mantığının ürünü olmayan
hareketlerdir; onlar sermayenin saf hareketinin somut tarihte uğradığı
çarpılmaların sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Örneğin atmosferin olmadığı bir
ortamda da bir taş bırakıldığında artan bir hızla düşer. Taşın böyle her türlü
sürtünmeden, o saflığı bozucu etkilerden azade olarak düşmesiyle kıyaslanabilir
saf bir kapitalizm. Ama hareket, bir gaz içinde gerçekleştiğinde bir çok
çarpılmalar ortaya çıkar. Atmosferin direnciyle taşın düşüş hızında değişmeler
olur. Öte yandan taş da düşerken atmosferde bir çok girdapların oluşmasına yol
açar. Bu girdaplar da bizzat yine taşın düşüşü üzerinde ek bir karşı etki
yaratırlar vs.. Diğer yandan cıva buharından bir atmosferde bu direnç farklı
olur; oksijen ve azottan bir atmosferde farklı.
İşte Marks’ın Kapital’deki analizi,
sermayenin hareketini incelemesi, atmosfersiz bir ortamda yere bırakılan bir
taşın hareketini incelemek gibidir. Bu nedenle Marks’ın analizi hiçbir şekilde,
yeni sosyal hareketleri öngörmez.
Ama gerçek tarihsel hareketi içinde
sermaye de tıpkı atmosferi olan bir ortamda bir taşın düşmesi gibi, bir takım
sürtünmelere uğrar. Hareket çarpılır ve öte yandan tıpkı taşın da atmosfer
üzerinde etkilerde bulunması gibi, kendisi üzerinde çarpıtıcı etkide bulunan
koşullar üzerinde de bir karşı etkide bulunur.
Saf kapitalizmin mantığı açısından
sadece iki temel sınıf vardır ve bu kapitalizmin olmazsa olmaz koşuludur:
sermaye sahipleri ve işgücünü satan özgür işçiler.
Halbuki gerçek tarihsel harekette
bir çok başka özneler de görülür.
İlk elde kapitalizm öncesi üretim
ilişkilerinin ürünü olarak veya modern üretimle dolaylı ilişkiler içinde ortaya
çıkan tabakalar. Bunlara bir bütün olarak küçük burjuvazi denmektedir. Köylüler,
esnaflar, zanaatkarlar gibi, geçmiş üretimin yadigarı olan küçük üretmenler
ile; memurlar, denetleyiciler gibi modern üretim sürecinin doğrudan ürünü
olmayan küçük burjuva tabakalar. Bir de kapitalizm öncesine ait egemen
sınıflar, tefeci-bezirganlar ile toprak ağaları da zikredilebilir.
Klasik Marksist literatür, esas
olarak bu ilişkileri inceler. Burjuvaziye karşı, küçük burjuvaziyle ittifak, bu
ittifakın mekanizmaları, ilişkileri, programı vs.. Klasik Marksizm’in strateji
tartışmalarının özü budur.
Ama dikkat edilirse bütün bu
literatürde, farklı sınıfların ilişkileri söz konusudur. Yani işçi sınıfının
dışında başka bir güç vardır; küçük burjuvazi ve köylülük. Sorun bu güç ile
işçi sınıfı ve hareketinin ilişkileridir. Bu özneler, sermayenin hareketinin
çarpılmasının sonucu olarak, modern kapitalist ilişkilerin sonucu ortaya
çıkmazlar. Sermaye olmadan önce de vardırlar. Bir bakıma birbirinin yanı sıra
var olan iki farklı üretim ilişkisindeki, egemen ve ezilen sınıflar ilişkisiyle
ilgilidir bunlar.
Yeni sosyal hareketlerde ise, bu
klasik literatürde tartışılan, farklı sınıflar arasındaki ittifak ilişkileri
değildir söz konusu olan. Çünkü bu yeni sosyal hareketin özneleri, geçmiş bir
üretim biçiminin yadigarı olarak değil; sermayenin çarpılması dolayısıyla
ortaya çıkarlar. Tamamen modern hareketlerdir bunlar, sermaye dolayımıyla, onun
gerçek hareketi dolayımıyla ortaya çıkarlar.
Örneğin kadınlar binlerce yıldan
beri ezilirler, ama bir sosyal hareket olarak bir kadın hareketi, kapitalizmin
geliştiği ülkelerde ortaya çıkmıştır.
Benzer şekilde, örneğin Alevilik tarih
boyunca hep ezilen sınıfın partisi de olmuştur. Ama bir sosyal hareket olarak
Alevi hareketinin, tarihteki bu ezilmeyle bir ilgisi yoktur. Bu hareket, modern
toplumdaki ezilmenin bir ürünüdür. Modern sosyal hareket olarak Aleviliğin, tarih
boyunca ezilmekle ilişkisi tamamen tesadüfi bir ilişki ve çakışmadır. Pek ala
tarih boyunca hiç de ezilenlerin bayrağı olmamış, aksine egemen sistemin
ifadesi olan bir din de bugün pek ala ezilenlerin bir sosyal hareketinin
bayrağı olabilir. Bir yeni sosyal hareket olarak politik İslam bir çok yerde
böyledir örneğin. Pekala Alevilik de Sünnilik gibi devletin desteklediği ve
imtiyazlı bir din durumunda da olabilirdi. Örneğin Suriye’de Aleviler bu
durumda sayılabilirler.
Ya da, tarih boyunca, kavimler
başka kavimleri baskı altına almıştır. Ama bunlar hiç bir zaman ulusal kurtuluş
hareketlerine yol açmamıştır. Modern ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerine
tarihten kaynaklar aramaları, onları yaratmaları ve onlara bugünkü anlamlarını
vermeleri bu gerçeği değiştirmez.
Açıktır ki, yeni sosyal hareketler
denen özne, gerek program, gerek strateji, gerek örgüt bakımından, örneğin bir
köylülükten tamamen farklı özellikler taşımaktadır.
Bunlar saf kapitalizmdeki
çarpılmanın ürünleri olduğundan, hedeflerine ulaştıklarında sermayenin
hareketini saf biçimine daha yaklaştırmış, yani kapitalizme bir tazelik ve dinamizm
kazandırmış olurlar. İster ulusal kurtuluş hareketleri, ister siyah, ister
kadın, ister gençlik hatta ekoloji hareketleri göz önüne alınsın, bunların
belli başarılar kaydettiği her yerde, kapitalizm daha dinamik, daha modern,
daha esnek olmuştur. Gençlik aşısı yemiş gibi olmuştur.
Aynı şey Alevilik için de
geçerlidir. Diyelim ki Alevi hareketi, devletin Aleviliği de tanıması gibi
laiklikle ilgisi olmayan ve ona çok uzak bir hedefi değil de gerçekten laiklik,
yani devletin inançlara hiçbir şekilde karışmaması hedefine ulaştı. Bu
Türkiye’deki kapitalizme bir gençlik aşısı olur ve canlılık verir.
Ne var ki, bu hareketler bir kere
ortaya çıktıklarında bir başka dinamizmi de harekete geçirirler: radikalleşme
ve anti-kapitalist hedeflere doğru yönelme eğilimi gösterirler. Hedefleri hiç
de radikal olmasa bile, özünde kapitalizmi sorgulamasa bile, yolun kendisinde,
mücadelenin içinde bir radikalleşme ve kapitalizmi sorgulama eğilimi
gösterirler.
Niçin ve nasıl böyle bir eğilim
gösterirler?
Birincisi, bu hareketleri yaratan,
kapitalizmdeki çarpılmaydı. Bu çarpılmaya karşı hareket ister istemez,
kapitalizmle de karşı karşıya gelir; onun somut çarpılmış biçimine karşı çıkış,
somutta var olan egemen sınıfa bir karşı çıkış halini alır. Bu özellik onların,
kapitalizm dolayımıyla var olmalarından kaynaklanır. Soyut olarak kapitalizme
karşı olmamalarına rağmen, somut ilişkiler içinde böyle bir eğilim gösterirler.
Ama bu sosyalizme doğru eğilimi
yaratan onların yapısı ve mücadelenin bu yapı temelinde gelişen dinamiğidir.
Bunu biraz açıklayalım.
Yeni sosyal hareketleri yaratan
neden, iktisadi ilişkiler içindeki konum değildir. Bu nedenle bu hareketler
sınıf hareketi değildir ve bu hareketlerde bütün sınıflar bulunurlar. Kadın hareketinde
bütün sınıflardan kadınlar yer alır. Ulusal harekette bütün sınıflardan o
ulusal baskıya uğrayanlar yer alır. Bu klasik Marksist[1]
ve işçi hareketinin yüzleşmediği ve tartışmadığı, yeni bir durum ve olgudur.
Klasik bir örnek olduğu için kadın
hareketini göz önüne getirelim. Bu hareket içinde, bütün sınıflardan kadınlar
yer almaktadır. Çünkü ister işçi, ister küçük burjuva, ister işveren olsun
bütün kadınlar kadın oldukları için bir şekilde baskı altında bulunmaktadırlar.
Bu olgu, daha önce yüzleşilmemiş
bir sorunu gündeme getirir. Klasik farklı sınıflar ilişkisinde, sosyalistlerin
ya da işçi hareketinin görevi, diğer sınıfı örgütlemek değildir. Onunla ayrı
bir özne olarak ilişki kurulur ve bunun sorunları tartışılır.
Yani sosyalistler ya da işçi sınıfı,
örneğin bir köylü hareketi örgütlemek gibi bir hedef ve çaba içinde olamaz
(bunu zaten köylüler kendilerine sosyalist diyerek yaparlar). Köylüleri sosyalist
yapmaya çalışmak, köylülerin sosyalist olmasıyla değil, sosyalizmin köylü sosyalizmi
olmasıyla sonuçlanır. Zaten köylüleri sosyalist yapmaya kalkan sosyalistler de
köylü hareketini örgütlemiş olurlar nesnel olarak.
Halbuki yeni sosyal hareketlerde
tamamen farklı bir ilişki söz konusudur. Örneğin kadın hareketinin, ulusal veya
ırksal baskıya karşı hareketlerin önemli bir bölümü, hatta esası işçilerden
oluşur. Bu nedenle, işçi hareketinin veya sosyalizmin bu hareketle ilişkisi
klasik işçi köylü ittifak ilişkisi gibi ele alınamaz. Sosyalist hareketin, işçi
hareketinin kendisi bizzat bu hareketin içindedir ve içinde olmak zorundadır.
Böylece klasik sosyalist ve işçi
hareketinin karşılaşmadığı başka bir durum ortaya çıkar. Sosyalistler ya da
işçi hareketi, bu hareketleri örgütlemek; onlar içinde sosyalist bir eğilim
oluşturmak; bu hareketlerin öncüsü olabilmek için çalışmalıdırlar. İşçi
hareketi ya da sosyalist hareket kendisine böyle bir görev koymasa bile,
sınıfların eğilimleri her zaman kendini ifade edecek bir damar bulduklarından,
bu hareketler içinde bütün sınıfların, dolayısıyla işçilerin eğilimleri de bir
şekilde ifadesini bulur. Ama bu hareketlerin içinde işçilerin eğilimleri de
ifadesini bulunca, o giderek kapitalizmi sorgulama; sosyalizmi yeniden keşfetme
eğilimi gösterir.
Ama bu kapitalizmi sorgulama
eğilimi, kendini genellikle, o yeni sosyal hareketin mücadelesinin mantığı
aracılığıyla ortaya koyar ve radikalleştikçe bu noktaya doğru gelişir.
Mekanizma aşağı yukarı şöyle işler:
başlangıçta o özgül baskı biçimin karşı bir direniş ve sosyal hareket ortaya
çıkar. İçinde bütün sınıflar ve onun eğilimleri henüz kristalize olmamış ve ayrışmamış
bir biçimde vardır.
Bu sınıfların eğilimleri giderek
farklı programlar ve stratejiler biçiminde ortaya çıkmaya başlar. Bir tarafta
genellikle, hareketi sırf kendi sorunları ve reformist karakterdeki talepleriyle
sınırlayanlar, diğer tarafta, yeni müttefikler ve güçler bulmak için diğer
toplumsal baskı biçimlerine de yönelenler ve böylece giderek bütün sistemi
sorgulayan bir programa doğru eğilim gösterenler. Ve giderek bir süre sonra bu
eğilimler arasında bir ayrışma başlar. Benzer eğilimler her hareketin içinde
gerçekleştiğinden, her hangi bir sosyal hareketin içinde, diğer hareketleri
yaratan sorunları sorun edenler ve sistemi sorgulama eğilimi gösterenler, diğer
hareketlerdeki benzer eğilimi gösterenlerle bir ortaklık ve beraberliğe;
giderek başlangıçta o özgül baskıya karşı olarak yola çıktıklarıyla kopuşa
doğru giderler.
Bu eğilim bütün hareketlerde
görülür. Sadece somut tarihsel tecrübede hepsinde aynı ölçüde gelişmemiştir.
Ama Siyah hareketi gibi, gerçekten modern bir toplumda, Amerika’da doğmuş ve
büyük ölçüde işçilere dayanmış bir harekette işçilerin, işçi sınıfının bu
eğilimi, tam da bu biçimde ortaya çıkar.
Kuzeyin sanayi bölgelerinin Malcolm
X’i ile, Güney’in köleci geleneklerinin güçlü olduğu bölgelerin Martin Luther
King’i başka yollardan bu noktaya, tam da bu sonuca gelmişlerdir. Bir bakıma,
biri İslamiyetten, diğeri Hıristiyanlıktan hareketle sosyalizmi yeniden keşfetme
noktasına gelmişlerdir.
Malcolm X radikalleştikçe, sırf
siyahların sorunlarına hapsolmayı aşmış, tüm ezilenlere hatta dünya çapında
ezilenlere ilişkin bir program ve strateji noktasına yaklaşmış, bu da onun siyah
Müslümanlar hareketinden dışlanması ve sonunda öldürülmesini getirmiştir.
Benzerini King de yaşar, o da
giderek, tüm ezilenlerin mücadelelerini birleştirme ve onların taleplerini
kendi bayrağına yazmaya doğru bir evrim geçirir. Örneğin öldürüldüğü gün,
siyahların önderi olarak bir işçi grevini desteklemeye gitmekte, yani siyah
hareketi olarak işçi hareketinin taleplerine de sahip çıkma noktasında bulunmaktadır[2].
Özetle, yeni sosyal hareketler tüm
sınıflardan insanları kapsadıkları için, bu sınıfların eğilimleri o
hareketlerde ifadesini bulur ve o hareketlerin içinde bir sınıf mücadelesi de
var olur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin eğilimi, radikal taleplere yönelme,
yeni ittifaklar kazanma dinamiği ile, tüm toplumdaki ezilenlere ilişkin bir
program oluşturma dinamizmi aracılığıyla kapitalizme karşı olma karakteri
gösterir.
Ama sorun sadece sınıfların
eğilimlerinin yeni sosyal hareketler içinde ifadesini bulması değildir, bu
hareketler de sınıfların veya sınıf hareketlerinin içinde aynı zamanda
ifadelerini bulurlar.
Örneğin köylü hareketi işçi
hareketinin içinde olmaz. Dolayısıyla, işçi hareketinin içindeki köylü
hareketiyle ilişkiler gibi bir sorun da olmaz. Ama yeni sosyal hareketlerde
bütün bu hareketler işçi hareketinin içinde de vardırlar. Örneğin kadın
hareketi aynı zamanda sendikalar, işçi partileri içinde de ortaya çıkar.
Kadınların uğradıkları özgül baskılara ve bu baskılar karşısındaki körlüğe
karşı kadınların ayrı talepleri, özerk örgütlenmeleri ortaya çıkar.
Ve nihayet sadece sınıflar ve
hareketleri içinde yeni sosyal hareketler; yeni sosyal hareketler içinde
sınıfsal eğilimler değil; aynı zamanda yeni sosyal hareketler içinde, yine
bizzat yeni sosyal hareketlerin eğilimleri ortaya çıkar.
Yani örneğin kadın hareketi içinde
bu sefer Siyah hareketinin ifadesi, Siyah kadınların beyaz kadınlara karşı
duruşu olarak; veya Siyah hareketi içinde, kadın hareketinin, onun erkek ve
seksist karakterine karşı Siyah kadınların direnişi olarak ortaya çıkması gibi.
Görüldüğü gibi, yeni sosyal
hareketlerin birbirleri ve işçi hareketiyle, bir ağ gibi kesişen ilişkileri söz
konusudur. Ve bütün bunlar hep, bu hareketlerin kendi içine kapanma, kendilerini
sırf kendi sorunlarıyla sınırlama eğilimine karşı; tüm toplumsal baskı
biçimlerine karşı olma gibi bir eğilimi beslerler. Bu ilişkiler de ister
istemez, bu hareketler özünde bütünüyle sermayenin gerçek tarihsel hareketinin
ürünü olmalarına ve kapitalizmi değil, onda kendilerini yaratan çarpıklığı
sorgulama karakterinde olmalarına rağmen, fiilen anti kapitalist bir eğilimi
güçlendirir.
İşçi hareketi veya sosyalist
hareket, sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlayamadığı gibi, bu yeni
sosyal hareketler karşısında da tam anlamıyla anlayışsız ve düşmanca bir tavır
içinde olmuştur. Ama bu da bizzat işçi hareketinin, devrimci karakterini
yitirmiş olmasıyla, yani tüm toplumdaki gayrı memnunların sorunlarını sorun
etmemesiyle ilgilidir; işçi hareketine damgasını vuran ekonomizmin bir yansımasıdır[3].
İşçi hareketi, kadın hareketinin,
siyahlar hareketinin sosyalist ve işçi hareketini böldüğünü; onu hedeflerinden
saptırdığını düşünmüştür. Kendi içindeki kadın ve siyahların özerk
örgütlenmelerini bölücülük girişimleri olarak algılamıştır.
Daha sonra bu hareketler güçlenip
de, artık tehdit ve yasaklarla onları engellemek mümkün olmayınca, bu sefer
tıpkı egemen sınıflar gibi taktik değiştirilmiş, bu hareketlerin entegrasyonu
ve kısırlaştırılmasına gidilmiştir. Sendika veya partilerde kadınlara özerk
bölümler açılmış, kadın üyeler için kotalar ayrılmıştır örneğin. Artık
bildirilerin dilleri değişmiş, cins ayrımcısı ifadeler terk edilmiş, “politik korrekt” olunmuştur. Ama özünde değişen bir
şey de olmamıştır. Sadece ayrımcılık çok daha ince biçimlere bürünerek devam
etmiştir.
İşin kötüsü bu sadece işçi
hareketinde böyle olmadı. Bizzat bu hareketlerin kendileri de işçi sosyalist
hareketin tüm zaaf, körlük ve bürokratikleşmesini çok daha hızlı ve derin
olarak yaşadılar. Yani bütün bu hastalıklar bizzat bu hareketlerin içinde de
ortaya çıktı. Bu hareketin kazanımları veya organlarından yaşayan bir
bürokratlar tabakası işçi örgütleri veya burjuva toplumuyla ilişkiler içinde
sistemin dayanakları haline dönüştü.
Ne var ki, bütün bu bu nareketler vekazanımlarına
rağmen, ne işçilerin sömürüsü, ne kadınların ezilmesi, ne ırkların ve ulusların
ezilmesi ne çevrenin tahribi durmuş veya azalmış değildir. Bu günkü durgunluk,
toplumsal mücadeleler tarihinde her zaman görülen med ve cezirlerden biridir ve
nesnel nedenler ortadan kalkmadığından yarın öbür gün bu hareketler bugünden ön
görülemeyecek biçimlerde yine ortaya çıkacaklardır.
Bu günkü iniş dönemi bu
hareketlerin tarihsel deneylerinin sistemleştirilmesi ve sorunlarının
tartışılması için değerlendirilmesi gereken bir boşluktur aslında.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket,
bu hareketlerle ilişkileri ele alan, bütün programatik, stratejik ve örgütsel
sorunları gözden geçiren bir strateji tartışması yaşamış değildir. Bugün hareketlerin
kendisi ortada görülmediğinden bir sorun yokmuş veya sanki sorunlar çözülmüş
gibi görünmektedir ama aslında sorunların hepsi olduğu yerde durmaktadır.
*
İşçi ve sosyalist hareketin bu
hareketlerin tarihsel deneyinden çıkaracağı dersler nelerdir? En önemlileri şöyle
sıralanabilir:
1) İşçi hareketi veya sosyalistler,
bu hareketlerin içinde ve oluşumunda yer almalı ama aynı zamanda bu hareketler
içinde devrimci ve sosyalist bir eğilimin program, strateji ve taktiklerini
şekillendirmelidirler.
2) İşçi hareketi bu hareketleri
yaratan sorunlara ilişkin programı kendi bayrağına yazmalı ve kendi içinde bu
özgül baskıya karşı körlüklere karşı otonom hareketleri desteklemelidir.
Bu iki temel ders ve yol aslında
birbirini tamamlamaktadır. Tarihsel deney bunlardan biri olmadığında diğerinin
olmadığını da göstermektedir. Aslında bütün bunlar devrimci işçi hareketinin
unutulmuş bir ilkesinin yeniden hatırlatılmasından başka bir şey de değildir.
Bu şöyle özetlenebilir: işçi
hareketi, devrimci bir işçi hareketi olabilmek için, işçi hareketi olmaktan
kurtulmak; işçi hareketi olmaktan çıkmak; toplumdaki tüm gayrı memnunları
toplayacak bir hareket olmak zorundadır.
Yani işçiler, köylülerin,
kadınların, ezilen ulusların, ırkların, cinslerin taleplerini kendi bayraklarına
yazıp onlar için mücadeleye girmedikleri takdirde, işçi hareketi bir sendika ve
parti bürokratları hareketi olarak kalır; bir reformist burjuva hareket
olmaktan öteye gidemez.
Ve diğer ezilenlerin taleplerini
kendi bayrağına yazmayan bir hareket, aynı zamanda sırf kendi sorunlarına
yoğunlaştığından, toplumun diğer ezilenlerinin mücadelesiyle kendi mücadelesini
birleştiremez, dolayısıyla tecrit olur ve yenilgiye mahkum olur.
Ama yeni sosyal hareketlerin
tarihine baktığımızda, aynı şeyin yeni sosyal hareketler için de geçerli olduğu
görülür. kadın hareketi, kadın hareketi olmak için, kadın hareketi olmaktan
çıkmak zorundadır; ezilen ulusların, dinlerin, ırkların hareketleri gerçekten
öyle olmak için ezilen ulus, din ve ırk hareketleri olmaktan çıkmak, toplumdaki
tüm gayrı memnunların taleplerini bayraklarına yazmak zorundadır. Yani nasıl
işçi hareketi, işçi hareketi olmaktan çıkmak zorundaysa ve ancak işçi hareketi
olmaktan çıktığı takdirde işçi hareketi olabilirse, aynı şekilde örneğin Kürt
hareketi, Kürt hareketi olmaktan; kadın hareketi, kadın hareketi olmaktan;
Alevi hareketi, Alevi hareketi olmaktan çıkmak zorundadır. Ve ancak bunu
yaptıkları takdirde Küt, kadın ya da Alevi hareketi olabilirler.
Ve tarihsel deney tam da şunu
göstermektedir: bu hareketlerin her birinin içinde, burjuva kanatlar, tıpkı
işçi hareketi içindeki burjuva sosyalist kanat gibi, yani sendika ve parti
bürokratları kanadı gibi, bu hareketlerin taleplerini sırf kendileriyle
sınırlamak, farkı toplumsal ve sınıfsal eğilimlerin varlığını bölücülük olarak;
hareketin hedeflerinden saptırılması olarak görmek eğilimindedirler.
Yani bir sosyalist bir yandan işçi
hareketi içinde, örneğin bağımsız bir kadın hareketini ve onun otonom
örgütlenmelerini ve kadınların mücadelesinin taleplerini işçilerin kendi bayraklarına
yazmalarını savunurken; diğer yandan bu bağımsız kadın hareketi içinde, kadın
hareketinin, gerçekten hedeflerine ulaşmak için, mücadelesini değir ezilenlerin
mücadelesiyle birleştirmek gerektiğini; kadın hareketinin diğer ezilenlerin
sorunlarını kendi programına alması gerektiğini savunmalıdır.
Böylece, diyalektik olarak
birbirini tamamlar bu çabalar. Kadın hareketi içinde işçilerin ve diğer
ezilenlerin taleplerini savunduğunuzda, işçiler, ezilen uluslar, dinler vs.
sizin yanınıza geleceklerdir. Böylece kadın hareketi içinde bütün ezilenleri
toplayan devrimci bir kanat oluşacaktır. Kadın hareketi içinde bir kopuşma
yaşanacaktır.
Aynı gidiş tersinden işçi hareketi
içinde de olur: işçi hareketi içinde, kadınların, ezilen ulusların, dinlerin
taleplerini savunduğunuzda, işçi hareketindeki sendikalizm ve ekonomizmle karşı
karşıya gelirken bu sefer o hareket içinde ve dışında bunlar sizleri destekleyeceklerdir.
Bunlar her zaman o hareketler
içinde burjuvaziyle kopuşma demektir; o hareketlerin bürokrasisiyle kopuşma
demektir. Yeni sosyal hareketlerin tarihi, işçi hareketinin bu eski ilkesini
aynen doğrulanmasının ve yeniden keşfedilmesinin tarihidir.
Ama dediğimiz gibi, bütün bu
talepler aslında, kapitalizm için ideal koşullar demektir. Bu da fiilen şu
anlama gelir: Yeni sosyal hareketleri yaratan taleplerin bütün bu hareketleri
birleştirecek bir program içinde birleştirilmesi, fiilen ideal bir kapitalizm
talebidir başka bir şey olmaz.
Yani gerçek bir laiklik; kadınlara
tam bir eşitlik; ulusun tanımından her türlü, dili, dini, soyu, kültürü
dışlamak; tam bir demokrasi, fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi tüm talepler
özünde demokratik cumhuriyet ve ideal bir kapitalizm programından başka bir şey
değildir.
Şimdi kısaca böşyle bir ideal
kapitalizm ve Demokratik Cumhuriyet programının bu farklı sosyal hareketlerin
taleplerini birleştirme imkan ve gereği üzerinde kısaca duralım.
Örneğin işçi hareketi içinde,
işçileri sırf işçilere ilişkin ekonomist mücadeleyle sınırlayanlara karşı
mücadele edip, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların hakları ve uğradıkları özgül
baskıya karşı işçileri mücadeleye çağırdığınızda ve bunlar için bir program
ortaya koyduğumuzda; bu aynı zamanda, bir demokratik cumhuriyet programından
başka bir şey olmaz. Çünkü ulusun tanımından her türlü dili, dini, etniyi
dışlamak otomatikman bu özgül baskıları ortadan kaldırır. Kürtler içinde
işçilerin, kadınların, Alevilerin mücadelesinin hedeflerini bayraklarımıza
yazalım diyenlerin konumu güçlenir. Aleviler içinde de aynısı olar.
Aleviler içinde Kürtlerin taleplerine;
Kürtler içinde Alevilerin taleplerine sahip çıkalım diyenlerin konumunun
güçlenmesi, aynı zamanda hem karşılıklı olarak hem de diğer hareketler içinde
devrimci demokratik programın gücünü ve etkisini yükseltir. Yani ortaya kendini
besleyen bir süreç çıkar.
Ama bütün bunların, bu dereciklerin
bir tek nehirde birleşmesi ve birbirini desteklemesi, ancak tüm bu farklı
öznelerin taleplerini bir tek sistematik bütün içinde toplayan bir programla
mümkün olur.
Böylece demokratik cumhuriyet
olarak ifade edilebilecek parola ve programın, bu hareketler içindeki dar
görüşlülüğe karşı mücadele için muazzam pratik ve hayati önemi ortaya çıkar.
Yani işçi hareketi içinde, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, haklarını
savunmak aslında, demokratik cumhuriyeti savunmak olabilir. Ayın şekilde, Kürt
ya da Alevi hareketi veya kadın hareketi içinde, demokratik cumhuriyeti
savunmak aynı zamanda bunların içinde diğerlerinin talep ve mücadelelerini
savunmak demektir.
Böylece, birbirine karşı kullanılan
bütün muhalif hareketlerin bir tek bütün içinde, bir tek siyasi hareket içinde
birleşmesinin temel şartı ortaya çıkar.
Bütün bu farklı baskı biçimlerini
yaratan ortak şeyin ne olduğu sorununa gelince, sermayenin gerçek tarihsel
hareketine, yani başlangıçtaki çıkış noktasına geliriz. Demokratik cumhuriyet
ise, sermayenin ya da kapitalizmin ideal siyasi formudur soyut olarak.
Ama demokratik cumhuriyet de tıpkı
bu yeni sosyal hareketlerin tüm baskı biçimlerine karşı bir dinamik taşıması
gibi, içinde bunu aşacak bir dinamik taşır[4].”
(“Tersinden Kemalizm, (İsmail Beşikçi’nin
Eleştirisi) Alevilik, Din, Ulus, bilim ve Politika Üzerine”, Demir Küçükaydın)
İşte programatik ve stratejik olarak böyle.
Bu konuları henüz Türkiye’de bu konuların hiç birinin
tartışılmadığı 1980’li yılların sonlarında geliştirdik.
1990’lardan sonra İnternette emre amade kıldık.
2005’te Türkiye’de yayınlanan kitaplarımızda yer aldı.
Şimdi burada tekrarlıyoruz.
Ama bu toplantıyı tertipleyen Halkların Demokratik
Kongresi’nin ne gündemine aldırabildik ne de tartışmaya sunabildik.
Bütün girişimlerimiz bürokratik bir keyfilikle engellendi.
Yine de ilk kez bu olanak verildiği için teşekkürler.
25.04.2012
Demir Küçükaydın
[3] Lenin’in Ne Yapmalı’da
dediği anlamda Ekonomizm. Yoksa Ekonomizm kavramı son yıllarda, Stalinizme
karşı açık bir tavır almaktan kaçınan merkezcilerin muz gibi ne niyetine
yenirse o anlama gelen bir kavramı anlamında değil.
[4] Çünkü Engels’in de dkkati çektiği
gibi, Demokratik bir Cumhuriyet aynı zamanda İşçi Sınıfının iktdarının özgül
bir biçimi de olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder