14 Haziran 2013 Cuma

Devrim Günlerinin Sonuna Doğru

Devrim gibi bir şey olacağına dair ilk izlenimimi 31 Mayıs Cuma akşamı Tünel’de edindim.
O akşam Beyoğlu’nda Babil denen bir kültür kuruluşunda on parmağında on marifet olan değerli dostum Mehmet Tekirdağ’ın Kedi Yazısı adlı sergisinin kapanışına gidecektim. Kedi figürleriyle alfabenin tüm harflerini yapmıştı. Oradan da Taksim’e geçerim diye düşünüyordum. Polis’in gazlı saldırılarının haberleri geliyordu.
Kadıköy vapurundaki insanlar üçerli beşerli küçük gruplar halinde, her zamankinden daha az konuşuyorlar. Birbirlerine daha yakın duruyorlar. Bana mı öyle geliyor yoksa gerçekten mi böyle diye düşündüm. Eh bugün Cuma, oralara eğlenmeye gider İstanbullular. Polis’in saldırıları da sürdüğünden bir tedirginlik olabilir diye açıklamaya çalışıyordum.
Tünel. Binenlerin büyük bir bölümü Kadıköy vapurundan inenlerdi. Hıncahınç dolmuştu vagon ve hareket etmesi bekleniyordu. Birden bire genç bir kız, 16-17 yaşlarındaydı sanırsam, “gaza karşı limon var, isteyene verebilirim” dedi. Herkeste bir şok ve sessizlik. Bu şoku ve sessizliği görünce, bütün naifliğiyle
limon sunan kızcağız da şoka girdi “Ben sizin de Taksim’e desteğe gideceğinizi sanmıştım. Kusura bakmayın, bir yanlışlık yaptım” gibilerce etrafına bakınmaya başladı. Bütün bunlar birkaç saniye sürdü. Sonra başka bir genç çocuk, “Limon gaza karşı bir işe yaramıyormuş” dedi neşeyle. Birden bire, onlarca yıldır susmaya alışmış, duygu ve düşüncelerini gizlemeyi öğrenmiş insanların gerili sinirleri boşladı gülüşmeler ve polis saldırıları üzerine konuşmalar başladı. Meğer bütün vapur ve tüneldeki insanlar Taksim’e dayanışmaya gidiyorlarmış. Ama yanındakinden bile gizleyerek ve korkarak. Devrim çocuk yaşta bir kızın safça ve biraz da cehaletin verdiği cesaretle söylenmiş sözlerinin aracılığıyla yavaş yavaş başını kaldırıyordu.
Bu gözlemden el alarak, ertesi gün, Taksim’e gitmeden önce, saat 15.19’da bitirdiğim yazıma, “Aslında biraz uzunca bir demokratik birikim ve hazırlık yapılmış olsa bir demokratik devrime bile yol açabilecek saatlerde yaşıyoruz. Ama Demokratik bir Devrim olmayacak, olamaz. Çünkü bu birikimi ve hazırlığı yok.” diye başlayacak cesareti bulmuştum.
Yazıyı bitirip yolladım ve Taksim7e yola çıktım. Kadıköy vapur iskelesinde inenler ve binenler birbirlerini alkışlıyorlardı. Kabataş’ta finükiler çalışmıyordu. Ara sokaklardan yürüyerek çıktım Taksim’e. Sadece Taksim değil, Beşiktaş’tan Karaköy’e bütün sokaklar da hınca hınç insan doluydu. İnanılır gibi değildi. Her halde bir milyona yakın insan vardı. Hepsi üçeri, beşerli gruplar halinde, rahat, şehirli, yaşları otuzun altında genç insanlar. Neredeyse yarı yarıya kadın. Birkaçının beni gördüklerinde kendi aralarında “aaa yaşlılar da varmış” diye konuştuklarını duydum.
Acaba sloganları ne diye bakıyorum. Genellikle hiç anlamsız "uuu" diye bir ses çıkarıyorlar. Bir de alkış var. Aydınlıkçı ve ulusalcıların kendi sloganlarını atma çabaları genellikle yankısız kalıyor. Taksim’de bir araba devrilmiş. Üzerine “Koydukmu” diye yazılmış. “Mu”su ayrı değil. Normal olarak seksist kabul edilip tepki gösterilebilecek bu slogan hiç tepki çekmiyor. Hatta genç kızlar gelip yanında fotoğraf çektiriyorlar. Sanırım bu hareketi en güzel yansıtan, onun özünü veren bu. Resim çektirenlerin resmini çekiyorum. Bu devrim küfürle başlayan bir devrim. Teorik ve politik bir birikimin ve hazırlığın yokluğu öfkenin küfür, sevincin "uuu", dayanışmanın alkış biçiminde ortaya çıktığı bir devrim bu. Ağır bir hastalıktan başka türlü çıkılmaz. Yürümeyi yeniden öğrenecek. Küfürlere dayanarak ayağa kalkacak. Sonradan bir arkadaş anlatıyor. Küfrün kadar güzel olduğunu, bu kadar yakıştığını bilmezdim diyormuş feminist kız arkadaşı.
Hava aynen, 1968’de Edebiyat fakültesini faşistlerin elinden aldığımız gündeki gibi.
Ölmeden önce devrim havasını bir kez daha solumak da varmış. Arkadaşlarla hep bir devrim göremeden gideceğiz diye konuşurduk. O hiç beklemediğimiz anda karşımıza çıktı. Çok uzun yıllar geçmiş olmasına, çok değişmiş olmasına rağmen onu tanıdım.
Başka 68’liler de tanımış. Ta Almanya, Fransa’dan atlayıp gelmişler.
Ama tanıyamayanlar da var. Unutmuşlar. Hafızalarını yitirmişler.
*
Yaygın ve alışılmış kullanımıyla Devrim kavramı, Aydınlanma dininin politik olan ve olmayan ayrımına dayanır. Bu nedenle sosyolojik (Marksist) değil, normatif bir kavramdır. Politik iktidarının değişmesi anlamında kullanılmaktadır. Devlet olanla, politik olanla sınırlıdır. Marksistler de yaygın biçimiyle bu anlamda kullanmışlar, Devrimci partiler devrimi sadece politik iktidarı ele geçirme sorunu olarak tanımlamışlardır.
Sınıflar ve sınıf mücadelesinin kabulünün Marksizm'in ayırıcı bir özelliği olmaması gibi, devrimi sadece bir sınıf iktidarının değişmesi anlamında kullanmak da Marksizm’in ayırt edici bir özelliği değildir, devrim kavramının bu anlamda kullanmanın patenti burjuvazinindir.
Devrimin sosyolojik (Marksist) ikinci bir anlamı daha vardır: üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gelişimin belli bir aşamasında, üstyapının da bir altüstlükle değişerek güçlerin ve ilişkilerin yeni durumuna uygun hale gelmesi. Bu anlamda devrim henüz hiç işlenmemiştir.
Çünkü bu sosyolojik (Marksist) anlamıyla devrim kavramı, o devrimde değişen şeyin, yani üstyapının ne olduğuna ilişkin bir teorinin olmaması nedeniyle gelişemeden kalmış ve Marksizm’in gerçekten devrimci bir devrim kavramına sahip olmasını engellemiştir.
Ama dinin tümüyle üstyapı olduğunun; Marksizm'in din kavramının (“inanç”) aslında Aydınlanma’nın yeni bir din olarak toplumu düzenleyen, normatif bir kavramından başka bir şey olmadığının; “inanç” diye sosyolojik bir kategori bulunmadığının keşfiyle birlikte (ki bildiğimiz kadarıyla bu keşfi 2004 yılında biz yaptık) devrim sadece devletin ve siyasal olanın değil; tüm üstyapının değişimi ve bu değişimin, altüst oluşun gerçekleştiği dönemler anlamını kazanır.
Böylece Devrim, bir dinden diğer dine geçişler ve bu dinlerin yayılışları anlamını kazanır.
Böylece devrimler tarihi dinler tarihi olur. Tarihi sınıflar mücadelesi olarak açıklayan Marksizm bir tarih yazamadı. Yazdığı tarih devrimsiz bir tarihti. Tarih yazamadığı için de geleceği şekillendiremedi. Ama tarihi dinler tarihi olarak yazan bir Marksizm, tarihi devrimler tarihi olarak yazabilir ve ancak o zaman yeni bir din olarak bir devrim yapabilir.
Partilerin değil, ancak dinlerin devrim yapabileceği; son iki yüzyılda ulusların ve ulusçuluğun tüm dünyaya egemen oluşunun, Aydınlanma’nın, yani modern toplumun dininin diğer dinlerin yerini alışı ve yayılışından başka bir şey olmadığı sonucuna da yol açar. Böylece modern tarih de anlaşılmaz olmaktan çıkar ve anlaşılır olur.
Ama bütün sınıflı toplumlar tarihinde olduğu gibi, devrimler, ilk doğuşlarındaki kısa dönemler hariç, karşı devrimler biçiminde yayılırlar. Hıristiyanlık nasıl Doğu ve Batı Roma’nın dini (Ortodoks ve Katolik) olarak karşı devrime uğramış biçiminde; İslam nasıl Ortadoğu-Akdeniz (Emevi-Sünnilik) ve İran’ın (Abbasi-Şiilik) karşı devrime uğramış biçimlerinde yayıldıysa, Modern toplumun dini (Aydınlanma) da karşı devrimci biçimi olan Ulusçuluk biçiminde yayıldı. Ulusal devletlerin kuruluşları, karşı devrime uğramış bu devrimin (dinin) yayılışlarından başka bir şey değildi.
Ama bu ulusçuluk karşı devrimi de içinde ikinci bir karşı devrim yaşayarak zafer yürüyüşünü sürdürdü. Bir toprak parçasındakileri ulus olarak tanımlayan, dile, dine dayanmayan, nispeten daha demokratik denebilecek ulusçuluk, 1848 devrimlerinden sonra yerini, bir dile, dine, etniye, soya, ırka dayanan ikinci bir karşı devrime uğramış bir ulusçuluğa bıraktı. Birinci tür ulusçuluğun bayrağını işçi hareketi Rusya’daki devrime kadar yüksek tutmaya çalıştıysa da, Rusya’daki Stalinist karşı devrim ile birlikte bu nispeten demokratik denebilecek ulusçuluğu bile sürdürecek güç kalmadı.
Bu karşı devrimci yayılış, insanlığı tüm tarihinden çok daha büyük savaşlar ve acılar içinde kıvrandırdı ve kıvrandırıyor. Post modernizm çeşitliliği ve izafiliği; büyük anlatıların son bulduğu, çok kültürlülük, ötekileştirmemek gibi ortalığı doldurmuş kavramlar, paradigmalar ve fikir akımları son duruşmada, dile dine vs. göre tanımlanmış ulusçuluğun insanlığı ve tek tek ulusal devletleri bile krize sokan bukağılarından kurtulmak için el yordamıyla, çocuksu arayış çabalarından başka bir şey değildir.
Böyle genel ve tarihsel bir bakış açısından, Taksim’deki Gezi Parkı vesilesiyle başlayan ve ansızın tüm Türkiye’ye yayılan hareketler de, Öcalan’ın Ekolojik Demokratik Toplum, Demokratik Özerklik arayışları da, Ermeni Katliamları, Mübadelelerin tekrar gündeme gelmeleri de aynı el yordamıyla arayışların farklı görünümlerinden, aynı tarihsel eğilimin dışa vuruşlarından başka bir şey değildir.
Bu nedenle dün gittiğim 15 Haziren 1915’te İstanbul’da idam edilen, yirmi Ermeni sosyalistinin Türkiye’de ilk kez Sosyalistlerce anılması ile Taksim’de direnenler veya Öcalan’ın kitapları aynı arayışın değişik görünümleridir.
Bu arayış, devrimi kaybettiği yerde bulacaktır. Aydınlanma, karşı devrime uğramadan önce, eski dünyanın dinlerini toplumsal örgütlenmenin dışına atmak için, bir özel (İnanç) ve politik ayrımı yapmıştı. Bu ayrımı uluslara yapıp onları da dinlerin yanına attığı an, kaybettiğini bulacaktır.
Bu ayrıt devrimciydi o zaman.
Ama karşı devrim de tam bu ayrıma dayanmıştı, politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesini getirerek ve politik olanın alanını genişleterek. İkinci karşı devrim de politik olanla ulusal olanın çakışmasına dayanarak, ulusal olanın bir dille veya dinle çakışması, ulusun bunlarla tanımlamasıyla gerçekleşmişti.
Devrim de kaybettiğini buralarda bulacaktır. Ulusal olanın bir dille, dinle, tarihle vs. çakışmasını terk ettiğinde ikinci karşı devrimi; ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesine son verdiğinde de tüm karşı devrimci biçimlerinden arınacaktır.
Ondan sonra, ulusal devletlere son vermiş bu dünya cumhuriyetinde, ilk anlamıyla devrim, yani sınıflar ve sınıf mücadelesinin aşılması ve egemen ve üst sınıfların varlığına son verilmesi, bu süreç içinde kendiliğinden gerçekleşmiş olanın basit bir formaliteyle tamamlanması sorunu alacaktır.
Çünkü devrimleri sınıflar yapmaz, dinler yapar; ama yine dinleri başarıya ulaştıran ve yayanlar dünyanın ezilenleri ve ücretlileri olacaktır. Bu nedenle tarihte ilk kez bir devrim kendi içinde bir karşı devrime uğramadan başarısını ve yayılışını sürdürebilecektir.
Aslında ücretliler bu devrime ayaklarıyla oy veriyorlar. Dünyadaki hudutları bin bir yoldan aşıyorlar. Bu yollar profesyonel sporcularınki (gladyatörler) gibi şöhret ve servetle döşenmiş olabileceği gibi; gemilerin ambarlarında sidik ve ter kokularıyla da dolu olabilmektedir. Aydınların bilinçsiz post modern arayışlarının; emekçilerin ayaklarıyla oy verişlerinin programı, ulusları ve ulusçuluğu tüm biçimleriyle, eski dinlerin tıkıldığı yere, özel veya inanç denen yere tıkmaktan başka bir şey değildir.
Marksizm (Sosyoloji) bu bilinçsiz hareketin bilinçli programını yazmış; klasik Marksizm’in tarihi sınıflar mücadelesi tarihi olarak yazarken, burjuvazinin ufku ve devrim kavramı içinde bulunduğunu; ama şimdi tarihi dinler tarihi olarak yazarken, aynı zamanda yeni bir din olduğunu ifade etmiş bulunuyor.
İşçilerin ayaklarıyla; aydınların kafalarıyla arayışları, kendini yenilemiş, kendi hataları önünde sonuna kadar gerilemiş ve o gerileyişten aldığı enerjiyle “haydi artık atla” demiş Marksizm’le buluştuğu gün, insanlık ilk dünya çapında devrimini yaşayacaktır.
Bu buluşma gerçekleşmez veya gecikirse zaten insanlık var olmayacak demektir.
Yaşanan anı anlamak için böyle bir perspektiften bakmak gerekiyor. Bu bağlamda şu iki hafta boyunca Türkiye’de yaşananlar elbet bir devrim değil, el yordamıyla bir devrim arayışlarından başka bir şey değildir.
*
Ama devrim kavramının başka kullanımları da vardır.
Doğrudan hiçbir siyasal sonucu olmayan veya sonuçları çok sonra ve dolaylı olarak görülebilecek, ama günlük ilişkilerde, toplumsal yaşamda ve üretimde çok önemli alt üstlüklere yol açan tekniğe ve üretime ilişkin değişiklikler için de kullanılır. Sanayi devrimi, Fordist Devrim, Dijital Devrim gibi.
Bir de bu gibi değişikliklerin yol açtığı kültürel değişikliklerin var olan siyasi biçimi değiştirmeden ama anlayışlarda, toplumsal ilişkilerde değişikliklere yol açan devrimler var. Fordist üretim ve bunun zorunlu kıldığı Keynezyan ekonomi ve sosyal devletin ürünü olan 1968 hareketleri ve devrimci kabarışı gibi.
Bu iki haftalık devrimci kabarışın böyle bir yanı da var elbette. Erdoğan, eğitime bunca yatırım yaptım, ekonomi iyi gidiyor, bunca ağaç diktim bu isyan niye diye bağırıyor ve tam da bu isyanın 68’e benzer bu yanını anlamıyor ve görmüyor. 68’liler de savaş sonrası refahının çocuklarıydı. Eski sistemin işleyişi insanları boğuyordu ve her zaman olduğu gibi bunu en çok hisseden gençlerdi.
Ulusçuluğun dile dayanan biçimde yayılmasının da böyle bir yanı vardır.
Uygarlık öncesinde yazı yoktu. Kimse okuma yazma bilmezdi.
Klasik uygarlıklarda devlet işleyişi için bir dil ve yazı gerekirdi. Üretmen küçük üreticilerin okuma yazma bilmesine gerek yoktu. Bu nedenle bazıları okuma yazma bilirdi. Yazı kutsaldı.
Modern kapitalist uygarlıkta, özellikle sanayi devriminden sonra ise, üretim için okuma yazma gerekir. Herkes okuryazardır. Bu standartlaşma için en ucuz biçim bir dilin standart dil olmasıdır. (Dile dayanan ulusçuluğun karşı devrimi sanayi devriminin ortaya çıkardığı bu ihtiyacı kullanmıştır kendini meşrulaştırmak için.  Standart veya ortak bir dil, ana dilini öğrenme hakkıyla çelişmez aslında ve ulusu tanımlamak için bir koşul olmamasına rağmen bütünüyle politik ve sınıfsal nedenlerle öyle gösterilmiştir.)
Bu nedenle okuma yazmayı yaymaya çalışan idealist öğretmenlerden, (Aytmatov’un Öğretmen Duyşen’lerinden, Mahmut Makal ya da Köy Enstitülülere kadar) 68’in isyancılarına kadar hepsi, kendilerini öznel olarak nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, kapitalizmin bu türden devrimlerinin ihtiyacı olan kültürel ve siyasi reformları gerçekleştirmenin araçları olurlar.
Şu birkaç haftalık bir direnişin böyle bir yanı da vardır elbette. Hiçbir başarıya ulaşamasa bile, Türkiye’deki kapitalizme daha uygun, onu daha esnek kılan özellikler kazandıracaktır siyasal ve kültürel yapıya. Aynı işlevi Türkiye’nin 1968’leri de görmüştü. Türkiye ve Kürdistan, bugün hala diğer Ortadoğu ülkelerine göre daha Avrupai bir siyasi ve kültürel ilişkiler gösteriyorsa, bunu Türkiye’de bir 68’in yaşanmış olmasına borçludur. 68’liler Türkiye’de de, dünyada da yıkmak istedikleri sistemin ömrünü uzatan ve ona esneklik kazandıran bilinçsiz aracıları oldular. Doğu Avrupa’yı ve Sovyetler’i yıkan Reagan’ın silahlanma projeleri değil, 68’in batıdaki sisteme kazandırdığı esneklikti. 68 Kapitalist Batı’ya karşı, onun sonunu getirmek isteyen bir hareketin söylemine sahipti ama gerçek tarihsel işlevi “Sosyalist” Doğu’nun sonunu getirmek oldu.
Bu hareket de örneğin yıkmak istediği Erdoğan ve AKP iktidarını esnekliğe zorlayarak ve onu bu özelliği kazandırarak onun ömrünü uzatan bir etki yapabilir. Tabii ayrıca Türkiye’nin kültürel ve siyasi ortamında zaten derin izler bırakacak ve Türk kapitalizmine bir esneklik ve dinamizm de kazandıracaktır. Hatta günlerce Türkiye’yi dünya gündeminin başına çekerek; ancak Batı’daki modern ve şehirli ayaklanmalardaki türden görüntüleri dünyaya taşıyarak, Turizm patlaması ve Türkiye’nin kültürel etkisinin artmasına da hizmet edecektir. Bunu istemese de ve böyle bir amacı olmamasına rağmen. Türk filimler daha bir ilgiyle izlenecek. O filmlerin mesajları, dilleri değişecek, bunlar daha etkili olmasına, daha geniş pazarlara açılmasına yol açacaktır. Türk yazarlar daha çok çevrilecek, Türkiyeli Müzik grupları daha çok duyulacaktır vs., vs..
Ama devrim’in bir anlamı daha vardır. Bir din değişimi değildir. İslam’ın ya da Aydınlanma’nın yayılışı gibi. Bir siyasi iktidar değişimine yol açmaz. Sadece milyonlarca insan ilk kez sokağa çıkar. Örneğin 1905 Devrimi denirken devrim kavramı bu anlamdadır.

İlk kez devleti, polisi tanır. İlk kez dayanışmayı tanır. İlk kez kitlelerin muazzam yaratıcılığını görür. En umutsuz ve çıkışsız anlardaki mucizevî kahramanlıkları görür.
Hiçbir şey değişmez ama milyonların dünyaya bakışı, ruh hali, kendine güveni, insanlara güveni vs. değişir. Psikolojik, entelektüel ve kültürel bir devrimdir. Eskilerin deyimiyle bir “Zihniyet Devrimi”dir. Bir genelleme yeteneği; teoriye, genel ve temel olana bir ilgi artışı ortaya çıkar. Enayiler sosyalizmi denebilecek komplo teorileri ve anti semitizmler daha az yer bulur kitapçı raflarında ve basılan kitaplar içinde. Çevrilen kitaplar değişir, konuşulan konular o konuşmalardaki çıkarsamalar, mantıklar.
Elle tutulmaz, gözle görülmez, kar getirmez, paraya çevrilmez. İktidar da getirmez. Sadece muhalefet yaratır. Eski sorulara yeni cevaplar vermez, yeni sorular sorar.
İşte bizim kazancımız da bu olacaktır.
Son iki hafta da böyle bir devrimdi. Milyonlarca insan sokaklara çıktı, polisi, devleti, medyayı;  fedakârlığı, dayanışmayı, kendi gücünü tanıdı. Pek az kuşağa nasip olan, “Tarihte yıldızın parladığı anlar”ı yaşadı.
İşte yazının başındaki “Devrim Günleri”ni bu anlamda kullanıyoruz. Öyle görülüyor ki, bu günlerin sonuna geldik.
Devrim’in ileriye gidecek gücü yok. Birikimi, hazırlığı yok çünkü.
Ama aynı zamanda yoruldu. Günlerce orada durmak; her gün iş çıkışı Taksim’e gitmek ve gaz yemek.
Ayrıca yaz geliyor. Modern kapitalist üretim ve şehir hayatı, işgücünün yeniden üretimi ve bu yeniden üretimin sosyal masraflarının azaltılması için “Tatil”i hayatın biricik amacına çevirmiş durumda.
Ama teslim olmak da istemiyor. Hiç olmazsa dövüşerek yenilmek ve bir gelenek bırakmak; yenilecekse bile, iktidarın alnına bir kara lekeyi çıkmamacasına sürerek, onun zaferini bir Pyrus zaferine çevirerek yenilmek istiyor. Bunu hala yapabilir.
Ama bir pat durumuna, “şerefli bir barış”a da hazır.
Şu birkaç günde birkaç kez, acı yenilgilerin kıyısından döndü.
10 Haziran Pazartesi günü adeta her şey bitmiş görünüyordu. Salı günü eğer işten çıkanlar gelirse yine Taksim Meydanına dayanışmak için, en azından durumu kurtarabilirdi. Daha güzeli oldu. Hem insanlar geldi, hem de Erdoğan, artık saldırı olmaz diyerek gaz maskeleri ve baretlerle devrim günlerinden birer hatıra resmi çektiren ve yaş ortalaması ortalamanın da üzerinde barışçıl bir kalabalığa tam bir düşmanlık içinde gazlarla saldırdı. Sönmek üzere olan ateşe bir kova benzin boşalttı.
Artık hiçbir sonuç alnındaki kara lekeyi silemezdi. Her şey herkesin ve tüm dünyanın gözü önünde olmuştu.
Devrim günleri için bundan sonrası kardan zarardı.
Çarşamba yine karamsarlık egemendi, milletvekilleri geldi, piyano geldi. Saldırı olmadı ve gece atlatıldı.
Perşembe yine karamsarlık. Saraçhane’de 40 otobüs polis bekliyor gibi haberler geliyordu. Vali ve Erdoğan’ın şiddet ve direnişçileri bölmeye ve korkutmaya yönelik salvoları birbiri ardından geliyordu.
Akşam’a yine bir mucize oldu. “Anneler çocuklarınızı alın” diyerek “iyi çocukları” ayırarak direnişçileri bölmek isteyen Erdoğan ve Vali, anaların “aklına karpuz kabuğu düşür”müştü. Analar çocuklarını korumak için geldiler. Zincir yaptılar. Yine kalabalıklar geldi. Yaratıcılık devrime bir hayat öpücüğü daha vermişti
68 Dev-Genç’inin yöneticilerinden arkadaşım Ergun Aydınoğlu’nun bu sabah gördüğüm maili benim de duygu ve düşüncelerimi son derece güzel yansıttığı için, ilgili bölümleri olduğu gibi aktararak, bu başka niyetle oturuluş ama ortaya bambaşka bir şey çıkmış yazıya son verelim.
“gerçekten çok ilginç günler yaşıyoruz... bugün bunu daha da iyi hissettim. bugün akşam üzeri gezi parkında saat 8'e kadar neredeyse herkeste, ''biraz sonra bu iş bitecek, hem de kötü bitecek'' gibi bir hava vardı. ortada parkın bu gece basılacağına ilişkin onlarca söylenti dolanıyordu. farklı farklı kaynaklardan, gümüşsuyu'na, şişhane'ye, mecidiyeköy'e yapılan polis yığınaklarının haberi ardı ardına geliyordu. hatta ''saat 8'de'' diye net bir saat bile söyleniyordu. işin kötüsü gezide kalabalık azdı, ve garip (ya da hiç garip olmayan bir şekilde), ilk günlerde varlıkları çok az hissedilen, 40'lı - 50'li yaşlardaki kadın ve erkekler daha bir görünür olmaya başlamışlardı (yani deneysizlerin bir kısmı çekilip, kaba tabiriyle ''namus bokuna'' bu işe her durumda girmeye kararlı deneyliler daha bir ortaya çıkmıştı.)
ama saat 21'e yakın erdogan'ın gezi parkı platform temsilcilerini ankara'ya davet ettiği açıklandı ve hava aniden değişti. kalabalık yavaş yavaş artmaya başladı ve eski ''devrimci bayram havası'' tekrar geri geldi. simdi eğer platform bir büyük salaklık yapmazsa, bu işi pazar günü, erdogan'ın Kazlıçeşme mitingine Taksim'de aynı saatlerde dev bir mitingle karşılık vererek -üstün durumda- bitirme olanağı doğdu. bakalım artık..
gerçekten tipik devrim günlerinde yaşananlara benzer bir şeyler yaşandığını hissediyor insan. tabii buradan devrim çıkmaz (kürt hareketi katılmadıkça, o da katılmayacak belli...) ama tıpkı gerçek devrim anlarında yaşananlara benzer şekilde yaşanıyor her şey... günbegün her iki tarafın da planları aniden anlamsızlaşıyor, sürekli değişiyor... taraflardan biri son derece güçlü iken, karşı tarafın bir manevrası ile ertesi gün ya da birkaç gün sonra güçsüz duruma düşüyor... devrimci (ya da savunmacı) şiddet ile devrimci barışçıllığın diyalektik bütünlüğü sürekli kendisini hissettiriyor. pazar'a kadar üstünlük bizdeydi, pazartesi'den itibaren gerilemeye başladık. salı akşamı çatışmaları, durumu biraz olsun kurtarır gibiydi. o gece, sanki kalan mevzilerimizi yine de tutabileceğimizi hissettirdik. ama çarşamba akşamı, bir gün öncenin, her şeye rağmen yine de kendine güvenme havasından eser yoktu. o hava, bugün daha da gerilemiş görünüyordu. o kadar ki, sanki artık her şey bitiyor gibiydi. şimdi durum tekrar değişti. erdoğan savunmaya geçmek zorunda, biz de en azından bir atak daha yapmalıyız. ''atak''tan kastettiğim, platformun sloganlarının daha da siyasileştirilerek öne çıkarılacağı, yarın ve cumartesi gecesi gerçekleşecek iki büyük ''şenlik'' ve pazar günü yapılacak dev bir miting... bilmiyorum tabii yapılabilir mi. bunlar olursa, yükseliş momentumu artık düşmüş olan hareketin tatsız provokasyonlarla dağıtılmasının önüne geçilebilir.
biraz spekülatif olacak ama, erdogan'ın bu ani dönüşünde, -parka yapılacak bir baskının bedeli ödenemeyecek kayıplarla sonuçlanması, yeni bir patlama korkusu vs. gibi faktörlerin yanında, bu faktörleri daha da işlevli kılan özel bir baskının varlığının da etkili olabileceğini düşündüm. 17 gündür gerçek muhatabını reddeden adam, birden onları görüşmeye çağırdı. böyle bir baskı, mesela AB çevresinden gelmiş olabilir. tabii ABD'den de gelebilir, ama ABD'nin biçimsel olarak savunabileceği çok müeyyidesi yok.. olanları kullanmaya başladığında da ters tepebilir. oysa katılım müzakeresi yürütülen bir birlik olarak AB aynı  konumda değil. bugün erdoğan, ''Avrupa Parlamentosu'nun kararını da tanımayacağım'' diye bir laf etti. bunun üzerine belki de adamlar kendisine, ''yarın AB dünyasından yetkili birkaç adam ve kadın istanbul'a gelip, taksim platformu ile görüşmeye kalkabilir, ayağını denk al'' dediler...onun da etekleri tutuştu ve dengeler yeniden sarsıldı.
neyse, burada keseyim...
bu akşam biraz uyumam gerek.. (uyuyabilirsem tabii..)
epeydir unuttuk ama bu kez, ''devrimci selamlar'' diye bitireyim!”
14 Haziran 2013 Cuma
14:11

Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: