Kıvılcımlı, 11 Ekim 1971’de doğduğu yerlere yakın Belgrad’da
öldü. Bugün öleli 42 yıl olmuş.
Kıvılcımlı, Türkiye’den çıkmış ve hala yanına varılamamış,
en önemli bilim insanı ve devrimci olma özelliğini koruyor.
Ne yazık ki, bu büyük torisyen ve devrimci hala, bırakalım
dünyayı bir yana, Türkiye’de bile bilinmiyor. Bugüne kadar ciddi bir
biyografisi bile yazılmış değil. Eserlerinin bilimsel bir edisyonunun yayını
ise hayal gücünün ötesinde.
İşin acı yanı, askeri bürokratik oligarşi, Deniz Gezmiş veya
Che Guavera’ya yaptığı gibi, onun de içini boşaltarak, ulusalcılığın sembollerinden
biri haline getirmeye çalışıyor, hatta bunu büyük ölçüde başardığı bile
söylenebilir.
Öte yandan Gezi hareketi ve özellikle Anti Kapitalist
Müslümanlar, Kıvılcımlı’nın güncelliğinin ve öneminin yeni bir kanıtıydı. Belki
katılanların çoğu suda yaşayıp da yuda yaşadığını bilmeyen balıklar gibi
arkında bile değildir ama Kıvılcımlı’nın ruhu Gezi’deydi.
Şahsen gerek bir insan, gerek bir devrimci olarak kendisine
çok şey borçlu olduğum Hikmet Kıvılcımlı’nın her ölüm yıldönümünde, onun
katkılarını bir yazı veya işle anmaya ve unutulmaktan kurtulması için, küçük de
olsa bir katkıda bulunmaya çalışırım.
Geçen yıl birçok arkadaşle birlikte bir Hikmet Kıvılcımlı
Sempozyumu tertiplemiştik.
Bu sene de yeni bir şeyler yazmayı planlıyordum ama gerek
Gezi Hareketi, gerek bazı sağlık sorunları nedeniyle bu planları
gerçekleştirmek mümkün olmadı.
Bu durumda, geçen sene yapılan Sempozyuma sunduğum,
Kıvılcımlı’nın teorik ve politik çalışmalarının eleştirel bir değerlendirmesi
olduğ kadar, aynı zamanda Sempozyuma sunulmuş bildirilerin de genel ve metodolojik
bir eleştirisi olan, bildirimi gözden geçirip bazı ifade ve anlam
bozukluklarını düzelterek yayınlamak , en rasyonal çözüm olarak görülüyor.
Kıvılcımlı’nın eserleri şu adreslerde bulunmaktadır. Pdf
dosyası olarak indirilebilir.
Demir Küçükaydın
11 Ekim 2013 Cuma
Kıvılcımlı’nın Tarih ve Toplum Teorisine Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi
“Öz ve
görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz bir şey olurdu”
Karl Marks
Bugün Kıvılcımlı’nın özellikle son politik yazıları
okunduğunda, ilk bakışta, onun tipik bir Stalinist ve Türk Milliyetçisi olduğu
izlenimi doğar. Brejnev’den adalet istemekte; Türkiye’nin Sıkıyönetim
mahkemelerine teslim olmaya gelmektedir. Böyle birisinin Marksizm’e
katkılarından söz etmek ne derece doğrudur?
Tam bu nedenle, Marks’ın sözlerini koyduk bu yazının
girişine.
Evet, Kıvılcımlı, Marksizm’e Marks-Engels sonrasında gelen
hiçbir Marksist’in yapmadığı ölçüde büyük ve önemli katkılar yapmıştır. Ama
onun bu katkıları, sanıldığından çok
daha karmaşık, farklı soyutlama düzeylerinde ele alınması gereken bir konudur.
Bu denemede, bu katkılar, farklı soyutlama düzeylerinde, hiç olmazsa ana başlıklar halinde, ele alınmaya
çalışılacaktır.
*
Kıvılcımlı’nın Marksizm’in gelişimine katkı yapıp
yapmadığını ve yaptıysa ne gibi katkılar yaptığını ele alabilmek için,
öncelikle Marksizm’in ne olduğunu ele almak gerekiyor.
Çünkü Kıvılcımlı’nın ilk ve en büyük katkısı, Marksizm’in
doğru bir kavrayışına dayanması ve bunu fiilen uygulamasıdır denebilir. Ayrıca,
Marksizm’in ne olduğu tanımlanmadan Kıvılcımlı’nın neye katkı yaptığı da
anlaşılamaz.
Tarihler gibi tanımlar da sınıf mücadelesinin bir alanıdır;
dolayısıyla Marksizm'in nasıl tanımlandığı da.
*
Kimileri Marksizm’in bir “felsefe”, kimileri bir “dünya
görüşü”, kimileri bir “ekonomi
teorisi”, kimileri bir “siyasi
doktrin”, bir “politika öğretisi”,
bir “sınıf mücadelesi öğretisi” vs.,
vs. olduğunu söyler. Hatta bir toplumsal düzen olduğunu söyleyenler bile (“Marksist Rejimler”, “Marksist Ülkeler” gibi sözler göz önüne
getirilsin) vardır.
Kitapçılarda ya da kütüphanelerde, Marks’ın ve Engels’in
eserleri “Felsefe”, “Ekonomi”, “Politika” ya da “Düşünce Akımları” gibi
bölümlerdedir örneğin.
Ama neredeyse hiçbir yerde Marksizm’in tarih ve toplum teorisi yani sosyoloji
olduğuna dair bir tanım görülmez.
Bu tanımların ve sınıflamaların hiçbiri masum değildir.
*
Peki, Marksizm'in doğru bir tanımına nasıl ulaşılabilir?
Marksizm’in doğru tanımının ne olduğunu bize yine Marksizm
gösterebilir.
Bunun için, bizzat onun ilk kurucularının kendi teorilerini
ve teorik katkılarını nasıl tanımladığına bakmak gerekir. Yani Marksizm’e göre Marksizm nedir?
Marksizm’in kurucuları öğretilerini, toplum ve tarih teorisi olarak tanımlamışlardır[1].
Bunda son derece açıktırlar. Onlar öğretileriyle tarihsel
sürecin ve toplumsal varoluşun mekanizmalarını açıklayan bir teorinin
temellerini attıklarını söylüyorlardı. Diğer bir ifadeyle toplumu ve onun evrimini ele alan bir teori veya bilimi kurduklarını
söylüyorlardı. Daha sonra “Tarihsel Maddecilik”
denen teori, özünde toplumun ve onun
evriminin bilimidir. Kelime olarak çevrilirse, bugün sosyoloji denen bilimdir.
Ne var ki, bugün “sosyoloji”
denen ve Comte, Durkheim, Weber gibileriyle başlayan ve bütün dünya
üniversitelerinde okutulan; bütün kütüphanelerin sosyoloji raflarını dolduran
ve bütün dünyada sosyoloji diye bilinen görüşlerin hepsi, özünde Marks ve
Engels tarafından kurulmuş bulunan sosyolojiye (toplum bilime) karşı mücadele
için ortaya atılmış reaksiyoner
ideolojilerdir[2].
Bu nedenle biz, alışılmış ve yaygın kullanımda sosyoloji
olarak bilinenlere ve tanımlananlara sosyoloji demiyoruz, ideoloji[3]
diyoruz. Ve onlar tarafından bir “dünya
görüşü”,0” ideoloji”, “felsefe”, “ekonomik doktrin”, “Sosyoloji
okulu” olarak tanımlanan Marksizm’e ise Sosyoloji diyoruz.
Bu nedenle, “Marksizm”,
“Tarihsel Maddecilik”, “Diyalektik Sosyoloji” veya “Sosyoloji” kavramlarıyla kastettiğimiz hep
aynı bilimdir. Bunları birbiri yerine kullanıyoruz. Yani örneğin “Sosyoloji” dediğimiz her yerde “Marksizm” (“Tarihsel Maddecilik”), “Marksizm”
dediğimiz her yerde “Sosyoloji” de
demiş oluyoruz.
Her hangi bir karışıklığa yol açmamak için öncelikle bunu
açıklamak gerekiyordu.
*
Doğa ve toplum yasaları evrenseldir. Evren nasıl atomları, yıldızları,
galaksileri, gezegenleri, süpernovaları milyarlarca kez keşfettiyse; canlılar
nasıl zehirleri, gözleri, kanatları, zekayı vs. birbirinden bağımsızca
defalarca keşfettiyse; toplum nasıl bitki ve hayvanları ehlileştirmeyi
(Neolitik Devrim – en az yedi kez); Medeniyeti (muhtemelen beş kez) birbirinden
bağımsızca defalarca keşfettiyse; tarihin gidiş yasaları da birbirinden
bağımsızca birçok kez keşfedilmiştir.
Marksizm’i Marks ve Engels’ten önce, ilk keşfeden İbni
Haldun’dur.
Marksizm’i, İbni Haldun’u bilmeden ve ondan bağımsızca ikinci
kez keşfeden Marks ve Engels de birbirlerinden bağımsızca keşfetmiş
sayılabilirler[4].
Ayrıca Joseph Dietzgen veya Morgan gibi başka bağımsızca
keşfedenler[5]
ve keşfettiklerinin Marksizm olduğunu bilmeyenler de vardır. Bugün bile,
Marksizm hakkında doğru dürüst bir şey bilinmediği ve önyargılar yaygın olduğu
için, özellikle tarihçiler[6] ve
arkeologlar, Kolomb gibi keşfettiklerinin ne olduğunu bilmeden, onu tekrar
keşfetmektedirler.
O halde, Kıvılcımlı’nın Marksizm’e katkılarından söz
ederken, toplumu ve tarihi inceleyen bilime, sosyolojiye ya da Tarihsel
Maddeciliğe yaptığı katkılardan söz etmiş oluyoruz.
*
Bu katkıların neler olduğunu inceleyip tartışabilmek için de
bu bilimin evrimini ele almak gerekir ki, bu evrim içinde, eğer varsa,
Kıvılcımlı’nın yeri tanımlanabilsin.
Her yeni doğan bilimin öncekilerin kat ettiği yolları kat
etmesi gerekmez, bilimler de toplumlar gibi[7] önceki
birikimin omuzlarında yükselerek doğabilirler veya yeni bir aşamaya
geçebilirler. Toplumun bilimi, en son doğan bilimdi. Cansız ve Canlı doğayı inceleyen
(Fizik, Biyoloji) bilimlerin birikimi üzerinde doğduğundan, Marksizm 19.
Yüzyılda doğmuş bir yirminci yüzyıl bilimiydi.
Toplum bilimi, cansız ve canlı doğanın bir tarihi ya da
evrimi olduğu fikrinin henüz doğum sancıları yaşadığı bir çağda, toplumun
evriminin yasalarını haykıran bir çığlıkla, doğanın da tarihi[8]
olduğunu haykırarak doğmuştu.
Fizik alemde ve canlılar aleminde, bir evrim fikrinin
tartışmasız kabulü şunun şurası İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına denk gelir.
Hatta bu fikrin yerleşmesinde, Marksizmin doğum çığlığı olan, toplumsal evrim
fikrinin varlığı, doğa bilimleri için yol gösterici ve kolaylaştırıcı bir işlev
bile görmüştür[9].
Ne var ki, böylesine ileri bir noktadan yola çıkan Marksizm,
temel kavramları bakımından adeta doğduğu yerde kalmış görünür, hatta bilinen
ve yaygın biçimiyle gerilemiş ve bayağılaşmıştır. Buna karşılık doğa bilimleri
giderek artan bir hızla ilerlemiştir.
Bugün Astronomi ve Fizik, bir tek bilimdirler artık ve bu bilimin
konusu evrenin ya da maddenin tarihinden ya da evriminden başka bir şey
değildir. Paleontoloji ve Biyoloji de bir tek bilim sayılabilirler artık ve bu
bilimin konusu canlıların evriminden başka bir şey değildir.
Tarih ve Sosyoloji bir tek bilim olarak doğmalarına ve
Sosyolojinin ya da Marksizm’in diğer adı tam da bu nedenle maddeci Tarih Öğretisi olmasına; diğer
bilimlerin ancak 1950’lerden sonra vardığı yerde doğmasına rağmen, yaygın
Marksist yazında, toplumsal tarihin veya evrimin kavranışında, kavramsal
araçlarda vs. neredeyse en küçük bir ilerleme, derinleşme bile görülmez.
Bunu, bir bilimin konusunu ve tarihini sıradan okura
anlatmak için yazılan popüler bilim kitaplarıyla yapılacak bir kıyaslamayla
bile görmek mümkündür.
Örneğin bugün fiziğin veya biyolojinin tarihini ve bugün ele
aldığı sorunları ortalama bir okurun anlayabileceği şekilde anlatan onlarca
farklı ve birbirinden güzel kitap bulunabilir. Hatta son yıllarda en değerli
bilim insanlarının, (astronomların, fizikçilerin, biyologların,
paleantologların) bu tür kitaplar yazmaya özel bir değer ve önem verdikleri
bile görülmektedir.
Ama Marksizm söz konusu olduğunda, bırakalım Marksizm’in, (yani
Tarihsel Maddeciliğin, yani Sosyolojinin) tarihini anlatan popüler kitapları
bir yana, tarihini anlatan bir tek kitap bile yoktur[10]. İlk
bakışta Marksizm tarihsizdir, kavramları hiç gelişmemiştir. İdeolojilerin
tarihinin olmadığı önermesi adeta Marksizm’de somutlaşmış gibidir[11].
*
Peki, doğa bilimleri ile toplum bilimi (Marksizm) arasındaki
bu gelişim zıtlıklarının nedeni nedir?
Bunu bize yine ancak Marksizm yani Sosyoloji açıklayabilir. Çünkü
bilimlerin evrimi fiziksel ya da biyolojik değil sosyolojik olgulardır ve
sosyolojik olgular yine ancak sosyolojik kavramlarla açıklanabilirler. Ama o
yaygın ve bilinen artık bir ideoloji olmuş Marksizm değil, bilinmeyen, gelişmiş
ve tarihi olan; konusu tarih olan Marksizm.
O halde, Marksizm önce kendi kaderini açıklama gibi bir
görevle karşı karşıyadır: Niçin doğa bilimleri hızla muazzam yollar kat ederken
yaygın olarak bilinen biçimi ile kendisi neredeyse doğduğu yerde kalmıştır veya
en azından öyle bir görünüm vardır?
Doğa bilimlerinin niye hızlı geliştiği sorun değildir.
Kapitalist üretim biçiminin kendi yasasından doğar bu. Kapitalizmde rekabet
içinde, nispi artık değer oranını yükseltmek; emek üretkenliğini arttırmak
zorunluluğunun bir sonucudur. Doğa bilimlerinin birkaç yüzyıllık devasa
gelişmesinin de; bu bilimlerin “pozitif
bilimler” olarak tanımlanmasının ardında bu, yani değer yasası vardır.
Marks’ın Das Kapital’i tam da bu
mekanizmaları inceler.
Zor olan toplum bilimin
(Marksizmin) niye gelişmediğini açıklamaktır. Marksizm’in kaderi, değer yasasına
değil, sosyalist hareketin kaderine, işçi hareketinin kaderine bağlıdır.
Ama bu bile doğrudan mekanik bir ilişki değil, sanatın
gelişimi gibi, çoğu kez elverişli gibi görünen koşulların tersine çalıştığı,
karmaşık bir ilişkidir.
*
Elbet burada söyle itirazları duyar gibi oluyoruz: “Ne demek
Marksizm gelişmedi? İşte Lenin, Emperyalizm Teorisini geliştirdi”[12].
Bu itirazlarda, Marksizm’in evrimine ve ne olduğuna dair çok
temel iki yanlış bulunmaktadır.
Lenin ve benzerleri, Marksizm’in temel kavramlarına bir bağlılığı temsil ederler, onları yaratıcı bir uygulamaya karşılık
düşerler ama temel kavramlarda hemen hemen hiçbir gelişme ve ilerleme
sağlamamışlardır. Onlar verili kavramlara dayanarak, yeni olguları
açıklamışlardır. Belki, zaten var olan kavramları daha net tanımladıklarından
söz edilebilir.
Lenin’in ya da başkalarının, Marks-Engels’in ortaya attığı
teorinin temel kavramlarında hemen hiç bir ilerleme yapmadan siyasi mücadelenin
ya da sınıf mücadelesinin birçok sorununa ilişkin çözümler geliştirmiş
olmaları, onların bu bilimin gelişimine katkılar yaptıkları anlamına gelmez. Bu
keşiflerin pratik hayat bakımından olağanüstü önemde olması sonucu değiştirmez.
Bugün geceleri elektrik ampulü olmadan bir yaşam tasavvur
edemeyiz bile, böylesine muazzam önemli bir yeri vardır Edison’un keşfinin
hayatımızda. Ama bu, Edison’un fizik biliminin gelişimine hiçbir katkısı
olmadığı gerçeğini zerrece değiştirmez.
Edison’un elektrik ampulünü keşfetmesi için, elektrik akımı
veya elektromanyetik güç konusunda yeni kavramlar ortaya koyması veya var olan
kavramları geliştirmesi gerekmiyordu. Var olan kavramlar çerçevesi ve pratik
ihtiyaçlar bu keşiflerin ortaya çıkmasına ve açıklanmasına yetiyordu. Fonografı
keşfetmesi için dalga ve akustik teorisinde bir takım ilerlemeler yapmasına
gerek yoktu. Bu nedenle fiziğin evrimini anlatan kitaplarda Edison’un adı bile
anılmaz ama örneğin Faraday veya Maxwell anılmadan geçilemez.
Bir bilimin gelişimine katkı yapmak yeni kavramlar bulmak,
var olan kavramları dakikleştirmek, eleştirip yeniden tanımlamak; yeni yasalar
bulmak, bilenen yasaların sınırlarını göstermek vs.dir. Bu açıdan baktığımızda,
Lenin’in Tarihsel Maddeciliğin hiçbir kavramanı eleştirip değiştirmeye veya
yeni kavramlar koymaya kalktığını göremeyiz. Onun da böyle bir iddiası yoktur
zaten.
Elbet Troçki’nin bir katkısından söz edilebilir ve
edilmelidir. Troçki’nin katkısı, Marksist evrim kavrayışında, eşitsiz ve
kombine bir gelişimi tanımlaması ve kullanması; bürokrasinin sınıf karakterinin
tanımlanması gibi konularındadır. (Benzer katkıları Troçki’den bağımsızca
Kıvılcımlı da yapmıştır.)
Zaten Troçki, Batı dünyasının tanıdığı Marksistler arasında neredeyse
tek istisnadır. Bütün eseri de tıpkı kurucularınki gibi tarihin ve toplumun
gidişine ilişkindir. Bu tarih genellikle modern, hatta sadece yirminci yüzyıl
tarihiyle ilgilidir ve bu tarihin, özellikle Ekim Devrimi’nden sonraki
gidişinin daha derinden kavranışı için kavramsal bir ilerleme de sağlamıştır.
Çok daha yaygın ve egemen olan diğerleri (Althusser, Mao,
Negri vs.) üzerinden itiraza gelince, onların unuttuğu çok temel ve basit bir
olgudur: Marksizm bir sosyolojidir, felsefe değildir. Hatta kendi doğumundaki
satırlarda, felsefenin bittiğini ilan ederek; felsefeyi öldürerek doğmuştur[13].
Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar Marksizm’i geliştirdiği
söyleyenler, Marksizm’i bir felsefe olarak ele alırlar. Bunların tarihi ve
toplumu ele alan bir tek sosyolojik yasayı, bir tek sosyolojik kavramı ele alıp
eleştirip geliştirdikleri görülemez. Toplumsal olgulardan yola çıkarak
fikirleri açıklamazlar; fikirlerden yola çıkarak toplumsal gidişi açıklamaya
çalışırlar. Konuları tarih ve toplumun hareketi, yani toplumsal olgular bile değildir.
Aslında Marksizm’in bilinen biçimiyle gelişememesi ile bir felsefe (veya
ekonomi öğretisi) olarak tanımlanması ve ele alınması arasında da kopmaz bir
bağ vardır ve bu Marksizm’in gelişmemesinin bir görünümüdür.
Onlar Marksizm’e katkı yapamazlar çünkü konuları Marksizm’le
özdeş değildir. Hatta pratikte fiilen Marksizm’in en temel önermesinin,
(düşüncenin varlığı değil, varlığın düşünceyi belirlediği) fiili bir inkârını
temsil ederler. Hepsinin ardında şu gizli varsayımın meduza kafası görülür: şu
veya bu düşüncenin veya önermenin kabul edilmiş veya edilmemiş oluşu sonraki
süreci belirlemiştir. Bunlara göre, örneğin Ekim Devrimi’nin sonraki
yozlaşmasının nedeni, geri bir ülkede gerçekleşen bir sosyalist devrim;
devrimin yayılamayıp tecrit olması; savaş ve iç savaş sonucu tüm üretici
güçlerin tahrip olup neredeyse yamyamlığa dönüş gibi gerçek maddi koşullar
değil; Lenin’in örgüt teorisindeki şu ya da bu yanlışı veya örgüt içi
demokrasiyi önemsememek gibi, son duruşmada kimi yanlış düşünceleri ya da yanlış
kararlardır.
Yani bu açıklama yönteminde, Marksizm’in kendisiyle mücadele
ederek doğduğu ideoloji, Marksizm postu giyinerek onu içinden ele geçirmiştir.
*
İşte Kıvılcımlı’nın anlaşılmasının ve katkılarını
tartışmanın ilk zorluğu tam da burada ortaya çıkar.
Bütün dünyada Marksizm’le ilgisi olmayanlar, yani toplumun
hareket yasalarını ve tarihsel hareketi araştırmakla ilgisi olmayanlar Marksist
olarak ortalığı doldurmuş bulunmaktadırlar. Bunların hepsinin temel paradigması
anti-Marksist’tir. Çünkü bizzat konuları sosyoloji ya da tarih değildir. Marksizm’le
konuları ortak değildir. Sorun buradadır.
Konusu Marks-Engels’in ortaya koyduğu bilimin konusuyla
özdeş olan, yani Marks-Engels’in Marksizm tanımına uygun olarak bir takım
kavramları geliştiren neredeyse biricik kişidir Hikmet Kıvılcımlı (Troçki de).
Yani bir yanda dünyadaki bütün diğer Marksist diye
bilinenler, bir yanda da Hikmet Kıvılcımlı bulunmaktadır[14].
Kıvılcımlı bütün önemli eserlerini ve en önemli katkılarını
Tarihsel Maddecilik alanında vermiştir; en önemli katkıları veya iddiaları tam
da bu alandadır. Yani yaygın genel kabul gören Marksizm veya ona katkılar diye
bilinenler bir yandadır; Kıvılcımlı diğer yandadır.
İşte Kıvılcımlı’nın öncelikle ve en büyük katkısı budur: tarihin ve toplumun genel yasalarını,
tarihsel ve toplumsal olgulardan yola çıkarak daha dakik ve derin olarak
tanımlamaya çalışan neredeyse yeryüzündeki biricik Marksist olmasıdır.
Ama bu gerçek ortaya korkunç bir açmaz ve anlaşılmazlık
çıkarmaktadır.
Yaygın olarak Marksizm diye kabul görmüş ve bilinen her şeyi
karşıya almak ve reddetmek gerekiyor. Böyle bir teşebbüsün bile çılgınlık
olarak görüleceği çok açıktır. Onların sadece niceliği bile ezicidir.
Bunca Marksist filozof, düşünür hepsi yanlış da bir Kıvılcımlı
mı yanlış değil[15]?
Ne yazık ki gerçek budur?
Böylece ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır: bir yanda Marks-Engels’in
tanımladığı biçimiyle, Marksizm’le konusu özdeş olan, yani tarihin ve toplumun
genel gidiş yasaları üzerine araştıran, tartışan ve yazan Kıvılcımlı; diğer
yanda dağlar gibi yığılmış koskoca sözüm ona Marksist bir literatür ve bu
literatürü Marksizm sanarak yetişmiş Marksizm’in ne olduğuna dair tasavvur
yeteneğini bile yitirmiş milyonlarca Marksist. Bunlara ek olarak da bütün
akademik dünyada yeri olan sözde sosyolojiler ve sosyologlar. Bütün bunların
karşısında: Marks-Engels, Troçki, Kıvılcımlı gibi birkaç gerçek Sosyolog ya da
Marksist.
Bu korkunç zıtlık, bütün dünyada da böyle Türkiye’de de.
Türkiye’den örnek verelim. Marksist teori iddialı, Praksis ve Teori ve Politika diye iki dergi var. Uzun yıllar istikrarlı bir
biçimde çıkıyorlar. Marksizm diye yılda birkaç kez seminerler yapılıyor. Özgür
Üniversite’de Marksizm üzerin verilen seminerler var. Ama toplumun tarihsel
hareketi ve bunun yasaları üzerine bir tek yazı, bir tek konuşmacı, bir tek
seminer bulamazsınız.
Uzağa gitmeye gerek de yok, bizzat bu Sempozyumu ele alalım.
Kıvılcımlı’nın neredeyse bütün eserleri tarih ve onun hareket yasaları ile ilgilidir.
Bu tarihi ve onun yasalarını, bu yasaların formülasyonunda Kıvılcımlı’nın yerini
veya yeni olgular ışığında Kıvılcımlı’nın genellemelerini ele alan bir tek
bildiri bile bulunmamaktadır. Yani bu sempozyumdaki bildirilerde de Kıvılcımlı
ya politik düzlemde ya da felsefi düzlemde ele alınmaktadır.
Hâlbuki bu iki düzlem de Kıvılcımlı’nın esas teorik
katkısını konu etmez. Kaldı ki, politik olarak Kıvılcımlı, Sovyetlerin
çizgisini sadakatle izlemiş, ölünceye kadar da öyle kalmış bir Stalinist’tir.
Felsefi olarak ise, didaktik kitaplar yazmak dışında fazla bir şey yapmamıştır
ve böyle bir iddiası da yoktur. Ayrıca, Felsefe Marksizm (Sosyoloji) değildir.
Yani bizzat bu Sempozyum’da bile Kıvılcımlı’nın ele alınışı,
tam da Kıvılcımlı’nın var olduğu yerin zıddıdır. Marksizm’in başına gelen aynen
Kıvılcımlı’nın da başına gelmektedir. Yani Marksizm Marksitçe ele alınmadığı
gibi, Kıvılcımlı da Marksistçe ele alınmamaktadır. Dünyada yaygın olan ve Marksizmin
fiili inkarı olan felsefi yaklaşım ya da politik yaklaşımla ele alınmaktadır.
Dünyadaki genel ve yanlış Marksizm kavrayışı, aynen buraya
da yansımakta, varlığı ve eseriyle bu anlayışın karşısında bulunan Kıvılcımlı,
karşı olduğu anlayışın paradigmasına sokularak ele alınmaktadır. Dolayısıyla
Kıvılcımlı ve Marksizm anlaşılmaz bir hale gelmektedir.
Bu nedenle, Kıvılcımlı’nın Marksizm’e katkısından söz etmek,
bütün dünyadaki Marksistlere ve burada bildiri sunanlara, sizlerin şimdiye
kadar tartıştığınız her şey, temelden yanlıştır, Marksizm’le ilgisi yoktur; Marksizm
adına bildiğiniz her şey yanlıştır, hepsini unutmanız gerekir demekten başka
anlama gelmez.
Ama hayatlarını bunlarla geçirmiş ve öyle anlam bulmuş
insanlara bunu söylemek, onlar tarafından hiçbir zaman kabul görmeyecektir.
Onlar bu hayatlarının anlamını dişleriyle, tırnaklarıyla savunacaklardır.
*
Özetle, Kıvılcımlı’nın hangi başlık altında ve nasıl ele
alındığı hiç de masum bir seçim değildir. Yanlış olan örneğin bu sempozyuma
sunulan bildirilern içerikleri değil; başlıkları ve konularıdır. Başlıklarını
ve konularını eleştirmeden içerikleri üzerine bir tartışmaya girmek, zımnen
onları onaylamak anlamına gelir. Yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağı;
Stratejik bir yanlışın taktiklerle düzeltilemeyeceği gibi; yanlış sorulara
doğru cevaplar verilemez.
O başlıkların hepsi, Marksizm’in ne olduğu hakkında yanlış
ve gizli birtakim varsayımlar barındırırlar Marksizm'in ne olduğuna dair. Ve
tam da Marksizm’in ne olduğu ve tanımı bizzat sınıf mücadelesinin bir
konusudur.
Diğer bir ifadeyle, Kıvılcımlıyı felsefe ve politika
düzeyinde tartışmak, Marksizm’i bir politika öğretisi veya bir felsefe olarak
tanımlayarak, Marksizm’in ne olduğunu ve konusunu çarpıtmaktan başka bir anlama
gelmemektedir.
Ve maalesef buradaki bildirilerin büyük çoğunluğu bu temel
ve metodolojik yanlışla maluldürler.
*
Bir bilimin evrimi, son duruşmada kavramlarının evrimidir.
Kimi kavramların ortaya çıkışı, kimilerinin anlamının dakikleşmesi, farklı
anlamların birbirinden ayrılması, kimi kavramların terk edilmesidir.
Elbette bu kavramlar da kendi içlerinde bir hiyerarşi içinde
bulunurlar. Fizik biliminden bir örnek verelim. Fizikte birçok kavram vardır. Ama
kütle, ağırlık, boyut, hacim, hız, zaman, uzay gibi kavramlar temel
kavramlardır. Bir de ikinci, üçüncü derecede dalga boyu, frekans, basınç vs.
gibi kavramlar da vardır. Fiziğin evrimi son duruşmada, o temel kavramlardaki
değişmeler olarak ele alınabilir ve alınmaktadır.
Diyelim ki, Arşimet döneminin fiziğinde zaman ve hız gibi
kavramlar olmadan, boyut, hacim, ağırlık, kütle gibi kavramlarla o fiziğin
sorunlarını çözmek mümkün oluyordu. Kaldıraçlar ya da gemileri yüzdürmek için
bunlar yeterdi.
Ama işe hareket girince; zaman da girer, hız da, hızın
değişiminin hızı da girer. Böylece Galile ve Newton dönemlerinin fiziğine
geliriz. Bir kütleyi bir yerden belli bir zamanda bir yere hareket ettirmek söz
konusu olunca, enerji de girer. Galile’ler, Newton’lar bu kavramları fiziğe
soktukları, daha dakik ve net olarak tanımladıkları; geliştirdikleri için
fiziğe katkılarından; fiziğin evrimindeki yerlerinden söz edilebilir.
Elbette hareketin farklı biçimlerini inceleyen alt
bölümlerinde daha spesifik kavramlar bulunur vs.. Isının, ışığın, dalgaların
parçacıkların hareketini inceleyen ikincil kavramlarınız da olabilir. Bir
fizikçi, bunlarda önemli katkılar da yapmış olabilir. Bunlar da nispeten ikinci
kategoriden büyük fizikçilerdir. Ama büyük fizikçiler bu temel kavramlarda
değişiklikler yapanlardır.
Örneğin klasik fizikte ya da Newton fiziğinde, zaman, kütle,
boyut birbirinden bağımsızca vardırlar. Bu birbirinden bağımsız kavramların
aralarındaki bağıntıları inceler klasik fizik bir bakıma. Zaman kavramını ele
alalım. Zaman, içinde olayların geçtiği, bir örnek ve hep aynı hızla akan bir
sahne gibidir bu klasik fizikte ya da Newton fiziğinde.
Ancak yirminci yüzyılda bu hız, zaman, kütle kavramları
baştan aşağı değişirler, örneğin, zaman artık bir sahne değil; maddenin bir
varoluş koşulu veya biçimidir. Zaman değişmez ve düzenli akan bir sahne
olmaktan çıkar; saatler yavaşlar veya hızlanabilir. Boyutlar kısalır veya uzar.
Uzay eğrilir.
İşte örneğin böyle bir zaman kavramına geçiş, fiziğin
evriminde büyük bir değişimdir.
Fiziğin evrimini anlatan kitaplar bir bakıma bu değişimi
anlatırlar. Bu değişimin, tüm kavram sisteminin karşılıklı bağımlılıkları içinde
nasıl değişimlere yol açtığını anlatırlar. Bir fizikçinin fiziğe katkılarından
söz etmek, bu temel kavramların kavranışı veya tanımındaki katkılarından söz
etmektir bir bakıma.
Biyoloji de benzer durumdadır. Örneğin bir tür veya
popülasyon kavramının tanımının evrimi üzerinden biyolojinin evriminin en
önemli uğrakları gösterilebilir.
Peki, sosyolojide ya da Marksizm’de durum nedir?
Marksizm’de de elbet bir takım temel kavramlar vardır bütün
diğer kavramların üzerinde yükseldiği. Ne var ki, Tarihsel maddeciliği veya Marksizm’i,
kavramların tarihi olarak anlatan bir tek kitap bile yoktur. Esas sorun
buradadır. Ama bunda bir sorun görülmemesi bundan da daha korkunç bir durumdur.
Var olan kitaplar bile Marks-Engels’in yazdıklarının bayağılaştırılmış
tekrarlarıdır.
Tarihsel Maddeciliğin ya da Marksizm’in, kavramların tarihi
olarak bir tarihi yazılmamıştır.
Marksizm'in bir tarihinin yokluğu ile Marksizm’in bir
felsefe veya politika öğretisi veya ekonomi politik olarak kavranışı arasında
kopmaz bir bağ vardır. Marksizm’in Marksist olmayan tanımları, son duruşmada
onu tarihsizliğe yani bir ideoloji olmaya mahkum etme sonucunu vermekte yani
Marksizm, Marksizm olmaktan çıkmaktadır.
Böylece şöyle bir fasit daire ortaya çıkmaktadır. Marksizm’le
aynı konuda neredeyse bir tek Kıvılcımlı yazdığına göre: Marksizm’in tarihi Kıvılcımlı bilinmeden
yazılamaz. Ama Marksizm’in tarihi bilinmeden de Kıvılcımlı’nın bu tarihteki
yeri ve katkıları konu edilemez.
Bir yanda Kıvılcımlı vardır, bir yanda diğer bütün
Marksistler. Ve o bütün diğer Marksistler, Marksizm bir sosyoloji olduğuna
göre, aslında sosyoloji alanında hiçbir şey yazıp söylemediklerinden Marksist
değildirler[16].
Bu noktada çok ilginç ve kabul etmesi çok zor ve sarsıcı bir
sonuç ortaya çıkmaktadır. Kıvılcımlı, Marks ve Engels’ten sonra, tüm insanlık
tarihini sorun yaparak bu gidiş hakkında genellemeler yapmış tek Marksist’tir.
Bizzat onun bu özelliği, yaptığı katkının içeriğinden veya içeriğe ilişkin
katkı yapıp yapmadığından bağımsız olarak ilk büyük katkısıdır.
*
Şimdi Marksizm’in temel kavramlarına ve Kıvılcımlı’nın
buradaki önemli katkılarına bakabiliriz.
Temel kavramlar neler?
Üretici güçler, üretim ilişkileri, altyapı, üstyapı,
mülkiyet ilişkileri, sınıflar, devlet, ideoloji, politika, kültür, sanat,
bilim, ahlak, hukuk, din vs[17].
Bu kavramlar toplumun
tarihinden çıkmıştır ve onun yapısını
ve gidişini açıklamaya
yöneliktirler. Dolayısıyla yine bizzat toplumun tarihinde sınanabilirler;
doğrulanabilir veya yanlışlanabilirler.
Bizzat Marks-Engels hayatları boyunca sistemli olarak bunu
yapmışlardır. Bu da iki yönde olmuştur.
Birincisi, modern toplum her şeyden önce bir meta üretimi
toplumu olduğundan, metanın ortaya çıkıyla birlikte başlayan süreçleri
inceleyen bilim olan Ekonomi Politik çalışmaları ile.
Burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Ekonomi Politik,
Tarihsel Maddeciliğin ya da Marksizm’in bir alt bölümü, ekonomiyi inceleyen
bölümü değildir. O ayrı bir hareket ve varoluş tarzının bilimidir. Bu anlamda
ekonomi politik yasalarının tarihsel maddecilik yasalarıyla ve klasik anlamda
Marksizmle ilgisi yoktur. Elbette Marks, bu bilim alanında da en büyük keşfi
yapmış emek ve işgücü kategorilerini ayırarak, modern kapitalist toplumda artı
değerin kaynağını göstermiştir[18]. Ama
ekonomi politik sosyolojinin (Marksizmin) bir alt bölümü değildir, ayrı bir bilimdir.
Nasıl biyolojinin konusu, ilk canlı ile, yani kendi
benzerini sentezleyen, benzerini üreten molekülle birlikte ortaya çıkarsa,
ekonomi politiğin konusu da iki insan ya da kabile ellerindeki ürünü
değiştirdikleri anda ortaya çıkar. Bu yasalar sosyolojik yasalar değildir; tamamen
başka yasalardır, toplumun tarihsel evrimini tayin edici denecek ölçüde
belirlemelerine rağmen sosyolojik yasalar değildirler. Ekonomi politiğin
kavramları sosyolojik kavramlar değildirler[19].
Tam da bu nedenle, Marksizm’i bir ekonomi politik öğretisi
olarak ele almak veya Marksizm diye Kapital’i
okumak ve ekonomi politik dersleri vermek, anti-Marksist bir yaklaşımdır.
Marksist yaklaşım, ekonomi politik derslerine, bunun Marksizm olmadığını
anlatarak başlayan yaklaşımdır.
Marks’ın bütün hayatını verdiği Das Kapital adlı eseri, aslında sosyolojik (yani Marksist) bir eser
değildir. Onun Marksist bir eser olmadığıdır Marksist önerme. Bütün çalışma
değer yasasının işleyişinin anlaşılmasına yöneliktir. Çünkü sosyolojinin yasaları,
toplumun hareketinin değer yasasının etkisine girdiğini söylemektedir. Onun
için toplumun hareketini anlamak için değer yasasının üzerinde yükselen yasalar
ve hareketler incelenmektedir.
Bu ilişki biraz Jeoloji ile biyoloji ve paleontoloji
ilişkisi gibidir. Jeoloji eni sonu fiziksel, cansız doğaya ilişkin bir bilimdir;
yasaları fiziksel yasalardır. Ama bizzat bu fizik, kayaların vs. bir zamanlar
yeryüzünde yaşamış canlıların tortuları olduğun söylüyorsa, jeologlar iyi birer
paleontolog da olmalıdırlar. Hatta bir takım canlıların evrimine ilişkin
yasaları da bulabilirler ama bütün bunlar biyoloji ve paleontolojinin fiziğin ya
da jeolojinin bir alt bölümü değil; apayrı bir bilim olduğu gerçeğini
değiştirmez.
Marks’ın Ekonomi politik alanında müthiş keşifler yapması;
Kapitalist toplumun yüzündeki peçeyi kaldırması; meta ilişkilerini adeta her
şeyi belirlemesi, ekonomi politiği Marksizm’in (sosyolojinin) bir alt bölümü
yapmaz.
İşte Marks modern toplumun değer yasının egemenliği altında
oluğunu; onun adeta bir doğa yasası gibi onun gidişini belirlediğini
göstererek, modern tarihte öğretisini sınamış olur ve bu sınamanın doğruluğu
kapitalizmin yani meta üretiminin gelişmesi ve yaygınlığı ölçüsünde sürekli
doğrulanmaktadır. Sınamanın ilk biçimi budur.
*
Ancak bununla yetinmezler, Mark ve Engels’in tarih ve toplum
teorilerini bizzat tarihte ve toplumsal olaylarda sınadıkları görülür.
Engels yazıyor:
“Marx'ın
bu yapıtı (Fransa’da sınıf Mücadeleleri), onun, kendi materyalist anlayışı ile ve giderek durumun içerdiği
verilerin yardımı ile çağdaş tarihin bir
parçasını açıklama yolunda ilk girişimi oldu. Komünist Manifesto'da,
teori, bütün modern tarihin bir
taslağını yapmak için kullanılmıştı,
Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung'un yayınladığı makalelerimizde, teoriyi, anın siyasal olaylarını yorumlamak için
kullanmıştık. Buna karşılık, burada, bütün Avrupa'da, kritik olduğu kadar
tipik olan birkaç yıllık bir gelişmenin akışı sırasında nedenlerin ardarda iç
bağlanışını ortaya koymak, yani yazarın kafasında, siyasal olayları, son
tahlilde, ekonomik olan nedenlerin sonuçlarına indirgemek sözkonusu idi”
(F. Engels, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne
Giriş)
Marks Engels gerçekten teorilerinin bir kontrolünü yapmaktadırlar
buralarda. Örneğin Engels şöyle diyor:
“Ve işte, bu tarih, Marx'ın, kendi
yasasını denemesine, sınavdan
geçirmesine yardımcı olmuştur ve otuz üç yıl sonra bile, Marx'ın yasasının
bu sınavdan parlak bir şekilde
geçtiğini teslim etmemiz gerekiyor.” (Vurgular bizim, Engels, 18 Brumaire, Engels’in Üçüncü Almanca
Baskı’ya Önsözü.)
Aslında Marks-Engels’in bütün eserleri bu öğretinin bir
uygulaması ve sınanmasından; çeşitli olayların açıklanmasında kullanılmasından
başka bir şey değildir.
Buraya kadar dikkat edilirse hep Avrupa Tarihinin son birkaç
yüzyılı söz konusudur. İşin ilginci aslında Tarihsel Maddeciliğin yasaları da
esas olarak bu birkaç yüzyıllık tarihin incelenmesinden çıkmaktadır. Yani
aslında birkaç yüzyıl incelenerek bir takım yasalara ulaşılmış ve bu yasaların
bütün insanlık tarihini açıklayabileceği sonucu çıkarılmıştır.
Ama onlar ciddi bilim adamlarıdır, ciddi devrimcilerdir.
Kendi teorilerini sürekli yeni bilgilerin ışığında kontrol etme gibi bir
dertleri vardır. Örneğin Morgan’ın çalışmalarıyla karşılaşınca
doğrulandıklarını görüler. Engels şöyle yazar:
“Bu kitap, deyim
yerindeyse, bir vasiyetin yerine getirilmesidir. Hiç kimse Karl Marx kadar,
kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim- materyalist tarih irdelemesi
sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın araştırmalarından çıkan yargıları
açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan,
Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü,
Amerika'da, kendi alanında yeniden keşfetmiş ve bu durum, onu, barbarlık ile
uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli başlı noktalar üzerinde
Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü.” (Engels, Ailenin.., Birinci Baskının
Önsözü)
Bu kontrol ve
sınama, Almanya’da Köylüler Savaşı
gibi eserler ve Ortaçağ’dan; Ailenin Devletin
Kökeni’nde, Yunan ve Roma ve Germenlere; Maymun’dan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde ilk insanların ortaya
çıkışına kadar uzanır.
Şimdi bu durumda, sonraki
Marksistlerden beklenen ve yapmaları gereken nedir?
a) Bizzat
Marks-Engels’in ele aldıkları dönemlere ilişkin verilerde değişmeler olabilir.
Çünkü onlar çok sınırlı bir veri yığını üzerinden bu çıkarsamaları
yapmaktadırlar. Bu arada bir yığın çalışmada birçok yeni veri birikmiş
olabilir. Bu yeni biriken bilgiler ışığında Marks-Engels’in çalışmalarının ve
sonuçlarının kontrolü gerekir. (Örneğin Fransız Devrimi’nde aslında
burjuvazinin hiç de devrimci olmadığı, “burjuvazinin devrimci dönemi”nin bir
efsane olduğu ortaya çıkmıştır, Deniel Guerin’in de dikkati çektiği gibi.
Kıvılcımlı da bağımsızca benzer sonuçlar çıkarmıştır Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu’nda.)
b) Marks
Engels çok sınırlı bir alandan bu sonuçlara ulaşmışlardır: Avrupa ve sonuçta
birkaç yüzyıllık Avrupa tarihi. Koca bir dünya ve sadece uygarlıkla bile sınırlansa
7000 yıla ulaşan bir tarih dilimi söz konusudur ele alınmayan. Bu yasalar bu
tarihte sınanmalıdır. (İşte Kıvılcımlı’nın yaptığı budur ve ondan başkası da
yoktur.)
c) Marks-Engels’ten
sonraki tarihte de (Yani 20. Yüzyılda ve günümüzde) sınama gerekir. (Kıvılcımlı
ve Troçki, birbirinden bağımızca, farklı sorunlara bağlı olarak ve benzer
sonuçlara ulaşarak bir ölçüde bunu yapmışlardır.)
Yani derinliğine,
geçmişe, geleceğe (yeni ortaya çıkanlara) yönelik sürekli bir kontrol ve sınama gerekir. Marksizm’in gelişiminden
ancak bunlar yapıldığında söz edebiliriz.
Peki, şimdi bakalım, Kıvılcımlı ve Troçki hariç, şu her
yerde Marksist diye kabul edilenlerin çalışmalarına. Böyle bir çaba ve kaygı,
böyle bir sistemli çalışma var mı? Yok. Aksine hep fikirler üzerine,
düşüncelerin varlığı belirlediği gizli varsayımına dayanan çeşitlemeler vardır.
Lenin’in örgüt teorisi şöyle olsaydı böyle olurdu. Tekçi
düşünce olmasaydı böyle olmazdı. Kronştatta şöyle yapmasalardı böyle olurdu.
Yani Marks-Engels’in kendisine karşı mücadele ettikleri ve bu mücadele içinde
ifade ettikleri teorinin tam tersi yapılmaktadır.
Peki, Kıvılcımlı haricinde neler yapılmıştır?
Burada Batı Marksizm’inin yaptığı özellikle sanat alanındaki
çalışmaları toplumsal yapının belli bir yanını incelemek bakımından
değerlendirebiliriz.
Walter Benjamin’in felsefi bir bağlamda ifade edilmekle
birlikte, tarih üzerin tezlerini bir gözden geçirme denemesi olarak
tanımlayabiliriz.
Önü sonu hepsi budur.
*
Marks-Engels sonrası yeni olgular ve bu bağlamda teorik
katkı ve gelişme iki isme bağlıdır. Troçki ve Kıvılcımlı. İkisi de olguları
açıklamak için çok önemli katkılar yaparlar. Paradigmaları zamanlarının
damgasını taşır. Troçki, yirminci yüzyılın ilk yarısının iki çok temel yeni olgusunu
hem öngörür, hem açıklar: geri bir ülkede sosyalist
devrim ve Bürokratik karşı devrim ya da yozlaşma. Bu iki olguyu açıklayabilmek
için: evrim kavramını eşitsiz ve kombine bir gelişimle geliştirir;
dakikleştirir; bürokrasinin niteliğini analiz için de sınıf kavramını
geliştirir.
Kıvılcımlı ise Savaş sonrası dönemi öngörmüş gibidir, Tarih
üzerine çalışmaları bu öngörünün hazırlığı gibidirler. Savaş sonrasının en
önemli özelliği, devrimci mücadelenin “üçüncü dünya”ya kayması ve “az gelişmenin gelişmesi”dir.
Kıvılcımlı bunu açıklayabilmek için farklı üretim
biçimlerinin ve sınıfların simbiyoz ilişkiye girişlerini; “etle tırnak gibi”
oluşlarını ele alarak, evrim kavramında “eşitsiz
ve kombine gelişme”den ileriye bir adım daha atar. Artık zaman içinde
birbirini izleyen üretim biçimleri veya sınıflar birbirinin yerini almazlar
sadece; aynı zamanda bir arada var
olurlar ve birbirlerini değiştirip
bambaşka bir sistem oluştururlar. Bu alt üst edici bir bakıştır ve çok
önemli programatik, stratejik sonuçları vardır.
Bunu “Tarihsel Maddeciliğin
Tarihine Katkı” adlı çalışmamızdan aktararak biraz açıklayalım.
*
“Toplumsal evrimi
de, çok farklı toplumları da açıklayan temel kavram, Üretici Güçlerin Değişimi[20]
ve Farklılığıdır. Üretici Güçler Değiştiği için toplum değişmektedir; Üretici
Güçler Farklı olduğu için toplumlar birbirinden farklıdır.
Bu, evrim
kavramının evrimi ile üretici güçler kavramının evriminin birbirine doğrudan
bağlı olduğunu gösterir. Evrim kavramına bağlı olarak Üretici Güçler
kavramında; Üretici güçler kavramındaki değişmelere bağlı olarak evrim
kavrayışında da değişmeler ortaya çıkar.
Marks’ın meşhur
satırlarını burada bir kere daha hatırlayalım.
“Gelişmelerinin
belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde
hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin
gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline
gelirler.(...)”(K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz)
Dikkat edilirse
Marks’ın Tarihsel Maddeciliğin temelini atan bu cümlelerinde bazı gizli
varsayımlar bulunmaktadır.
Bir gizli
varsayım, “Üretici Güçlerin gelişmesi”dir. Üretici güçlerin gelişmesi
bir veridir. Bu gelişmenin niçin ve nasıl olduğu, sürekli
olup olmadığı gibi bir sorun yoktur. Sürekli olarak gelişen bir özdür
üretici güçler. Toplumsal biçimlerin, ekonomik ilişkilerin ve üstyapının
evrimini üretici güçlerin evrimi belirlemektedir.
Bir başka gizli
varsayım, üretici güçlerin gelişmesinin, daha önceki üretim ilişkilerinin
tasfiyesini getirmesidir. Yani Üretici Güçlerin Gelişimi ile Üretim İlişkileri
arasında bir uyum vardır. Ama bu uyum otomatik olarak oluşmamaktadır, birikimli
ve sıçramalı bir karakteri vardır.
Bunlardan çıkan
bir başka gizli varsayım de üretici güçlerin gelişmesinin sosyalizme
yaklaştırdığıdır. Bu gelişmenin önündeki engelleri kaldırmak toplumu sosyalizme
yaklaştırmak anlamına gelmektedir.
Toplumsal evrim
kavramının evriminin tarihi, bir bakıma üretici güçlerin evrimine ilişkin bu
varsayımlarının sorgulanmasının tarihi gibidir.
Teorinin bu saf
formülasyonundan ve dayandığı varsayımlardan çıkacak sonuç çok açıktır.
Sosyalist Devrim ancak, üretici güçlerin en çok geliştiği yerde; kapitalist
üretim ilişkileriyle üretici güçlerin en büyük çelişki içinde olduğu yerlerde,
yani en gelişmiş ülkelerde olabilir.
Çünkü “İçerebildiği
bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni
ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski
toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir
ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü
yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu
çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte
bulunduğu yerde ortaya çıkar. Çünkü Toplum ancak çözümleyebileceği problemleri
önüne koyar ve yakından bakılınca aslında bu problemlerin kendini çözecek
unsurlarla birlikte ortaya çıktığı görülür.”(K. Marks, Önsöz )
*
Tarihsel
Maddeciliğin Evrim kavramı ve kavrayışı ile Program ve Strateji
arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Program ve strateji, hem evrim
kavrayışına hem de o evrimin neresinde bulunulduğuna ilişkin bir saptamaya göre
değişir.
Bir bakıma Evrim
kavramı ile Program ve Stratejinin ya da daha da kategorik olarak ifade etmek
gerekirse metodoloji ile politikanın ilişkisi tıpkı Önsöz’de
ifade edilen Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri ile Üstyapı’nın ilişkisi
gibidir.
Tarihsel
Maddeciliğin evriminde Evrim kavramı veya Metodoloji toplumsal evrimdeki
Üretici Güçler gibidir. Program ve Strateji ya da Politika ise Üretim
İlişkileri veya Üstyapı gibidir. Tarihsel Maddeciliğin Tarihi, son duruşmada,
toplumunkinden hiç de daha az karmaşık olmayan bu evrim ve ilişkilerin
tarihidir. Bu içsel bağlantı nedeniyle Marksizm’in tarihine bakıldığında, tüm
önemli programatik ve stratejik değişikliklerin, evrim kavrayışının evrimindeki
önemli değişikliklere bağlı olarak ortaya çıktığı ya da bu tür değişikliklere
yol açtığı görülür.
Program,
dolayısıyla siyasi mücadele ve strateji sorunu doğrudan evrim kavrayışına bağlı
olduğundan, evrimin Önsöz’de aktarılan kavrayışı çerçevesinde devrimci
bir partinin, hareketin veya sınıfın programı kategorik olarak şöyle ifade
edilir: üretici güçlerin gelişmesine engel olan üretim ilişkilerini ve
üst yapıyı, özellikle devleti yıkmak ve uygun üretim ilişkileri ve
üstyapıyı kurmaktır.
Bu evrim kavrayışı
ve varsayımlar çerçevesinde, program veya stratejiyi belirlemek, ülkede
bulunulan üretim ilişkilerinin ne olduğunu tespit etmek ve ona göre bir program
oluşturmak şeklinde kavranır[21].
Örneğin, bir ülkede feodal veya yarı feodal ilişkiler egemense, üretici
güçlerin gelişiminin önünde engel olan bu ilişkiler tasfiye etmek, yani
Demokratik Devrim; yok eğer ülke kapitalist ise ve burjuva demokrasisi varsa,
Sosyalist Devrim program ve strateji olarak belirlenir.
Bugün var olan
bütün sol grupların şekillendiği, 1960’lardaki bütün strateji tartışmaları ve
bölünmeleri, bu tür bir evrim fikri çerçevesinde gerçekleşmişti. Taraflar aşamaların
birbirini izlediği ve üst aşamaların alt aşamaları tasfiye ettiği
şeklindeki aynı evrim kavrayışını paylaşıyorlardı. Aralarındaki tartışma
yöntemsel, evrimin kavranışına ilişkin değildi ve bu bakımından aralarında bir
ayrılık yoktu.
Ve tam bu nedenle
de strateji tartışması, olgulara ve onlardan yapılan çıkarsamalara ilişkin bir
tartışmaydı. Örneğin Türkiye yarı feodal diyenler bundan demokratik devrim,
kapitalist diyenler bundan sosyalist devrim sonucunu çıkarıyorlardı. Veya
“teori” politikanın aracı olarak kullanılıp, Sosyalist Devrim demek için
Kapitalist; Demokratik Devrim demek için Yarı Feodal veya Feodal olarak
tanımlanıyordu.
Ama bu
tartışmalarda kimsenin aklına ülkenin yarı
feodal olduğu için devrimin sosyalist bir karakter taşıyabileceği
veya tam da kapitalist olduğu için devrimin demokratik karakterde
olabileceği gibi çıkarsama ve olasılıklar gelmiyordu. Bunun nedeni bu tür
çıkarsamaların ardında yatan karmaşık evrim kavrayışlarına çok uzak
olunmasıydı.
Tartışmalar
evrimin çok basit bir kavrayışına dayanıyordu. Toplumlar şu veya bu biçimde
benzer aşamalardan geçerler: İlkel Toplum, Köleci toplum, Feodal Toplum,
Kapitalist Toplum. İlkel ve Köleci toplumlar çok gerilerde kaldığına göre,
program ve strateji için sorun, ülkenin ne ölçüde feodal veya kapitalist
olduğunu belirlemekte toplanıyordu. Aşamalı ve düzgün bir evrim kavrayışıydı
bu.
*
Tarihsel
Maddecilik (Marksizm) orijinalinde hiçbir zaman böyle sıradan ve bayağı
olmamakla birlikte, Sosyal Demokrat ve Komünist hareketin tarih ve toplumsal
gidiş kavrayışı hep bu düzeyde olmuştur. Hatta daha ileri giden bir
basitleştirmeyle, Sosyal Demokrat ve Komünist partiler arasındaki esas farkın:
bu evrimin, Sosyal Demokrat partilerce düz, sıçramasız bir evrim süreci; Komünist
partilerce sıçramalı ve aşamalı bir evrim süreci olarak kavranmasında olduğu
söylenebilir. Ama her iki taraf da evrimi, aşamaların birbirini izlediği; ileri
olanın geri olanı tasfiye ettiği, her toplumun da bu aşamalardan geçmek zorunda
olduğu sürekli bir ilerleme olarak görür[22].
Tarih ve Toplum
hakkındaki bilginin Yunan ve Roma’dan daha eskilere gidemediği, bu bilginin de
oldukça yüzeysel olduğu; mekân olarak Avrupa ve Akdeniz’le sınırlı bulunduğu bir
çerçevede, böyle bir tarih ve evrim kavrayışı elbette zamanına göre büyük bir
ilerleme anlamına gelebilir ve bilinen tarihi iyi kötü açıklayabilirdi.
Sosyalist hareket Avrupa ile sınırlı kaldığı, modern tarihin ve sınıf
mücadelesinin başka sorunlarına yoğunlaştığı sürece, bu bayağılaştırılmış bir
Marksizm’e karşılık düşen evrim kavrayışı, en azından Avrupa için, yine de iyi
kötü tatmin edici sayılabilecek açıklamalar sunuyor sayılabilirdi.
Ama dikkatli
bakılınca bu evrim kavrayışı, bilinen Avrupa tarihini bile açıklamakta yetersiz
olurdu. Eğer üretici güçlerin gelişmesi yeni üretim biçimlerinin ortaya
çıkmasına yol açıyor ve öncekini tasfiye ediyorsa, örneğin kölecilikten
feodalizme geçişi üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamak gerekiyordu. Ama
gerçek tarihte, kölecilikten feodalizme geçişte, üretici güçlerde böyle bir
gelişmeden ziyade bir gerileme vardı
Olaylara gözler
kapanıp bir gelişme varmış gibi görüldüğünde de, özellikle bu evrimin
sıçramalarla gerçekleştiği anlayışı bakımından bir sorun ortaya çıkıyordu.
Kölecilikten feodalizme geçiş sağlayan “devrimler” yoktu. Bunları kimler,
nerede, nasıl yapmıştı?
Bilimlerin
ilerlemesine ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki yaparlar. Avrupa’daki
işçi sınıfının mücadelesi bu sorunları gündeme getirme ihtiyacıyla
karşılaşmıyordu. Bu nedenle bu paradokslar kimse tarafından tartışılmıyordu
bile.
Ama Tarih konusu
ve bu tür sorunlar daha işçi ve sosyalist hareketin gündemine pratik bir
ihtiyaç olarak gelmeden önce, Evim kavrayışında bir ilerleme, Rus işçi ve
devrimci hareketinin karşılaştığı kimi sorunları çözebilmek ve gelişmeleri
öngörebilmek için Troçki tarafından sağlandı.
*
Troçki’nin akıl
yürütmesi de Üretici güçlerin ilerlemesine dayanıyordu. Keza onun kavrayışının
da sonraki üretim biçimlerinin eski üretim ilişkilerini tasfiyesi; üretici
güçler ve üretim ilişkileri arasındaki denklik gibi varsayımlarla bir sorunu
yoktu. O sadece bu ilerlemenin karmaşık karakteri üzerinde yoğunlaşıyor ve
bunun sonuçlarını tartışıyordu.
Olaylara bakınca
görülüyordu ki, Üretici güçler her yerde aynı aşamalardan geçerek gelişmiyordu.
Kapitalist ilişkilere sonra gelen bir ülke, üretici güçlerin çok daha gelişmiş
olduğu bir düzeyden işe başlıyordu. Böylece Üretici güçlerin epey gelişmiş bir
düzeyi, son derece geri bir üstyapıyla bir arada bulunabiliyordu[23].
Bu durumda neler olacağını tartışıyordu Troçki, bir tür “zihinsel deney”
yapıyordu.
Ve bu daha
karmaşık ve arkadan gelenin öne geçtiği; önceki aşamaları tek tek geçmediği,
minyatür ölçülerle aşarak veya üzerinden atlayarak geçtiği evrim kavrayışına
bağlı olarak Rusya’daki Devrimin izlemesi muhtemel seyir analiz edilince garip
bir sonuç ortaya çıkıyordu[24].
Son derece geri
üretim ilişkileri ve siyasi bir sistemin olduğu bir ülkede, kapitalizmin
doğrudan sanayi kapitalizmi olarak doğması ve bu nedenle işçi sınıfının daha
doğarkenki gücü ve de burjuvazinin korkaklığı nedeniyle, demokratik devrimde
işçi sınıfı köylülüğün desteğini sağlayarak iktidarı alabilir ve o da kendini
demokratik görevlerle sınırlamayıp sosyalist karakterde tedbirlere
yönelebilirdi.
Yani eski akıl
yürütmesine hiç de uymayan bir sonuç ortaya çıkıyordu evrimin bu bileşik ve
eşitsiz karakterinden: yarı feodal bir ülkede sosyalist bir devrim olabilir
ve işçi sınıfı iktidara gelebilirdi. Hâlbuki birbirini izleyen aşamalı
evrim kavrayışına göre, sosyalist devrimin, Üretici Güçlerin kapitalist ilişkilerle
en çok çeliştiği kapitalist ve en gelişmiş ülkelerde olması gerekiyordu.
Bu sonuç bir tür
zındıklık, yoldan çıkma gibiydi; o zamana kadar bilinenleri alt üst ediyordu.
Ama bunun ardında, metodolojik olarak evrimin daha karmaşık bir kavrayışı,
Troçki’nin adlandırmasıyla, “eşitsiz ve bileşik” bir evrim kavrayışı
bulunuyordu.
Meşhur Bolşevik ve
Menşevik; Üçüncü ve İkinci Enternasyonal, Troçkizm ve Stalinizm ayrımları, son
duruşmada metodolojik düzeyde bu iki farklı evrim (aşamalı ve eşitsiz-bileşik)
kavramını yansıtıyorlardı.
Tekrar
vurgulayalım ki, Troçki’nin evrim kavrayışı üretici güçlerin gelişimini
tartışmıyordu, sadece bu gelişimin karmaşık, “eşitsiz ve bileşik”
karakterine dikkati çekiyor ve çıkarsamasını bundan yapıyordu.
Aynı şekilde üretim
ilişkileri ile üretici güçlerin gelişme derecesi arasındaki uyum
düşüncesiyle de sorunu bulunmuyordu. Zaten ilerde tam da bu uyumdan
hareketle, Sovyet devletinin sınıf karakteri sorununa bir cevap
getirebiliyordu[25].
Evrimin eşitsiz ve bileşik gelişimine ilişkin öngörünün gerçekleşmiş olması
sonucu geri bir ülkede sosyalist devrim olmuştu. Ama bu devrim tecrit olunca,
yine bizzat Marks’ın dediği gibi, geri üretici güçler düzeyinde, sosyalizm
olmayacağından, bütün pislikler geri dönüyordu[26].
Rusya’da olan son duruşmada buydu. Üretici güçler kendi geri gelişme
düzeylerine uygun ilişkilere neden oluyorlardı. Yani eşitsiz gelişme ile
geri bir ülkede sosyalist devrim ve tam da bu nedenle, üretici güçlerin
geriliği nedeniyle, uygunluk yasası ile de bürokratik karşı devrim
açıklanabiliyordu.
Dikkat edilirse bu
yaklaşımlar, klasik eleştirel ve devrimci Marksist yaklaşımlarla tam bir uyum
içindedir. Stalinizm’in yaydığı, gücü yaygınlığından gelen kanının aksine, “Troçkizm”,
klasik Marksizm’in kavramsal araçları ve problematiklerini İkinci ve Üçüncü
Enternasyonal’in (ilk dört Kongre sonrası) bayağılaştırmalarına karşı koruma ve
savunmayı temsil eder.
Bu eşitsiz ve
bileşik evrim kavrayışıyla Troçki, yirminci yüzyılın tarihinin genel gidişini,
sosyalist devrimin önce geri bir ülkede olmasını; Sovyetlerdeki bürokratik
karşı devrimi ve bunlara bağlı olarak işçi hareketinin krizi ve faşizmi; savaş
sonrası Doğu Avrupa’daki dönüşümleri ve nihayet bizzat Doğu Avrupa’nın çöküşünü
ve kapitalizme dönüşünü açıklayan kavramsal araçları sunar. Troçki’nin
geliştirip netleştirdiği bu “eşitsiz ve bileşik gelişme” şeklinde
özetlenebilecek evrim kavrayışı olmadan, yirminci yüzyıl tarihini, dolayısıyla
da bugünü anlamak olanaksızdır.
Troçki’nin eşitsiz
ve bileşik evrim teorisi, tıpkı Einstein’ın Özel ve Genel Rölativite
teorisinin, Quantum Teorisine göre hala klasik fiziğin alanında bulunması gibi,
Klasik Marksizm’in evrim kavrayışı çerçevesinde kalır. Üretici güçlerin
gelişmesi, sonra gelen aşamaların öncekileri tasfiye etmesi ve üretici güçlerin
gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki uygunluk gibi tüm varsayımları
paylaşır. Tıpkı Einstein teorisinin astronomik boyutlardaki olayları büyük bir
başarıyla açıklaması gibi, yirminci yüzyılın tarihini büyük bir başarıyla
açıklar. Ama Tıpkı klasik fiziğin kavramlarının atom altı parçacıklar âleminde
yetersiz olması gibi, Kapitalizm Öncesi Tarih ve Az Gelişmişliğin
Gelişmesi söz konusu olduğunda, artık bu evrim kavrayışı yetersiz hale
gelir. Orada Quantum Fiziği benzeri yeni bir Tarihsel Maddeciliğe ihtiyaç
vardır. Kıvılcımlı’nın evrim teorisine katkıları işte tam burada ortaya çıkar.
*
Kıvılcımlı, geri
kalmış bir ülkenin sosyalisti olarak, azgelişmişlik sorunuyla ve aynı
zamanda kapitalizm öncesinin büyük uygarlık beşikleri az gelişmiş ülkeler
olduğundan, kapitalizm öncesi Tarih ve Toplumlar sorunuyla karşılaşır[27].
Bu farklı toplumlarda karşılaştığı sorunları açıklayabilmek ve çözebilmek için;
“Azgelişmişliğin gelişmesi” olgusunu ve kapitalizm öncesi binlerce
yıllık uygarlıklar tarihini açıklamak için, evrim kavrayışını ve üretici
güçler kavramını baştan aşağı değiştirmek zorunda kalır.
Kıvılcımlı
1960’lardan önce, iki savaş arası dönemde, 1960’lardan sonra “Az
gelişmişliğin Gelişmesi” sorunuyla meşgul olan ve bunu kapitalist
ekonominin kendi iç mantığıyla “Merkez Çevre” ikilemiyle açıklamaya
çalışanlardan (“Dörtlü Çete” Arrighi, Frank, Wallerstein, Amin vs.) veya
batı Marksizm’i geleneğinin devamı olarak, sorunu “Toplumsal Formasyon”
kavramı çerçevesinde (Balibar, Laclau vs.) ve daha ziyade de skolastik ve
metodolojik düzeyde tartışanlardan[28]
çok önce, sorunu Tarihsel Maddeciliğin kavramları ile tartışır ve özgün bir
teori geliştirip katkılarını yapar[29].
Kıvılcımlı bu
çalışmaları sonucunda, Marks ve Troçki’nin dayandığı ve sorgulamayı
akıllarından bile geçirmedikleri, üretici güçlerin sürekli gelişmesi varsayımı
sorgular. Gelişmiş üretim ilişkilerinin geri üretim ilişkilerini tasfiye
edeceği varsayımını sorgular. Dolayısıyla da üretici güçlerin gelişme düzeyi
ile üretim ilişkileri arasındaki uyum varsayımını sorgular.
Marks’ta üretici
güçlerin gelişmesi veri olduğundan, o “ileri bir ülke geri olana geleceğini
gösterir” diyor ve o zamanın Almanya’sına “Aldırmıyorsun ama anlattığım
bu senin hikâyendir” diye bitiriyordu sözlerini. Troçki’nin bu çıkarsamayla
sorunu yoktu, Troçki sadece bu geleceğe giden farklı yollar olduğunu
gösteriyordu. Klasik Marksizm’in veya Troçki’nin ufkunda ve paradigmasında,
ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi, yani az
gelişmişliğin gelişmesi gibi bir problem bulunmuyordu.
Ne var ki, sömürge
ve yarı sömürge ülkeler için; daha doğrusu yirminci yüzyılla birlikte
kapitalizme giren ülkeler için, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye
geleceğini göstermiyordu. Yani geri ülkelerin evrimi ileri ülkelerin
izinden gitmiyordu; üretici güçler gelişmiyordu, gelişemiyordu; göreli olarak
ileri ülkelerle aralarındaki fark daha da büyüyordu. Yirminci Yüzyıla kadar
Avrupa’da ve Japonya’da görüldüğü türden, geriden gelenin öne geçmesi değil,
geridekinin giderek daha da geride kalması; ileridekinin giderek daha da arayı
açmasıydı ortada görülen. Eğer yeni olgunun eski kavrama sığmayışını göze
batırmak için bir formülasyon yapmak gerekirse, ortada görülen “eşitsiz ve
bileşik bir gelişim” değil, “gelişememe”dir; “az gelişmişliğin
gelişmesi”dir
Bu geri
kalmışlığın yanı sıra, sınıf ilişkilerinde ise genellikle, üretici güçlerin
gelişme düzeyinin tam tersi ultra modern bir sınıf egemenliği ilişkisi
görülüyordu. Bu Terslik en iyi Rusya ve Türkiye örneklerinde görülebilir. Rusya’da
Politikaya, Çarlık ve Aristokrasi egemendi; ama ekonomide son derece
yoğunlaşmış ve modern teknik kullanan bir sanayi vardı. Türkiye’de ise tam
tersine, Politikada egemen güç, Finans Kapitaldi; Ekonomide ise son derece geri
bir teknik ve az gelişmiş bir işçi sınıfı egemen olmaya devam ediyordu[30].
Başlangıçta
Kıvılcımlı da tıpkı Troçki gibi, Türkiye’deki gidişin, Rusya benzeri bir yol
izleyeceğini, hatta benzer aşamaları Rusya’dan daha kısa sürede ve hızlı
aşacağını düşünür. Örneğin 1930’ların başında yazdığı Yol’da, tıpkı
1905’deki Troçki gibi çıkarsamalar yapar[31].
Ne var ki,
başlangıçta öyle gidecek gibi görünmesine rağmen, Türkiye’de ne teknik, ne
sınıf ilişkileri ne de proletarya Rusya’da olduğu gibi bir gelişim göstermez.
Sosyal iktidara Burjuvazi bir yana, Finans Kapital egemendir ama ülke son
derece geri bir teknik düzeyindedir. Finans kapital egemen olmasına rağmen,
kapitalizm öncesinin gerici sermayesi ve ilişkileri gücünü ve varlığını korur
ve tasfiye olmazlar. “Geleceğin ve geçmişin kamburu” üst üste binmiştir.
Bu sefer, niye
Rusya’daki gibi bir evrim olmadığını açıklamak başlı başına bir sorun olur.
Yani az gelişmişliğin gelişmesinin açıklanması, yani üretici güçlerin
geri kalması. (Tabii daima bu nispi olarak anlaşılmalıdır.) Olgun
Kıvılcımlı’nın sonraki bütün teorik çabası ve katkısı bu tam tersi gidişi
anlamakta toplanır.
Kıvılcımlı, bu
sorunu çözebilmek için, evrimin daha karmaşık bu görüngüleri üzerinde
yoğunlaşır. O zaman da daha üst üretim ilişkilerinin ve bunun ürünü sınıfların,
önceki üretim ilişkilerini ve sınıfları tasfiye ettiği ve onların yerini aldığı
varsayımını sorgular. Bunun yerine bunların bir tür simbiyoz ilişkiye girerek
birbirlerinin varlığını güçlendirdiklerine dikkati çeker. Yani Türkiye’de
kapitalizm, tam da eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu Finans-Kapitalizm, hatta
Tekelci Devlet Kapitalizmi denebilecek ve savaş sonrasında dünyada
yaygınlaşacak biçimde doğduğu için, bu süper modern Finans-Kapital,
prekapitalist sınıf ve ilişkileri tasfiye etmez, aksine onlarla ittifaka girip,
onları güçlendirir[32].
Bu Troçki’nin
eşitsiz ve bileşik gelişim yaklaşımını da içeren ama onu da aşan bir
kavrayıştır. Eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu, Türkiye’de kapitalizm
Finans-Kapitalizm, hatta Tekelci Devlet Kapitalizmi olarak doğmuştur. Ama buna
rağmen ve tam da böyle olduğu için, “feodal kalıntılar” ya da kapitalizm öncesi
“Tefeci-Bezirgan sermaye” gücünü ve egemenliğini sadece sürdürmez pekiştirir.
Yani süper modern Finans-Kapitalizm, prekapitalizmi tasfiye etmez, onunla “Etle
tırnak gibi” olur[33],
bir simbiyoz yaşama geçer veya kimilerinin dediği gibi “eklemlenir”[34].
*
Bu evrim
kavrayışının Marks ve Troçki’dekinden farkını gösterebilmek için, biyoloji ve
paleontolojideki evrim kavramının evrimi bir fikir verebilir.
Klasik biyolojik
evrim kavramı, tıpkı ilkel, köleci, feodal, kapitalist sıralaması gibi tek
hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, omurgalılar, balıklar, sürüngenler,
memeliler, primatlar gibi bir sıra izler ve daha sonra gelenin diğerlerinin
yerini aldığı ve onlardan üstün olduğu var sayılır.
Ama modern
biyoloji, bu evrim kavrayışıyla yetinemez ve bununla var olan gerçekliği
açıklayamaz. Evet, örneğin insanlarla tek hücreliler evrimin adeta iki ayrı ucu
gibidirler ama insan bağırsağındaki tek hücreliler ile simbiyoz bir yaşam
içindedir. Onlar yiyecekleri parçalamasa insanın yediklerini hazmetmesi
olanaksız olur. Elbette bu ekstrem bir örnektir ama biyolojik alem böyle
binlerce örnekle doludur. Örneğin çiçekli bitkilerin ve böceklerin evrimi ancak
bu mekanizmayla açıklanabilir. Evrimin sonra gelen aşamaları sadece öncekilerin
yerini almaz, onlar var olmaya devam ederler ve daha da öteye gidip karşılıklı
olarak birbirlerinin var oluşunu etkilerler. Evrim ve onun karmaşık yapısı böyle
daha derin ve doğru olarak açıklanabilir.
İşte
Kıvılcımlı’nın yaptığı aşağı yukarı Toplum ve Tarih kavrayışına böyle bir evrim
kavramını getirmesidir. Sonra ortaya çıkan aşamalar öncekileri sadece tasfiye
etmez ve onun yerini almaz, aynı zamanda onu güçlendirir, yaşatır ve onunla
simbiyoz bir ilişkiye girerler ve bu ilişki içinde onların kendileri de
değişirler.
Bu kavrayışın
politik sonuçlarının nasıl alt üst edici olduğu, en iyi Marks ve Troçki’nin
evrim kavrayışlarının programatik sonuçlarıyla bir kıyaslama içinde
görülebilir.
Klasik anlayışa
göre bir ülke kapitalistse önündeki devrim sosyalist, feodal veya yarı feodal
ise önünde demokratik devrim görevleri olur. Troçki, eşitsiz ve bileşik evrim
kavrayışıyla, feodalizmin egemenliğindeki bir ülkede sosyalist devrim
olabileceği sonucunu çıkarır. Ama Kıvılcımlı, finans kapitalizmin egemenliği
altında, kapitalist ilişkilerin yaygın ve egemen olduğu bir ülkede demokratik
karakterli bir devrim gerektiği sonucunu çıkarır. Çünkü finans kapitalizm
pre-kapitalizmi tasfiye etmemekte, güçlendirmekte, onunla kader ortaklığına
girmektedir. Egemen sınıf süper modern olmasına rağmen ve tam da o nedenle,
devrim demokratik görevleri çözmeyi önüne koymalıdır. (Elbette bu devrimin
kendi dinamiğiyle bir sosyalist devrime dönüşmesini, yani “Sürekli Devrim”i,
dışlamamaktadır.)
Bu paradigma
farkını kavrayamayan birçok Troçkist, kolaylıkla Kıvılcımlı’yı kendi eski
paradigmaları içinde değerlendirip, demokratik görevlere yaptığı vurgu
nedeniyle klasik Stalinist bir “aşamalı devrim” kuramcısı olarak
görebilir ve görmüştür. Ne var k bu yanıltıcıdır. Kıvılcımlı çok ilerde,
Troçki’den de ötede başka bir paradigmaya aittir[35].
Kıvılcımlı’nın yaklaşımı Troçki’ninkini reddetmez, onu da kapsar, ama aynı
zamanda onu aşar. Troçki’ninki ise Kıvılcımlınınkini kapsamaz, daha sınırlıdır.
Marks’ın formüle
ettiği biçimiyle Tarihsel Maddecilikte farklı üretim biçimleri zaman içinde
birbirlerini izlerler ve birbirlerinin yerini alırlar. Kıvılcımlı’da, o zaman
içinde birbirini izleyenler, aynı mekan ve zaman içinde, karşılıklı ilişki
içinde birbirini değiştirişleri içinde ele alınır.
Bu yöntem,
gerçekliğin çok daha derin bir kavrayışını vermekle kalmaz, az gelişmişliğin
gelişmesi gibi, ileri bir ülkenin geri bir ülkeye geleceğini göstermemesi gibi,
sanki ilk bakışta Tarihsel Maddeciliğin ilk formülasyonlarıyla çelişiyor
görünen fenomenleri de daha gelişmiş bir Tarihsel Maddecilikle açıklar.
Burada, evrimi ve
farkları daha net gösterebilmek için, Kıvılcımlı ve Troçki’nin farklı evrim
kavrayışlarından söz ediyoruz. Elbette Marks’ta, Kıvılcımlı ve Troçki’nin;
Troçki’de Kıvılcımlı’nın evrim kavrayışların tohumları vardır ve önceki
formülasyonlar sonraki formülasyonları dışlamaz. Ama bu tohumlar sonra gelende
gelişmiş veya politik, programatik ve stratejik sonuçlara ulaşmıştır.
Troçki’nin veya
Marks’ın paradigmasında az gelişmenin gelişmesi öngörülmez ya da o paradigmadan
böyle bir sonuç çıkmaz; dolayısıyla klasik paradigmayla az gelişmişliğin
gelişmesini açıklamak mümkün değildir[36].
Ama toplumda böyle bir olgu (Fenomen) vardır. Az gelişmişlik gelişmektedir;
ileri ülkeler artık geri ülkelere geleceklerini göstermemektedir. Bu durumda
öyle bir kavram sistemine ihtiyaç vardır ki, hem gelişmeyi, hem eşitsiz ve
bileşik gelişmeyi, hem de az gelişmenin gelişmesini açıklayabilsin. Daha
gelişmiş bir teori, sadece gelişmeyi ve eşitsiz gelişmeyi de değil,
gelişememeyi ve gelişmemeyi de açıklayabilmelidir. Hem de bunu tutarlı bir
kavram sistemi içinde başarabilmelidir.
İşte
Kıvılcımlı’nın yaptığı veya en azından yapmaya çalıştığı budur. Bu sorunu
çözebilmek için, Finans Kapital ve Tefeci Bezirgan kaynaşması kavramını veya Kadın
Sosyal Sınıfımız[37]
gibi yazılarında ifadesini bulan, farklı üretim ilişkileri ve bunlarla ilişkili
sınıfların kaynaşması kavrayışını geliştirir.
Örneğin, Komün,
Bezirgan Uygarlık ve Modern Kapitalizm, sadece tarihte birbirini izleyen toplum
biçimleri değildir, onlar bu gün bir arada[38]
ve karşılıklı ilişki içinde bir toplumsal sistem yaratırlar[39].
Köyler komün, kasabalar antik uygarlık, şehirler kapitalizmdir. Köyde erkek,
kasabada tefeci bezirgan, şehirde finans kapital egemendir. Köy ve kasaba
(komün ve antik uygarlık) şehrin (finans kapitalizmin); Köy (komün) kasabanın
(Antik uygarlık); kadın da hepsinin ve köy erkeğinin iç sömürgesidir. Böylece
gericilik ve gerilik ile kadın sorunu arasındaki bağ; bütün gericiliğin “namus”
(=kadın köle) elden gidiyor” bayrağıyla ezilen sınıfları peşine takışının
mekanizmaları nefis bir biçimde açıklanır[40].
Başa dönersek, ilk
bakışta, Troçki’nin ve Kıvılcımlı’nın insanlık tarihi bakımından birbirini
tamamladığı, aralarında zımni bir iş bölümü olduğu kabul edilebilir. Birisi
kapitalizm öncesi tarihte ve yirminci yüzyıldaki az gelişmişliğin gelişmesinde
yoğunlaşır ve onu açıklar; diğeri özellikle yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde
yoğunlaşır ve onu açıklar. Bu tarih içindeki zımni iş bölümü, aynı zamanda
Politika, Ekonomi (Troçkist Gelenek) ve Tarih (Kıvılcımlı) alanlarında bir iş
bölümü gibi de görülür. Ayrıca sınıflar gibi aynı konuları ele aldıkları
yerlerde neredeyse birbirlerinden habersizce benzer yaklaşımlar gösterirler.
Ne var ki, buraya
kadar gördük ki, bu sadece bir ilgi alanı ve tarihsel dönem faklılığı, aynı
paradigma çerçevesinde bir farklılık değildir. Aralarında paradigma
farklılıkları da vardır. Bunun ardında evrimin farklı sorunlarına yönelme,
farklı varsayımlara dayanma ve onları sorgulama vardır. Bu farklılık da eşit
derinlikte, eşit konumda iki paradigmanın farkı değildir, biri diğerini
içermektedir. Kıvılcımlı evrimin çok daha karmaşık sorunlarını da ele alır bu
nedenle Troçki’den daha kapsamlı ve derindir. Diğer bir ifadeyle Troçki ve
Kıvılcımlı Evrim Teorisinin evriminin iki farklı aşamasına karşılık
düşerler.” (Demir Küçükaydın, Marksizmin
Marksist Eleştirisi, “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”)
*
Toparlarsak, Kıvılcımlı, farklı üretim biçimlerinin
birbirini izlemekle; sonra gelenin öncekini tasfiye etmekle kalmadığını;
bunların aynı zamanda aynı yerde de bulunup; karşılıklı ilişki içinde öncekini
ve birbirini güçlendirdiğini de ve değiştirdiğini de kavrayışa dahil edip evrim
kavramını çok daha karmaşık süreçleri anlayacak hale getirmiştir.
Kıvılcımlı’nın bu katkısı bir başka katkıyı daha içinde
taşır: bu üretim ya da toplum biçimlerinin, kendi öz niteliklerini
değiştirmeden o nitelikleri içinde bir evrim geçirmeleridir.
Örneğin klasik şemada taş aletler komün; tunç ve demir
uygarlık olarak tanımlanır. Ama Tunç ya da Demir, bir kere keşfedilip uygarlık
tarafından yaygınlaştırılınca, komün bunları komün olarak da kullanabilir.
Komün, komün olmaktan çıkmaz, tunç ve demiri kullanan emek üretkenliği çok daha
yüksek bir komüne dönüşür. Hem uygarlığa karşı daha büyük bir direnme gücü
kazanır, hem de uygarlığı daha büyük ölçüde etkileme ve değiştirme gücü.
Troçki’nin de değindiği ve kısmen Rusya’nın modern görünümünün ardındaki arkaik
özellikleri açıklamakta kullandığı bir yöntemdir bu. Amerikan yerlileri, tüfek
kullandıklarında uygarlığa geçmezler, tüfek kullanan komünler olarak var olmaya
devam ederler.
Bu sadece komün için değil, uygarlıklar için de geçerlidir.
Antik uygarlıklar, kapitalizmin geliştirdiği teknik olanaklarla donandıklarında
arkaik niteliklerini yitirmezler. Bugünün Türkiye’sinin ve bütün eski uygarlık
beşiklerinin toplumsal yapısını anlamak; buralarda bütün modern görünüşlerine
rağmen; henüz sosyalist değil demokratik görevlerin ortada durduğunu ve böyle
bir programı yazmak için temel metodolojik yaklaşımdır bu.
Tarihi yorumlamada, açıklanması sorun gibi görünen olaylar
da açıklanma olanağı bulur. Komün değişerek yaşamaya devam ediyorsa, kapitalizme,
kölecilikten sonra gelen bir feodalizmden, yani komünden iki basamak üstten
değil; doğrudan komünden geçilebilir olur. “İlkel
Sosyalizm’den Kapitalizm’e İlk Geçiş – İngiltere” kitabının adı evrim
kavrayışındaki bu devrimi ifade eder. Bu evrim kavrayışında muazzam bir
altüstlük demektir. Örneğin, “İlkel-köleci-feodal-kapitalist” şeklindeki “Prokrutes
Yatağı”nın havaya uçurulması demektir.
*
Ve sadece bu kadar da değildir. Her büyük keşif gibi bu
keşif başka qroblemleri çözecek anahtarları da sunar. Kıvılcımlı’nın farklı
toplumların ve üretim biçimlerinin kaynaşması; yani eklemlenmesi metodolojik
yaklaşımı, yirminci yüzyılın sonlarında gündeme gelen; Yeni Sosyal Hareketler ve onları yaratan problemleri de açıklamak için
gerekli kavramsal temeli de sağlar.
Bu hareketlerin varlığı, kapitalizmin kendi soyut
hareketinden çıkarılamazdı; ancak Kıvılcımlı’nın farklı üretim biçimlerinin
kaynaşması yaklaşımı; kapitalin gerçek
tarihsel hareketini açıklamakta da kullanılabilirdi. Yani gerçekte var olan
kapitalizmin var oluş mekanizmasını da açıklamış oluyordu. Aslında Kurtuluş
savaşları da kapitalizmin gerçek tarihsel hareketinin; kapitalist bir çevreden
kapitalist olmayan bir çevreye yayılışının sonucu olarak ortaya çıkıyorlardı.
Aynı metodolojiyle pek ala örneğin bir Kadın hareketinin var oluş koşulları da
aydınlatılabiliyordu[41].
Özetle, Kıvılcımlı’nın sadece bu iki katkısı bile (farklı
üretim biçimlerinin karşılıklı simbiyoz yaşamı ve Sermayenin Gerçek Tarihsel
Hareketi) bütün her şey bir yana bırakılsa bile, devasa metodolojik katkılardır.
Ama onun katkıları burada kalmaz.
*
Kıvılcımlı Marks-Engels’in izinden giderek, tüm antik tarihi, yani Sümerlerden ta
Kapitalizmin doğuşuna kadarki 7000 yıllık tarihi ve sadece Avrupa’yı değil,
Çin’den Magrip’e kadar neredeyse tüm uygarlıkları konu edinir.
Zamandaki ve mekandaki bu devasa genişleme sadece bu kadarla
da kalmaz, tıpkı Engels gibi uygarlık öncesi tarihe ve Maymun’dan insana geçiş
sürecine de uzar. Böylece on binlerce yıllık bir zamanda ve neredeyse tüm
yeryüzü ölçüsünde teorinin açıklamada kullanılması ve kontrolü; yetersiz
noktalarda geliştirilmesi gereği ve olanağı ortaya çıkar.
Cansız ve canlılar alemindeki büyük devrimci değişiklikler
hep bu tür yeni alanların keşfi ve gözlenebilir olmasıyla ortaya çıkmışlardır.
Fizikte son derece küçüklerin ve astronomide yeni teleskoplar yardımıyla
muazzam büyüklüklerin ele alınması yirminci yüzyıl başındaki büyük devrimleri
getirmiştir. Biyoloji’de mikroskobun, yani gözle görünmeyen canlılar aleminin
keşfi ve gözlenmesi; Paleantolojide fosillerin incelenmesi (milyonlarca yıl
geriye bakış) altüst edici teorilerin gelişmesine temellik etmiştir. Benzer bir
analojiyle, tüm dünyaya yayılmış ve on binlerce yıl geriye giden bir tarihin de
benzeri sonuçları toplum ve tarih kavrayışımızda yapmasını beklemek gerekir.
Ne var ki, böyle bir işe girişmiş dünyada ikinci bir
Marksist yoktur Kıvılcımlı dışında. Bütün bu alanlar burjuva sosyolojisine ve
tarihçiliğine terk edilmiştir.
Verdiği cevapların doğru olup olmaması bir yana, Kıvılcımlı’nın
bu teorik eyleminin kendisi Marksist’tir. Dünyadaki tüm bilinen ve her biri bir
kuyruklu yıldız gibi geçip giden Mao, Althusser, Negri vs. gibilerinde ise teorik
eylemlerinin kendisi Marksist değildir.
Kıvılcımlı, bu çalışmalarında, birbirinden değerli, onlarca ikinci
dereceden önemli olarak tanımlanabilecek keşif yapar.
Medeniyet’in teknik bir ilerlemeye yol açmamasından, sınıf
mücadelesinin bir aracı olan devletin sınıflardan önce ortaya çıkıp kendisinin
bir egemen sınıfa dönüşümüne ve sınıfları ortaya çıkarışına; Hindistan’da kast
sisteminin varlığının nedenlerinden; Haçlı Seferlerinin bir barbar akını
olduğuna; barbar akınlarının ticaret yolları boyunca geçip bu yolları açtığına
kadar saymakla bitmeyecek, hiçbir Marksistin ele almadığı onlarca, yüzlerce
olguyu, süreci ele alır ve bunlara ilişkin açıklamalar sunar.
Keza İnsanın oluşması sürecinde ateşin muazzam önemini
ortaya çıkarmaktan; yasaklarla insan psikolojisinin oluşumuna kadar, hemen
hemen hiçbir Marksist’in kafa yorup bir şeyler yazmadığı konularda bir yığın
dahiyane gözlemlerde bulunur; cesur genellemeler yapar.
Bunların her biri
ayrı bir kitap ve araştırmanın konusu olacak tezler ve keşiflerdir.
Ama sadece bu kadar da değildir. Öylesine geçer ayak
söylenmiş gibi onlarca, yüzlerce son derece aydınlatıcı ve düşündürücü
değinmeler, gözlemler de vardır. Örneğin, “Allah’ı
keşfedişimiz şunun şurası çok yenidir” der. “Bu memleket sahipsiz kaldı”dan; “Peygamberlerin sonuncusuyum”a kadar önemsiz, hatta saçma gibi
görünen sözlerin ardındaki derin anlamları açığa çıkarır.
Bunları burada tek tek ele almak için olanağımız yok. Ancak
bütün bu konular ve alanlarda neredeyse tüm dünyada biricik olarak kalır.
Ama bütün bu alanlarda burada da hiçbir şey
söylenmemektedir. Yani burada bildiri sunanların konuları da Marksizm’in
konuları değildir. Marksizm aslında politik bir tartışmanın ikinci dereceden
bir türevi olarak görülmekte ve öyle ele alınmaktadır. Hiç de masum olmayan ve
tam da temelden yanlış olan budur.
*
Elbette tüm bu antik tarihi ele alış onu Marksizmin temel
kavramlarında, özellikle Üretici Güçler teorisinde çok daha köklü ve derin
değişikliklere zorlamıştır. Kişisel kanımız bu çabasının başarısızlıkla
sonuçlandığıdır.
Aşağıda bu çabanın ve başarısızlığın nedenlerine ilişkin
olarak yazdığımız bir yazıdan bölümler aktararak bunu kısaca açıklamaya
çalışalım.
“Marks’ın
teorisinin temel kavramı olan Üretici Güçler, gelişiyordu ve belli bir noktadan
sonra o güne kadar içinde geliştiği üretim ilişkileri ve üst yapıyla çelişiyor
ve bir devrim dönemi başlıyordu. Ancak, Üretici Güçler cansız aletler ve
yöntemler olduğuna göre, devrimi bu Üretici Güçler nasıl olup da yapıyordu?
İşte, Yapı ve Özne
çelişkisini, Marks, “Devrimci sınıfın kendisinin en büyük üretici
güç olduğu” önermesiyle aşar ya da aşmaya çalışır. Yani özne ve yapı,
iki farklı açıklama ilkesi değil; aynı gerçekliğin iki farklı görünümü gibi ele
alınır.
Marks bu özdeşliği
Felsefenin Sefaleti'ndeki şu
satırlarla ifade der:
"Sınıflar zıtlaşması üzerine kurulu her Toplum için ezilen bir
sınıf hayati bir zarurettir. Ezilen sınıfın kurtuluşu için: Daha önce edinilmiş
üretici güçlerle, varolan sosyal münasebetlerin artık birlikte varolamaz
bulunmaları gerektir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın ta kendisidir. Devrimci
elemanların sınıf olarak örgütlenmesi: Eski Toplum içinde meydana gelebilecek
olan bütün üretici güçlerin varolduğunu farz ve kabul ettirir."
Gerçi her ne kadar
bu bağlantıda, Önsöz’ün mantığına
göre sınıfsız toplumda da devrimler olması gerekirken, sınıfsız toplumda bu “en büyük üretici güç” olan “devrimci sınıf” olmadığından,
devrimlerin olmaması gerektiği gibi bir çelişkili sonuca yol açan bir
tutarsızlık bulunuyorsa da, en azından modern tarih için, işçi hareketi de esas
olarak Avrupa ile sınırlı kaldığı sürece, bu açıklama sorunu çözmüş gibi
görünüyordu.
Gerçekten de 19.
Yüzyılda Tekniğin gelişmesine paralel olarak bizzat onu kullanan ve onunla
birlikte gelişen ve de aynı zamanda üretici olan sınıfın aynı zamanda en büyük
üretici güç olduğu önermesi gerçeğe tıpatıp uyuyor görünüyordu.
Böylece de Yapı ve
Özne (Önsöz ve Manifesto) arasındaki bağlantı sorunsuz olarak çözülmüş
görünüyordu.
Ancak İkinci Dünya
savaşından sonra bu resim değişmeye başladı, hatta tam tersi bir durum ortaya
çıktı.
Artık
Kapitalizmin, üretici güçlerin verili gelişim düzeyi için bir engel olduğu açık
olarak ortaya çıkmasına rağmen ve en büyük üretici güç olan işçi sınıfı var
olmasına ve örgütlü olmasına rağmen, ne bu sınıf devrimcilik yapıyor ne de
devrimler oluyordu. Buna karşılık devrimci hareketler, köylü ve ulusal kurtuluş
hareketleri olarak Üçüncü Dünyaya kayıyordu.
Bu durum ister
istemez Marksist teoride ciddi bir bunalıma yol açtı. Özne ve Yapı ilişkisi ve
özdeşliği eskisi kadar kolayca kurulamıyordu artık. Evet, Üretici Güçler
gelişmişti ve ilişkilere sığmıyordu ama “en
büyük üretici güç” olan İşçi Sınıfı, bu güçlerin özne hali, davranması
gerektiği gibi davranmıyordu.
Bu çelişkiyi
açıklama ve aşma denemeleri damgasını vurur 20.yüzyılın Marksizmine.
Troçkizm diye bilinen klasik Marksist gelenek, "öznel koşullar"
la bir açıklama sunuyordu.
Troçki’nin adına
bağlı, aslında Klasik Marksist önermelerin mantığına bağlı gelenek, Avrupa'da
geri bir ülkede (Rusya) devrimin işçileri iktidara getirmesi; bu devrim
yayılamayıp tecrit olunca, tam da üretici güçlerin geriliği durumunda sosyalizm
olamayacağı, Marks'ın dediği gibi bütün pislikler geri döndüğü için,
Sovyetlerin bürokratik yozlaşmaya uğraması ve bu yozlaşmanın da Üçüncü
Enternasyonal ve Ekim devriminin etkisi ve prestiji ile bütün dünya işçi
hareketini öznel olarak felç etmesi şeklinde bir açıklama getiriyordu.
Bu açıklamaya göre
de sorun öznel koşullarla ilgiliydi.
Sorun bu öznel zaafın aşılması (Troçkist terminolojide: “önderlik krizi”)
olarak koyuluyor ve yapı ve özne
ilişkisinin sorunları kendi içinde az çok tutarlı olan bu açıklamanın ufku dışında
kalıyordu.
Ama gerçekten de
Klasik Marksizmin (Yani Marks, Engels, Lenin’lerin kavramlarıyla) temel
kavramlarıyla oynanmadıkça yapılabilecek biricik tutarlı açıklama bu
olabilirdi. Ve tam da bu nedenle, bu
açıklamanın gücü, bir bakıma tam da güçsüzlüğünün,
en temel sorunlardaki körlüğünün ve onları gündem dışında tutuşunun nedeni olarak ortaya çıkıyordu.
*
Bir diğer gelenek yine bu dönemde "Üçüncü Dünyacılık" biçiminde oluştu.
Devrimci hareketlerin geri ülkelere ve sömürgelere kayması sonucu bu öznelerin
yapı ile ilişkisinin nasıl kurulacağı sorununu gündeme getiriyor ve bunlar,
ekonominin dolayımıyla, kapitalist sistemi bir merkez ve çevre çelişkisi içinde
ele alarak, Özne'yi, yani Üçüncü Dünyadaki Hareketleri, Yapı'ya bağlamaya
çalıştılar. Son duruşmada bu bağı
ekonomi ve onun da temelinde yoksulluk,
sömürü ve baskı üzerinden kurmaya çalıştılar. Ama bunların hiç de bu bağı
kurmaya yetmediği, yoksulluk, sömürü ve baskının bütün sınıflı toplum tarihinde
görüldüğü, bu açıklama çabasının en zayıf yeriydi.
*
Yapısalcılık, Avrupa'da ise, İşçi Sınıfının
devrimcilik gösterememesinin ortaya çıkardığı hayal kırıklığı ve bunalım, özne tarihten çıkarılarak, bu kategori
reddedilerek, yapısalcılığa geçilerek çözülmeye çalışıldı.
Türkiye'de de
Küçük burjuva devrimciliğinin kendisinde büyük bir keramet bulduğu, Kapital'i
okumadan "Kapitali Okumak"
diye kitap yazan Althusser'in "Tarihin
öznesi yoktur" önermesi, (Marks her ne kadar Tarihin değil de
devrimlerin özneleri ile meşgul idiyse de) bu geçiş ve sorun karşısında teslim
bayrağını çekişin bir sembolü olarak görülebilir.
Bu akımın
evriminin; özneyi tarihten silişinin, yani yapısalcılığın, nasıl bir
öznelciliğe evrimleşip çölde yok olan bir akarsu gibi buharlaştığı, Perry
Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde
adlı eserinde etraflıca anlatılmaktadır.
*
Post Marksizm. Ancak tarihin ince alayı öyledir ki, öznenin yok edilerek sorunun çözümünün
arandığı noktada ortalığı özneler
kapladı: İşçi Sınıfı ortalıkta yoktu ama Kadın Hareketi, Ulusal Kurtuluş
Hareketleri, Siyah Hareketleri, Ekoloji Hareketleri, Barış Hareketleri gibi,
üretim süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan, sınıfların aksine üretim
ilişkileri içindeki konumlarına göre ortaya çıkmayan özneler ortalığı kapladı.
İşçi sınıfı her hangi bir devrimcilik gösteremez, Keynezyanizmi savunmakla
uğraşırken, bu "Yeni Sosyal
Hareketler" çok radikal bir çıkış gösteriyorlardı.
Peki, o zaman bu
nasıl açıklanacaktı? İşçi Sınıfının
kendisi üretimle ilgiliydi ve o zaman özne ve yapı arasındaki ilişkiyi kurmak
kolay olabiliyordu. Şimdi radikallikleri ya da varoluşları, üretim
münasebetleri içindeki ilişkilerden kaynaklanmayan bu öznelerin varlığını
yapıya, üretici güçlere bağlamak nasıl mümkün olacaktı? Bu yöndeki çabalar
genellikle Post Marksizm biçiminde Marksizm’in terki ile sonuçlandı. Bu yöndeki
son çabalardan birini, bunların son silik yankısını, belki de kuğu çığlığını,
Negri'nin “Çokluk” unda görüyoruz.
*
Ama tıpkı
Yapısalcıların Özneyi yok ettikleri yerde tarihin ince bir alayıyla ortalığı
özneler kapladıysa; Negri'nin bu ortalığı kaplamış öznelere "Çokluk" dediği yerde bir yokluk ortalığı kapladı.
Ama bu yokluğa da Politik İslam veya Ulusal
çatışmaların varlığı damgasını vuruyordu veya bunların varlığı o yokluğun
öteki yüzüydü.
*
Ama bu arada zaten
Duvar yıkıldığından beri artık Marksist teorinin de bir yeri kalmadığından, bu
sorunları tartışacak ve ortaya koyacak kimse de kalmadı.
Bunu tartışacak
insanların ve bu insanlara yön verecek bir sosyal hareketin olmaması bu
sorunlar olmadığı anlamına gelmiyordu elbette. Ama somut durum buydu.
Böylece Yapı ve
Özne Sorunu ve bunların çelişkisi, bu bağlantının modern tarihte doğrulanmaması
veya bu bağlantıyı Marks'ın koyduğu biçimde ele alışın modern tarihi
açıklamaması, fiilen, kendileri günlük politikanın girdabında ayakta durmaya
çalışan tek tük Marksistlerin bilincinden ve gündeminden düşmüş oluyordu.
Dolayısıyla bu yapı ve özne sorunuyla Antik Tarih'te
karşılaşıp şimdiye kadar bu alanda en sistemli çabayı göstermiş bulunan
Kıvılcımlı'nın yaptığının öneminin ve anlamının anlaşılmasının koşulları da
ortadan kalkmış bulunuyordu.
*
Marksizm, Yapı ve
Özne ilişkisini kurmakta, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrası modern tarihte
sorunla karşılaşılmıyordu; sorun çok
daha köklü ve aşılmaz olarak, tüm Antik Tarih'te yani kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda ortaya çıkıyordu.
İşte
Kıvılcımlı'nın teorik eseri, bir bakıma, kavramsal iç tutarlılığa değer veren
ve eleştirel Devrimci Marksizm’in özne ve yapı çelişkisini aşmak, bu farklı
ilkeleri bir ilkede birleştirmek için giriştiği en kapsamlı ve sistematik çaba
olmasındadır.
Kıvılcımlı,
Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar tarihinde, uygarlıkların ve/veya
devletlerin kuruluş ve yıkılışlarının aslında devrimler olduğu gözlemini
yapmıştı. Tabii ortaya bu devrimlerin mekanizmalarının Marksizm’in kavramsal
araçlarıyla açıklanması da gerekiyordu. Ama burada yeni sorunlar ortaya
çıkıyordu.
Eğer kapitalizm
öncesi tarihte devrimleri yapanlar üreticiler, yani esas olarak köylüler veya
köleler olsaydı, bu üreticilikten hareketle "En büyük üretici güç üreticilerin kendileridir" denilerek,
devrimci sınıf ve üretici güç özdeşliği kapitalizm öncesi tarihe de
uzatılabilir ve sistem belki bir ölçüde kurtulabilirdi.
Ama olgulara
bakınca, kapitalizm öncesi tarihte köleler ve serfler devrimci bir sınıf
değildiler ve modern tarihte işçi sınıfının gördüğü işlevi görenler, henüz
Komün yaşamından kopmamış ve uygarlaşmamış “barbarlar”dı.
Üretici ve ezilen sınıflar devrimci bir sınıf oluşturmuyorlardı. Keza bu “barbarlar” üretici bir sınıf olmadıkları
gibi, üretici güçlerin gelişmişliğine dayanmıyorlardı, genellikle daha geri bir üretici güçler seviyesini ve
üretim ilişkilerini temsil ediyorlardı.
Ve nihayet,
kapitalizm öncesi klasik uygarlıklar tarihinde üretici güçlerin gelişmesi de söz konusu değildi. Sanayi devrimine
kadar neredeyse hiçbir gelişme yoktu. Var olan gelişmeler nicel denebilecek
karakterdeydi, bu sınırlı gelişmelerle tarihin o tüm karmaşıklığını ve onlarca
tarihsel devrimi açıklamak mümkün değildi.
Bu durumda, bir
Marksist olarak Kıvılcımlı'nın karşısına şu soru çıkıyordu: bu gidiş o teorinin
kavramlarıyla nasıl açıklanabilirdi? Eldeki kavramlar Böyle bir açıklamayı
olanaklı kılıyorlar mıydı?
Bu sorunu bizzat
onun kaleminden okuyalım:
"Şimdi burada genellikle deyimlendirilen Devrim şartlarını, Tarihsel
Devrim problemi ile karşılaştıralım:
1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir.
2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz:
3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden?
4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır.
Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir.
Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur?
Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre:
"Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40)
Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir."
1 - Antika Medeniyet "sınıfların zıtlaşması üzerine kurulu" bir Toplumdur. Orada ezilen sınıf: Kölelerdir.
2 -Kölelerin kurtuluşu için antika üretici güçlerle, antika üretim münasebetleri arasında "birlikte varolamaz"lık yetmiş midir? Hayır. Bu, moda deyimiyle "coeksiztans: Birlikte varoluş" imkânsızlığı, ne köleleri, ne antika medeniyetleri kurtarabilmiştir. Tersine bütünüyle Toplumu batırmıştır. Neden? Tarihsel maddeciliğin üçüncü şartına geliyoruz:
3 - Çünkü, Antika medeniyetlerde "en büyük üretici güç olan devrimci sınıf" yoktur. O neden?
4 - Çünkü: Antika medeniyetlerde "Devrimci elemanların sınıf olarak örgütlenmesi"ni gerektiren bütün üretici güçler "eski toplumun içinde meydana" gelememiştir. Ve o yüzden medeniyet batmıştır.
Tek başına her kadim medeniyet için doğru olan bu kural, bir Antika medeniyet battıktan sonra, başka bir antika medeniyetin doğuşunu aydınlatmakta yetersiz kalır. Bir medeniyet batmıştır, ama "medeniyetler" hiçbir vakit yeryüzünde sona ermemişlerdir. Antika Tarihin hiçbir çağında insanlık bütünü ile medeniyetten uzaklaşıp, ebediyen barbarlığa dönememiştir. Tersine, her batan medeniyetin yanıbaşın da yeni bir medeniyet, (hatta kendi üzerinde bir Rönesans) daima doğuvermiştir.
Öyleyse, ortada: Medeniyetin tümüyle ve kesince yokolması değil, bir biçimden başka biçime geçmesi vardır. Son arkeoloji belgeleri, Irak'tan başka hiçbir yerde, kendiliğinden yeni bir medeniyet doğmadığını, en bağımsız görünen Amerika "Yerli" kültürünün bile Uzakdoğu'dan sıçrama olduğunu, daha önceki mitoloji elemanlarıyla da desteklenince ispat etmiş gibidir. İlk Irak medeniyetinden Modern çağa dek gelmiş medeniyetin özellikle geçit konaklarında "üretici güçler" bakımından durum ne olmuştur?
Antika medeniyetleri deviren güç, Toplumun kendi içinden doğma, amacı belirli bir sosyal sınıf olmamışsa da, Toplum dışından başka bir Toplumun vurucu gücü gelmiş, eski medeniyeti baskınla yıkıp yerle bir etmiştir. Bu dışarıdan gelen güce, Greklerin "Yabancı: Ecnebi" anlamına kullandıkları "BARBAR" adı veriliyor. (Osmanlı: Atalarından dirlikçi olmayan bütün öteki yurttaşlara "ecnebi" derdi.) Tarihsel maddeciliğe göre:
"Güç (zor, acı kuvvet): Yeni bir Topluma gebe olan her eski Toplumun ebesidir. Gücün kendisi de bir ekonomik kudrettir." (40)
Antika Tarihte "güç" barbar kılığına girip medeniyet Toplumunu yıkıyordu. Bu en görmek istemeyecek bir göze batan olaydı. Yıkış sebebi: Eski medeniyetin "Gebe" olmayışından ileri geliyordu. Eski medeniyet yıkıldıktan sonra, doğan Yeni medeniyetin hangi üretici güç, nasıl "ebesi" oluyordu. Problem bu idi. Yalnız bu noktanın aydınlatımı, Tarihsel Devrimlerin en kör düğümünü çözebilirdi. Ne çare ki, tarihsel maddeciliğin keşfedildiği gündenberi, resmi Tarihsel bilimler (Fransızca'nın akar deyimiyle "c'en etait fait": İşi bitik) duruma girmişlerdir."
Bu satırlarda çok
açık görüldüğü gibi, Kıvılcımlı sorunu belki Yapı ve Özne sorunu olarak
adlandırmamıştır ama ortada nasıl çok temel ve zor bir sorun bulunduğunun
tamamen farkındadır ve bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kıvılcımlı'nın
önünde bir değil, birbiriyle de çelişen ve bağlantısı kurulması gereken,
çözülmesi gereken birçok sorun bulunuyordu. Örneğin, Antik Tarihte Üretici Güçler
(Teknoloji) neredeyse gelişmediğine göre, Üretici Güçlerin gelişmesinin
devrimlerin ve toplumsal değişimin temeli olduğu önermesi nasıl ayakta
kalacaktı?
Öte yandan en
büyük üretici güç olan Devrimci Sınıf yoksa, bu sınıfın işlevini gören ve daha
geri bir üretici güçler seviyesini (teknolojiyi) temsil eden barbarların nasıl
olup da "Tarihsel" de olsa
devrimler yaptığı sorusu ortaya çıkıyor ve her ikisi de (yani hem tekniğin
gelişmemesi hem de barbarın geri bir teknik düzeyi temsil etmesi) üretici güçlerin
(tekniğin) gelişmesinin devrimlerin ve tarihin esas devindirici gücünün olduğu
önermesini; Marksizm'in bu en temel önermesini gözden geçirmeyi gerektiriyordu.
Kıvılcımlı bunu Marks ve Engels'teki
kaynağa dönerek, Marks ve Engels'in
benzer sorunlar karşısında ifade ettiği unutulmuş
göndermelerine dayanarak ve onları antik tarihteki olgular ışığında yeniden yorumlayarak çözmeye çalıştı.
Marks ve Engels, Alman İdeolojisi'nde "Kollektif Aksiyon" yeteneğinin
bizzat kendisinin bir üretici güç olduğunu söylemiyorlar mıydı? Örneğin şöyle
yazıyorlardı:
"Hayatın üretimi, çalışmakla kişi hayatının, döl yetiştirmekle
başkasına ait hayatın üretimi, hemen çifte bir münâsebet olarak gözükür: - Bir
yandan tabiî bir münasebettir, öte yandan sosyal bir münasebettir.. Bundan
çıkan sonuca göre, üretim yordamı (istihsal tarzı), yahut belirli bir sanayi
seviyesi: daima kollektif bir aksiyon (topluca eylem) yordamı veya belirli bir
sosyal seviye ile ortaklaşa bulunur, ve
kollektif aksiyon yordamlığının kendisi de "bir üretici güç" tür;
insanların erişebilecekleri üretici güçlerin miktarı sosyal durumu
şartlandırır; demek "İnsanlık Tarihi" daima, sanayi ve değişim
(mübadele) tarihi ile bağlı olarak incelenmeli ve işlenmeli (ekilip biçilmeli)
dir." (abç, K. Marks, Die Deutsche Ideologie, s. 19).
Bu alıntı
aracılığıyla Kıvılcımlı, Barbar'ı, tıpkı işçi sınıfının en büyük üretici güç
olması gibi, Kollektif Aksiyon yeteneği
aracılığıyla bir üretici güç olarak tanımlayarak, Yapı ve Özne çelişkisini aşma
olanağı buluyordu. Bu iki kavram sistemini, tıpkı Marks gibi, Özneyi doğrudan Üretici Güç olarak
tanımlayarak aşmaya çalışıyordu. Ve bunu yaparken de ustaya sadık bir
talebe olarak yine ustasının dediklerine dayanıyordu.
Ama sadece bu
kadar da değildi karşılaştığı sorunu çözerken Kıvlcımlı'nın dayandığı.
Engels, ömrünün
sonlarına doğru Starkenburg'a yazdığı bir mektupta Tarihsel Maddeciliği tekrar
bir özet olarak açıklarken, gelenekleri
ve coğrafyayı da ekonomik ilişkiler alanında sayar. Kıvılcımlı'nın Üretici
Güçleri tanımlarken çok zikredip dayandığı alıntı şudur:
"Tarihin belirlendirici temeli olarak baktığımız ekonomik ilişkiler
deyince bu ad altında şunu anlıyoruz: Belirli bir Toplum insanlarının
geçimlerini üretimlerini ve (işbölümü bulunduğu ölçüde) ürünlerini aralarında
değiştirmelerini anlıyoruz. Demek bütün üretim ve taşıt tekniği bunun
içindedir. Kavrayışımıza göre, bu teknik, aynı zamanda ürünlerin değişim (
mübadele ) yordamı gibi, ürün üleşimini ( tevziini ) de ve dolayısıyla Kandaş
toplum eridikten sonra, sınıflara bölünüşü de, dolayısı ile egemenlik
münasebetlerini ve köleliği de, dolayısıyla Devleti, Siyaseti, Hukuku vs.yi de
belirlendirir. Ekonomik ilişkiler sırasına, ayrıca, o münasebetlerin üzerinde
geçtikleri coğrafya temeli de girer ve çok kez yalnız gelenekle veya vis
inertiae ( atalet hassasıyla: durunç gücüyIe ) alıkonularak daha önceki gelişim
konaklarından beriye gerçekten aktarılmış kalıntılar da ve tabiî gene her
sosyal biçimi dışarıda çerçeveleyen ortam da girer." (F. Engels: Heinz Starkenburg'a
mektup, 25 Ocak 1894)
Bu alıntı
aracılığıyla Kıvılcımlı Gelenek ve Coğrafyayı da Üretici Güç yapar. Eh gelenek
de esas olarak Barbar’ın kolektif aksiyon
yeteneği olarak ortaya çıktığına göre, Üretici Güçler ve Özne arasındaki
çelişki aşılmış gibi görünüyordu.
Bunun sonucunda,
Kıvılcımlı tüm Üretici Güçler kavramını
değiştirerek ve kapsamını çok genişleterek, bu çelişkiyi aşmaya
çalışıyordu. Bunu yaparken de tamamen Marks-Engels’ten alıntılara dayanıyordu.
Bu sonucu
Kıvılcımlı’nın kendi kaleminden okuyalım:
"TARİH
VE ÜRETİCİ GÜÇLER
Klasik Tarih, metafizik metodu yüzünden: Her
çağın yalnız örnek yanını ele almıştır; doğuş ve ölüş anlarını yeterince
önemsememiştir. Diyalektik metodlu
klasik Tarihsel maddecilik: Hangi çağda olursa olsun, insan Toplumunun, genel
olarak ve s o n duruşmada,
"ÜRETİCİ GÜÇLER"le hareket
ettiğini göstermiştir. Amâ, özellikle her çağda ve hele bir çağdan ötekine
geçiş konağı içinde,o yere ve zamana göre somut olarak hangi "Üretici Güçler"in ayrı ayrı
nasıl rol oynadıklarını araştırma ve bulma yetkisini, artık F e 1 s e f e yerine yalnız ve
ancak olaylara dayanan sırf Bilim'e
ısmarlamıştır.
Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:
1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller).
2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s.
3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s.
4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknik-araçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s.
Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.
Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur.
Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez.
Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır."
Üretici Güçleri başlıca dört bölüme ayırabiliriz:
1- TEKNİK: Toplumun tabiatle güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metodlar (usuller).
2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreliyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s.
3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden daha doğrusu zaman içinde çevreliyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s.
4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek içmanevî ortamını teknik-araçla işliyen Kollektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s.
Sosyoloji bakımından yukarıki dört ÜRETİCİ GÜÇLER dalından yalnız birisini, TEKNİK üretici gücü ele almak mümkündür; soyutlaştırılmış (tecrit edilmiş) sosyal olaylar hiç değilse bir kerteyedek teknikle aydınlatılabilir. Hele modern çağda teknik olağanüstü gelişkin olduğundan, öteki üç grup üretici güçler belirli süre için değişmez sayılırsa, yalnız başına Teknik üretici güçler, sosyal olayların gidişinde jalon (yol gösterici sırık) rolünü oynayabilir.
Tarih bakımından Teknikle birlikte, (Coğrafya-Tarih-İnsan) sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICI'dır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre,belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış Kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte herşeye can veren bu kollektif aksiyondur.
Onun için, araştırmamız SOMUT TARİH olduğu ölçüde, insan aksiyonunu manivelâ gücüyle on kat, yüz kat, ve ilh. büyüten üretici tekniği elbet başta tutacaktır. Ama, hele Antika Tarih Toplumunda yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-görenekleri, içine girdiği Coğrafya etki-tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kollektif aksiyon Teknikten hızlı davranmıştır denilebilir. Onun için, özellikle antika Tarihte, dört küme üretici güçlerin dördünü birden hesaba katmak gerekir. Yalnız teknik, olayların tümüyle aydınlanmasını değil, şemalaştırılmasını bile yapmaya yetemez.
Modern Toplumda Teknik: Maddî coğrafya ve Manevî Tarih üretici güçlerini öylesine kökten ve kolaylıkla havaya uçurabiliyor ki, Toplum hareketinde yalnız Teknikle kollektif aksiyon karşı karşıya kalmış gibidir. Gene de, hangi toplum biçiminde olursa olsun insan: 1- Kendinden önce gelmiş, geçmiş kuşaklardan arta kalan gelenek-göreneklere göre, 2-İçinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, 3 - Elinde tuttuğu Tekniğe göre bir kollektif aksiyon başarır. Tümüyle insanlığa, dört başlı üretici güçler içinde Teknik: En son duruşmada ağır basmıştır. Ama, Antika Tarihte her belirli medeniyet için: Kollektif aksiyon üretici gücü azaldığı zaman, Coğrafya üretici gücü durmuş, görenek ve geleneğin üretici gücü dağılmış, Teknik gerilemiştir. Böyle bir Medeniyet karşısında: Tekniği daha güçlü olmasa bile yeni bir coğrafya üretici gücünü temsil eden gelenek-görenek ve Kollektif aksiyon güçleri daha üstün olan geri bir barbar toplum, kolayca zafer kazanmıştır."
Kıvılcımlı Özne ve
Yapı arasındaki farkı, kollektif aksiyon
ve geleneğin üretici güç olduğuna
dair Marks ve Engels'in değinmelerine dayanarak, Marks gibi, özneyi bizzat üretici güç yaparak,
Marks'ın yolunu izleyerek, hem Marksist teoriyi kurtarmış olur, hem de Antik
tarihi anlayabilmek için daha gelişmiş kavramsal araçlara ulaştığını düşünür.
(Biz de uzun yıllar, hem bu sorunu problematize eden başka Marksist
görmediğimiz; hem de daha iyi ve tutarlı bir açıklamaya rastlamadığımız için,
Marksist bir din teorisinin olmadığını görene kadar böyle düşündük.)
Kıvılcımlı'nın
Üretici Güçler kavramının benzeri bir açıklama dünyada hiçbir Marksist’te
yoktur. Bu olmayış rastlantısal da değildir.
*
Ne var ki,
Kıvılcımlı'nın bu çabası, Yapı ve Özne arasındaki bu ayrılığı bir kapatma çabası olmaktan öteye gitmez.
Yapı ve Özne iki farklı açıklama ilkesi olarak var olmaya devam eder.
Kıvılcımlı, ortada
gerçekliği iki farklı ilkeyle, iki farklı paradigmayla ele alan bu Yapı ve Özne
çelişkisinin niye var olduğu yönünde bir soru sormadığı gibi, kendisi fiilen bu
çelişkiyle boğuşmasına rağmen, uğraşının konusunun özünde bu çelişkiyi aşmak
olduğunu bile görmemiş ve bunu da zaten tam bu nedenle hiçbir yerde ifade
etmemiştir. Kıvılcımlı'da böyle bir sorun yoktur.” (Demir Küçükaydın, Marksizmde Yapı ve Özne İlişkisi Sorunu ve
sorunun Çözümü.)
*
Kıvılcımlı’nın tek başarısızlığı bu değildir. Tıpkı Engels
gibi, maymundan insana geçiş sürecinde de Teoriyi sınar ve geliştirme
denemeleri yapar. Elbet birçok değerli gözlem ve belirlemesi olur bu arada.
Örneğin İnsan’ın oluşumunda Ateş’in önemini görmek gibi; doğadaki kimi
gelişmelerin (Buzul dönemleri) ile insan oluş süreci arasındaki ilişkiler gibi.
(Bu yönde son yıllarda olgu düzeyinde garklı ama böyle bağlantıların varlığını
kanıtlayan gözlemler yapılmıştır.) Ama bizce bu çabası da başarısızdır. Orada
da Toplum oluşu ve tür olarak İnsan oluşu özdeşleştirerek, birbirine
bağlayarak; olgular tarafından hiçbir şekilde doğrulanmayacak çıkarsamalar
yapar. (İnsan kavramının biyolojik ve sosyolojik anlamlarını ayıramadığı için,
ki bunun temelinde de Yapı ve Özne çelişkisini çözememesine yol açan aynı
yanlışlar vardır.)
Ama bütün bu başarısızlıkların temelinde, Marks-Engels’in
ortaya koydukları biçimiyle, teorinin çok temel bir yanlışı bulunmaktadır.
Toplum’un tanımına ve Toplum’un somut var oluş biçiminin ne olduğuna ilişkin
bir soru ve kavram bile bulunmaması veya toplumun somut var oluş biçimini
belirleyen Dinin ne olduğu hakkındaki tamamen yanlış, Aydınlanma’nın din
kavramına dayanan bir anlayış. Bu eksiklik ve yanlış Marksizmi, tür kavramı
olmayan bir biyoloji gibi; temel parçacıklar ve güçler kavramı olmayan bir
fizik gibi yapar.
Bu temel metodolojik yanlışın ardında da aslında bir
topluluğun ya da somut bir toplumun şekillenmesinin
aracı olan ahlaki veya hukuki
kavramalarla, yani normatif
kavramlarla; toplumsal gerçeği
anlamaya yarayan analitik kavramların farkının görülmemesi durmaktadır.
Bunu ayıramayan Marksizm, Aydınlanma’nın modern toplumun
örgütlenmesinin ya da modern toplumun dininin
temelini oluşturan din kavramını, sanki analitik bir kavram gibi alıp
kullanması ve aydınlanma dininin bir sürdürücüsü ve yayıcısı olarak kalmıştır.
Kıvılcımlı, özellikle Din
kavramında, bu yanlışın aşılması için muazzam bir birikim yapmıştır. En
önemli katkısı budur. Ama bu katkılarını bir genellemeyle taçlandıramamıştır; Marksizm'in bu yanlışını görüp, Aydınlanma’nın
kabuğunu kıramamıştır.
Zaten bu noktada Kıvılcımlı’nın eleştirisi Marksizm'in
eleştirisi olmak zorundadır. O sadık bir Marksist olarak aynı yanlışları
sürdürdüğü için eleştirilebilir.
*
Nedir Marksizm'in temel sorunu?
Marksizm’in temel sorunu modern toplumu örgütlemenin; modern
dünyadaki topluluğu tanımlamanın bir aracı olarak Aydınlanma’nın normatif
tanımlarını; sosyolojik tanımlar olarak kabul etmiş olmasıdır.
Toplumun somut
biçimini şekillendiren normatif kavramlarla
analiz eden kavramların ayrıştırılamamış
olması, Marksizm'in gerçekten bir bilim, yani aynı zamanda bir din olmasını
engellemiş; aydınlanma dini içinde; onun toplumu şekillendiren kavramlarını
aynen kabul eden ama muhalefetini bunun içinde yürüten bir parti (aydınlanma
dini içinde bir tarikat) olmasına yol açmıştır.
Tarikatlar, dinlerin temel varsayımlarını sorgulamazlar,
toplumun yeni somut biçimlerini tanımlamazlar. Tarikatlar (Partiler) ancak
belirli dinlerin (Somut toplum tanımlarının) içinde var olurlar. Verili
topluluk veya din içinde, sınıf mücadelesi yürütmekle kalırlar. Bu nedenle de
tarikatlar (partiler) devrim yapamazlar.
Yani üretici güçlerin ve ekonomik ilişkilerin içinde bulunduğu duruma
denk düşen yeni toplum biçimlerini ve toplumsal ilişkileri tanımlayamazlar.
Elbet sınıflı toplumlarda her din, ezilenlere, gayrı
memnunlara dayanır ve başlangıçta ve aynı zamanda bir parti veya tarikat
karakteri taşır. Ancak bir tarikat, içinde doğduğu dinin somut topluluk
tanımını eleştirip bir alternatif tanımla çıktığı an; varolan dinlerin
bölünüşleriyle bölündüğü an bir yeni din karakteri kazanır ve devrim yapabilir
hale gelir.
Örneğin Hıristiyanlık, başlangıçta Yahudilik içinde, din
adamları oligarşisine karşı bir muhalif tarikattır. Ancak, Yahudiliğin ve o
zaman yaygın bütün diğer dinlerin sınırlarını eleştirip, bambaşka bir
topluluğun sınırlarını çizmeye başladığı; var olun bölünme çizgisiyle bölündüğü
andan itibaren bir din olarak ortaya çıkar. Sadece Yahudilere değil, bütün
dinlerden insanlara hitap edip, hepsini bölmeye başladığında; eski bölünmeyle
bölündüğünde yeni bir din olur ve devrim yapar.
Örneğin modern toplumun dini, başlangıçta Hıristiyanlık
içinde bir tarikat (Protestanlık, Püritenlik) olarak kaldığı sürece dünya
çapında tüm dinlerin içinden taraftarlar bulabilecek onların hepsiyle
bölünebilecek ve yayılabilecek bir devrimci dönüşüm başlatamaz. Ancak Aydınlanma
ile, bütün diğer dinleri kişilerin özel sorunu olarak tanımlayarak; bunun için
de politik olan ve olmayan şeklinde bir ayrım yaparak yeni bir dini
şekillendirdiğinde; bir tarikat olmaktan çıkıp gerçekten bir din olduğunda,
devrimler yapar.
Burada bütün kafaları karıştıran şudur: Yeni din, kendini
dinin yeni bir tanımaması üzerinden kurmuştur. Yani bu dinin din tanımını kabul
etmek, ister istemez kabul edeni, ne kadar muhalif ya da devrimci olursa olsun
bir tarikat olmaya hapseder. Çünkü bu din tanımını kabullenmek, bütün
bilimsellik iddialarına rağmen, bu yeni dinin toplumu şekillendirmek için
ortaya koyduğu ve tanımladığı bir kavramı sosyolojik bir kavram gibi
değerlendirme sonucuna yol açar.
İşte Marksizm'in başına gelen tam da budur. Marksizm
Aydınlanma dini içinde (daha sonra da bunun karşı devrime uğramış biçimleri
içinde, uluslar ve ulusçuluk içinde) bir tarikat (parti) olarak kalır. Yaptığı son duruşmada onun
yayılışına hizmet etmekten öte bir şey değildir.
Bizzat Komünist Manifesto’nun
ilk satırları bu tarikat (parti) oluşun en çürütülmez belgesidirler. “Tarih sınıflar mücadelesi tarihidir” der
ve tarihi sınıflar mücadelesinin tarihi olarak anlatır.
Ama Marksizm'in yazdığı Tarih aydınlanmanın yazdığı
tarihtir. Ona sadece sınıf mücadelesi boyutunu ekler. Sınıf mücadelesi elbette
yanlış değildir. Ancak, tarihin dinler tarihi olarak anlatıldığı bir tarihte
tarihin gidişini ve karşı devrimleri anlamak için güçlü bir araçtır. Bu
olmadığı sürece Aydınlanmanın din tanımını ve tarihini savunmak ve yaymaktan
başka bir işlev görmez.
Halbuki, Marksizm, tarihi bir dinler tarihi olarak
anlattığında, hem aydınlanmanın bir din olduğunu göstermiş olur; yani gerçekten
bilimsel kavramları kullanmaya başlar; hem de Aydınlanma dini içinde bir
tarikat (parti) olmaktan çıkıp yeni bir din olabilir. Marksizm bir Bilim olduğu
ölçüde Din; Din olduğu ölçüde bir Bilim olur. Din ve Bilimin bu özdeşliği tam
da yeni bir dinin din ve bilim kavramının ta kendisinden başka bir şey de
değildir.
Yeni bir din olmak, aynı zamanda bir yeni tarih yazmaktır.
Aydınlanma, dini bir inanç olarak tanımlayarak, tarihteki somut toplum
biçimlerini ve bunların dönüşümünü tarihin konusu olmaktan çıkarır ve Tarihi
anlaşılmaz kılar. Devrimler, ki dinsel dönüşümlerden başka bir şey değildirler,
tarihin konusu olmaktan çıkar. Bu nedenledir, sınıflı toplumlar binlerce yıldır
var olmasına rağmen devrim diye son birkaç yüzyıldaki devrimlerden başka bir
şey sayılamaması.
Yeni bir din olmanın ve bir devrim yapabilmenin koşulu,
tarihin dinler tarihi olarak yazılmasıdır. Ancak tarihin dinler tarihi olarak
ele alınabilmesi, Aydınlanma’nın Din tanımının normatif niteliğini görüp, dinin
sosyolojik bir tanımını yapmak; buradan da Aydınlanma’nın din tanımının bizzat
kendisinin sosyolojik olarak yeni bir din olduğunu görmekle mümkün olabilirdi.
Marksizm'in, bunun yapılabilmesi için birikimi, birbirinden
bağımsız iki koldan yürüdü. İki kol da birtakım sınırları aşamadı.
1980’lerden itibaren, ulusçuluk ve ulusların analizinde bir
tür “Kopernik Devrimi” yaşandı. Bu
devrimin temel niteliği, ulusların tıpkı dinler gibi, insanların kabulleriyle
var olan topluluklar olduğu; onlardan tek farkının politik olarak tanımlanmış
topluluklar olduğunun görülmesiydi.
Ancak bu analiz, Dini hala aydınlanma gibi “inanç”
kategorisinde tanımladığından, bu tahlilden yola çıkarak; ulusların modern
toplumun dininin gerici ve karşı devrime uğramış biçimleri olduğu sonucuna ulaşamıyor
bir din teorisine varamıyordu. Dilinin ucuna geliyor ama söyleyemiyordu.
Diğer kol, Hikmet Kıvılcımlı’nın çalışmaları üzerinden
gidiyordu. Kapitalizm öncesi tarihte Din’in önemini görmemek olanaksızdı.
Din’in inanç diye bir kategoriye sığmayacağı; hatta tarihte böyle özel ya da
inanç diye toplumu tanımlamaya hizmet eden bir kategori bile bulunmadığı her
adımda görülüyordu.
Kıvılcımlı tarih çalışmalarında, bu inanç kategorisini biri epistemolojik
biri hukuki olan iki anlamıyla da
fiilen yıktı.
Kıvılcımlı, Epistemolojik olarak “inanç” denerek akli olmayan olarak tanımlanmışın
içindeki rasyonel, toplumu
örgütlemeye yönelik çekirdeği tam da inanç, akıl dışı gibi görünenden hareketle
çıkarıyordu. Allah’ın sıfatlarından, Cennet’e, ya da Muhammet’in son peygamber
olduğuna kadar dinsel metinler üzerin bütün yazıları, Aydınlanma’nın inanç ve
akıl dışı diyerek bir kenara attıklarının son derece akli olduklarını ortaya
çıkarmaktaydı. Epistemolojik olarak inanç, yani akıl dışı olarak tanımlanan din
inanç değildi, son derece rasyoneldi. Sadece kendi bağlamı içinde anlaşılması
gerekiyordu.
(Burada Eleştirel Teori
(Frankfurt Okulu) tam tersi yoldan giderek Kıvılcımlı’ya yaklaşıyordu. O da
modern toplumda akli olarak tanımlananın aslında araçsal akıldan başka bir şey
olmadığını ve akıl dışına vardığını gösteriyordu. Ancak bu el veriş ile
Kıvılcımlı hiçbir zaman buluşamadılar, Ulusçuluk teorileriyle Kıvılcımlı’nın
buluşamaması gibi.)
Din bir de özele
ilişkin anlamında, politik olmayan
anlamında “inanç” olarak tanımlanıyordu Aydınlanma tarafından. Kıvılcımlı, kapitalizm öncesindeki somut
toplumları incelediğinde de dinin “öteki dünyaya” ya da politika dışı olana,
özele ilişkin değil; toplumu siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki vs. olarak
düzenleyen bir kategori olduğunu gösteriyordu.
Örneğin Osmanlı’ları incelerken dinin aslında hukuku,
mülkiyet ilişkilerini vs. düzenlediği sonucunu da çıkarıyordu. Yani dinin
dünyadaki ilişkileri düzenleyen bir toplumsal olgu olduğu sonucuna fiilen
ulaşıyordu.
Yani Kıvılcımlı’nın çalışmalarıyla, Dinin inanç olduğuna
ilişkin Aydınlanma tanımı, hem epistemolojik hem de hukuki anlamıyla
geçersizleşmiş oluyordu. Ama Kıvılcımlı,
bu fiili sonucu bir teorik çıkarsamayla taçlandırıp bir genelleme düzeyine
ulaşamıyordu bir türlü. Yani Kıvılcımlı da dilinin ucuna geliyor ama
söyleyemiyordu.
İşte Kıvılcımlı’nın bu alandaki çalışmaları, onun
Marksizm’in gelişimindeki en önemli katkısını oluştururlar. Bu katkı, artık,
kurucuların kavramlarının aşılmasının sınırına gelmiştir. Daha önce ele alınan Kıvılcımlı’nın
katkıları, hep o en temel kavramların çerçevesinde ikinci ve üçüncü düzeyde
katkılar olarak kalırlar.
Ancak bu katkılar en gerici, ulusu bir dille, tarihle
tanımlayan ulusçuluk anlayışının içinde sunulurlar. Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabı bu bakımdan ibret vericidir. Bir
yanda Orta Asya’dan gelmiş Türklük ile (yani gerici bir ulusçulukla) diğer
yanda İslam’ın mülkiyet ilişkilerini düzenlediğine ilişkin, Aydınlanma’nın din
tanımını havaya uçuran sonuçlar aynı cümleler içinde bir aradadırlar.
Kıvılcımlı bir Stalinist olarak, uluslar ve ulusçuluk
konusunda tam bir gerici milliyetçidir. Yani ulusu bir dil, din, etni, kültür
vs. ile tanımlayan bir ulusçudur. Bu, soğuk savaş döneminde Sovyetler’i
savunmanın gerektirdiği “tersinden milliyetçilik”le de birleşince ortaya, bugün
bir demokratın, bir devrimcinin kabul edemeyeceği; tüylerini diken diken edecek
bir milliyetçi dilin ve kavram sisteminin içine sinmiş olarak bu katkılar
vardır. Onların bu milliyetçi küflerden temizlenmesi gerekir. Ama kim
temizleyecektir bunu? Sosyalistlerin hepsi, kendileri zaten ulusçudurlar, hem
de gerici ulusçular. Böylece daire kendi üstüne kapanır. Kıvılcımlı’nın
katkıları bile gerici ulusçuluğun araçları haline gelir. Biçim özü boğar.
Din üzerine çalışmalarından giderek bir aydınlanmadan
arınmış bir din ve devrim teorisine ulaşması; Yapı ve Özne çelişkisini çözmesi
için yol Ulusçuluk tarafından tıkanmıştır.
*
Peki, Tarih’teki devrimlerden giderek, devrimlerin din
dönüşümleri olduğuna ve oradan da Aydınlanma’nın din kavramının eleştirisine
varılamaz mıydı? Kendisinin esas konusu tam da bu kapitalizm öncesi devrimler
değil miydi?
Burada da yine Aydınlanma’nın politik olan-olmayan ayrımına
dayanan Devrim kavramına hapsolmuşluk yolu tıkar.
Marksizm'in devrim kavramının çok temel bir yanılgısı
vardır. Aydınlanma, özel ve politik ayrımına dayanan bir toplum yapısı
şekillendirdiğinden, devrimi politik olana, devlete ve iktidara göre tanımlar.
Yani aydınlanmanın devrim tanımı da, modern toplumun dininin devrim tanımıdır;
devrimin politik olanla tanımlanması; bu ayrıma dayanmasıdır yanlış olan.
Marksizm bunu olduğu gibi kabullenmiştir.
Hâlbuki devrim her şeyden önce, üretici güçlerin ve ekonomik
ilişkilerin gelişim derecesine uygun bir somut toplum ya da topluluk tanımıdır;
toplumun somut bir biçiminden diğer bir biçimine geçiştir. Dinler her şeyden
önce, somut toplulukların tanımları olduğu için, bir dinden diğer dine geçişler
birer devrimdir; üstyapının yeni altyapıya uygun değişimlere uğramasından başka
bir şey değildirler.
Ama Kıvılcımlı, klasik ve üstada sadık bir Marksist olarak,
Aydınlanma’nın, özel politik ayrımına ve buna bağlı olarak da devrimi devlet ve
iktidara bağlayan tanımına bağlı olduğu için, antik tarihte devrim olarak
sadece devletlerin yıkılış ve kuruluşlarını tanımlama durumundadır. Dolayısıyla
Tarihsel devrim kavramı; din değişimlerini değil; devletlerin kuruluş ve
yıkılışlarını kapsar. Zaman zaman bu anlayışın sınırlarını zorladığı yerler de
vardır ama hep o anlayışın içinde kalır.
Bütün antik uygarlıklardaki devletleri de hep istisnasız
komünler kurup yıktıkları için aydınlanmanın dayandığı özel politik ayrımının
ufku dışına çıkamaz ve devrimden hareketle de dine varamaz.
İnsanların kendilerini dönüştürerek, bir dinden diğer dine
geçerek yeni topluluk tanımları ve özneler olarak ortaya çıktığını, bunun aynı
zamanda yapı ve özne çelişkisini çözdüğünü; Marksizme kavramsal bir bütünlük
kazandırdığını bir türlü göremez.
Ama bunun yapılabilmesi için birikim yapmış; yolu açmış;
devrimci ve eleştirel geleneği taşımıştır.
*
Kıvılcımlı’nın politik olarak çalışmalarına gelince, bu
konularda da bir şeyler söylememek olmaz.
Kıvılcımlı’nın politik olarak eleştirisi, Stalinizm’in
eleştirisi olmak zorundadır. O sadık bir Üçüncü Enternasyonal ve Sovyetler
izleyicisi olarak, onların yanlışlarını sürdürdüğü için eleştirilebilir.
Ne var ki, Kıvılcımlı’ya yönelik eleştirilerin hiç biri bu
biçimde değildir.
Kıvılcımlı’yı politik olarak eleştirenler ise genellikle
Stalinistler ya da Merkezcilerdir.
Stalinistler’in görmedikleri ve görmek istemedikleri, bir
programı benimsemiş ve paylaşan birinin strateji, taktik ve örgütsel çabaları
ancak o amaca ulaşmaya hizmet edip etmediği açısından eleştirilebilir. Onlar
Kıvılcımlı’nın amaçlarını (ki bunlar Sovyetler’in ve Stalinizmin amaçlarıydı)
tartışmayıp da eleştirilerini Strateji ve taktiklere yönettikleri an aslında
Kıvılcımlı’nın Strateji ve taktik çabalarının kendi amaçlarına hizmet edip
etmediğini tartışmış olurlar. Böyle bir eleştiri saçmadır. Strateji ve taktikler tabi olduğu amaçlar açısından eleştirilebilirler.
Kıvılcımlı, her dönemde, dünya çapındaki mücadelede (ve bir ülkedeki mücadele
dünya çapındaki mücadelenin çıkarlarına tabi olmak zorundadır.) Üçüncü
Enternasyonal’i ve emperyalizm karşısında Sovyetlerin yaşaması ve başarısını
savunmuştur. Onun strateji ve taktikleri bu amaca hizmet edip etmediği
açısından eleştirilebilir.
Eğer amacı, yani örneğin Sovyetler’i savunmak yanlış
bulunuyorsa, o amacın kendisi eleştirilebilir. Ama bu eleştiri özel olarak
Kıvılcımlı’nın eleştirisi olamaz, Üçüncü Enternasyonal’in veya Sovyetler’in
eleştirisi olur. Kıvılcımlı da bunun sadık bir izleyicisi olduğu için dolaylı
olarak o eleştiriden nasibini alır. Troçki’nin Stalinizme ve Sovyet
politikalarına eleştirisi özünde budur ve aynı zamanda Kıvılcımlı’nın
eleştirisidir.
Yani Kıvılcımlı’yı ancak Troçki eleştirebilir.
Stalinist ya da merkezcilerin Kıvılcımlı eleştirileri ise,
hedefin kendisini eleştirmez, Kıvılcımlı’nın strateji ve taktiklerini eleştirir
ama onu kendi amaçları ve mantığı açısından değil; eleştirenin kendi mantığı ve
amaçları açısından bir eleştiridir bu. Bu ise bir eleştiri olamaz.
Ayrıca bu eleştiriler Kıvılcımlı’nın yanlışından daha büyük
yanlışları savunurlar böyle yaparak. Çünkü Kıvılcımlı, parçanın bütüne tabi
olması; dünya çapındaki mücadeleye azami katkı bakışı içinde bütün strateji ve
taktiklerini belirlemektedir doğru olarak. Türkiye’deki mücadeleyi dünya
çapındaki mücadeleye tabi olarak ele almaktadır.
Kıvılcımlı’yı niye ülkesindeki mücadeleyi dünya çapındaki
mücadeleye tabi kıldığı açısından eleştirmek, özünde anti enternasyonalist, bir
ülkedeki mücadelenin çıkarlarını dünya çapındaki mücadelenin önüne geçiren bir
anlayışı savunmak demektir.
Kıvılcımlı eleştirmenlerinin neredeyse hepsinin düştüğü
temel yanlış budur.
Kıvılcımlı, ülkesindeki mücadelede taktik ve stratejisini
belirlerken, ülkesindeki mücadeleyi dünya çapında mücadeleye bağlı kıldığı için
yanlış yapmamaktadır. Yanlış: o benimsediği politikanın dünya çapındaki
mücadelenin çıkarına uygun olmaması, Sovyet bürokrasinin çıkarlarına hizmet
etmesindedir.
Eleştirmenler, Stalinizmi veya Sovyetler’in politikasını
eleştirmeden, Kıvılcımlı’yı eleştirmeye kalkarlarsa bu özünde Kıvlıcımlı’nın
yanlışından bile daha yanlış, milliyetçi bir eleştiri olur. Bir ülkedeki
mücadeleyi, dünya çapındaki mücadeleye tabi kılmanın yanlışlığını savunmak,
dünya çapında yanlış bir politikaya tabi olmak ve bu ilkede ısrar etmekten çok
daha büyük ve gerici bir yanlıştır. Kıvılcımlı’nın yanlışı, doğru bir
enternasyonalizm kavrayışına dayanır (Bir ülkedeki mücadeleyi dünya çapındaki mücadelenin
çıkarlarına tabi kılmak ve buna azami katkıda bulunmak) ve tam da doğru bir
enternasyonalizme dayandığı için katmerli bir yanlış olarak ortaya çıkar.
Sovyetlerin çizgisini
veya Stalin’i eleştirmeden, Kıvılcımlı’yı eleştirmek, enternasyonalizmi filen
reddedip, basit bir milliyetçi olarak eleştirmek; kendi ülkesindeki mücadelenin
çıkarlarını öne almadığı için eleştirmektir ki, Kıvılcımlı’nın yanlışına göre
bin kat daha yanlıştır. Ve Kıvılcımlı’ya yönelik bütün eleştirilerin özü budur.
Kıvılcımlı’ya yönelik eleştirilerin iki temel yanılgısı daha
bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi,
1930’larda Yol’daki tavırlarıyla,
sonraki tavırları arasında fark ya da çelişki bulmak; birini devrimci, diğerini
teslimiyetçi bulmaktır.
Bu eleştiriler birkaç noktayı gözden kaçırmaktadır.
Birincisi, Yol, gizli bir örgüte dilde hiçbir sınır
tanımadan yazılmış bir metindir. Diğerleri, en gerici ve anti demokratik
ortamlarda, aynı program ve amaçları açıklamak için Ezop diliyle; Legalitenin
olanaklarından yararlanmak için yazılmış metinlerdir.
İkincisi, o devrimci gibi görünen de sonrasının görünmeyeni
de aynı Üçüncü Enternasyonal politikalarının bir yansımasıdır. 1929-33 arasında
Almanya’da tarihin en büyük yenilgilerinden birine yol açmış “sınıfa karşı
sınıf” denen son derece sol ve sekter bir politika izleniyordu. Bu politikaya
bağlı olarak, Üçüncü Enternasyonal’in ve Sovyetler’in tavrı da farklılıklar
gösteriyordu. 1933’ten sonra ise, aynı Enternasyonal ve Sovyetler, TKP’nin
kendisini lağvetmesi kararı veriyordu.
Bu politikalara bir eleştiri yöneltmeden Kıvılcımlı’yı
eleştirmek olmaz: Kıvılcımlı ancak bu politikaların sadık bir uygulayıcısı
olduğu için eleştirilebilir.
Yol’daki Kıvılcımlı da, 1930’ların ikinci yarısında legal
yayınlar yapan Kıvılcımlı da, 1950’deki Kıvıcımlı’da, 1960’taki Kıvılcımlı da,
1970’deki Kıvılcımlı’da hep aynı Kıvılcımlı’dır. Hep aynı programı ve
stratejiyi savunur. Bunu o anın dünyasının dengeleri ve görevleri içinde farklı
yığın düzeyleri ve taktiklerle.
Bu bağlamda tipik eleştiri şudur: bakın 1930’da Kürt
meselesinde bunları demiş ama sonra susmuş. Bu teori, program, strateji ve
taktikleri hep aynı şeyleri tekrarlamaktan ibaret gören bir anlayıştır.
Kıvılcımlı verili durumda, aynı zamanda taktik ana halkaları yakalamak ve bütün
bunları dünya çapındaki Sovyetler ve Emperyalizm arasındaki mücadelede,
Sovyetlerin karşısındaki cepheyi azami ölçüde bölmek ve tecrit etmek amacını
gözetir. Bu kendi başına yanlış bir amaç değildir. O dönemde bir Kürt hareketi
yoktur ama Yön dergisi, Devrim dergisi çıkmaktadır; Dev-Genç ve
genç subaylar kaynaşmaktadır. Yani ortada somut güçler vardır. O varili
koşullarda, Nato’dan çıkacak veya ikili anlaşmaları feshedecek bir girişim tüm
dünyadaki dengeleri etkilerdi.
Kaldı ki, Kıvılcımlı hiçbir zaman Darbeciliği savunmamış ve
böyle bir şeye bel bağlamamıştır. Kendi dışında ar olan bir gücün ve eğilimin
nasıl kendi mücadelesi açısından değerlendirilebileceğini tartışmıştır. Bu
tartışma sonucunda Askerler arasında çalışalım veya ordu aracılığıyla devrim
yapalım gibi bir sonuç çıkarmamış, bir görev belirlememiştir. Onun için bir tek
görev vardır: işçi sınıfını örgütlemek ve bir proletarya partisi kurmak.
Kıvılcımlı’nın kendi dışındaki bir güce ilişkin
değerlendirmelerinden onun darbeci olduğunu savunanlar aslında kendi yanlış kavrayışlarını,
benzer bir tahlil yaptıkları takdirde bundan o güce dayanmak ve görevleri
değiştirmek şeklindeki anlayışlarını ele verirler.
Kıvılcımlı’nın taktiklerinin ve stratejilerinin dünya
çapında mücadele açısından ele alınması durumunda, Kıvılcımlı’nın kendi mantığı
içinde doğru yaptığı ortaya çıkar. Ve tam da kendi mantığı içinde doğru olduğu
için katmerli bir yanlış olarak görünürler bugün.
Bir diğer yanlış ve tipik eleştiri de Kıvılcımlı’nın tarih
konusundaki çalışmalarının izlediği politik çizgiyle uyum içinde olduğu ve ona
teorik bir arka plan hazırlamak için yapıldığıdır.
Bu bağlamda Tarih Tezi ile 30’lardan sonraki çizgisi
arasında bir neden sonuç ilişkisi bulunmaktadır[42].
Bu eleştiri de eleştireni vurur aslında.
Birincisi, Kıvılcımlı’nın Tarih tezsi ile resmi Sovyet
görüşleri arasında hiçbir ilişki yoktur. Sovyetlerin dayandığı metodolojik
temeli berhava eder Tarih tezi.
Kaldı ki, Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’ni otuzlardan sonra izlediği
politikaları meşrulaştırmaya, onlara bir teorik arka plan sağlamaya hizmet
ettiği biçimindeki eleştiri, gerçekten mantık sonuçlarına giderse, Kıvılcımlı’yı alçaklıkla suçlamak
zorundadır.
Çünkü bu eleştiri, Kıvılcımlı’nın, bilime bilim dışı
kaygılarla yaklaştığı, politik tavırlarına gerekçe bulmak için bir tarih tezi
çıkardığı anlamına gelmektedir. Marks’ın dediğine göre ise, böyle davrananlar,
yani “bilime bilim dışı kaygılarla
yaklaşanlar alçaktırlar”.
Kıvılcımlı’ya eleştirileri mantık sonuçlarına gittiği
takdirde alçak demek zorunda olanların ona ahlaki olarak toz kondurmamaları
veya bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmakta bir sorun görmemeleri, o
söylemedikleri ve mantık sonuçlarına ulaştırmadıkları veya bir sorun olarak
görmediklerinin kendilerinin niteliği olduğu anlamına gelir. Kıvılcımlı’yı
Tarih Tezi, Kıvılcımlı’nın izlediği politikalara hizmet ediyor diyenler,
kendilerinin öyle olmadığını düşünüyorlarsa, Kıvılcımlı’yı alçaklıkla suçlamak
zorundadırlar birer Marksist olarak.
Bu tür eleştiriler tamamen Stalinizm ve Tarih çalışmaları
arasındaki çelişkiyi görmemekle malul; Kıvılcımlı’yı düz ve mekanik olarak ele
alan bir eleştiridir[43].
Bu Sempozyum’da dile gelen veya başka yazılarda ifade
edilmiş bütün eleştiriler, bu belirtilen yanlışlarla maluldürler. Ve
eleştirmeye kalktıkları Kıvılcımlı hakkında tam bir kavrayışsızlığı; genellikle
daha geri ve milliyetçi bir duruşu; tamamen yanlış bir metodolojiyi dışa
vururlar.
*
Biz burada, Troçki’nin Stalinizm eleştirisinin Kıvılcımlı
için aynen geçerli olduğunu düşünüyoruz. Ancak buna rağmen, bu yanlış
politikanın başarısına azami katkı için yaptığı programatik, stratejik ve
taktik çabaların ve uygulamaların; bu yanlış amaçtan soyutlandıkları; doğru bir
amaca hizmet eder olarak kullanıldıkları takdirde, önemli dersler içerdiği
kanısındayız.
Ayrıca burada da Kıvılcımlı’nın savunduğu Stalinizm ile onu
devrimci bir politika gibi savunuşu ve uygulaması arasında, tıpkı Tarih tezi
ile olduğu gibi bir çelişki vardır.
Kıvılcımlı, bir Stalinist olmasına rağmen, Stalinist bir
programı ve stratejiyi savunmamıştır.
Kıvılcımlı, programatik ve stratejik olarak,
Marks-Engels’lerin, Lenin’lerin devrimci demokratik programını savunmuştur. Bu
program, Stalinizm dönemindeki partilerin programından farklıdır. Ama trajedi
oradadır ki, Kıvılcımlı bu farkın farkında değildir. Çünkü, kendisini ölünceye
kadar bırakmayan bir yanılgı içindedir. Sovyetleri devrimci görmekte, onun
Türkiye’de devrimci bir biçimde savunulmadığını düşünmektedir. Tam da bu
yanılgı nedeniyle ölürken bile Brejnev’e İ. Bilen’i şikayet etmektedir.
Bir yandan Devrimci Demokrasiyi yani Demokratik Cumhuriyeti,
bürokratik cihazın tasfiyesini ve gerçek bir biçimsel, hukuki eşitliği savunur.
Ama diğer yandan, ulusları bir dil, tarih ile tanımlaması nedeniyle gerici
ulusçuluğu savunur. Yani klasik Marksizm’in çelişkisini içinde taşır.
Stalinist partilerin ve Stalinizmin programı bundan
farklıdır. Onların programında, Kıvılcımlı’da olan devrimci ve demokratik hedef
yoktur, bunun tasfiyesi vardır. Kıvılcımlı’da varolan, bürokratik, ezilenlerin
kullanamayacağı cihazın tasfiyesi, acil bir programatik hedef olmaktan çıkar
Stalinist partilerde. Bu ya basit bir propaganda sloganına dönüşür[44]ya da
acil bazı reform taleplerinin arkasına atılıp çıkmaz ayın son çarşambasına
bırakılır ve burjuvazinin ve reformistlerin kabul edebileceği bir program acil
program olur[45].
Ayrıca zaten, ulusun tanımında tam anlamıyla gerici bir
düzeye gelinmiştir. Artık, ulusun demokratik olarak tanımlanması tamamen yok
olmuştur. Çelişkinin demokratik tarafı tasfiye edilmiştir. Uluslar dile, dine,
etniye göre tanımlanmakta, böyle tanımlanmaya karşı tanımlanması terk
edilmektedir.
Kıvılcımlı, birinci kısımda demokratik bir programı, yani
bürokratik devleti tasfiye eden programı savunur ama diğer yandan aynı gerici
ulusçuluğun savunusu içindedir. Ulusun Türklükle veya Kürtlükle tanımlanması
onun için veridir.
Kıvılcımlı’nın bu programı, bir bakıma Marks-Engels dönemi
ve Stalinizm öncesi sosyalist hareketin çelişkisini, Stalinizm sonrası döneme
aktarır, o çelişkili yanı yaşatır ve çelişkinin demokratik yönden çözülmesi
için bir ipucu sunar[46].
Kıvılcımlı’nın Stalinizmine yol açan yanılgı; yani Sovyetler
ve Üçüncü Enternasyonal’in çizgisinin devrimci olduğu yanılgısı; buna
samimiyetle inanış; nasıl onun gönül huzuruyla Tarihe yönelmesine yol açtıysa;
aynı şekilde Stalinizm öncesi devrimci demokratik programı da savunmasına yol
açmıştır.
Bu nedenle, Kıvılcımlı’nın programı (Vatan Partisi Programı)
resmi Stalinist partilerin hepsinin programlarından farklıdır. Ama kendisi bu
farkın farkında değildir. Ama aynı zamanda, Kıvılcımlı’nın mantığı içinde, bu
farkıyla, dünyadaki mücadeleye bulunduğu yerden azami katkı amacına hizmet eder
durumdadır.
Kıvılcımlı’nın, Stalinizmi veri kabul edildiğinde, burada
bir katkısından söz edilebilir: Otantik geleneği ve çelişkiyi yaşatmak.
Stratejik olarak da aynı farkı taşır. Bütün Stalinist
partiler, ya küçük burjuvazinin radikalliği mücadele biçimleriyle tanımlayan
merkezci denebilecek çizgisindedirler ya da esas itibariyle burjuvaziyi
ürkütmeyecek, onunla ittifak kurmaya imkan sunacak reformist programlara
yönelirler.
Böylece Stalinist partiler, radikal oldukları yerlerde
köylülük, küçük burjuvazi ya da işçi sınıfının köylülükle ilişkili tabakaları;
reformist oldukları yerlerde burjuva aydınlar, deklase burjuvalar; sendikacı
bürokratlara dayanırlar ve dayanmaya çalışırlar. Yani güçlerin yer alışı
değişmiştir. Kıvılcımlı ise bu ikisinin de dışında bir kategori oluşturur.
Kıvılcımlı’da ise işçi sınıfı temel güç olmaya devam eder, yedek güç olarak da
burjuvazi değil; devrimci küçük burjuva veya köylülük (ki Kürt Türkiye’de Kürt
sorunu tam da budur) hedef alınır. Böylece stratejik bakımdan da gerek
merkezcilikten gerek Stalinist reformizmden farklı bir yerde konumlanır.
Böylece Kıvılcımlı’da yapılacak iş hep bu devrimci
demokratik programı, işçi sınıfına anlatmak, onun bu programa sahip çıkmasını
sağlamak olarak ortaya çıkar. Bunu yapabilmek için de, her koşul altında İşçi
Sınıfına ulaşmanın; tecridi yenmenin yolları aranmalıdır. Yani “legaliteyi istismar” taktiği.
Kıvılcımlı’nın kendi içinde tutarlı olup bu taktiği de en başarılı biçimde
uyguladığı; verili koşullarda her zaman yapılabilecek en doğru işi yaptığı
görülür.
Kimileri Kıvılcımlı’nın sadece Yol’da yazdıklarına veya Eyüp Sultan’daki konuşmasına sahip çıkıp,
diğer yazıp yaptıklarını sanki bunlarla çelişkiliymiş gibi ele alıyorlar.
Hayır, o günün verili koşullarında, Kıvılcımlı’nın yaptığı her şey, bu açıdan
bakıldığında hep aynı hedefi gözetirler ve onun başarısına hizmet eder. MBK’ya
mektup yazarken de, Eyüp’te konuşurken de hep o devrimci demokratik karakterli
bir programı savunmaktadır ve tecridi aşmaya çalışmaktadır. MBK’ya mektup,
MBK’ya yazılmıştır ama aslında emekçilere yöneliktir.
Hedeflere radikal bir bağlılık ile taktik esnekliğin bu
harika bileşimi, Kıvılcımlı’nın en az anlaşılan ve esas anlaşılıp benimsenmesi
gereken yanıdır.
Tabii bütün bunları yaparken, Kıvılcımlı aynı zamanda, dünya
çapında var olan mücadelede, o verili durumda, taktik olarak, Sovyetler’e veya
Üçüncü enternasyonal’in konumunu güçlendirmek için azami katkı yapmaya da
çalışmaktadır. Bu bağlamdan çıkarıldığında onun yaptığı hiçbir şey anlaşılamaz.
MBK’ya mektup bir yanıyla programını işçilere iletmenin, tecridi kırmanın,
legaliteyi istismarın bir aracıdır; ama aynı zamanda o günkü soğuk savaş
ortamında, Emperyalist cepheyi zayıflatmanın en küçük bir çatlağı genişletmeye
çalışmanın da bir aracıdır. Bir dünya partisinin bir militanı olarak
Kıvılcımlı’nın bu anlamda yaptıkları prensip olarak kendi içinde yanlış
değildirler.
Bir rastlantı değildir TKP içinde İşçilerle sıkı bağları
olanın ve hep İşçi Sınıfı vurgusu yapanın tek Kıvılcımlı olması.
Kıvılcımlı’nın bu programatik radikalığa; Stratejik özgüç
olarak; ulaşılacak hedef olarak hep işçi sınıfını ele alması ile son derece
taktik esnekliği tam bir bütün oluşturur. Kıvılcımlı bu bakımdan, dünyada eşine
az rastlanır bir iç tutarlılığın ve taktik esnekliğin örneğini sunar.
Tabi oldukları politikanın ve hedeflerin yanlışlığından
soyutlandıkları takdirde bu yöntem ve araçlar devrimcilerin eğitimi için paha
biçilmez değerdedir ve eşsiz bir örnek oluştururlar.
Yani Kıvılcımlı’nın eleştirmenlerce en yanlış görünen
yanları aynı zamanda en örnek yanlarını teşkil eder. Böyle bakıldığında aslında
Kıvılcımlı’da çelişik gibi görünen yanların çelişik olmadığı görülebilir.
MBK’ya mektup yazanın İşçi Sınıfının öz güç olduğun savunması bir çelişki
değil, aynı bütünün birbirinden ayrılmaz parçalarıdır.
Marksist politikanın en az anlaşılan yeridir bunlar. Küçük
burjuvazinin ve burjuvazinin strateji ve taktik anlayışıyla tam bir zıtlık
içinde bulunur bu Marksist politika sanatı; strateji ve taktik ilişkisi.
Marksizm’de programdaki ve stratejideki radikallik en geniş
taktik esneklikle ve en güvenilmez müttefiklerle bile ittifaklar yapmaktan
çekinmeyişlerle bir aradır.
Küçük burjuva radikaller, temizliklerine zarar geleceğinden
korkarak güvenilmez müttefiklerle iş yapmazlar, keskin sloganların
temizliklerini koruyacağını sanırlar; Reformistler ise uzlaşmalarında,
uzlaşılanları ürkütmeme uğruna teorik, programatik ve stratejik radikalliği
terk ederler.
Kıvılcımlı’nın çizgisi bu anlamda ikisini de reddeder. Bu
anlamda, Stalinizmle kaplı bir dünyada, klasik Marksizm’in politika sanatına
bir dönüş veya onun bir sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Bu otantik
karakteriyle bile, Stalinizmin egemen olduğu bir dünya açısından bakıldığında,
bir katkı karakteri taşırlar.
Kıvılcımlı’nın taktik esnekliğini anlamak için, Marks’ın
taktiklerin bakmak bir ipucu sağlayabilir. Marks, o zamanlar, Avrupa
gericiliğinin kalesi olarak Rusya’yı görüyordu ve onu zayıflatacak; onu yıkacak
her girişimin yanında yer alıyordu. Bunu Kıvılcımlı ve Üçüncü Enternasyonal’in
Sovyetleri savunma amacına benzetebiliriz.
Marks’ın politik ve taktik tavırları dünya çapındaki bu
stratejik hedef bağlamında anlaşılabilirler. Marks bu bağlamda, parça bütüne
tabi olarak değerlendirilmesi gerektiği için, örneğin Güney Slavlarının
bağımsızlık çabalarına, bunlar Rusya tarafından desteklendiği ve onun gücünün artmasına
yol açabilecekleri nedeniyle, karşı çıkıyor ve Çarlık gericiliği karşısında
Osmanlı gericiliğini savunuyordu. Onu dünya politikasındaki bu güçler çatışması
bağlamında desteklemesi elbette hiçbir şekilde Osmanlı’nın gerici karakterini
görmezden gelmesine de yol açmazdı. Sosyolojik tanımlama ile somut güçlerin
politik mücadelesi farklı soyutlama düzlemleriydi. Bu bağlamda, Osmanlı’ya “Cesur Türkler” bile diyordu; kimi Güney
Slavlarına “Sığır çobanları” dediği
gibi.
Lenin, Alman Genelkurmayı ile bile taktik uzlaşmalar
yapmaktan çekinmiyor ama bu taktik uzlaşma, Nisan Tezleri’ndeki gibi giderek
radikalleşmiş bir programla bir arada bulunuyordu.
Bu örnekler göz önüne alındığında, Kıvılcımlı’nın
Marks-Engels ve Lenin’in sadık bir talebesi olduğu görülür. Marksist
politikanın özü: Babana bile güvenme; ama gereğinde şeytanla ve şeytanın büyük
annesiyle bile uzlaşmalar yapmaktan çekinmedir.
Kıvılcımlı’nın tüm davranışları bu ilkelere uygundur.
*
Buraya kadar söylenenleri toparlarsak, Kıvılcımlı program,
Strateji, taktikler bahsinde çelişkili bir bütündür. Bu karmaşık niteliğini göz
önüne almadan yapılacak değerlendirmeler kestirme ve yanlış sonuçlara yol
açarlar.
Kıvılcımlı’nın hatalarını ele almaya çalışanların
yaptıkların temel özelliğini göstermek için şöyle bir örnek açıklayıcı
olabilir.
Felsefenin ya da sanatın evrimini ve tarihini vulgar
(bayağı) bir tarzda açıklamaya kalkanlar, örneğin ezilen sınıfları hep
materyalist egemen sınıfları hep idealist cephede göstermeye çalışırlar.
Hâlbuki gerçek tarihte, çoğu durumda tam da ezilenler idealisttir ve egemenler
materyalisttir. Benzer şekilde sanatı da açıklarken sanat sanat içindir
diyenlerin hep egemen sınıfın sanatını temsil ettiklerini; buna karşılık sanat
toplum içindir diyenlerin ezilenlerin sanatını temsil ettiklerini söylerler.
Hâlbuki gerçek çoğu kez tam tersidir. Egemen sınıfın baskısı karşısında sanatın
bağımsızlığını ve eleştirelliğini korumak için sanat sanat içindir de
savunulabilir ve savunulmuştur egemen sınıflara karşı mücadelenin bir aracı
olarak. Yani politika ile teori arasında her zaman doğrudan ve mekanik bir
ilişki yoktur.
Kıvılcımlı’da da benzer bir durum söz konusudur. Kıvılcımlı
bir bakıma tam bir gönül huzuruyla politik duruşunu Sovyetler ve Üçüncü
Enternasyonal’e teslim ettiği için; onu huzurla izlediği için bu keşifleri
yapıp tüm tarihi konu edebilmiştir. Tam da bu nedenle 20. Yüzyılın en temel
gelişmeleri hakkında neredeyse bir tek yazısı bile yoktur.
Bir örnek olarak 1929 Krizi ve 1933 Faşistlerin zaferinin
analizi alınabilir. Bunların açıklamaları Troçki’nin teorik çalışmalarının
şahikalarından birini oluşturur ama Kıvılcımlı’nın bu olay hakkında en küçük
bir yazısı yoktur. İspanya iç savaş benzer durumdadır. Sovyetlerdeki
kolektifleştirme benzer durumdadır. Zaten bu alanlarda Sovyetlerden yapılmış
Hasan Ali Ediz’in kitap veya çevirilerini yayınlar Marksizm Bibliyoteği’nde.
Kıvılcımlı ve Troçki’yi iyi etüt eden hep şöyle bir duygudan
kendini alamaz. Kıvılcımlı’nın tarih üzerine yazdıkları ile Troçki’nin 20.
Yüzyıl üzerine yazdıkları tencereyle kapak gibi birbirine uyar; hatta
birbirinden bağımsızca benzer sonuçlara ulaşırlar. Ama Tarih söz konusu
olduğunda Troçki’nin hiçbir eseri ve ilgisi yoktur. 20. Yüzyıl söz konusu
olduğunda da Troçki’nin yazdığı alanlarda Kıvılcımlı’nın. Kıvılcımlı politik
olarak bir Stalinist’tir ve o politik olaylar hakkında suskun olup resmi Sovyet
görüşünün bir savunucusudur.
Bu durum Kıvılcımlı’nın o muazzam katkısının, hiç değeri olmayan fanteziler gibi ya da o
Stalinist çizgiyi meşrulaştırmak için yapılmış devasa bir teorizasyon girişimi
olarak görülmesine yol açmaktadır.
Kıvılcımlı’nın bu karmaşık niteliği anlaşılamazsa; onun
politik eylemi, politik çizgisi ve tarih ve sosyoloji alanındaki katkıları
arasında mekanik, doğrudan ve direk bir ilişki kurulursa bu tamamen yanlış
sonuçlara yol açar.
Kıvılcımlı’da Tarih’e yöneliş, bir bakıma Batı Marksizmi’nin
soyut konulara, felsefi bir dile yönelerek radikalliğini koruması gibi bir
anlama sahiptir. Elbet Kıvılcımlı bunu bilinçlice yapmamıştır. Ama tam da bu
korkunç güven ve bağlılık; Stalinizme tam bir gönül rahatlığıyla bağlanış
mümkün kılabilmiştir bu muazzam katkıyı.
Kıvılcımlı bir Stalinist olmasaydı teori ve pratik birliği
nedeniyle bu katkıları yapamazdı büyük bir olasılıkla.
*
Kıvılcımlı’nın mirasına sahip çıkmak, her şeyden önce, dünya
ölçüsünde, Aydınlanmanın din kavramını atıp, tarihi bir dinler tarihi, yani
devrimler tarihi olarak yazmaktır.
Tüm uluslardan insanları, kendi uluslarına karşı savaşa yani
İnsan (politik olanın ulusal olanla tanımlanmasını reddeden) olmaya
çağırmaktır. Ancak böylece yeryüzündeki İnsan’lar gerçek bir biçimsel eşitliğe
kavuşup tam bir iktisadi eşitlik için de mücadele edebilir hale gelirler.
Kıvılcımlı’nın mirasına acil bir program olarak Türkiye’de
sahip çıkmak, gerici ulusçuluğa karşı; ulusu bir din, dil, etni, tarih ile
tanımlamaya karşı tanımlamak için; yani Türklüğe karşı savaşıp Demokrat olmak
için, mücadeleye çağırmaktır.
26 Aralık 2012 Çarşamba
Demir Küçükaydın
(İkinci gözden geçirilmiş versiyon: 11 Ekim 2013 Cuma)
[1] “Nasıl
ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını (…)
buldu” (Engels, Karl Marks’ın Mezarı Başında Yapılan konuşma)
“Enerjinin dönüşümü yasası doğa bilimleri için
ne kadar önemliyse, tarih için o
kadar önemli olan bu yasa”
(Engels, 18 Brumaire, Üçüncü Almanca Baskıya Önsöz)
[2]
“Sosyoloji bir bilim olabilir.
Ancak tipik Burjuva Bilimi olarak hasbî, objektif, tarafsız olamaz. Sosyologlar,
önlerinde dört kat eğilinerek saygı gösterilen ve ünleri her gün yeryüzünün
dört bucağında göklere çıkarılan kişilerdir. Hepsinin kullandığı gözlük,
Burjuvazinin dumanlı görüşüdür. “ Büyük Sosyologların” göstermeye çalıştıkları
gibi, Sosyoloji, masum, saf ve ne olursa olsun "gerçek arayıcı" bir
bilim değildir. Sosyoloji: 19. yüzyılda serbest rekabetçi kapitalizmin, 20.
yüzyılda tekelci Finans-kapitalizmin emrindedir ve her ne pahasına olursa
olsun, kapitalizmi haklı çıkarmak için kan teri dökenlerin uydurdukları yığınla
tarikatlar mahşerine bugün Sosyoloji adı veriliyor.” (H. Kıvılcımlı, Metafizik
Sosyolojiler)
[3]
Marks-Engels’in dediği gibi “ideolojilerin
tarihi yoktur”. Dolayısıyla ideolojilerde gelişme ve katkıdan da söz
edilemez. Marksizm iddia edildiği gibi bir ideoloji ise zaten tarihi olmaz ve
ona katkıdan söz edilemez. Ve tam da bu nedenle, neredeyse her sosyolog ayrı
bir sosyoloji “okulu”dur.
[4] “Deutsch-Französische Jahrbücher'de,
iktisadi kategorilerin eleştirisine katkının dahice denemesini[3*]
yayınlamasından beri yazışarak devamlı surette fikir alışverişinde bulunduğum Friedrich Engels, benim vardığım sonuca,
başka bir yoldan (İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu adlı yapıtıyla
karşılaştırınız) ulaşmıştı” (Karl Marks, Ekonomi Politiğin
eleştirisine Katkı’ya Önsöz)
[5] “Karl Marx kadar, kendi -bir dereceye kadar bizim de diyebilirim-
materyalist tarih irdelemesi sonuçlarıyla ilişki kurarak, Morgan'ın
araştırmalarından çıkan yargıları açıklamak ve bunların büyük önemini ortaya
koymak istemezdi. Gerçekten, Morgan, Marx'ın kırk yıl önce keşfetmiş bulunduğu materyalist tarih görüşünü, Amerika'da,
kendi alanında yeniden keşfetmiş ve
bu durum, onu, barbarlık ile uygarlık arasındaki karşılaştırma konusunda, belli
başlı noktalar üzerinde Marx'la aynı sonuçlara varmaya götürmüştü.”
(Engels, Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni)
[6] Örneğin:
Ina Mahlstedt, Rätselhafte Religionen der
Vorzeit
[7] “Geri bir ülke ileri ülkelerin maddî ve
ideolojik kazanmalarını sahiplenir. Ama bu demek değildir ki. onların geçmişte
geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu ülkeleri kölece izler.”
(Troçki, Rus Devrim Tarihi)
[8]
“Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir.
Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve insanlar tarihi diye
ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte, bu iki yön birbirinden ayrılmazlar;
insanlar varoldukça, insanlar tarihi ve doğanın tarihi karşılıklı olarak
birbirlerini koşullandırırlar. Doğa tarihi, yani doğa bilimi ile belirtilen
şey, burada, bizi ilgilendirmez; buna karşılık insanların tarihi ile, ayrıntılı
bir biçimde uğraşmamız gerekecek” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
[9] Marks
ve Engels’in Darwin’in keşfinin önemini ilk kavrayanlardan olmaları, onu
desteklemeleri ve hatta Marks’ın eserini Darwin’e ithaf etmek istemesi bile bu
kolaylaştırıcılığın ve desteğin bir delilidir.
[10]
Perry Anderson’in Batı Marksizmi ve Tarihsel Maddeciliğin İzinde kitapları
bir ölçüde sayılabilir ama o da kavramların gelişimini ele almaz. Tarihsel
Maddeciliğin tarihi üzerine bildiğim tek deneme, yine kendimin yazdığı, “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne Önsöz olarak yazılmış “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”dır.
[11]
İşin kötüsü yaygın olarak
bilinen biçimiyle Marksizm, tam da bir ideolojidir; hem de zındık, eleştirel ve
yaratıcı Marksizme karşı oluşturulmuş bir ideolojidir. Bu nedenle yaygın olarak
bilinen Marksizm’in bir tarihi yoktur.
[12]
Lenin’den başkalarını da sayanlar vardır elbette. Bunlar akıma göre de
değişebilir. Althusser’den Mao’ya ya da Negri’ye kadar çok farklı isimler
sayanlar vardır. Bunlar ayrı bir kategori olarak ele alınmalıdırlar.
[13] “Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun
bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri
pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş
sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını
yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel
gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi
alabilir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)
[14]
Burada “Batı Marksizmi”nin sanat ve estetik konusundaki çabalarını, Benjamin’in
neredeyse biricik katkısını bir paranteze alıyoruz.
[15]
Kıvılcımlı anılarında TKP tarihi içinde bir tek ben mi varım diye soruyor? Ama
sadece TKP tarihi içinde değil; aslında dünyada da durum benzer. Kıvılcımlı
bunun farkında değil. Zaten onu Stalinizm’e hapseden de bu.
[16] Bu
Lenin’in Felsefe Defterleri’nde Hegel’i
kimse anlamamıştır o halde, Marks’ı da kimse anlamamıştır önermesine varışı
gibi bir sonuçtur. (Lenin bunu Hegel’in Mantık’ı
ve Marks’ın Kapital’i somutunda
söyler) Aynı ölçüde sarsıcı ve kabul etmesi zor bir sonuçtur. Ama tıpkı Lenin’in
aforizması gibi sorunun özünü verir.
[17]
Bu kavramların neredeyse hepsi Önsöz’ün şu satırlarında zikredilir: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi
iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri,
onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.
Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal
bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde
yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak
toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların
varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini
belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında
toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut
üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan
mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri
olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal
devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da
az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima,
iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan
kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi
biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna
kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse
hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle
bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi
gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri
maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal (sayfa 609) üretici güçler ile üretim
ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici
güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha
yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun
bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki,
insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü
yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu
çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte
bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçak,
feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin
ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim
ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir —
bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık
koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun
bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak
olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan
toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
[18] “Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile
onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin
bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu
kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar
içinde yitip gitmişlerdi.” (Engels, Karl Marks’ın Mezarı Başında Yapılan
Konuşma)
[19]
Linguistik (Dilbilim) de bir başka örnek olabilir. Dil, toplumsal bir ilişki
aracıdır. Ama linguistiğin yasaları apayrı bir hareket tarzının yasalarıdır.
Sosyolojinin bir alt kolu değildir linguistik.
[20] “Marksizm,
üretici güçlerin gelişmesinin toplumsal tarihsel süreci belirlediğini öğretir.”
(Lev Trotskiy, Sonuçlar ve Olasılıklar, s.19)
[21] Örneğin
Troçki, Sürekli Devrim Teorisini ilk kez formüle ettiği Sonuçlar ve
Olasılıklar’ın ilk satırlarında bu Marksistlerin bu ortak yaklaşımını şöyle
özetler:
“Marksizm, Rus Devrimi’nin
kaçınılmazlığını, kapitalist gelişme ile fosilleşmiş mutlakıyetin güçleri
arasındaki çelişkinin sonucu patlak vermek zorunda olduğunu, çok önceleri haber
vermişti. Onu bir burjuva devrimi olarak nitelendirirken, Marksizm, devrimin dolaysız
nesnel görevlerinin “bir bütün olarak burjuva toplumunun gelişmesi için
normal koşullar”ın yaratılması olduğuna işaret ediyordu.” (Lev Trotskiy, Sonuçlar
ve Olasılıklar, Kardelen, 1990)
[22] “’Sınai
olarak daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanın gelecekteki halini
gösterir yalnızca.’ Yöntemsel kalkış noktası bir bütün olarak dünya ekonomisi
değil, bir tip olarak tek bir kapitalist ülke olan Marx’ın bu ifadesi, geçmiş
kaderlerine ve sınai seviyelerine aldırmaksızın tüm ülkeler kapitalist evrim
tarafından kucaklandıkları ölçüde, daha az uygulanabilir hale geldi. Zamanında
İngiltere, Fransa’nın ve daha az ölçüde de Almanya’nın geleceğini gösteriyordu,
ama kesinlikle Rusya’nınkini veya Hindistan’ınkini değil. Ne var ki, Rus
Menşevikleri Marx’ın bu koşullu önermesini kayıtsız şartsız kabul ettiler. Geri
kalmış Rusya, diyorlardı, ileri atılmamalı, önceden hazırlanmış modeli kuzu
kuzu takip etmeli. “Marksizmin” böylesine liberaller de katılıyordu.
Marx’ın en az bunun kadar ünlü bir
diğer formülü ise –“hiçbir toplumsal formasyon, içinde barındırdığı tüm üretici
güçler gelişmeden yok olmaz”– kalkış noktası olarak tek bir ülkeyi değil, bir
evrensel toplumsal yapılar silsilesini (kölecilik, ortaçağ, kapitalizm) alır.
Ama bu ifadeyi tek bir devlet açısından ele alan Menşevikler, Rusya
kapitalizminin Avrupa ve Amerika seviyesine ulaşmak için daha çok mesafe
katetmesi gerektiği sonucunu çıkardılar.” (Lev Troçki, Tek Ülkede
Sosyalizm?, http://www.marxists.org/turkce/trocki/1930/tus.htm
)
[23] “Geri
bir ülke ileri ülkelerin maddi ve ideolojik kazanımlarını sahiplenir. Ama bu
demek değildir ki, onların geçmişte geçtikleri tüm aşamaları bir bir geçerek bu
ülkeleri kölece izler. Tarihin çevrimsel olarak tekerrürü kuramı – Vico ve
bilahare tilmizlerince savunulan – eski, kapitalizm öncesi kültürlerin kısmen
kapitalist gelişmenin ilk tecrübelerine dair yaptıkları çevrimsel tasvir
gözlemine dayanır. Tüm bu gelişme sürecinin biraz kıyıda köşede kalmış, biraz
tali niteliği gerçekten kültürel evrelerin yepyeni alanlardaki kimi
tekrarlarını da içerir. Bununla beraber, kapitalizm bu koşulların aşıldığının
bir göstergesidir. O insanlığın gelişmesinin evrenselliğini ve sürekliliğini
hazırlamış ve bir anlamda gerçekleştirmiştir. Bu nedenle diğer ulusların
gelişme biçimlerinin tekerrürü ihtimal dışıdır. İleri ülkelerin çekicisinin
peşine takılmak zorundaki geri bir ülke sıraya uymaz: tarihsel olarak geri bir
durumun sunduğu imtiyaz –böyle bir imtiyaz varittir- bir halka, bir dizi ara
aşamayı atlaşarak, daha zamanı gelmeden önce, yaratılan her şeye ulaşma imkanı
tanır ya da daha doğrusu onu buna zorlar. Yabanıllar, geçmişte o silahları
birbirinden ayırt eden mesafeyi katetmeksizin, ok ve yayı bırakıp tüfeğe
geçerler. Amerika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar tarihe yeniden başlamadılar.
Almanya ya da ABD iktisadi bakımdan İngiltere’nin önüne geçmişlerse. Bu
kapitalist evrimlerindeki gelişme yüzündendir. (...) Tarihsel bakımdan geri bir
ulusun gelişmesi, zorunlu olarak, tarihsel sürecin farklı evrelerinin özgün bir
kombinasyonuna yol açar. Betimlenen bu yörünge bütünsel olarak düzensiz,
karmaşık ve bileşik bir niteliğe bürünür.” (Lev Troçki, Rus Devriminin
Tarihi, 1. Cilt, s. 14-15)
[24] “Dolaysız
görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan Derim, kısa bir süre
içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen
kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya devritmekle en son
zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise bir kez iktidara geçtikten sonra sadece
kendini burjuva demokratik programla sınırlamak istememekle kalmayacak, bunu
yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve ancak Rus Devrimi’nin Avrupa proleter
devrimine dönüşmesi halinde Devrimi sonuna kadar götürebilecektir. O zaman,
Devrim’in ulusal sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da
aşılacak ve Rus işçi sınıfının geçici politik egemenliği uzun süreli bir
sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde,
burjuva karşı devrimi Rusya’da emekçi kitlelere boyun eğmeyecek ve ülkeyi
gerilere fırlatacaktır, hem de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok
gerilere.” (Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar’ın 1919’da Moskova’da
Yayımlanan Yeni Baskısına Önsöz )
[25]
Troçki’nin bu uyuma dayanan
açıklaması en özlü biçimde şu satırlarda ifade edilir. “Komünist Manifesto’dan iki yıl önce
genç Marks şöyle yazıyordu: “Üretim güçlerinin gelişmesi (komünizmin)
kesinlikle zorunlu pratik temelidir çünkü onsuz, yokluk genelleşecek ve
yoklukla birlikte gereksinmeler için girişilen kavga yeniden başlayacaktır ki
bunun anlamı tüm eski pisliklerin yeniden su yüzüne çıkması zorunluluğudur.” Bu
düşüncesini Marks hiçbir zaman geliştirmedi ve nedeni hiç de rastlantısal
değildi: Geri bir ülkede proleter devrimin gerçekleşebileceğini hiçbir zaman
tahmin etmedi. Lenin de bunun üzerinde durmadı ve bu da rastlantısal değildi: O
da Sovyet devletinin bu kadar uzun bir süre tecrit edilmiş kalacağını tahmin
etmedi. Gene de alıntı, Marks’tan bir soyutlamaya varma ve karşıtından çıkarsama
yoluyla, Sovyet rejiminin tamamen somut sıkıntılarına ve hastalıklarına var
geçilmez bir anahtar sunmaktadır. Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla
körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”,
burjuvazinin devrilmesinden hemen sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu
olayı izleyen yıllarda da azalmamış, tam tersine zaman zaman duyulmadık
canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde ki kez yamyamlık
noktasına varıldığını hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır” (Lev Troçki, İhanete Uğrayan
Devrim, s.77, İstanbul, 1998)
[26]
Troçki, tam da Üretici güçlerin gelişmi ile üretim ilişkileri arasındaki
uyumdan hareket ederek ve Marks’ın aşağıdaki sözlerine dayanarak Sovyet
Devriminin yozlaşmasını ve bir bürokrasinin iktidarı almasının açıklıyordu:
“Öte
yandan üretici güçlerin bu gelişmesi (daha şimdiden insanların güncel ampirik
yaşantısının, yerel düzeyde değil de dünya çapında tarihsel olarak cereyan
etmesini içeren gelişmesi) kesinlikle vazgeçilemez, önce yerine gelmesi gereken
bir pratik koşuldur, çünkü, bu koşul olmadan, kıtlık, genel bir durum alır, ve
gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene
kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür.” (Marks – Engels, Alman
İdeolojisi, http://www.kurtuluscephesi.org/marks/almanideoloji.html
)
[27] "Böyle
bir araştırma neden önemli oldu?
"Bugünkü Türkiye'yi anlamak İçin,
onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı
Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin mad¬desine girince, onun İslam
medeniyetinde bir "Rönesans" olduğu belirdi. İslam me¬deniyeti :
tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent'ten (Çileden) çıkmış Antika (kadim)
medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerterden) İslam
me¬deniyetine gelinceye değin sıralanan antika medeniyetlerin hepsi de : hem
birbirinin ayni, hem birbirinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken,
hep ayni gidişi (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı.
"Günümüze değin uzanmış bütün
poblemlerin : sebep-netice zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp
çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi
aydınlanamıyordu." (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm,
s. 5)
[28] Bu
konudaki tartışmaların geniş bir özeti şu kitapta bulunabilir: “Üretim
Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Foster-Carter, Wolpe,Laclau, Taylor,
Mouzelis, Ersoy, Ankara, 1984). Kitapta geniş ölçüde özetlendiği gibi, bu
konuyla batı Marksizm’i geleneği, “Üretim Tarzı” ve “Toplumsal
Formasyon” kavramı bağlamında daha ziyade skolastik, yani Marksizm’de
kavramın anlamı üzerine, bir tartışma yürüttü. Bunlarda, Merkez-Çevre ekolünün
tersine, somut ekonomi ve sınıf analizleri pek bulunmaz, tartışma felsefidir,
yöntembilimseldir. Aynı az gelişmişlik olgusunu ele alan iki ayrı paradigma söz
konusudur.
[29]
“Merkez-Çevre” ekolü de Ekonomi Politikten Tarihe ve Tarihsel Maddeciliğin
konusuna doğru bir ağırlık noktası kayması yaşamıştır. Örneğin Samir Amin “Dünya
çapında birikim kuramını kurmak için toplumsal formasyonların teorik bir
tarihine ihtiyaç olduğunu düşünüyordum” (S. Amin, Entelektüel Yolculuğum,
s. 58) diyor. Wallerstein giderek tarihe yönelir ve bu onun Tarihçi
Annales okuluyla sıkı ilişkilerine yansır. Frank da son zamanlarda kapitalizmi
ta Sümerlerden başlatma eğilimine girer. Yani bu ağırlık noktası kayışı onları
Kıvılcımlı ile aynı alana yaklaştırır. Ama kapitalizmi bir üretim değil bir
değişim ilişkisi olarak anladıklarından, her sermayeye dayanan sistemi
kapitalizm olarak kavrarlar (S. Amin daha farklıdır), prekapitalist ve modern
kapitalist sermaye ve toplum arasındaki zıtlığı ve farkı göremezler. Onların
aksine Kıvılcımlı da zam bu fark ve zıtlığa oturtur otantik bir Marksist olarak
analizini.
[30]
Zaten tam da bu görüngüdür, Merkez-Çevre ekolünü, az gelişmişliği kapitalizmin
kendi mantığıyla açıklamaya iten. Onlar geri ülkelerdeki ilişkilerin dünya
kapitalist ekonomisiyle olan sıkı ilişkisine ve oradaki egemen sınıfların hiç
de klasik “Feodal” sınıflar olmamalarına vurgu yapmışlardır. Böylece geniş bir
olgular yığınını tanımlamışlar ama tam da açıklanması gereken olguyu açıklama
gibi sunmuşlardır. Temel yanılgıları, az gelişmişliğin, sermayenin saf
hareketinin değil, gerçek tarihsel hareketinin ürünü olduğunu anlamamaları ve
bu ayrımı yapamamalarıdır.
[31]
Kıvılcımlı’nın 1930’ların başında tam bir “Stalinist” olarak yazdığı ve ancak
bazı bölümleri 70’lerde yayınlanabilen Yol adlı çalışması aslında
bilinçsiz bir “Troçkizm”i yansıtır. Kitabın “Geç Gelme” bölümü “Geç
gelmenin faziletleri” gibi ifadeleri, Troçki’nin “tarihsel olarak geri
bir durumun sunduğu imtiyaz” dediği aynı eşitsiz ve bileşik gelişmeyi
anlatır. Almanya ve Rusya ile Osmanlı ve Türkiye’yi karşılaştırır ve aynı
aşamaların daha hızlı geçildiği ve atlandığı tespitini yapar. Örneğin şöyle
yazar: “”II. Nikola, Rusya’da Deli Petro döneminden beri başlamış ve oldukça
gelişmiş bir merkezileşmiş sanayi bulmuştu. Mustafa Kemal Türkiye’si,
Rusya’da Deli Petro döneminden beri olan süreci hızla tamamlamak ve modern
sanayi sermayesini birdenbire kurmak zorunda kalmıştır.” (s. 176) Bir çok
örnekler verdikten sonra şu sonucu çıkarır: “Ve Rusya’da 50 yıl boyunca
yürünen yol Türkiye’de 5-10 yılda aşılacak hale gelebilir.” (.s. 177)
Türkiye’de kapitalizmin aşamaları böyle hızlı aştığı, sosyalizmin de doğrudan
Leninizm’den ilham alarak doğduğundan hareketle beş on yıla kadar Türkiye’de
sosyalist devrim olabileceği sonucunu çıkarmayı okuyucuya bırakır.
[32] “O
zaman ne oldu? Geri ülkelerde Antika Tarihin sık sık yazdığı cilvelerden biri
oldu. Bu bir çeşit "TERSİNE RÖNESANS" idi. Kapitalizm, Batı'da
TEFECİ-BEZİRGAN sınıfı kökünden kazımadıkça, normal olarak doğmamıştı. Fakat
geri ülkelerde, kapitalizmin son çağı olan Emperyalizm döneminde
Tefeci-Bezirgan sınıfı kökünden kazınmak şöyle dursun, bütün dişleri ve
tırnaklarıyla kapitalizme ortak olmaya ve kapitalist iktidarı ayakta tutmaya
kendini verdi. Bu bir Tarihin tersine
akışı mıydı? Evet. Böyle tersine
akıntılar ölüm çağına gelmiş düzenlerin büyük anaforları içinde görülebilirdi.
Kapitalizmin inkar edeceği Tefeci-Bezirgan sınıfı, 20nci yüzyılda sanki
kapitalizmi inkara kalkışmiş gibiydi. Ancak bu görünüştü. Dizginler görünmeyen
örümcek ağları gibi uluslararası Finans-Kapital mekanizmasının ve en büyük
emperyalist iktidarların elinde idi. Modern Finans-Kapital nasıl Tarihin
çarklarını geri çevirmekte ve gericilik yapmakta eşsiz ise, tıpkı öyle, Antika
Tefeci-Bezirgan sınıfı da insan kazançlarını inkar etmekte ve gericilik
yapmakta Emperyalizmden aşağı kalmıyordu.
Böylelikle tencere yuvarlandı
kapağını buldu. Ortaçağlardan hatta ilk Antika çağlardan kaldığı bilinen Kadim
Tefeci-Bezirgan sınıfı: Modern çağın dünya ihtilalleri ve sosyalizm döneminde
Finans-Kapitale YEDEK UYDU ve İHTİYAT GÜCÜ olarak geri ülkelerde iktidar
mevkiini paylaştı. Bu yüzden Tefeci-Bezirgan sınıfı, sanki bir modern sosyal
sınıf imiş gibi geri ülkelerin ekonomisinde, toplum ilişkilerinde,
politikasında, kültüründe, ahlakında ağır basan söz sahibi bir sınıf
kesildi.
Bugün geri ülkelerin SOSYAL YAPISI
denince, yukarıda saydığımız SINIF İLİŞKİLERİ gözümüz önünden ayrılmamalıdır.”
(Dr. H. Kıvılcımlı, Genel Olarak Sosyal Sınıflar, AYDINLIK, Sayı: 2,
Aralık 1968, s 119-133)
[33] “Batı
kapitalizmi gençlik çağında iken Türkiye'nin yatalak Tefeci-Bezirgân düzeni
Kapitalizme karşı hiç bir rezonans göstermedi. İlerici serbest rekabet
kapitalizminin dalgası Türkiye'yi hiç ilgilendirmedi.
20. yüzyıla geldik. Kapitalizm:
iratçı, monopolcu Finans-Kapital egemenliği biçimine girdi. Bu, kapitalizmin
ölüm döşeğine yatış çağı oldu. 0 zaman bizim yatalak Tefeci-Bezirgân düzenimiz:
Finans-Kapital adlı tekelci yatalak sermaye ile tam rezonans hâline girdi.
Birbirlerine denk düştüler.
Halkımızın bir deyimi vardır:
"Hacı hacıyı Arafat'ta, it iti kalafatta bulur!" der. 20. ci yüzyılda
kapitalizmin derebeğileşmesi demek olan Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgânlığın
derebeğileşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen can cana, baş başa kuzu
sarması oldular.” (Dr. H. Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, s. 77)
[34] Bu
kavramın kullanımları veya bu kavram kullanılmadan aynı fenomenin ele alınışı
vs. hakkında yine bu kitapta geniş bilgi bulunmaktadır: Foster-Carter,
Wolpe,Laclau, Taylor, Mouzelis, Ersoy, “Üretim
Tarzlarının Eklemlenmesi Üzerine” (Ankara, 1984).
[35]
Örneğin birçok Troçkist “üçüncü dünyada egemen dünya pazarıyla bütünleşmiştir”
diyerekten sosyalist devrim önerdiği ve Stalinist Partilerin milli burjuvaziyle
ittifak siyasetine karşı argüman sunduğu için, A. G. Frank’ın yaklaşımını
desteklerler, ama bunun aslında metodolojik olarak Troçki’den daha geri bir
çıkarsamaya, “ilişkiler kapitalisttir o nedenle devrim sosyalist karakterli
olmalıdır” çıkarsamasına, geri dönüş olduğunu göremez ve anlamazlar.
[36]Troçki’nin
bu konuya en çok yaklaştığı ve eskinin sonuçlarını çıkardığı yerde bile az
gelişmişliğin gelişmesi sorunu yoktur. Onların birer özne olarak tanınması
vardır. O öznenin bakış açısından tarihe bakış, dolayısıyla öyle bir bakışın
ortaya çıkaracağı teorik sorunlar yoktur. Örnek: “Manifesto, kapitalizmin geri ve barbar
ülkeleri nasıl kendi girdabına aldığını açıklarken, sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerin bağımsızlık için verdikleri mücadelelere hiç gönderme yapmaz. Marx ve
Engels, toplumsal devrimi “en azından önde gelen uygar ülkelerde” gelecek
birkaç yılın sorunu olarak düşündükleri ölçüde, sömürge sorununun da, ezilen
ulusların bağımsız hareketinin sonucu olarak değil, kapitalizmin metropol
merkezlerinde proletaryanın kazanacağı zaferin sonucu olarak otomatikman
çözüleceğini düşünüyorlardı. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrimci
strateji sorunlarına bu nedenle Manifesto’da hiç dokunulmaz. Bugün bu sorunlar
bağımsız çözümler gerektirmektedir. Örneğin, “ulusal anavatan” sözünün ileri
kapitalist ülkelerde en zararlı tarihsel fren haline geldiği çok açık olduğu
halde, bağımsız bir varoluş için mücadeleye zorlanan geri ülkelerde bu hâlâ
görece ilerici bir faktör olarak önümüzde durmaktadır.
“Komünistler” diyor Manifesto “her
yerde, varolan toplumsal ve politik düzene karşı olan her devrimci hareketi
desteklerler.” Renkli ırkların kendilerini ezen emperyalistlere karşı hareketi,
varolan düzene karşı olan en önemli ve güçlü hareketlerden birisidir ve bu
nedenle beyaz ırk proletaryası saflarından eksiksiz, koşulsuz ve sınırsız bir
destek beklemektedir. Ezilen uluslar için devrimci strateji geliştirme onuru
başlıca Lenin’e aittir.” (Troçki, Komünist Manifesto’nun Doksanıncı
Yıldönümü”
[37] Dr.
Hikmet Kıvılcımlı, Kadın Sosyal “Sınıfımız”, Kıvılcım, sayı 1,
Temmuz-Ağustos 1978, s. 120)
[38]
Örneğin Lenin, devrim’den sonra Rusya’daki toplumsal ilişkilere ilişkin bir
değerlendirmesinde Rusya’da beş üretim biçiminin bir arada bulunduğunu söyler
ama bunlar basitçe yan yana bulunmaktadırlar, karşılıklı ilişkileri içinde,
birbirileri üzerinde yaptıkları etkilerle bir süreç olarak ele alınmazlar.
[39] Bu yöntem şu satırlarda dupduruca
açıklanmakta ve uygulanmaktadır: “Bizde sosyal ehram başlıca üç
katlı bir Bâbil Kulesi'dir. Sosyal katlardan herbiri ötekilerini soysuzlaştırıp
berbatlaştırır. O katmerli ve sonturlu üç kattaki sınıfların çelişki ve
çatışkıları bütün azgınlıklarıyla ayakta durur. 3 katı şöyle
sıralayabiliriz:
1- Üst
kat: Büyük Şehirler, ayrı bir dünyadır. Ona Modern Kapitalizm dünyası diyebiliriz.
2- Orta
kat: Kasabalar Türkiyesi'dir.
Orta dünyamız Antika Tefeci - Bezirgan dünyası olarak adlandırılabilir.
3- Alt
kat: Köyler Türkiyesi'dir. Orası
artık ne Modern, ne Antika toplum değil, söz yerinde ise Tarihöncesi
dünyası sayılabilir.
Tekrar edelim: bu üç ayrı dünya, üç ayrı Toplum
Tarihi konağı birbirlerinden hem binlerce yıl ayrıdırlar, hem
birbirleriyle aynı yerde bulunurlar.
Bu 3 sosyal katın üstüste yığılı lanetlenmiş
yomsuz ehramı gözönünde tutulmadıkça ve ehram İçindeki her katın ötekilerle
olan ilişkileri ve çelişkileri dupduru kavranılmadıkça Türkiye'nin Sosyal
Sınıflar problemi aydınlığa kavuşamaz.
SOSYAL 3 KATIN KARAKTERİSTİĞİ
Her katın ayrı ayrı:
1- Özel Ekonomi
temeli,
2- Özel Üst
ve Alt sınıfları,
3- Özel
birer Sömürge halkı..
vardır. Bu özellikleri, biraz soyutlaştırma
pahasına da olsa, ayrı ayrı değerlen-dîrmedikçe, çevremizin somut
kördövüşünü içyüzü ile anlayamayız.
EN ALTTA: Köylülük katının ekonomi temeli,
Barbarlık çağını bir türlü aşamamış toprak ekonomisidir. Bu ekonomi
yapısı içinde, hiç şaşmaksızın gerçekliği kendi adıyla çağırmaktan
çekinmeyelim. Köyün ilkel öntarih ekonomisinde egemen üst sınıf: Babahanlığın
bütün olumlu yanlarını yitirmiş Köylü erkekleri'dir; alt sınıfı ne
denli yumuşatılırsa yumuşatılsın, bir sosyal kast kadar donmuş ve
sertleşmiş olduğu için "sınıf" adını alabilecek ayrılıkta Köy
Kadınları Sınıfı' dır.
Bu bakımdan, köylülüğün, söz yerinde ise Sömürge
halkı, bütünüyle Köy Kadını'dır. Türkiye'de azıcık yaşadığını
düşünebilen hiçkimse, bu söylediğimiz karakteristik özelliğin anlamına yabancı
kalamaz.
ORTADA: Taşramızın Kasabalık katında ekonomi
temeli, tâ Bâbil çağından kalma Tefeci - Bezirgan ekonomidir.
Bu ekonomi sistemi içinde, egemen sınıf karakterini
bütün yamanlığı ile yaşatan üst sınıf: Tefeci Hacıağalar ile Vurguncu
Bezirganlar ve onların derebeğileşmiş "Ayan",
"Eşraf", "Agavat", "Hanedan" adlı
elemanlarıdır.
Kasabalığın en keskin anlamı ile içeride Sömürge
Halkı: genellikle Türkiye'mizin bütün Taşra Halkı, özellikle tüm
kadın - erkek Köylülüktür.
EN ÜSTTE: Modern merkezleşmen Şehirlilik katında ekonomi temeli
genellikle "Modern" adı verilebilecek olan Kapitalizmdir.
Ancak bu kapitalizm Meşrutiyet çağında Komprador Kapitalizm, Cumhuriyet
çağında Finans - kapitalizm biçimiyle ağır basar.” Dr. H.K., Kadın Sosyal Sınıfımız,
s. 120-121)
[40] “Her köy erkeği, üstteki
Kasaba Tefeci - Bezirganının toprak esiri'dir. Ama, tarlasında ve evinde
boğaz tokluğuna Avrat - Köleler çalıştırıp ezer. O yüzden, Tefeci - Bezirgan
politika ufunetine bütün sapıklığıyla oy vermeyi boynunun borcu bilir. Kadına
hak ve hürriyet mi? Ya çarıksız köylü, kimi kendi yerine nöbete çıkarıp köle
olarak çalıştıracak?
Türkiye "Köylü memlekettir". Ne
şüphe? "Şehir" adını taşıyan bucaklarda köy üretimi ve köylü
psikolojisi "ağırlığını" bastırmıştır. Nereden gelirse gelsin,
her ileri adımın karşısına gericilik: "Namus" meselesi yaptığı
kadın avcılığı ile çıkar ve halkın oylarını sırf o demagojiyle dahi çatır çatır
koparıp alır. Hacıağanın emekçi halka bilir bilmez kabul ettirdiği "Namus"
sözcüğü: Kadının ev kölesi, toprakbent, tarla paryası durumundan ebediyyen
kurtulamayış kuralına takılmış bir uçkur etiketidir.” (Dr. H. K., age. S.133)
[41]
Bu katkının ayrıntılı bir
çözümlemesi yine “Tarihsel Maddeciliğin
Tarihine Katkı” ve “Toplumsal
Aidiyetler ve Sınıf Mücadelesinin İlişkileri” başlıklı yazılarımızda
bulunabilir.
[42] “Ancak, HK gibi uzun siyasal kavga yaşamı
boyunca bir dizi alanda pek çok ürün vermiş olan bir kişi hakkında yapılacak
haklı eleştirilerin de bazı istisnaları olacaktır.
Bu istisnalar esas olarak HK'nın, YOL I ve YOL II adlı kitaplarındaki
yazılarını yazdığı ve devrimci ve enternasyonalist bir konumda bulunduğu dönem
için geçerlidir. Yazarın, 1930'ların sonlarından başlayarak negatif bir
ideolojik-siyasal evrim geçirdiğini ve daha milliyetçi/ reformist/ devletçi bir
rotaya girdiğini görüyoruz.” (Garbis Altınoğlu, Hikmet Kıvılcımlı’nın Ordu ve Devlet sorununa Yaklaşımı)
[43]
Örneğin Garbis Altınoğlu şöyle
yazıyor: “Ona göre ordu, gerek
Osmanlı'nın özellikle ilk 200 yıllık yükselme döneminde ve gerekse Türkiye'de
hep ilerici ve hatta devrimci bir rol oynamıştır. (Bu saptama da yazarın,
burada ele alamayacağım Tarih Tezi'ne dayanmaktadır.)”. (G. Altınoğlu, Hikmet Kıvılcımlı’nın Ordu ve Devlet
Sorununa Yaklaşımı) Tipik örnektir. Kıvılcımlı’yı politik olarak ele alıp, politik
tavrı ile tarih çalışmaları arasındaki çelişkiyi görmemektedir.
[44]
Türkiye’deki radikal küçük burjuva hareketlerin “Demokratik Halk İktidarı”
benzeri sloganları bu karakterdedir. Bir tür rozet slogandırlar; somut bir
yapılacak işler planı değildirler.
[45]
Burjuva sosyalist partilerin programlarının hepsi böyledir Türkiye’de.
[46]
Bizim teorik evrimimiz bu ipucunu yakalayarak gelişmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder