18 Mayıs 2012 Cuma

Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri


Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamaktır” diye bir söz vardır.
Bunun için önce konumuzu anlayamamaya çalışacağız.
Ancak “Söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun” diye bir söz daha vardır.
Bu söze de uygun davranmak için, anlayamadıktan sonra, insanların bir sözü söylerken ne anladıklarını ve anlatmak istediklerini anlamaya çalışacağız. Yani kavramın sosyolojik doğruluğundan ve anlamından sonra; o yanlışlığın, sosyolojik bir olgu olarak, bir realite olarak bu kavramın ne anlamda kullanıldığını anlamaya çalışalım.
Konuyu tanımlayan “toplumsal aidiyet” “sınıf” için zıtlıkla veya başkalıkla koyuluyor. Ve burada hemen şu aklımıza takılıyor: Sınıf aidiyeti “toplumsal” olmayan, “metafizik”, “fiziksel veya “biyolojik” bir aidiyet midir? Elbette sınıf aidiyeti tamamen toplumsal bir aidiyettir. Sınıf toplumsal bir olgudur.
Peki, o zaman niye konu tanımlanırken, “Sınıf” aidiyetiyle yapılan mücadeleler toplumsal aidiyetler kategorisinden dışlanmış ve ayrıca bir şey olarak ele alınmıştır? Açık ki burada mantıki olarak, kategorik olarak bir yanlış; kategorilerin karıştırılması var. Yani aslında konumuz mantıki olarak, sosyolojik kavram olarak baştan aşağı yanlıştır ve anlamsızdır. Normal olarak kimsenin bir şey anlayamaması gerekir.
Ama kimse de anlayamadığını söylemiyor. Demek ki bundan bir şeyler anlaşılıyor.
Bu nedenle bizi burada şimdilik bizi, bu yanlışın bir gerçek olarak anlamı ilgilendiriyor. Yani başlık sosyolojik olarak yanlış bir kategorilendirme yapmakta, kategorileri karıştırmaktadır ama bu yanlış kategorileştirmenin kendisi sosyolojik ve yaygın bir fenomendir; herkes bundan bir şeyler anladığını düşünmektedir ve bu nedenle sosyolojik bir gerçeklik olarak ele alınmayı hak etmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, burada “nüans farkı” gibi bir olgu söz konusudur. “Nüans” zaten fark demektir. “Nüans farkı” “fark farkı” anlamına gelmektedir gramatik olarak veya mantıken. Ama linguistik, o mantıkan yanlış veya saçma da olsa insanların arasındaki haberleşmenin bir aracı olarak iş görüyor ve insanlar undan aynı şeyleri anlıyor ve kullanıyorlarsa, onun yanlışlığına doğruluğuna bakmadan sözlüğe alır. “Nüans farkı” ile insanlar, belli belirsiz veya küçük bir farkı kastediyorlar ve herkes bunu anlıyor. Bu durumda o yanlış bir doğru haline gelir; yani mantıken yanlış olan linguistik olarak doğru olabilir. Bizim konumuzda da benzer bir durum söz konusu.
Peki o halde soralım, bu yaygın kullanımda, “toplumsal” ne anlamda kullanılmaktadır? Kısaca bunu analiz edip açığa çıkarmayı deneylim.
Sınıflar, iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre tanımlanırlar. İktisadi ilişkiler bakımından durumu ve çıkarları farklı kümelere sınıflar denebilir sosyolojik olarak. O halde bunlar “Toplumsal Aidiyet” kavramından dışlandığına göre, “Toplumsal aidiyet” ile iktisadi ilişkilere ilişkin olmayan bölünmeler kastedildiği açıktır.
Doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, başlık “toplumsal aidiyet”ten sınıfsal olmayan; iktisadi ilişkilerin kendisinden kaynaklanmayan bölünmeleri anlamaktadır.
Örneğin, bir insan, Alevi, Kürt, Siyah, Kadın, Eşcinsel vs. olduğu için, bu “toplumsal” aidiyeti nedeniyle baskıya uğrayabilir ama aynı zamanda bir işveren, bir işçi, bir küçük burjuva vs. de olabilir. Yani aslında her ikisi de toplumsal olan sınıfsal ve diğer sınıfsal olmayan bölünmeler veya aidiyetlerden; iktisadi ilişkilerin kendisinden zorunlu olarak doğmayan veya doğmadığı düşünülen bölünmeler veya buna bağlı aidiyetler Türkiye’deki genel geçer kullanımda (ki bu konuya da yansıyor) “toplumsal” olarak tanımlanmaktadır. Yani kabaca burada “toplumsal” kavramı ya da nitelemesi, “doğrudan iktisadi nedenlerin zorunlu veya mantıki sonucu olmayan” anlamına gelmektedir denebilir.
Toplumsal Aidiyet” kavramı, Türkiye’nin politik kültürü içinde ve bugün genel olarak ve yaygın kullanımıyla “Kimlikler” karşılığı da kullanılmaktadır.
Örneğin Alevi, Kürt, Eşcinsel, Kadın kimlikleri gibi.
Ancak kimlik derken de bununla her türlü kimlik değil; geçerli hukuki veya siyasi sistem veya fiili uygulamalar bakımından baskıya ya da ayrımcılığa uğrayan kimlikler kastedilmektedir.
Bun en iyi bir örnekle görelim. Yine internette tesadüfen karşılaşılmış bir örnek.
“Ben: Ortadoğuluyum. Kürdistanlıyım. Güneyli değil Kuzeyliyim. Türk, Arap, Acem, Rus, Çerkez değil, Kürt’üm. Zaza/Dimili, Soran değil, Kurmancım. Behtinan, Botan, Şengal şivesini değil, Serhed şivesi ile konuşurum. Bitlis, Van , Ağrı değil, Yukarı Fırat Kuzey Çewlig ağzını kullanırım. Şedadi (Şadi) Aşireti’nin Hinis, Okciyan, Dırban, Maden, Kağızman, Selhedin, Ruha, Semsur, Muş/Varto, Kafkas kanadından değil, Bingöl Cunan kanadındanım. Müslüman değil, Alevi bir aileye mensup, ateistim. Marksist felsefeyi benimserim. Orta köylü bir ailenin çocuğuyum, Memur /öğretmenlikten siyasi sebeplerle atılmış ve şimdi muhalif bir Kürt yayıncıyım. Kadın değil, erkeğim. Sisteme karşı muhalifim ve bu muhalifliğimden dolayı hükümler giymiş mahkûm olmuşum. Genç değil, orta yaşın üstünde ve ‘78’liyim. Buna başka “…im”ler de eklene bilinir. İşte bu aidiyet ve kimlikler beni şekillendirmiş ve kişiliğim bu kimliklere uygun olarak oluşmuştur. Bunlardan birine sırtımı dönmem, inkâr etmem, kendime başka başka kimlikler yakıştırmam yalnız aidiyet ve kimliğimi değil, kişiliğimi de bozar. Beni, ben ile çatıştırır, bunalıma iter!” (Ahmet Önal, Dersim, Aidiyet, Kimlik, Kişilik ve Algı!)
Ancak burada sıralanan kimliklerin bir kısmı, politik bir anlamı veya baskının, ayrımcılığın konusu olmadığı için, bu kimlik kullanımına dahil değildirler.
Örneğin Rock müziği veya pastel renkleri veya kuru fasulyayı acı biberli ve turşu eşliğinde yemeyi sevmek; yeşil gözlü, 43 numara ayaklı, şeker hastası, kel veya kır saçlı olmak, Beşiktaşlı olmak da bir kimlik veya bir “toplumsal aidiyet”tir. Ama kişi bunların her hangi biri nedeniyle özel olarak bir baskı altında bulunmuyorsa; örneğin yeşil gözlüler, şeker hastaları veya pastel renkleri kullananlar oy kullanamazlar, otobüslere binemezler gibi bir yasa ya da uygulama yoksa, bu nedenlerle özel bir baskı görmediğinden, kimlik derken bunlar kastedilmemektedir. Yani yukarıdaki örnekten alırsak “orta yaşın üzerinde” olduğu için baskı görmez veya ayrımcılığa uğramaz kişi. Kimlik derken bu kimlik kastedilmemektedir. Pastel renklerden, esmer ya da sarışınlardan hoşlanmak politik veya hukuki bir baskıya neden olmaz, ama hemcinslerinizden hoşlanmak baskı altına alınmanıza yol açarsa, bu “kimlik” ya da “toplumsal aidiyet” olarak tanımlanmaktadır.
O halde, hukuki veya politik olarak baskı ve ayrımcılığa uğrayan özellikler “kimlik” veya “toplumsal aidiyet” olarak tanımlanmaktadır.
Ancak bu kullanımda sadece ayrımcılığa uğramaktan daha fazla bir şey kastedilmektedir. Bir ayrımcılığa uğrayabilirsiniz, bu ayrımcılığa karşı bir tepki, bir hassasiyet, bir sosyal hareket, örgütlenme, bilinç vs. yoksa bunun hiçbir politik anlamı olmaz dolayısıyla bunun sınıfla veya sınıf mücadelesiyle ilişkisinin veya bunu tematize etmenin bir anlamı olmaz.
Bu mantıken böyle olduğu gibi, tarihsel olarak da böyledir. Örneğin kadınlar, eşcinseller, ırklar, belli bir dili konuşanlar vs. eskiden de baskı altındaydılar ve ayrımcılığa uğruyorlardı, ama 1960’lı veya 70’li yıllara kadar birkaç istisna dışında bunların birer özne olarak ortaya çıkışları olmadığından, bunların sınıf mücadelesiyle ilişkileri söz konusu olmuyordu. Örneğin Marks, Engels, Lenin, Troçki’lerin eserlerinde bir kadın hareketi veya bir eşcinsel hareketi henüz var olmadığından, bunlarla işçi hareketinin veya sınıf mücadelesinin ilişkisi hemen hemen hiç tematize edilmez. Sınıf hareketinin oldukça yüksek olduğu 1960’lı ve 70’li yıllarda böyle bir konu ya da kavram tasavvur bile edilemezdi. Bunlar içinde tek ele alınanın ezilen ulus olduğu görülür, o da zaten tam da bir özne olarak ortaya çıktıkları için alınmaktaydı.
Hatta o zamanlar şöyle bir durum söz konusuydu. Elbet o zamanlar da Aleviler ve Kürtler, Kadınlar, Eşcinseller vb. eziliyorlardı. Ama o zamanlar sosyalist hareketin henüz, humanist,  demokratik ve eşitlikçi yanı ve vurgusu ağır bastığından, bu baskıya uğrayan kadın, eşcinsel, Kürt ve Aleviler, sosyalist hareket veya işçi hareketinin kendilerini bu baskıdan ve ayrımcılıktan kurtaracağını düşündüklerinden, demokratik özlemlerini sosyalizm biçiminde ifade ediyorlar, ayrı bir özne olarak ortaya çıkmıyorlardı, dolayısıyla bunlarla işçi hareketinin ilişkileri gibi bir sorun hiç gündeme gelmiyordu. O dönemde tartışılan köylüler ve işçilerin ilişkileriydi.
Ancak bunlar, sosyalist hareket içinde, genel demokratik program çerçevesinde değil, ama ayrı özneler olarak ortaya çıktığı andan itibaren İşçi Hareketi ile bu hareketlerin ilişkisi hem somut bir gerçeklik olarak ortaya çıkmış; hem de teorik ve politik tartışmaların ve incelemelerin konusu olmuştur.
O halde, “toplumsal aidiyet” veya “kimlik”in bir politik ve sosyal olarak özne olarak ortaya çıkmış biçimiyle işçi hareketinin ilişkisi söz konusu edilmektedir fiilen bu toplantının konusunda.
Bu “toplumsal aidiyet” veya “kimlik” diye ifade edilen hareketlerin veya toplumsal öznelerin genel adı “Yeni Sosyal Hareketler”dir. O halde, burada konu edilmesi gereken şey; “Yeni Sosyal Hareketler ve İşçi Hareketi’nin veya Sosyalist hareketin ilişkisidir.
O halde konumuzu kategorik olarak, bilimsel bakımdan da daha doğru olarak şöyle tanımlayabiliriz: “Yeni Sosyal Hareketler” sınıfsal olmayan; ekonomideki farklı konum ve çıkarlardan kaynaklanmayan hareketler olduğuna göre, iktisadi ilişkiler içindeki çıkar ve konumlardan kaynaklanan bölünmeler, hareketler ve mücadeleler ile iktisadi ilişkilerin kendisinden kaynaklanmayan bölünmeler, hareketler ve mücadelelerin ilişkisi.
Bu da iki türlü ele alınabilir. Biri, bu ilişki fiiliyatta nasıl var olmuştur ve niye öyle var olmuştur sorusuna cevap arar; diğeri, bu ilişki nasıl olmalıdır sorusuna.
Biri sosyolojik diğeri politik ve stratejik bir tartışma anlamına gelir.
*.
İşçi veya sosyalist hareketin tarihine baktığımızda burada “toplumsal aidiyetler”; “kimlik” veya “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığı, yani iktisadi ilişkilerin kendisinden çıkmayan bölünmelerin ve buna dayanan hareketlerin varlığı öngörülmemiştir ve dolayısıyla sınıf mücadelesi veya İşçi Hareketiyle bu hareketlerin ilişkisi hiçbir zaman konu olmamıştır. Klasik olarak, işçi sınıfının köylü hareketiyle ilişkisi ele alınır ki bunlar da zaten iktisadi ilişkiler içindeki konumları ve çıkarları farklı insan kümeleridir. Sınıflar arası ilişkiler söz konusudur.
Ama sadece bu da değildir ortadaki sorun. Bu hareketleri yaratan sorunlar da klasik Marksist eserlerde yoktur. Bu yokluk nedeniyle de Marksizm beyaz, erkek ve Avrupa merkezli hatta homofobik olmakla eleştirilmiştir.
Peki neden böyledir?
Burada yine anlayamamamız gereken sorun şudur:
Kapitalist toplumda niye böyle insanlar dili, dini, soyu, cinsel tercihi, cinsi vs. nedeniyle ayrımcılığa uğramaktadır? Çünkü aslında uğramamaları gerekir.
Çünkü biz eğer Marks’ın Kapital’ini ve Kapital’in dayandığı en temel kavramı (işgücü kavramı) iyi anlarsak bu hareketlerin olmaması gerekir. Zorluk bu sorunların ve bu hareketlerin niye var olduğunu açıklamaktadır.
Bu zorluğu anlamak için şöyle bir örnek verebilirim. Big Bang’ta madde kadar anti madde oluşması, bunların yok olması gerekir dolayısıyla bu soruyu soracak bizlerin olmaması. Maddeden bir evren var olduğuna göre madde anti maddeden daha fazla olmuş olmalıdır. Bir bakıma doğanın simetri ilkesi kırılmıştır. O zaman niye kırıldı? Esas zorluk buradadır.
Bu hareketleri var eden sorunlarda da sorun böyledir.
Kapitalist toplumda artı değeri yaratan işgücü denen metadır. Bu meta kullanımında kendisinin yeniden üretiminde gerekli olandan daha büyük bir değer yaratabildiği; onun kullanım değerinin esası bu olduğu için kapitalizmde bütün sömürünün kaynağında bu artı değer vardır. Bütün temel sınıflar buradan çıkar.
Ama bu metanın bütün diğer metalardan çok temel bir farkı vardır. Bütün diğer metaların kullanım değerlerini onların fiziki ya da moral özellikleri belirlerler. Diyelim ki bardağın yararlılığı, yani kullanım değeri camın kolay şekillendirilmesi ve saydam olması gibi fiziki özelliklerine bağlıdır. Ama İşgücü denen meta söz konusu olduğunda işgücünün fiziki veya manevi özellikleri, onun kullanım değeri (yani artı değer üretme yeteneği) üzerinde hiçbir etkide bulunmazlar. Yani işgücünün beyaz veya siyah; kadın veya erkek; Müslüman veya Ateist; biseksüel veya eşcinsel olması onun artı değer üretme özelliği üzerinde hiçbir etkide bulunmaz. O halde, kapitalizm özünde seksist, ırkçı, homofobik vs. değildir. Bunu zorlayan bir ekonomik nedensellik yoktur.
Bu bize aynı zamanda Marks’ın eserinin neden bu konuları sorun etmediğinin de ipucunu vermektedir. Çünkü, Marks’ın eseri ekonomi politiği ele alır. Kullanım değerleri ekonomi politiğin konusu değildirler; teknolojinin konusudurlar. Ekonomi politiğin konusu, tıpkı biyolojinin konusunun, kendinin benzerini üreten bir molekülün ortaya çıktığı anda çıkması gibi, iki ürün birbiriyle değiştirildiği anda ortaya çıkar. Ve nasıl Biyoloji fiziğin bir alt bölümü değil ise, Ekonomi politik sosyolojinin, yani tarihsel maddeciliğin bir alt bölümü değildir. O Ayrı bir hareket biçimini inceleyen ayrı bir bilimdir. Yani ekonomi politiğin sosyolojiyle ilişkisi, optik veya hidroliğin fizik ile ilişkisi gibi değildir; biyolojinin fizik ile ilişkisi gibidir. Bu konularda yazmadı diye Marks’ı eleştirmek, aslında biyolojiyi fizik biliminin konusuna giren fenomenlerle ilgilenmediği için suçlamak gibidir.
Yani Marks’ın veya Marksizmin seksit, beyaz, Avrupa merkezli olduğu yönündeki eleştiriler aslında ekonomi politik ve Marksizm hakkında çok temel yanlışlardan ve kavrayışsızlıklardan hareket etmektedirler. Böyle olmasının nedeni bunlar değil; ekonomi politik fenomenler olmamasıdır kullanım değerlerinin. Bunların, kapitalist toplumun özünü oluşturan Artı değer üretimi bakımından bir anlamı olmamasıdır.
(Bunu tam tersi ve yine aynı kuralı doğrulayan durum yine ekoloji hareketi ve sorunlarında görülür. İşgücü hariç, diğer tüm metaların kullanım değerleri onların fiziksel ve biyolojik özellikleriyle ilgilidir. Yani malların fiziki özellikleri ekolojik sorunlara yol açarlar. Ama onların da fiziksel (veya manevi) özellikleri, kullanım değerlerini belirlediğinden ve de kullanım değerleri ekonomi politiğin konusu olmadığından, yine Marks’ın temel eserinde (Das Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi) ele alınmazlar.)
Peki, neden kapitalizmde bu özel baskı biçimlerinin olmaması gerekirken bu sorunlar ve hareketler vardır?
Marksizm bunu anlayacak ipuçlarını ve kavramsal temeli bize vermiş midir?
Evet vermiştir. Bu ipucu ya da kavramsal temel: “sermayenin gerçek tarihsel hareketi”dir.
Bu ne demek?
Burjuvazinin sınıf olarak çıkarı ile sermayenin mantığı her zaman çakışmaz. Bunlar arasında birebir mekanik ve motomot bir ilişki yoktur.
Bunu bir örnekle gösterelim. Klasik örnek, toprak rantı karşısındaki tavırdır. Sermayenin mantığı açısından toprakların tıpkı su veya hava gibi kamu malı olması gerekir. Ama burjuvazi hiç bir zaman bunu en rakipsiz egemen olduğu yerde bile istemez ve uygulamaz.
Neden? Çünkü, toprak mülkiyetine saldırı, deliye taşı andırmak anlamına gelir; özel mülkiyetin kutsallığını ortadan kaldırır. Yarın öbür gün ezilenler, topraklar nasıl kamulaştırıldıysa fabrikalar ve üretim araçları da olabilir. Niye olmasın diyebilir. Ayrıca, burjuvazi, egemen bir sınıf olarak, diğer egemen sınıflarla ittifak etmek zorundadır. Bu durumda, kapitalizmin mantığı açısından toprakların kamulaştırılması, burjuvazinin Toprak sahiplerine Toprak Rantı denen haracı vermekten kurtulması gerekirken, dünyanın hiçbir yerinde burjuvazi böyle bir girişimde bile bulunmamıştır.
Ama o zaman kapitalizm öncesi ilişkilerle kapitalizm bir tür simbiyoz ilişkiye girer. Gerçek tarihsel hareketinde sermayenin hareketi çarpılır. “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” derken bunu kastediyoruz. Bu gerçek tarihsel hareket örneğin kapitalist bir merkezden, kapitalist olmayan bir çevreye doğru yayılarak; kadının zaten baskı altında olduğu koşullarda vs. gerçekleşir ve tıpkı toprak rantında olduğu gibi Kapitalizm bu eski biçimlerle bir tür simbiyoz bir ilişkiye girer. Hem kendisi, hem de bu simbiyoz ilişkiye girdiği kapitalizm öncesi baskı ve sömürü biçimleri değişir. Ortaya bambaşka bir sistem çıkar.
Elbette bunun temelinde sermayenin genel olarak kar amacı vardır. Karın ille de kapitalist biçimde artı değer üretimi içinde elde edilmesi gerekmez. Örneğin işgücünün üretiminin ve yeniden üretiminin sosyal masraflarını azaltan, dolayısıyla artı değer oranını yükselten her şeyle otomatik olarak bir türlü simbiyoz ilişkiye girer kapitalizm Kadın ev işi emeğinde olduğu gibi.
Özetle, sermaye gerçek tarihsel hareketinde bir tür çarpılmaya uğrar. Sermayenin yeniden üretimi için, kapitalist olmayan bir çevre gerekmeyebilir ama gerçek tarihsel hareket, kapitalist olmayan bir çevreye doğru yayılış biçimindedir. İnsanların solucanlar gibi olduğu bir dünyada da kapitalizm mümkündür, hatta daha saf ve mükemmel bir kapitalizm olur bu ama gerçekte kadının ezildiği bir dünyada bu kadının ödenmemiş emeğinin kar oranlarını yüksek tutmasını sağlar.
Böylece kapitalizmin özünden doğmayan, ama onun gerçek tarihsel hareketinin sonucu olan yeni baskı ve sömürü biçimleri ve bunlara karşı bir direniş ve özneler ortaya çıkar.
Bu öznelerin mücadelelerinin başarısı, kapitalizmin ortadan kalkması gibi bir sonuç vermez. Aksine kapitalizme daha büyük bir esneklik kazandırır. Zaten tam da kapitalizmin özünden doğmadıkları için, başarıları böyle bir sonuca yal açar. Kapitalizmin o dillere destan esnekliğinin özünde bu vardır.
Burada şunu da belirtelim ki, bu baskı biçimleri, otomatikman bu öznelerin (“Yeni Sosyal Hareketler”in) çıkmasına yol açmayabilirdi. Eğer işçi hareketi ve sosyalizm, demokratik niteliklerini yitirmeseydi, tıpkı 60’ların Türkiye’sinde ve daha önce genel olarak sosyalist harekette olduğu gibi, ayrı bir özne olarak değil; sosyalist ve işçi hareketi içinde de bu baskı biçimlerine karşı mücadele ediliyor olabilirdi. Şimdi bir bakıma hedef, bu ayrılığın gerçekleştiği koşullarda yeni baştan ve daha bilinçli olarak bu birliği yeniden oluşturmaktır.
Yani “Toplumsal Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesi İlişkisi” özünde, işçi hareketinin ya da sosyalist hareketin kendi yanlışları karşısında gerilemesi; tarihsel ölçekte büyük bir özeleştiri yapmasından ve eski birliğe yeni baştan ama çok farklı bir düzeyde ulaşma çabasından başka bir şey değildir.
*
Şimdi,  kimlik veya toplumsal aidiyet veya Yeni Sosyal Hareketler olarak ifade edeceğimiz sorunlar ve hareketler ile işçi sınıfının hareketinin verili durumdaki ilişkisine gelelim.
Birincisi, bu ilişkide işçi sınıfı ve köylülük ilişkisi gibi bir ilişki söz konusu değildir.
İkincisi bu hareketler her ne kadar kapitalizmin özünden doğmasa da, kapitalizme bağlı olarak var olur ve ortaya çıkarlar. Kadının üzerindeki baskı kadın hareketini yaratmaz; kapitalist toplumda kadının üzerindeki baskı bir kadın hareketine yol açar.
Yani bu basık biçimleri veya kimlikler tüm sınıfları keserler. Aslında bu yepyeni olanaklar kadar yepyeni tehlikeleri de içerir.
Şimdi bu hareketlerin işçi sınıfı hareketiyle ilişkilerinin tarisel tecrübesine bakalım. İşçi hareketi, bu hareketlerde önceleri kendisini bölen bir düşman görür. Ama sadece işçi hareketi böyle değildir: Bizzat bu hareketlerin kendisi de gerek işçi hareketini gerek diğer hareketleri kendisini bölen bir düşman olarak görür.
Sonra bir kabullenme. Ve son olarak da karşılıklı bir bürokratlaşma ve kurumsallaşma görülmektedir.
Peki işçi hareketinin bu hareketlerle ilişkisi ne olmalıdır?
İşçi hareketi her şeyden önce, bu hareketleri yaratan sorunlrı kendi bayrağına azmak zorundadır.
Ama aynı zamanda bu hareketleri de örgütlemek zorundadır.
Ama aynı zamanda bu hareketlerin içinde sosyalist ve işçi bir kanadı da oluşturmalıdır.
Burada müsaade edilirse, 2004 yılında yayınlanan “Tersinden Kemalizm” adlı kitabımda, Yeni Sosyal Hareketler ve İşçi Hareketinin ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine dair uzun bir bölümü aktarmak istiyorum.

“Yeni Sosyal Hareketler”in Sorunları ve Dersleri


Yeni sosyal hareketler saf bir kapitalizmde olmayacak; kapitalist üretimin kendi iç mantığının ürünü olmayan hareketlerdir; onlar sermayenin saf hareketinin somut tarihte uğradığı çarpılmaların sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Örneğin atmosferin olmadığı bir ortamda da bir taş bırakıldığında artan bir hızla düşer. Taşın böyle her türlü sürtünmeden, o saflığı bozucu etkilerden azade olarak düşmesiyle kıyaslanabilir saf bir kapitalizm. Ama hareket, bir gaz içinde gerçekleştiğinde bir çok çarpılmalar ortaya çıkar. Atmosferin direnciyle taşın düşüş hızında değişmeler olur. Öte yandan taş da düşerken atmosferde bir çok girdapların oluşmasına yol açar. Bu girdaplar da bizzat yine taşın düşüşü üzerinde ek bir karşı etki yaratırlar vs.. Diğer yandan cıva buharından bir atmosferde bu direnç farklı olur; oksijen ve azottan bir atmosferde farklı.
İşte Marks’ın Kapital’deki analizi, sermayenin hareketini incelemesi, atmosfersiz bir ortamda yere bırakılan bir taşın hareketini incelemek gibidir. Bu nedenle Marks’ın analizi hiçbir şekilde, yeni sosyal hareketleri öngörmez.
Ama gerçek tarihsel hareketi içinde sermaye de tıpkı atmosferi olan bir ortamda bir taşın düşmesi gibi, bir takım sürtünmelere uğrar. Hareket çarpılır ve öte yandan tıpkı taşın da atmosfer üzerinde etkilerde bulunması gibi, kendisi üzerinde çarpıtıcı etkide bulunan koşullar üzerinde de bir karşı etkide bulunur.
Saf kapitalizmin mantığı açısından sadece iki temel sınıf vardır ve bu kapitalizmin olmazsa olmaz koşuludur: sermaye sahipleri ve işgücünü satan özgür işçiler.
Halbuki gerçek tarihsel harekette bir çok başka özneler de görülür.
İlk elde kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ürünü olarak veya modern üretimle dolaylı ilişkiler içinde ortaya çıkan tabakalar. Bunlara bir bütün olarak küçük burjuvazi denmektedir. Köylüler, esnaflar, zanaatkarlar gibi, geçmiş üretimin yadigarı olan küçük üretmenler ile; memurlar, denetleyiciler gibi modern üretim sürecinin doğrudan ürünü olmayan küçük burjuva tabakalar. Bir de kapitalizm öncesine ait egemen sınıflar, tefeci-bezirganlar ile toprak ağaları da zikredilebilir.
Klasik Marksist literatür, esas olarak bu ilişkileri inceler. Burjuvaziye karşı, küçük burjuvaziyle ittifak, bu ittifakın mekanizmaları, ilişkileri, programı vs.. Klasik Marksizm’in strateji tartışmalarının özü budur.
Ama dikkat edilirse bütün bu literatürde, farklı sınıfların ilişkileri söz konusudur. Yani işçi sınıfının dışında başka bir güç vardır; küçük burjuvazi ve köylülük. Sorun bu güç ile işçi sınıfı ve hareketinin ilişkileridir. Bu özneler, sermayenin hareketinin çarpılmasının sonucu olarak, modern kapitalist ilişkilerin sonucu ortaya çıkmazlar. Sermaye olmadan önce de vardırlar. Bir bakıma birbirinin yanı sıra var olan iki farklı üretim ilişkisindeki, egemen ve ezilen sınıflar ilişkisiyle ilgilidir bunlar.
Yeni sosyal hareketlerde ise, bu klasik literatürde tartışılan, farklı sınıflar arasındaki ittifak ilişkileri değildir söz konusu olan. Çünkü bu yeni sosyal hareketin özneleri, geçmiş bir üretim biçiminin yadigarı olarak değil; sermayenin çarpılması dolayısıyla ortaya çıkarlar. Tamamen modern hareketlerdir bunlar, sermaye dolayımıyla, onun gerçek hareketi dolayımıyla ortaya çıkarlar.
Örneğin kadınlar binlerce yıldan beri ezilirler, ama bir sosyal hareket olarak bir kadın hareketi, kapitalizmin geliştiği ülkelerde ortaya çıkmıştır.
Benzer şekilde, örneğin Alevilik tarih boyunca hep ezilen sınıfın partisi de olmuştur. Ama bir sosyal hareket olarak Alevi hareketinin, tarihteki bu ezilmeyle bir ilgisi yoktur. Bu hareket, modern toplumdaki ezilmenin bir ürünüdür. Modern sosyal hareket olarak Aleviliğin, tarih boyunca ezilmekle ilişkisi tamamen tesadüfi bir ilişki ve çakışmadır. Pek ala tarih boyunca hiç de ezilenlerin bayrağı olmamış, aksine egemen sistemin ifadesi olan bir din de bugün pek ala ezilenlerin bir sosyal hareketinin bayrağı olabilir. Bir yeni sosyal hareket olarak politik İslam bir çok yerde böyledir örneğin. Pekala Alevilik de Sünnilik gibi devletin desteklediği ve imtiyazlı bir din durumunda da olabilirdi. Örneğin Suriye’de Aleviler bu durumda sayılabilirler.
Ya da, tarih boyunca, kavimler başka kavimleri baskı altına almıştır. Ama bunlar hiç bir zaman ulusal kurtuluş hareketlerine yol açmamıştır. Modern ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerine tarihten kaynaklar aramaları, onları yaratmaları ve onlara bugünkü anlamlarını vermeleri bu gerçeği değiştirmez.
Açıktır ki, yeni sosyal hareketler denen özne, gerek program, gerek strateji, gerek örgüt bakımından, örneğin bir köylülükten tamamen farklı özellikler taşımaktadır.
Bunlar saf kapitalizmdeki çarpılmanın ürünleri olduğundan, hedeflerine ulaştıklarında sermayenin hareketini saf biçimine daha yaklaştırmış, yani kapitalizme bir tazelik ve dinamizm kazandırmış olurlar. İster ulusal kurtuluş hareketleri, ister siyah, ister kadın, ister gençlik hatta ekoloji hareketleri göz önüne alınsın, bunların belli başarılar kaydettiği her yerde, kapitalizm daha dinamik, daha modern, daha esnek olmuştur. Gençlik aşısı yemiş gibi olmuştur.
Aynı şey Alevilik için de geçerlidir. Diyelim ki Alevi hareketi, devletin Aleviliği de tanıması gibi laiklikle ilgisi olmayan ve ona çok uzak bir hedefi değil de gerçekten laiklik, yani devletin inançlara hiçbir şekilde karışmaması hedefine ulaştı. Bu Türkiye’deki kapitalizme bir gençlik aşısı olur ve canlılık verir.
Ne var ki, bu hareketler bir kere ortaya çıktıklarında bir başka dinamizmi de harekete geçirirler: radikalleşme ve anti-kapitalist hedeflere doğru yönelme eğilimi gösterirler. Hedefleri hiç de radikal olmasa bile, özünde kapitalizmi sorgulamasa bile, yolun kendisinde, mücadelenin içinde bir radikalleşme ve kapitalizmi sorgulama eğilimi gösterirler.
Niçin ve nasıl böyle bir eğilim gösterirler?
Birincisi, bu hareketleri yaratan, kapitalizmdeki çarpılmaydı. Bu çarpılmaya karşı hareket ister istemez, kapitalizmle de karşı karşıya gelir; onun somut çarpılmış biçimine karşı çıkış, somutta var olan egemen sınıfa bir karşı çıkış halini alır. Bu özellik onların, kapitalizm dolayımıyla var olmalarından kaynaklanır. Soyut olarak kapitalizme karşı olmamalarına rağmen, somut ilişkiler içinde böyle bir eğilim gösterirler.
Ama bu sosyalizme doğru eğilimi yaratan onların yapısı ve mücadelenin bu yapı temelinde gelişen dinamiğidir. Bunu biraz açıklayalım.
Yeni sosyal hareketleri yaratan neden, iktisadi ilişkiler içindeki konum değildir. Bu nedenle bu hareketler sınıf hareketi değildir ve bu hareketlerde bütün sınıflar bulunurlar. Kadın hareketinde bütün sınıflardan kadınlar yer alır. Ulusal harekette bütün sınıflardan o ulusal baskıya uğrayanlar yer alır. Bu klasik Marksist[1] ve işçi hareketinin yüzleşmediği ve tartışmadığı, yeni bir durum ve olgudur.
Klasik bir örnek olduğu için kadın hareketini göz önüne getirelim. Bu hareket içinde, bütün sınıflardan kadınlar yer almaktadır. Çünkü ister işçi, ister küçük burjuva, ister işveren olsun bütün kadınlar kadın oldukları için bir şekilde baskı altında bulunmaktadırlar.
Bu olgu, daha önce yüzleşilmemiş bir sorunu gündeme getirir. Klasik farklı sınıflar ilişkisinde, sosyalistlerin ya da işçi hareketinin görevi, diğer sınıfı örgütlemek değildir. Onunla ayrı bir özne olarak ilişki kurulur ve bunun sorunları tartışılır.
Yani sosyalistler ya da işçi sınıfı, örneğin bir köylü hareketi örgütlemek gibi bir hedef ve çaba içinde olamaz (bunu zaten köylüler kendilerine sosyalist diyerek yaparlar). Köylüleri sosyalist yapmaya çalışmak, köylülerin sosyalist olmasıyla değil, sosyalizmin köylü sosyalizmi olmasıyla sonuçlanır. Zaten köylüleri sosyalist yapmaya kalkan sosyalistler de köylü hareketini örgütlemiş olurlar nesnel olarak.
Halbuki yeni sosyal hareketlerde tamamen farklı bir ilişki söz konusudur. Örneğin kadın hareketinin, ulusal veya ırksal baskıya karşı hareketlerin önemli bir bölümü, hatta esası işçilerden oluşur. Bu nedenle, işçi hareketinin veya sosyalizmin bu hareketle ilişkisi klasik işçi köylü ittifak ilişkisi gibi ele alınamaz. Sosyalist hareketin, işçi hareketinin kendisi bizzat bu hareketin içindedir ve içinde olmak zorundadır.
Böylece klasik sosyalist ve işçi hareketinin karşılaşmadığı başka bir durum ortaya çıkar. Sosyalistler ya da işçi hareketi, bu hareketleri örgütlemek; onlar içinde sosyalist bir eğilim oluşturmak; bu hareketlerin öncüsü olabilmek için çalışmalıdırlar. İşçi hareketi ya da sosyalist hareket kendisine böyle bir görev koymasa bile, sınıfların eğilimleri her zaman kendini ifade edecek bir damar bulduklarından, bu hareketler içinde bütün sınıfların, dolayısıyla işçilerin eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulur. Ama bu hareketlerin içinde işçilerin eğilimleri de ifadesini bulunca, o giderek kapitalizmi sorgulama; sosyalizmi yeniden keşfetme eğilimi gösterir.
Ama bu kapitalizmi sorgulama eğilimi, kendini genellikle, o yeni sosyal hareketin mücadelesinin mantığı aracılığıyla ortaya koyar ve radikalleştikçe bu noktaya doğru gelişir.
Mekanizma aşağı yukarı şöyle işler: başlangıçta o özgül baskı biçimin karşı bir direniş ve sosyal hareket ortaya çıkar. İçinde bütün sınıflar ve onun eğilimleri henüz kristalize olmamış ve ayrışmamış bir biçimde vardır.
Bu sınıfların eğilimleri giderek farklı programlar ve stratejiler biçiminde ortaya çıkmaya başlar. Bir tarafta genellikle, hareketi sırf kendi sorunları ve reformist karakterdeki talepleriyle sınırlayanlar, diğer tarafta, yeni müttefikler ve güçler bulmak için diğer toplumsal baskı biçimlerine de yönelenler ve böylece giderek bütün sistemi sorgulayan bir programa doğru eğilim gösterenler. Ve giderek bir süre sonra bu eğilimler arasında bir ayrışma başlar. Benzer eğilimler her hareketin içinde gerçekleştiğinden, her hangi bir sosyal hareketin içinde, diğer hareketleri yaratan sorunları sorun edenler ve sistemi sorgulama eğilimi gösterenler, diğer hareketlerdeki benzer eğilimi gösterenlerle bir ortaklık ve beraberliğe; giderek başlangıçta o özgül baskıya karşı olarak yola çıktıklarıyla kopuşa doğru giderler.
Bu eğilim bütün hareketlerde görülür. Sadece somut tarihsel tecrübede hepsinde aynı ölçüde gelişmemiştir. Ama Siyah hareketi gibi, gerçekten modern bir toplumda, Amerika’da doğmuş ve büyük ölçüde işçilere dayanmış bir harekette işçilerin, işçi sınıfının bu eğilimi, tam da bu biçimde ortaya çıkar.
Kuzeyin sanayi bölgelerinin Malcolm X’i ile, Güney’in köleci geleneklerinin güçlü olduğu bölgelerin Martin Luther King’i başka yollardan bu noktaya, tam da bu sonuca gelmişlerdir. Bir bakıma, biri İslamiyetten, diğeri Hıristiyanlıktan hareketle sosyalizmi yeniden keşfetme noktasına gelmişlerdir.
Malcolm X radikalleştikçe, sırf siyahların sorunlarına hapsolmayı aşmış, tüm ezilenlere hatta dünya çapında ezilenlere ilişkin bir program ve strateji noktasına yaklaşmış, bu da onun siyah Müslümanlar hareketinden dışlanması ve sonunda öldürülmesini getirmiştir.
Benzerini King de yaşar, o da giderek, tüm ezilenlerin mücadelelerini birleştirme ve onların taleplerini kendi bayrağına yazmaya doğru bir evrim geçirir. Örneğin öldürüldüğü gün, siyahların önderi olarak bir işçi grevini desteklemeye gitmekte, yani siyah hareketi olarak işçi hareketinin taleplerine de sahip çıkma noktasında bulunmaktadır[2].
Özetle, yeni sosyal hareketler tüm sınıflardan insanları kapsadıkları için, bu sınıfların eğilimleri o hareketlerde ifadesini bulur ve o hareketlerin içinde bir sınıf mücadelesi de var olur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin eğilimi, radikal taleplere yönelme, yeni ittifaklar kazanma dinamiği ile, tüm toplumdaki ezilenlere ilişkin bir program oluşturma dinamizmi aracılığıyla kapitalizme karşı olma karakteri gösterir.
Ama sorun sadece sınıfların eğilimlerinin yeni sosyal hareketler içinde ifadesini bulması değildir, bu hareketler de sınıfların veya sınıf hareketlerinin içinde aynı zamanda ifadelerini bulurlar.
Örneğin köylü hareketi işçi hareketinin içinde olmaz. Dolayısıyla, işçi hareketinin içindeki köylü hareketiyle ilişkiler gibi bir sorun da olmaz. Ama yeni sosyal hareketlerde bütün bu hareketler işçi hareketinin içinde de vardırlar. Örneğin kadın hareketi aynı zamanda sendikalar, işçi partileri içinde de ortaya çıkar. Kadınların uğradıkları özgül baskılara ve bu baskılar karşısındaki körlüğe karşı kadınların ayrı talepleri, özerk örgütlenmeleri ortaya çıkar.
Ve nihayet sadece sınıflar ve hareketleri içinde yeni sosyal hareketler; yeni sosyal hareketler içinde sınıfsal eğilimler değil; aynı zamanda yeni sosyal hareketler içinde, yine bizzat yeni sosyal hareketlerin eğilimleri ortaya çıkar.
Yani örneğin kadın hareketi içinde bu sefer Siyah hareketinin ifadesi, Siyah kadınların beyaz kadınlara karşı duruşu olarak; veya Siyah hareketi içinde, kadın hareketinin, onun erkek ve seksist karakterine karşı Siyah kadınların direnişi olarak ortaya çıkması gibi.
Görüldüğü gibi, yeni sosyal hareketlerin birbirleri ve işçi hareketiyle, bir ağ gibi kesişen ilişkileri söz konusudur. Ve bütün bunlar hep, bu hareketlerin kendi içine kapanma, kendilerini sırf kendi sorunlarıyla sınırlama eğilimine karşı; tüm toplumsal baskı biçimlerine karşı olma gibi bir eğilimi beslerler. Bu ilişkiler de ister istemez, bu hareketler özünde bütünüyle sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü olmalarına ve kapitalizmi değil, onda kendilerini yaratan çarpıklığı sorgulama karakterinde olmalarına rağmen, fiilen anti kapitalist bir eğilimi güçlendirir.
İşçi hareketi veya sosyalist hareket, sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlayamadığı gibi, bu yeni sosyal hareketler karşısında da tam anlamıyla anlayışsız ve düşmanca bir tavır içinde olmuştur. Ama bu da bizzat işçi hareketinin, devrimci karakterini yitirmiş olmasıyla, yani tüm toplumdaki gayrı memnunların sorunlarını sorun etmemesiyle ilgilidir; işçi hareketine damgasını vuran ekonomizmin bir yansımasıdır[3].
İşçi hareketi, kadın hareketinin, siyahlar hareketinin sosyalist ve işçi hareketini böldüğünü; onu hedeflerinden saptırdığını düşünmüştür. Kendi içindeki kadın ve siyahların özerk örgütlenmelerini bölücülük girişimleri olarak algılamıştır.
Daha sonra bu hareketler güçlenip de, artık tehdit ve yasaklarla onları engellemek mümkün olmayınca, bu sefer tıpkı egemen sınıflar gibi taktik değiştirilmiş, bu hareketlerin entegrasyonu ve kısırlaştırılmasına gidilmiştir. Sendika veya partilerde kadınlara özerk bölümler açılmış, kadın üyeler için kotalar ayrılmıştır örneğin. Artık bildirilerin dilleri değişmiş, cins ayrımcısı ifadeler terk edilmiş, “politik korrekt” olunmuştur. Ama özünde değişen bir şey de olmamıştır. Sadece ayrımcılık çok daha ince biçimlere bürünerek devam etmiştir.
İşin kötüsü bu sadece işçi hareketinde böyle olmadı. Bizzat bu hareketlerin kendileri de işçi sosyalist hareketin tüm zaaf, körlük ve bürokratikleşmesini çok daha hızlı ve derin olarak yaşadılar. Yani bütün bu hastalıklar bizzat bu hareketlerin içinde de ortaya çıktı. Bu hareketin kazanımları veya organlarından yaşayan bir bürokratlar tabakası işçi örgütleri veya burjuva toplumuyla ilişkiler içinde sistemin dayanakları haline dönüştü.
Ne var ki, bütün bu bu nareketler vekazanımlarına rağmen, ne işçilerin sömürüsü, ne kadınların ezilmesi, ne ırkların ve ulusların ezilmesi ne çevrenin tahribi durmuş veya azalmış değildir. Bu günkü durgunluk, toplumsal mücadeleler tarihinde her zaman görülen med ve cezirlerden biridir ve nesnel nedenler ortadan kalkmadığından yarın öbür gün bu hareketler bugünden ön görülemeyecek biçimlerde yine ortaya çıkacaklardır.
Bu günkü iniş dönemi bu hareketlerin tarihsel deneylerinin sistemleştirilmesi ve sorunlarının tartışılması için değerlendirilmesi gereken bir boşluktur aslında.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket, bu hareketlerle ilişkileri ele alan, bütün programatik, stratejik ve örgütsel sorunları gözden geçiren bir strateji tartışması yaşamış değildir. Bugün hareketlerin kendisi ortada görülmediğinden bir sorun yokmuş veya sanki sorunlar çözülmüş gibi görünmektedir ama aslında sorunların hepsi olduğu yerde durmaktadır.
*
İşçi ve sosyalist hareketin bu hareketlerin tarihsel deneyinden çıkaracağı dersler nelerdir? En önemlileri şöyle sıralanabilir:
1) İşçi hareketi veya sosyalistler, bu hareketlerin içinde ve oluşumunda yer almalı ama aynı zamanda bu hareketler içinde devrimci ve sosyalist bir eğilimin program, strateji ve taktiklerini şekillendirmelidirler.
2) İşçi hareketi bu hareketleri yaratan sorunlara ilişkin programı kendi bayrağına yazmalı ve kendi içinde bu özgül baskıya karşı körlüklere karşı otonom hareketleri desteklemelidir.
Bu iki temel ders ve yol aslında birbirini tamamlamaktadır. Tarihsel deney bunlardan biri olmadığında diğerinin olmadığını da göstermektedir. Aslında bütün bunlar devrimci işçi hareketinin unutulmuş bir ilkesinin yeniden hatırlatılmasından başka bir şey de değildir.
Bu şöyle özetlenebilir: işçi hareketi, devrimci bir işçi hareketi olabilmek için, işçi hareketi olmaktan kurtulmak; işçi hareketi olmaktan çıkmak; toplumdaki tüm gayrı memnunları toplayacak bir hareket olmak zorundadır.
Yani işçiler, köylülerin, kadınların, ezilen ulusların, ırkların, cinslerin taleplerini kendi bayraklarına yazıp onlar için mücadeleye girmedikleri takdirde, işçi hareketi bir sendika ve parti bürokratları hareketi olarak kalır; bir reformist burjuva hareket olmaktan öteye gidemez.
Ve diğer ezilenlerin taleplerini kendi bayrağına yazmayan bir hareket, aynı zamanda sırf kendi sorunlarına yoğunlaştığından, toplumun diğer ezilenlerinin mücadelesiyle kendi mücadelesini birleştiremez, dolayısıyla tecrit olur ve yenilgiye mahkum olur.
Ama yeni sosyal hareketlerin tarihine baktığımızda, aynı şeyin yeni sosyal hareketler için de geçerli olduğu görülür. kadın hareketi, kadın hareketi olmak için, kadın hareketi olmaktan çıkmak zorundadır; ezilen ulusların, dinlerin, ırkların hareketleri gerçekten öyle olmak için ezilen ulus, din ve ırk hareketleri olmaktan çıkmak, toplumdaki tüm gayrı memnunların taleplerini bayraklarına yazmak zorundadır. Yani nasıl işçi hareketi, işçi hareketi olmaktan çıkmak zorundaysa ve ancak işçi hareketi olmaktan çıktığı takdirde işçi hareketi olabilirse, aynı şekilde örneğin Kürt hareketi, Kürt hareketi olmaktan; kadın hareketi, kadın hareketi olmaktan; Alevi hareketi, Alevi hareketi olmaktan çıkmak zorundadır. Ve ancak bunu yaptıkları takdirde Küt, kadın ya da Alevi hareketi olabilirler.
Ve tarihsel deney tam da şunu göstermektedir: bu hareketlerin her birinin içinde, burjuva kanatlar, tıpkı işçi hareketi içindeki burjuva sosyalist kanat gibi, yani sendika ve parti bürokratları kanadı gibi, bu hareketlerin taleplerini sırf kendileriyle sınırlamak, farkı toplumsal ve sınıfsal eğilimlerin varlığını bölücülük olarak; hareketin hedeflerinden saptırılması olarak görmek eğilimindedirler.
Yani bir sosyalist bir yandan işçi hareketi içinde, örneğin bağımsız bir kadın hareketini ve onun otonom örgütlenmelerini ve kadınların mücadelesinin taleplerini işçilerin kendi bayraklarına yazmalarını savunurken; diğer yandan bu bağımsız kadın hareketi içinde, kadın hareketinin, gerçekten hedeflerine ulaşmak için, mücadelesini değir ezilenlerin mücadelesiyle birleştirmek gerektiğini; kadın hareketinin diğer ezilenlerin sorunlarını kendi programına alması gerektiğini savunmalıdır.
Böylece, diyalektik olarak birbirini tamamlar bu çabalar. Kadın hareketi içinde işçilerin ve diğer ezilenlerin taleplerini savunduğunuzda, işçiler, ezilen uluslar, dinler vs. sizin yanınıza geleceklerdir. Böylece kadın hareketi içinde bütün ezilenleri toplayan devrimci bir kanat oluşacaktır. Kadın hareketi içinde bir kopuşma yaşanacaktır.
Aynı gidiş tersinden işçi hareketi içinde de olur: işçi hareketi içinde, kadınların, ezilen ulusların, dinlerin taleplerini savunduğunuzda, işçi hareketindeki sendikalizm ve ekonomizmle karşı karşıya gelirken bu sefer o hareket içinde ve dışında bunlar sizleri destekleyeceklerdir.
Bunlar her zaman o hareketler içinde burjuvaziyle kopuşma demektir; o hareketlerin bürokrasisiyle kopuşma demektir. Yeni sosyal hareketlerin tarihi, işçi hareketinin bu eski ilkesini aynen doğrulanmasının ve yeniden keşfedilmesinin tarihidir.
Ama dediğimiz gibi, bütün bu talepler aslında, kapitalizm için ideal koşullar demektir. Bu da fiilen şu anlama gelir: Yeni sosyal hareketleri yaratan taleplerin bütün bu hareketleri birleştirecek bir program içinde birleştirilmesi, fiilen ideal bir kapitalizm talebidir başka bir şey olmaz.
Yani gerçek bir laiklik; kadınlara tam bir eşitlik; ulusun tanımından her türlü, dili, dini, soyu, kültürü dışlamak; tam bir demokrasi, fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi tüm talepler özünde demokratik cumhuriyet ve ideal bir kapitalizm programından başka bir şey değildir.
Şimdi kısaca böşyle bir ideal kapitalizm ve Demokratik Cumhuriyet programının bu farklı sosyal hareketlerin taleplerini birleştirme imkan ve gereği üzerinde kısaca duralım.
Örneğin işçi hareketi içinde, işçileri sırf işçilere ilişkin ekonomist mücadeleyle sınırlayanlara karşı mücadele edip, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların hakları ve uğradıkları özgül baskıya karşı işçileri mücadeleye çağırdığınızda ve bunlar için bir program ortaya koyduğumuzda; bu aynı zamanda, bir demokratik cumhuriyet programından başka bir şey olmaz. Çünkü ulusun tanımından her türlü dili, dini, etniyi dışlamak otomatikman bu özgül baskıları ortadan kaldırır. Kürtler içinde işçilerin, kadınların, Alevilerin mücadelesinin hedeflerini bayraklarımıza yazalım diyenlerin konumu güçlenir. Aleviler içinde de aynısı olar.
Aleviler içinde Kürtlerin taleplerine; Kürtler içinde Alevilerin taleplerine sahip çıkalım diyenlerin konumunun güçlenmesi, aynı zamanda hem karşılıklı olarak hem de diğer hareketler içinde devrimci demokratik programın gücünü ve etkisini yükseltir. Yani ortaya kendini besleyen bir süreç çıkar.
Ama bütün bunların, bu dereciklerin bir tek nehirde birleşmesi ve birbirini desteklemesi, ancak tüm bu farklı öznelerin taleplerini bir tek sistematik bütün içinde toplayan bir programla mümkün olur.
Böylece demokratik cumhuriyet olarak ifade edilebilecek parola ve programın, bu hareketler içindeki dar görüşlülüğe karşı mücadele için muazzam pratik ve hayati önemi ortaya çıkar. Yani işçi hareketi içinde, Alevilerin, Kürtlerin, kadınların, haklarını savunmak aslında, demokratik cumhuriyeti savunmak olabilir. Ayın şekilde, Kürt ya da Alevi hareketi veya kadın hareketi içinde, demokratik cumhuriyeti savunmak aynı zamanda bunların içinde diğerlerinin talep ve mücadelelerini savunmak demektir.
Böylece, birbirine karşı kullanılan bütün muhalif hareketlerin bir tek bütün içinde, bir tek siyasi hareket içinde birleşmesinin temel şartı ortaya çıkar.
Bütün bu farklı baskı biçimlerini yaratan ortak şeyin ne olduğu sorununa gelince, sermayenin gerçek tarihsel hareketine, yani başlangıçtaki çıkış noktasına geliriz. Demokratik cumhuriyet ise, sermayenin ya da kapitalizmin ideal siyasi formudur soyut olarak.
Ama demokratik cumhuriyet de tıpkı bu yeni sosyal hareketlerin tüm baskı biçimlerine karşı bir dinamik taşıması gibi, içinde bunu aşacak bir dinamik taşır[4].” (“Tersinden Kemalizm, (İsmail Beşikçi’nin Eleştirisi) Alevilik, Din, Ulus, bilim ve Politika Üzerine”, Demir Küçükaydın)
İşte programatik ve stratejik olarak böyle.
Bu konuları henüz Türkiye’de bu konuların hiç birinin tartışılmadığı 1980’li yılların sonlarında geliştirdik.
1990’lardan sonra İnternette emre amade kıldık.
2005’te Türkiye’de yayınlanan kitaplarımızda yer aldı.
Şimdi burada tekrarlıyoruz.
Ama bu toplantıyı tertipleyen Halkların Demokratik Kongresi’nin ne gündemine aldırabildik ne de tartışmaya sunabildik.
Bütün girişimlerimiz bürokratik bir keyfilikle engellendi.
Yine de ilk kez bu olanak verildiği için teşekkürler.
25.04.2012
Demir Küçükaydın




[1] Aslında Yeni sosyal hareketlerin yeni olmadığını, ulusal kurtuluş hareketlerinin de yeni sosyal hareketlerle aynı ortak karakteristiklere sahip olduğuna önceden değinmiştik. Bu anlamda farkına varmadan ulusal kurtuluş savaşları bağlamında, bilincinde olmadan yeni sosyal hareketlerde bütün sınıfların olmasının ortaya çıkardığı sorunları ele alma elbette Marksist gelenekte vardır. Ama düşüncenin akışını bozmamak için şimdilik bunu bir kenara bırakıyoruz.
[2] Benzer eğilimler bütün yeni sosyal hareketlerde görülür. Altmışlardaki gençlik hareketi başlangıçta üniversitelere ve öğrencilere ilişkin taleplerle başlamış bir süre sonra, tüm toplumdaki ezilenlerin mücadele hedeflerini bayrağına yazmıştır. Hatta Türkiye’deki altmışlardaki işçi hareketi ve Türkiye İşçi Partisi bile bu eğilimi doğrular. O işçi hareketi, tüm ezilenlere yönelik bir program ortaya koyduğunda, yani İşçi Partisi’ni kurduğunda, toplumdaki tüm gayrı memnunlar için bir çekim merkezi olabilmiştir.
Aslında Türkiye’de altmışların bütün dinamizmini yaratan da, yeni sosyal hareketlerin ve işçi hareketinin, bilinçsiz bir biçimde, tüm diğer ezilenleri kapsayan demokratik karakterli programlara sahip olmasıydı.
Altmış ve yetmişlerdeki Türkiye sosyalist hareketinin hemen sadece Kürt, Alevi ve kadınlardan oluşması bir çok kişinin dikkatini çekmiştir. Bunlar bu hareketin içinde sonradan oldukları gibi, Kürt, Alevi ya da kadın kimlikleriyle değil sosyalist olarak yer alıyorlardı. Kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarına rağmen, onlar aslında bu özgül baskılara karşı tepkinin bir ifadesiydiler.
Bu hareketler o zaman doğrudan devrimci ve demokratik programlar etrafında birleştiğinden, yani bir Kürt, bir Alevi, bir kadın olarak mücadelesinin sonunda varacağı yere daha başlangıçta varmış olduğundan, tüm bu yeni sosyal hareketler bir tek sosyalist hareket biçiminde ortaya çıkıyordu. Bu nedenledir ki, sosyalist hareket dağılınca, yani bu ortak ve devrimci demokratik program kaybedilince hepsi aslına rücu ettiler. Bu günün görevi, aynı sentezi bu sefer bir üst düzeyde, her biri hareketin içinden yola çıkarak gerçekleştirmektir. Yani kadınlar, Kürtler, Aleviler, işçilerin devrimci demokratik bir programa sahip olarak diğer sosyal hareketlerle ittifak kurmak isteyenleri, kadın, Kürt, Alevi, işçi hareketi içindeki, Alevici, Kürtçü, işçici ve kadıncılarla kopuşmak, onlara karşı mücadele etmek ve diğer hareketlerde aynı şeyi yapanlarla ortak bir program etrafında birleşmek zorundadır.
[3] Lenin’in Ne Yapmalı’da dediği anlamda Ekonomizm. Yoksa Ekonomizm kavramı son yıllarda, Stalinizme karşı açık bir tavır almaktan kaçınan merkezcilerin muz gibi ne niyetine yenirse o anlama gelen bir kavramı anlamında değil.
[4] Çünkü Engels’in de dkkati çektiği gibi, Demokratik bir Cumhuriyet aynı zamanda İşçi Sınıfının iktdarının özgül bir biçimi de olabilir.

Hiç yorum yok: