17 Haziran 2013 Pazartesi

İsyan, Yenilgi ve Gelen Terör

“Ber­lin’de dü­zen hü­küm sü­rü­yor”. Siz bu­da­la zap­ti­ye­ler! Si­zin “dü­ze­ni­niz” kum üze­ri­ne ku­ru­lu­dur. Dev­rim, da­ha ya­rın “zin­cir şa­kır­dı­la­rı için­de” aya­ğa kal­kacak, ve boru ses­leri ile, size deh­şet salacak şu mesajı verecek­tir:
“Var­dım, varım, var olacağım!”
14 Ocak 1919 - Rosa Luxem­burg


Spartakist ayaklanmasının bastırılmasından sonra ve daha sonra Hitler’in faşist kıtalarının ilk tohumları olan “Freikorps”larca öldürülmesinden bir gün önce, Rosa Luxemburg, yukarıdaki satırlarla son veriyordu son yazısına.
Gezi Parkı Direnişi’yle Türkiye’nin tarihinde görülmemiş ölçüde kitlelerin sokağa çıkışı, planlanmamış, kendiliğinden bir isyandı. Herkesi ve kendisini bile hazırlıksız yakalamıştı. Rosa’nın kehanetine uygun olarak, Devrim’in “Vardım, varım, var olacağım!” diyerek ayağa kalkışından başka bir şey değildi.
Yenilgiye mahkûmdu. Sadece hazırlıksız olduğu için değil, İsyan’la oynanmayacağını bilmediği için. Çünkü hafızanın yitirildiği bir dönemde, toplumsal mücadeleler tarihinin derslerini bilmeyen bir kuşakça, çocuksu bir saflıkla gerçekleşmişti.

16 Haziran 2013 Pazar

Direnişin Bayrağı

Sebep ve vesilenin farkını göstermek için verilen klasik bir örnek vardır. Saraybosna’da yapılan suikast Birinci Dünya Savaşı’nın sebebi değil vesilesidir; savaşın sebebi kapitalist ülkelerin arasındaki rekabet, Pazar ve hammadde kaynaklarının paylaşılmasıdır denilir.
Gezi Parkı ve bir parçacık yeşillik uğruna orada gençlerin verdiği mücadele de belki de bir devrime dönüşebilecek bu direnişin sebebi değil vesilesidir. Sebep ise çok daha derinlerdedir. Artık ulusu İslam ve Türklük ile tanımlamış, Kürtleri ve diğer dillerden olanları; Alevileri, diğer dinlerden olanları ve dinsizleri dışlayan ve ezen bu merkezi, bürokratik askeri mekanizma; yurttaşların haklarını onlara lütufmuş gibi gösteren ve onları istediği zaman ve yerde istediği gibi geri alabilen bu devlet ve toplumsal yapıdır.

15 Haziran 2013 Cumartesi

Yapılacak Tek Şey Direniş Kararı Alanları Desteklemektir Direnişin Başarısı İçin Çalışmaktır

İşçiler yine en önde ölenler oldular
Demirci Ethem Sarısülük - İşçiler yine en önde ölenler oldular
Biraz önce forumlarda alınan direniş kararı açıklandı.
Önce yanlış bir algıyı düzeltmek gerekiyor.
Bu kararı alanlar sol örgütler falan değil.
Şöyle bir yanlış algı var: orada çevreci, çiçekçi, böcekçi iyi aile çocukları var da Sol örgütler onların arasına girip veya hiçbir temsile dayanmadan örgütlülükleri ve tecrübeleriyle onları kendi istekleri yönünde yönlendiriyor. Durum bunun tam tersidir.
Örgütlü gruplar, fazla bir etkiye sahip değildir. Orada küçük propaganda çadırcıkları veya masalarından fazla bir etkileri yok ve belki buradan bize de birkaç radikalleşmiş genç düşer havasındadırlar. Ancak büyük olasılıkla tersi olacaktır, sol örgütlerden oradaki kendiliğinden harekete geçişler olabilir. Oradaki canlı hareketin dalgaları bu etkisiz ve küçük örgütleri aşındırır ve parçalar gibi görünüyor.
Öte yandan örgütlü sol gruplar (“Marjinaller”), olaya iyi kötü daha politik ve ülke ölçüsünde güçler dengesi bağlamında baktıklarından, direnişin sürdürülmesi halinde daha geniş güçlere ulaşılması, taktik geri adımlar atılabileceği, direnişin sırf orada kalmak olarak anlaşılmaması, güçlü bir konumda akıllıca manevralar yaparak toplumsal tabanın genişletilmesi gibi bir yaklaşım içindeler. Çünkü ağır yenilgiler tatmışlar, bu devleti ve onun şiddetini daha yakından biliyorlar.

14 Haziran 2013 Cuma

Devrim Günlerinin Sonuna Doğru

Devrim gibi bir şey olacağına dair ilk izlenimimi 31 Mayıs Cuma akşamı Tünel’de edindim.
O akşam Beyoğlu’nda Babil denen bir kültür kuruluşunda on parmağında on marifet olan değerli dostum Mehmet Tekirdağ’ın Kedi Yazısı adlı sergisinin kapanışına gidecektim. Kedi figürleriyle alfabenin tüm harflerini yapmıştı. Oradan da Taksim’e geçerim diye düşünüyordum. Polis’in gazlı saldırılarının haberleri geliyordu.
Kadıköy vapurundaki insanlar üçerli beşerli küçük gruplar halinde, her zamankinden daha az konuşuyorlar. Birbirlerine daha yakın duruyorlar. Bana mı öyle geliyor yoksa gerçekten mi böyle diye düşündüm. Eh bugün Cuma, oralara eğlenmeye gider İstanbullular. Polis’in saldırıları da sürdüğünden bir tedirginlik olabilir diye açıklamaya çalışıyordum.
Tünel. Binenlerin büyük bir bölümü Kadıköy vapurundan inenlerdi. Hıncahınç dolmuştu vagon ve hareket etmesi bekleniyordu. Birden bire genç bir kız, 16-17 yaşlarındaydı sanırsam, “gaza karşı limon var, isteyene verebilirim” dedi. Herkeste bir şok ve sessizlik. Bu şoku ve sessizliği görünce, bütün naifliğiyle

12 Haziran 2013 Çarşamba

Bir Resmi Okumak – Gençlerin Ayaklarıyla Oy Verdikleri Program


Bu resmi iyi okumak gerekiyor.
Dünkü ”Özgürlük Direnişinde Kader Haftası başlıklı yazımız ile bu resmi birlikte okumak gerekiyor.
Yazımızda aynen şunları yazıyorduk:
“Bu direnişe en geniş kitlelerin sahip çıkması ve sahip çıkanların genişlemesi için birtakım somut adımlar atmak gerekiyor.
Bunun için.
·         Kürt Özgürlük Hareketi, tıpkı Newroz’da yaptığı gibi,  bütün güçlerini ve örgütlenme yeteneğini harekete geçirerek tüm Türkiye’de özellikle de Gazi Parkı’nda en geniş katılımla bütün ağırlığını koymalıdır. Kürt hareketine böyle davranması çağrısında bulunuyoruz.
·         Sadece Kürtler değil, tüm Demokratlar, egemen Türk bayrağı ve Atatürk vurgusun geniş kitleleri itici ağılığına karşı, Kürt Bayrağı ve Öcalan posteri taşımalıdır. Bununla paralel olarak, Atatürk ve Türk Bayrağına karşı olunmadığı, onları taşımanın da bir hak olduğu, ama Öcalan Posteri ve Kürt renkleri taşımanın da bir hak olduğu, bu hakkın savunulduğu vurgulanmalıdır.

11 Haziran 2013 Salı

Özgürlük Direnişinde Kader Haftası ve Öneriler

Gezi Parkı Direnişi’yle başlayan ve bir anda bütün Türkiye’ye yayılan eylemler ve direniş bir isyandır.
İsyan olarak başlamasa da, onu gerçekleştiren muazzam kalabalıklar onu öyle görmese ve anlamasa da, devlet ve hükümet tarafından bir isyan olarak görülecek ve değerlendirilecektir. Öyle de değerlendirilmiştir.
Başlangıçta Gül ve Arınç’ın yumuşatarak bölme ve sindirme stratejisi ile Erdoğan’ın cepheden saldırıp ezme stratejisi arasındaki fark, egemen blok saflarında bir çatlama yaratabilir gibi görünüyordu ve yaratabilirdi.
Ancak son derece değerli günler ve saatler heba oldu. Karşı taraf güçlerini toparlayacak zaman buldu.
Şimdi Erdoğan’ın dönüşüyle birlikte bu fark, aynı ezme ve bölme stratejisinin farklı taktik mücadele biçimlerine ve hamlelerine dönüşmüş; hükümet ve devlet kanadında bölünme olasılığı şimdilik ortadan kalkmış görünüyor.
Erdoğan bir yandan taraftarlarını toparlayıp saldırıya hazırlanırken diğer yandan çatlağı kapatarak, Gül ve Arınç çizgisini kendi çizgisine katıp hem kendi cephesindeki bölünme tehlikesini bertaraf ediyor (Bunun sonuçları hemen görüldü. Gül içki yasasını onayladı. Arınç, başbakan bir heyetle görüşecek dedi.) hem de böylece direnişçileri bölecek adımları peş peşe atıyor.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Erdoğan Taksim’in Mesajını Anlamıyor Değil, Çok İyi Anladığı İçin Böyle Davranıyor

Erdoğan’ın konuşmalarına ve tarih algısına dikkat edilirse, onun bütün konuşmalarının ve  çabasının CHP ile DP, AP, ANAP, AKP arasındaki çatışmanın bir devamı gibi ele alma ve tartışmayı bu mecraya çekerek bu tartışmaya hapsetme ve buradan puan toplamaya yönelik olduğu görülür. Neden böyledir? Çünkü AKP’nin temsil ettiği Politik İslam’ın bu varlık koşuludur bu çatışma ve bölünme. Ama sadece onun değil, Kemalist bürokrasinin de. Böyle yaparak, onları da tekrar ayağa kaldırmaya onlara el ve bel vermeye çalışmaktadır. Bu yeterince anlaşılamamaktadır. Erdoğan’ın durumu ve Taksim’de ortaya çıkan hareketi anlayamadığı için böyle yaptığına ilişkin yorumlar yapılmaktadır.
Aslında Eroğan tam da tehlikeyi gördüğü ve durumu anladığı için böyle davranmaktadır. Çünkü Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır. Bunun tarihsel ve sınıfsal kökleri çok derindedir. Erdoğan içgüdüsüyle, sorunun böyle koyuluşu dışında başka bir varoluş koşulu olmadığını gördüğü için varoluş koşulu olan çelişkiyi işleyerek yeni ortaya çıkan tohum halindeki bölünmeyi henüz küçükken ezmeye çalışmaktadır.

9 Haziran 2013 Pazar

Özgürlük Direnişçileri İçin Birleştirici Bir Program Önerisi

Dün, Gezi Parkı’na Hrant Dink Alanı adı verilmesi ve oraya yıkılmış Enmeni Katliamı anıtının yerine bir yenisinin koyulması önerisi yapıldığında, Twitter’de bir arkadaş, bunun gündeme alınmasının doğru olmadığı, esas olarak direnişin amaçların tartışılmasının daha doğru olacağı yönünde bir eleştiri yaptı[1].
Elbette arkadaş haklı olabilir. Ayrıca bunlar birbiriyle çelişmeyebilir de. Arkadaşın bu önerisi ve eleştirisini de göz önüne alarak aşağıda, tartışılması, konuşulması ve görüşlerin olgunlaştırılması dileğiyle bir Demokrasi ve Özgürlükler Programı tartışmasına girilebilir.
Bu program her birinin kendi spesifik amaçlarını alt alta yazmaktan daha öte, onları adeta bir cebirsel formül gibi, her spesifik amacın da kendini bulabileceği bir program olmalıdır. Zaten bunu başardığı takdirde bu hareket toplumda tüm muhalif ve özgürlükçü güçleri toparlayıp kapsayabilir. Aşağıda böyle birk programın nasıl bir şey olabileceği tartışmasına bir giriş, bir başlangıç olabilecek bir program önerisi yer alıyor. Tümüyle reddedilse bile, en azından tartışmalara biz zemin oluşturabilir.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Gezi Parkı'na Hrant Dink Parkı Adını Verelim. Eskiden 1915'te Katledilen Ermenilerin Anısına Yapılmış Anıtı Yeniden Dikelim

Gezi parkı direnişine katılan arkadaşlara bir öneride bulunmak istiyorum. Üzerine düşünelim, tartışalım, bir fikir oluşturalım ve geniş bir destek bulursa uygulayalım diye.
Türkiye'deki özgürlük mücadelesi ileri giderken aynı zamanda daha da gerilere gidip bugünkü keyfiliğin, anti demokratikliğin köklerine de yönelmek zorundadır. Bu geriye bakışta herkes ve gezi parkının özgürlükçü hareketi, ister istemez Ermeni Katliamı ve Anadolu'nun Hıristiyan haklarının yok edilmesi ve sürülmesi gerçeğiyle karşı karşıya gelecektir.
Gezi parkı direnişi hepimizi hızla eğitmektedir. Onlarca yılda kat edebileceğimiz yolları bir iki günde kat ediyoruz. Bunu göz önüne alarak, bir öneri yapmak istiyorum.
Gezi parkında eskiden 1915'te katledilen Ermeniler için bir anıt vardı. Bu anıt yıllar önce kaşla göz arasında yok edildi.
Keza bugünkü Gezi Parkı’nın olduğu yerlerde özellikle Harbiye yönünde bir Ermeni mezarlığı vardı. (Mezarlığın ve anıtın kısa hikayesi aşağıda ek olarak var.)
Bunu göz önüne alarak. Gezi parkını Hıran Dink Parkı olarak adlandıralım ve oraya aynı anıtı yapamayacağımıza göre bütün sanatçı ve heykeltıraş arkadaşlarımızın yapacakları anıtları orada sergileyip en çok beğenileni oraya koyarak, özgürlükçü mücadelemizin tarihsel köklerini de derinle daldıralım diye düşünüyorum.
Köklerimiz ne kadar derinlere giderse, dallarımız o kadar yükseklere çıkar; meyvelerimiz o kadar büyük ve lezzetli olur.

7 Haziran 2013 Cuma

Erdoğan’ın Anti-Demokratik Demokrasi Anlayışı, Azınlıklar ve Ulusçuluk

Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı, sadece içeriği bakımından (İslami ve Türki referanslara dayanması bakımından) demokratik değildir; demokrasi anlayışı bakımından da anti demokratiktir. Erdoğan’ın anlayışını eleştirip yanlış olduğunu söyleyenler de  bu ynlışlığı tanımlamayamamakta ve onu doğru bir noktadan eleştirememektedirler. Çünkü onların demokrasi anlayışı da demokratik değildir.
Demokrasinin anti demokratik anlayışı, genel olarak demokrasinin anti demokratik bir sistemle uyuşabileceği gerçeğini kabul etmez ya da görmezden gelir. Çoğunluğun anti demokratik olabileceğini kabul etmez veya varsaymaz.
Demokratik bir demokrasi anlayışı ise, demokrasiyi sadece azınlık ve çoğunluk ilişkisiyle tanımlamaz, haklarla tanımlar. Hakların ne olduğunu belirlemeyle uğraşır. Çünkü haklar, azınlık ve coğunluk ilişkisi, yani genel olarak demokrasi ilişkisinin dışında kalırlar.

6 Haziran 2013 Perşembe

Kendiliğindenliğe Övgü

(Bu yazı on iki yıl önce yazılmıştı. Bugün her zamankinden taze.)
En kendiliğinden hareketlerin bile, o kendiliğindenlik boyasının altı kazınınca, altından daima isimsiz bir anarşistin, bir komünistin, bir isyancının uzayın sağır boşluklarında yok olup gittiği sanılan unutulmuş çabasının kızıl tortusu çıkar, bir kaç yıl önce ölmüş bir devrimcinin (E. Mandel) dediği gibi.
Bu kızıl tortu, tıpkı bir yağmur damlasının oluşması için toz zerreciklerinin gördüğü türden bir işlev görür kendiliğinden hareketlerin oluşmasında. Bu tortu, hareketin kendisi ya da örgütlü ifadesi değildir ama onun ortaya çıkması için bir tohum, bir katalizatör, bir maya işlevi görür.
Ama bu mayanın da etki gösterebilmesi ancak onun etkiledikleriyle aynı “doku grubu”ndan, aynı “dalga boyu”ndan olmasıyla mümkündür.

5 Haziran 2013 Çarşamba

İnternette Rastladığım Aşağıdaki Mektubun Tüm Türkiye'deki "Gezi Parkı" Direnişçilerince ve Destekçelirence, Direnişin Birinci Hedefi Olarak Kabulünü öneriyorum

Değerli Arkadaşlar,
Aşağıdaki Mektuba bir E-mail grubunda rastladım. Bu mektup, direnişlerin özünü ve somut olarak ifade edilmemiş en temel hedeflerinden birini son derece somut olarak gerçek bir olay üzerinden anlatmaktadır.
Bu mektup, demokratik bir ülkede vatandaşın hakkı ile polisin görevini son derece özlü olarak ifade etmektedir.
Hem demokrasiye sahiplenen ve demokrat ve modern bir yurttaş anlayışının oluşması için; hem bugünkü keyfi ve devleti yurttaşlardan üstün gören cihazın parçalanıp, yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet eden bir devlet cihazının örgütlenmesi gerekliliği  hedefinin tanımlanması için somut ve anlaşılır bir örnek olduğu inancındayım.
Bu metnin, demokratik özlemleri dile getiren “Gezi Parkı” direnişçilerinin amaçlarının birinci maddesi olarak kabul edilmesini öneriyorum.
Elbette bizler şekilsiz bir bütünüz, (iyiki de öyleyiz) bu nedenle oturup bürokratik bir mekanizmayla bunu ortak birinci amacımız olarak kabul edip etmeme yönünde bir karar alamayız. Ama şimdiye kadar direnişimizi kendiliğinden ve el yordamıyla örgütlediğimiz yöntemle, bu bildiriyi 1 nolu amaç bildirimiz olarak seçebiliriz.
Bunun  için yapacağımız, bu bildiriye katıldığımızı belirtip, tanıdıklarımıza dostlarımıza ve sosyal medyaya yönlendirebilir onlardan da aynısını yapmalarını isteyebiliriz. Aynısını küçük masalarda imzalar açarak sosyal medyada da yapabiliriz.
Böylece kendiliğinden, oylamasız ama en demokratik oylamadan daha demokratik bir biçimde, ama bu mektubun bizlerin özlem ve eğilimlerini yansıttığını herkese duyurabiliriz.
Böylece amaçlarımızı er demokratik bir şekilde adım adım şekillendirebiliriz. Onlara sistematik bir bütünlük kazandırabiliriz.
Bir ülkenin demokratik olması için önce yurttaşların demokrat olması ve demokrasiye sahip çıkıp onu savunması gerekir.
İlk adımı böyle atabiliriz.
Bu bir başlangıç olabilir ve denemeye değer.
Desteklenmesi ve yayılması dileğiyle
Tüm demokrasi özlemli direnişçilere sevgiyle
Demir Küçükaydın

3 Haziran 2013 Pazartesi

Neler Olabilir?

Elbet şu saatlerde olayların nasıl gelişeceği bilinmezken olayların gelişimi üzerine bazı tahminlerde bulunmak yanlış görünebilir. Ama yine de ayrıntılara ilişkin değil ama genel gidiş üzerine bir tahminde bulunabiliriz. Güçler ve onların karakterleri üzerinden.
Epeydir birçok kereler yazdığımız bir benzetme vardı. “Şimdi DP iktidarının 1955 sonrasını yaşıyoruz. Önümüzde 27 Mayıs var” diyorduk. Menderes ve Tayyip’in yaptıklarının paralelliklerine dikkati çekiyorduk. Önümüzde, muhtemelen böyle bir süreç var.
Neden böyle olur?
Sosyolojik nedenleri vardır. Sınıfların gücü, karakteri ve çıkarları ile ilgili.
Askeri bürokratik oligarşi (CHP) ile burjuvazi (DP, AP, ANAP, AKP)  birbirlerinin varlığına meşruluk kazandırırlar.
Birincisi, Burjuvazi anti demokratik olduğundan geniş bir demokratik reformlar manzumesiyle en geniş kitleleri birleştirmez ve bu pahalı, baskıcı bürokratik devlet cihazını tasfiye etmez, sadece var olan cihazı kontrolü altına almakla kendini sınırlandırır.
Ama bu cihaz aynı kalınca Askeri Bürokratik Oligarşinin maddi temeli (Bu muazzam baskıcı, merkezi, bürokratik, askeri, keyfi mekanizma) olduğu gibi kalır. Politik gücünü tekrar ele geçirmek için karşı tarafın yıpranmasını ve akılsızlıklarını bekler.
Karşı taraf yine demokratik olmadığından nüfusun bir yarısını karşıya itecek uygulamalara gider. Bu memnuniyetsizlik geri teper. Nüfus içinde az da olsa şehirli ve modern toplumun sinir uçları da şehirler olduğundan nüfus içindeki oranlarından çok daha etkili bu güçler ayağa kalkar.
Karşı taraf da bunu ezmek ve sindirmek için şiddete başvurur. Bu çıkmaz içinde ordu yine bir denge unsuru, bir kurtarıcı olarak geri gelir.
İkincisi, Askeri bürokratik oligarşinin esnektir. Burjuvazi kadar hatta ondan daha esnektir. Bizans iken, Osmanlı ile ittifak kurup, Kendini yenilemiştir. Osmanlı olunca, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Rejim gibi dönüşümlerle muazzam bir esneklik gösterir ve bu güne kadar gelir örneğin.
Bu sefer de aynı esnekliği gösterip ömürlerini bir elli yıl daha uzatabilirler. Bunu yapacak esnekliği ve tazeliği bizzat AKP iktidarı Ergenekon tevkifatlarıyla bu tabakaya sağladı. Zaten bu tabakanın kendisi el ve bel vermeseydi Ergenekon tevkifatları, yani bürokrasinin bağırsak temizliği gerçekleşmezdi.
Nasıl 28 Şubat Politik İslam’a taze kan verdiyse, Ergenekon tevkifatları da askeri bürokratik oligarşiye tekrar esneklik kazandırıp taze kan verdi.
Daha önce, Son birkaç yılda cephenin döndüğünden, Erdoğan’ın artık otoriter ve anti demokratik bir görünüme bürünüp muhalefetin demokrasi savunucusu ve mazlum duruma geçtiğinden söz etmiştik. Şu an bu görünüm iyice pekişmiş duruyor.
Yani şimdi eğer Gül, Arınç gibi Politik İslam’ın kurmayları duruma el koyup Tayyip Erdoğan’ın istifasını sağlayamazlar ve bir tamir hareketine girişmeyi beceremezlerse bu iş darbeye kadar gider. Hem de bir kurtarıcı gibi gelecek bir darbeye kadar.
Ama istifasını sağlayabilirlerse AKP kurmayları, o zaman durumu onaracak, onun attığı adımları geri alacak bir hükümet ile işler sivil bir biçimde bir süre daha gidebilir.
Ancak, bizzat iktidarı kendi elinde merkezileştirmiş olması Erdoğan’ın en büyük handikabıdır. Kendini bir tuzağa düşürmüştür. Çıkarabilecek kimseyi etrafında bırakmamıştır. Onu kimse ikna edip kenara çekecek durumda değildir.
Bu nedenle büyük bir olasılıkla olaylar tırmanmaya devam edecektir.
Çünkü bu noktadan sonra ne direniş geri gidebilir ne de Erdoğan. Erdoğan’ın geri adım atması bitmesi olur. Onun için daha ileri gitmek zorundadır. Ama ileri gittikçe de tepkiler büyüyecektir. Korku sınırı aşıldığından bu iktidarı daha sert davranmaya zorlayacaktır. Ama bu ise mücadeleyi tırmandıracaktır.
Özetle, Erdoğan’ın istifası dışında sivil bir çözüm görülmemektedir.
Ama onu istifaya zorlayabilecek bir mekanizma da yoktur.
Bir olasılık daha bulunmaktadır. Fethullahnçıların AKP’yi bölmesi ve Erdoğan’ın bir anda azınlığa düşmesi. 1960’ların sonunda Demirel’in AP’sinde bu olmuştu.
Fethullah ve CHP görüşmelerine dair söylentiler bunun olabileceğini de göstermektedir.
Şimdi Taraf, Zaman, Gül, Arınç, İstanbul Belediye Başkanı Topbaş, Milli Eğitim Bakanı, Ertuğrul Günay vs. hepsi Erdoğan’a cephe almış bulunuyor. Tecrit durumda.
Bu Politik İslam’ın içinden bir çözüm çıkmazsa, bu iş darbeye gider.
Şu ana kadar bir şans eseri ölüm olmadı.
Ancak bu şiddet bir süre sonra onu da getirecek. O zaman bu işin şehitleri de olacaktır.
Bu gidişle bir darbe gelir. Hem de Erdoğan’ın en güvendiği generalleri yapar. Allende de bir takım güvenilir generaller getirmişti ve onlar onu yıkmıştı.
O zaman ne olur?
Bu kurtarıcı, bir denge rejimi olur. Tekrar prestiji ve gücü elinde bulunduracağından hükümeti kısa zamanda parlamentoya iade eder. Muhtemelen Kürtleri de sisteme entegre edecek bir anayasa yapar. Yani 27 Mayıs’ın ikinci bir versiyonu. Hatta Öcalan başbakan bile olabilir.
Nasıl Bizans Osmanlı aşısıyla ömrünü bir dört yüz yıl daha uzattıysa Kürt aşısıyla en azından bir kırk yıl daha uzatır.
Tıpkı Roma-Bizans’ın aldığı Osmanlı aşısıyla Doğuda hızla gelişmesi ve iki yüz yıl önce Selçuk aşısı alarak kendisini Ege sahillerine kadar kovalayan İran’ı ta bugünkü sınırlara kadar sürmesi gibi. Kürt aşası almış, parlamentoyu da ayıbını örten bir asma yaprağı olarak ayıp yerinin üstüne koymuş Türk-Kürt askeri bürokratik oligarşisi de, mezhep ve aşiret çatışmaları içinde bunalmış Suriye ve Irak halkına da bir kurtarıcı gibi görünüp, Bağdat ve Şam’a kadar yayılabilir.
Tarih bu işlerin genellikle böyle yürüdüğünü gösteriyor.
Bir mucize olur da İşçi Sınıfı tarihsel uykusundan uyanır ve unuttuğu demokratik ideallerini yeniden kazanırsa. Orta doğunun Prusya tarzı birliğinin yerini, Devrimci Demokratik bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti alabilir.
Ama şu an bu olasılık nerdeyse sıfır.
03 Haziran 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın



2 Haziran 2013 Pazar

Kürt Hareketi ve Taksim Direnişi (“Gezi Parkı” Direnişi Notları ve Dersleri – 2)

Kürt hareketi yıllarca Türkiye’de demokratik mücadelenin yükün adeta tek başına zayıf omuzlarıyla yüklendi, adeta mucizevi işler başardı. Ama tam da okyanusu geçip de derede boğulmak gibi bir durumla karşı karşıya şimdi. Türkiye tarihinin en önemli ve kapsamlı, demokratik karakteri apaçık olan halk ayaklanmasında oyunun dışında kalıp deklase olma tehlikesiyle dolayısıyla bu hareketin demokratik karakterinin de amortize olup, buharlaşmasına vesile olabilir.
Yirmi yılların iki günde aşıldığı şu günlerde, Kürt hareketinden iki tane beyanat görüldü. Biri Ahmet Türk’ün diğeri Selahattin Demirtaş’ın. İkisi de sınıfta kaldı.
İşte A. Türk’le ilgili gazete haberi:
“Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk, Gezi Parkı protestolarını değerlendiren bir açıklama yaptı.
"Halkın taleplerini görmezden gelirseniz özgürlükler gelemez" diyen Türk, hükümetin sokaktan yükselen sese kulak vermesi gerektiğine işaret etti.
Türk, eylemler sırasında BDP'li Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in yaralandığını da hatırlatarak kendisine ve bütün yaralılara geçmiş olsun dileğinde bulundu.”

1 Haziran 2013 Cumartesi

"Gezi Parkı" Direnişi Notları ve Dersleri

Aslında biraz uzunca bir demokratik birikim ve hazırlık yapılmış olsa bir demokratik devrime bile yol açabilecek saatlerde yaşıyoruz.
Ama Demokratik bir Devrim olmayacak, olamaz. Çünkü bu birikimi ve hazırlığı yok.  Örgütsel değil, fikri hazırlığı yok her şeyden önce. Michelet Fransız İhtilalı Tarihini anlatırken, devrimin aslında çok önceden nasıl kafalarda olgunlaşıp gerçekleştiğini çok güzel anlatır.
Devrimler önce insanların kafasında olur, sonra gerçekleşirler. Türkiye’de insanlar henüz demokrat değil. Bu nedenle olmayacak.
Ama olaylar demokratik bir devrimin olabilirliğinin bir göstergesi ve belki bir habercisi.
*
Mısır’da Tahrir’de olanları El Cezire’nin canlı yayınlarından izleyerek neredeyse dakikası dakikasına yorumlar yapmış, sonradan neredeyse hepsinin doğruluğu ortaya çıkan, öngörülerde bulunmuştuk. ( http://demirden-kapilar.blogspot.com/2011/02/msr-tahrire-uzaktan-yorumlar-ve.html )
O zaman olaylardan çok uzakta çok dolaylı bilgilere dayanıyorduk ve yazdıklarımızın dil farkı nedeniyle herhangi bir şekilde olaylar üzerinde etki yapması olasılığı neredeyse sıfırdı.

30 Mayıs 2013 Perşembe

La İlahe İllallah

“Allah’tan başka tanrı yoktur! ”
Her kabilenin (komünün) genellikle kendisinin soyundan geldiğine inandığı “put”unun (toteminin) olduğu bir toplum yapısı, Sasani ve Bizans imparatorluklarının çürümesi nedeniyle tıkanmış Orta Yol’dan Güney Yolu’na kaymış dünya ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine şehirlerinde her yerde olduğundan daha fazla var olan iktisadi ilişkilerle çelişki içindeydi. Bir yanda o zamanın ölçüleriyle dünya ticareti (“katar katar kervanlar” (Kuran)), diğer yanda kendi kabilesinden ötesini görmeyen, her birinin ayrı hukuku olan, her kabilenin birbirine düşman ve kan davalı olduğu bir toplumsal yapı.
Allah’tan başka tanrı olmadığını söylemek, bu toplumun, artık onun yaşama ve gelişmesi önünde katlanılmaz bir engel haline gelen kandaşlığa, yani totemlere, putlara dayanan üstyapısını parçalamak; onun yerine tüm insanların aynı tanrının yarattığı Adem ve Havva’dan geldiğini, dolayısıyla eşit ve kardeş olduğunu söylemek; hepsini aynı hukuka bağlamak, aynı toplum tanımı içinde birleştirmek anlamına geliyordu.
Kâbe’deki putların parçalanması veya yakılması; her kabilenin kendisinin soyundan geldiğini kabul ettiği totemlerin yıkılmasının o günkü somut anlamı, kandaşlık ilişkilerinin, aşiret yapısının yıkılması; totem ya da kan kardeşliği yerine; tüm insanların kardeşliğine inananların kardeşliğinin geçirilmesiydi. (Yapılanın bu günün dünyasındaki karşılığı, insanlığın ayaklanıp bütün ulusal devletleri ve onların Kâbe’si olan Birleşmiş Milletleri ve oradaki bayrakları yakması ve yıkması olabilir. Ve bugünün dünyasında bu çok daha gerekli ve mümkün.)

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm

Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır. Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler, İslam ve Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa çevirenler ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar” ve “Müslümanlar”dır.
Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt olduklarında böyle anlaşabilmeleri bile zıtlıktan çok daha büyük bir ortaklık içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısını paylaşmaları, bizzat onların bu iddialarının  kendisiyle, kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Şunu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.
Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.
Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler, birbirlerinin zıttı oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin ortaklığının bir ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve farklı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bu günün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Din Nedir?

"Modern Toplumun Dini"nin (Ulusların ve ulusçuluğun)
din tanımına göre  Dünya Dinler Haritası
Bizim son yıllarda yazdığımız yazıların ardındaki temel önerme, yani din, bir inanç, bir ideoloji, bir “üstyapı kurumu” değildir; tümüyle üstyapıdır, üstyapının kendisidir, üstyapının somut biçimidir önermesi, hem artık insanlar Marksizm’i bilmedikleri, hem de kendileri bizzat modern toplumun dininden oldukları için anlaşılmaz olarak kalıyor.
Dolayısıyla bu önermenin, bu güne kadar bütün bildiklerimizi alt üst eden ve onlara gerçek sosyolojik anlamlarını veren özü de kavranamıyor. Bu yazıda kolay anlaşılır biçimde bu önermenin önemini, anlamını ve alt üst edici sonuçlarını açıklamayı deneyelim.