Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasi anlayışı, sadece içeriği bakımından (İslami ve Türki referanslara dayanması bakımından) demokratik değildir; demokrasi anlayışı bakımından da anti demokratiktir. Erdoğan’ın anlayışını eleştirip yanlış olduğunu söyleyenler de bu ynlışlığı tanımlamayamamakta ve onu doğru bir noktadan eleştirememektedirler. Çünkü onların demokrasi anlayışı da demokratik değildir.
Demokrasinin anti demokratik anlayışı, genel olarak demokrasinin anti demokratik bir sistemle uyuşabileceği gerçeğini kabul etmez ya da görmezden gelir. Çoğunluğun anti demokratik olabileceğini kabul etmez veya varsaymaz.
Demokratik bir demokrasi anlayışı ise, demokrasiyi sadece azınlık ve çoğunluk ilişkisiyle tanımlamaz, haklarla tanımlar. Hakların ne olduğunu belirlemeyle uğraşır. Çünkü haklar, azınlık ve coğunluk ilişkisi, yani genel olarak demokrasi ilişkisinin dışında kalırlar.
Demokrasi konusundaki bu kafa karışıklığı çok yaygındır ve bu nedenle Erdoğan’ın demokrasi anlayışına tutarlı ve kapsayıcı bir eleştiri yapılamamakta, onun anti demokratik bir demokrasi anlayışına sahip olduğu gösterilememekte ve konu haklar sorununa getirilememektedir. Çünkü Erdoğan’ın dile getirdiği anlayışa karşı çıkanlar da demokrat değildirler. Eleştirdikleri onun demokrasi anlayışı değil, onun somut uygulamalarıdır.
Konunun daha iyi anlaşılmasına bir katkı olması için bundan on üç yıl önce yazdığımız bir yazıyı koyuyoruz.
06 Haziran 2013 Perşembe
Azınlıklar ve Demokrasi
Demokrasiyi savunanların çoğunda, demokrasinin gericilikle, şovenizmle, ırkçılıkla bağdaşmayacağı yönünde yanlış bir anlayış vardır.
Sanılanın aksine, Lenin’in de dikkati çektiği gibi, “demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.” Hiç unutmamak gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkarcı ve şoven politikalara oy verdi.
Demokrasi, “ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim” olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı bile alabilir son derece demokratik olarak. İlk bakışta bu ifade çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldürme kararı. Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik, ırkçılık vs. ile gayet güzel uyuşabilir.
Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu, bu hakkın garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, çoğunluk yasa dışına düşmüş olur. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir. Demokrasi özünde çoğunluğun böyle bir kararı alamamasıdır.
Demokrasinin, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir.
Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara kısıtlamalar getirilmesinin, yani hakların tanınmasının ve genişletilmesinin tarihidir.
Bu gün Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilinde eğitim, öğrenme, konuşma ve geliştirme haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın dilleri hakkında bir karar alamaz.
Böyle bir demokraside bir tek kişi için dahi, ana dilini öğrenmesi için öğretmen, mahkemede ona tercüman bulmak gerekir.
Bu gün Avrupa ülkelerinin çoğunda, birçok azınlığın kimi hakları böyle garantiler altına alınmış bulunuyor. Örneğin sakatlar, eşcinseller, sigara içmeyenler, yaşlılar, çocuklar, uyuşturucu bağımlılığı olanlar vs. çoğunluğun karar alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyor. Örneğin çoğunluk eşcinsel olmasa ve bunu bir hastalık olarak görmeye devam etse de, kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor ve dayatamıyor. Çünkü demokrasinin demokratik bir anlayışı var ortada. Özürlüler, merdivenlerin yanında, tekerlekli sandalyenin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler talep ediyor. Çoğunluk “hayır, vergilerimizi küçük bir azınlığın talebine harcayamayız” diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir.
Demek ki, bir takım hakların ilke olarak dokunulmaz, çoğunluk tarafından karar alınamaz olarak tanımlanması gerekiyor gericiliğin aracı olmayacak bir demokrasi için.
Ama bunun için de ilk başta çoğunluğun bu haklar için mücadele etmesi veya bunları kabul etmesi ve ettirmesi gerekir.
*
Tabii burada şu soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da çoğunluk, belli ilkeleri kabul ederek, karar alma hakkını sınırlıyor?
Bir kere bu hakların ve ilkelerin hepsi belli mücadeleler sonunda çoğunluk tarafından kabul ediliyor.
Peki, azınlık çoğunluğu buna nasıl zorluyor? Nasıl oluyor da gücü yetiyor?
Elbette, bu kabullerde, geleneklerin, yerleşik değerlerin, yaygın anlayışların bir yeri var. Ama işin bir de “ekonomi politiği” var. Bütün bu kabuller öyle kolay olmuyor. Azınlığın çoğunluğu bu hakkı tanımaya zorlaması ve tanıması için uzun direniş ve mücadeleleri gerekiyor.
Buna rağmen nasıl oluyor da azınlık çoğunluğa galebe çalıp hakkını ona kabul ettirebiliyor?
Burada şöyle bir yasanın varlığı seziliyor: Azınlığın direnişinin sonuçlarının, o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce, çoğunluk razı geliyor ve genellikle o haklar bir ilke haline dönüşüyor.
Azınlıkların haklarının tanınması konusunda ikinci bir tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınır ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir.
Bu nedenle iktisadi kriz dönemleri bu hakların yitirildiği dönemler olur, Alman faşizminde olduğu gibi örneğin, yani çoğunluk, çoğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir.
Burada da yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla olmasının önemli bir rol oynadığı seziliyor.
Yani azınlık hakları ile, toplumdaki refah düzeyi arasında bir ilişki bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eğilim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna ekleniyor.
*
Bu bağlamda “ulusal azınlıklar” konusuna da kısaca değinmek gerekiyor. Son dönem tarihine baktığımızda iki dönem ve iki eğilim görülür.
Birincisi, dile ve dine dayanan ulusal devletlerin oluşması ve bunların bütün yeryüzünü kaplamaları dönemi. Bunu 1848 devrimleri sonrasında başlamış kabul edebiliriz. (Amerikan ve Fransız devrimlerinden 1848’e kadar geçen dönem, toprağa dayanan nispeten daha demokratik bir ulusçuluk dönemi olarak kabul edilebilir.)
Bu dönemde, azınlıkların hakları pek gündeme gelmemektedir. Standartlaşma, dolayısıyla azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok edilmesinin; modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun belirleyici olduğu görülüyor. Bu eğilim sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde zirvesine ulaşıyor. Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor.
İkincisi son on yıllarda görülen dönem ve tersi bir eğilim. Şimdiye kadar geçen dönemde, bu standartlaşma sağlandığından (bu büyük ölçüde bir dil birliğidir), bu sorun artık kapitalist üretimin işleyişi için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir devlet, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Başka dil ve dinlerden azınlıklar var olmaya devam ediyor. Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir örnek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde ama daha farklılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor.
Bu durumda, eski standartlaşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun yerine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakımından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir.
Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulusal devlet anlayışı yerine, 18. Yüzyıl uluslaşmalarında, örneğin Amerika’da, olduğu türden, dil ve kültürü politik alanın dışına iten, ulusu başka ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin ilk doğum döneminin;,daha demokratik oldukları dönemin, anlayışlarının yeniden itibar kazanmasına yol açıyor.
Ancak bu eğilim tam bu demokratik biçimiyle ortaya çıkmıyor. Ulusun genellikle bir dil ile tanımlanmasına son verilmiyor, ama eskiden bir sorun olarak görülen farklılıklar artık bir “zenginlik” olarak görülerek, onlara bir takım “Azınlık hakları” veriliyor.
Bu tam bir demokratik dönüşüm anlamına gelmez.
Gerçek demokratik bir ulusta ise, çoğunluk yok edilirdi. Çoğunluk yok olunca, (yani örneğin ulus Türklükle veya Türk diliyle tanımlanmayınca, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olunca) çoğunluk olmadığı için azınlıklar da olmazdı.
Aslında “çok kültürlülük” gerici ulusal devleti, yani ulusun bir dille, dinle vs. tanımlanmasını sürdürmek için onu esnetmek ve reforme etmekten başka bir şey de değildir.
Demokratik bir ulus ise, ulusu her hangi bir dille, dinle tanımlamaya karşı tanımlar ulusu.
Bu açıdan bakınca, bu günün Türkiye’sindeki temel mücadele bu ulusçuluğun eski biçimi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir.
Türkiye Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır.
Sorun şudur: Ulus dille ve dinle tanımlanmaya devam edip, çoğunluk olmayan dillerin tanınması biçiminde bir çözüm mü?. Yani bu günkü gerici ulusu ve devleti reforme eden bir çözüm mü?
Yoksa ulusu ve devleti bir dille veya dinle tanımlamaya karşı tanımlayan,dil konusunda ve din konusunda çoğunluğu, dolayısıyla çoğunluk ve azınlık ilişkisini yok eden, sorunu bir hak olarak koyan devrimci bir çözüm mü?
Biz ikincisini savunuyoruz yıllardır.
B:ugün Türkiye ve Kürdistan’daki ve hatta orta doğudaki bütün hareketler ise henüz hala birincisini savunuyorlar. Bu nedenle henüz yeterince ve tam demokrat değiller. Sadece demokrasi anlayışlarıyla değil, savundukları (daha doğrusu savunmadıkları) hakların içeriğiyle de.
06 Ekim 2000 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder