Sebep ve vesilenin farkını göstermek için verilen klasik bir
örnek vardır. Saraybosna’da yapılan suikast Birinci Dünya Savaşı’nın sebebi
değil vesilesidir; savaşın sebebi kapitalist ülkelerin arasındaki rekabet,
Pazar ve hammadde kaynaklarının paylaşılmasıdır denilir.
Gezi Parkı ve bir parçacık yeşillik uğruna orada gençlerin
verdiği mücadele de belki de bir devrime dönüşebilecek bu direnişin sebebi
değil vesilesidir. Sebep ise çok daha derinlerdedir. Artık ulusu İslam ve
Türklük ile tanımlamış, Kürtleri ve diğer dillerden olanları; Alevileri, diğer
dinlerden olanları ve dinsizleri dışlayan ve ezen bu merkezi, bürokratik askeri
mekanizma; yurttaşların haklarını onlara lütufmuş gibi gösteren ve onları
istediği zaman ve yerde istediği gibi geri alabilen bu devlet ve toplumsal
yapıdır.
Kürt mücadelesi esas olarak ulusun bir dille, etniyle
tanımlanmasına, bunun sonuçlarına bir direnişti her şeyden önce. Bunun merkezi,
kırlar, dağlar ve Kürtlerin yoğun yaşadığı illerdi.
Bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibi, hiç kimsenin
beklemediği yerde ve anda ortaya çıkan şimdiki direniş ise bir bakıma ulusun
İslam’la tanımlanmış yanına ve bürokrasinin Türklüğe ağırlık veren, İslam’ı ona
yamayan ulusçuluğuna karşı; Anadolu Burjuvazisinin İslam’a ağırlık veren
Türklüğü İslam’a yamayan ulusçuluğuna bir direniştir. Bunun popüler dildeki
karşılığı yaşam tarzı ile ifade edilmektedir. Fakat aslında ikisi de politik
olanın nasıl tanımlandığına ilişkin olduğundan, aynı ulusal sorunun farklı iki
görünümünden baka bir şey değildirler.
Şimdiye kadar sistem bu iki direnişi birbirine karşı kullanarak
varlığını sürdürdü. Şimdi ilk kez bunların birleşmesi ve var olan sistemi
kökünden değiştirmesi olanağı ortaya çıkıyor.
Bu özlemler ve direnişler ancak demokratik bir program ve
bayrakla birleşebilir. Ne var ki, bu program ve bayrağın ne olabileceğine dair
yeterince düşünsel bir hazırlık yapabilmiş değillerdir.
Ancak devrim dönemleri, yirmi yılların yirmi günlerde
aşıldığı dönemlerdir. İnsanları kendi denemeleriyle hızla eğitirler. Bu
nedenle, bu açığı böyle pratikte, eylem içinde kapatma olasılığı hiç yok
değildir.
Bu iki farklı kökenli demokratik özlem, gerek tarihsel gerek
güncel nedenlerle birbirine karşı kuşkuludur. Aleviler ve şehirliler, Kürt
hareketinin bir barış yapmasının İslam’la ulusu tanımlayan AKP’nin güçlenmesine
hizmet edebileceğinden çekindikleri için, barış sürecine karşı soğuk
kalmışlardır.
Kürtler de, aslında İslam’la tanımlanmış bir ulusçuluğa
karşı direnişin de sembolü olan Atatürk ve Türk bayrağı sembolleri ve diğer
sınıfsal ve kültürel özellikleri nedeniyle Türkiye’nin tarihinde hiç görmediği
bu büyüklük ve derinlikteki bu direnişe benzeri bir kuşku ve güvensizlikle
bakmışlardır.
Bu direnişin nasıl bir mecraya döküleceğini ve izleyeceği
yolu bu iki temel gücün ve çelişkinin aşılıp aşılamayacağı belirleyecektir.
Eğer aşılamaz ve bu direnişler ortak bir bayrak ve program etrafında
birleşemezse, bu direniş AKP’ye bir direniş olarak kalır, dar sınırlarını aşıp
geniş Kürt ve Müslüman kesimleri kendi bayrağı etrafında toplamayı başaramaz. Gücünü
kısır bir AKP karşıtlığı içinde tüketir. Bu da muhtemelen sonu “kardeş kavgası”na
son verme bahanesiyle gelecek, herkesin ölümü görüp da sıtmaya razı olacağı,
bir darbe ve askeri bürokratik oligarşinin tekrar gücünü ve itibarını kazandığı
bir rejimle son bulur. Yani bugünkü sistem aynen devam eder.
Bunu amaçlayanlar başından beri bu büyük özgürlükçü direnişi
bir AKP karşıtlığına indirgemek isteyen kimi CHP’li ve ulusalcı çevreler
oldular.
Başından beri Atatürklü Türk bayraklarıyla (Atatürk
Müslümanları, Türk Bayrağı Kürtleri dışarıda tutmaya yarar), sırf AKP karşıtı
parolalarının direnişin parolaları haline getirerek direnişi yönlendirmeye
kalktılar.
Direniş ulusalcıların bu çabalarına hemen hemen hiç olumlu
bir yankı göstermedi. Onları itmedi, dışlamadı ama sahiplenmedi de. Hatta
“Mustafa Keser’in Askerleriyiz” parolasıyla bunları yanlış bulduğunu onlara
hatırlattı.
Aynı çevreler sürekli olarak gerek Müslümanların gerek
Kürtlerin bu direniş saflarında yer almalarını engellemek için ellerinden
geleni yaptılar. Örneğin Sırrı Süreyya’nın konuşmasını engellediler. Anti
Kapitalist Müslümanların Cuma Namazını engellemek istediler.
Ama her iki engelleme çabası da sınırlı kaldı. Yeterince
büyük bir katılımla olmasa da Cumalar kılındı, kandiller kutlandı. Öcalan’ın
selamları, Kürt ve Tük bayraklarıyla birlikte mücadele eden direnişçilerin
resimleri, Sırrı Süreyya’nın direnişin ilk başlatıcılarından ve sembollerinden
biri olması.
Böylece Direniş birleştirici özelliğini korudu. “Her yer taksim her yer direniş”, yani
direnişi tüm ülke safına ve en geniş saflara yayalım sloganı ile “Faşizme karşı omuz omuza”, yani anti
demokratik, baskıcı, keyfi idareye karşı kim olursan ol safımıza gel sloganı
kendini kabul ettiren atıldığında direnişçilerde kendiliğinden yankı bulan
sloganlar oldular.
Ama bu sloganlar aynı zamanda henüz programsızlığın da bir
göstergesidir. Devrimler programlarını parti programları gibi yazmazlar.
Onlarca yıllık düşünsel ve entelektüel dönüşümlerle insanların zihninde gerçekleşmiş
değişimlerin tortusu olarak beklerler ve gerektiği anda ortaya çıkarlar.
Bu programlar en somut ifadesini de bayraklar ve sembollerde
bulurlar. Fransız devrimi, hürriyet, eşitlik ve adalet bugünkü Fransız
bayrağının üç renginde bulmuştu örneğin. Sosyal eşitlik ideali 19. Ve yirminci
yüzyıl boyunca kızıl ve kara bayraklarla ifade edildi.
Ama bugün sadece Türkiye’deki bu direnişin değil, dünyadaki
mücadelelerin de bir bayrağı yok. Hürriyet, eşitlik, adaleti temsil eden üç
renk, artık Fransız ulusunun bayrağı ve Fransız kapitalizmini ve
emperyalizminin fetihlerinin bir aracı ve sembolü haline gelmiş bulunuyor.
Kızıl bayrak ise, uzun yıllar bürokratik kastların egemenliğinin aracı
oldukları için başlangıçtaki özelliklerini yitirmiş bulunuyorlar.
Biraz da bu nedenle bu direnişin bir bayrağı yok. Çünkü ne
Fransız devriminin Hürriyet, Eşitlik ve Adalet özlemi, ne de ezilenlerin
eşitlik özlemi gerçekleşmiş değil. Program yeni koşullara uygun olarak
aktüalize edilmek, bilgisayar programcılarının diliyle söylersek, “update”
yapılmak koşuluyla hala aynı ama bu programın sembolü olan bayraklar kirlenmiş
bulunuyor.
Burada şu soru ortaya çıkıyor. Birleştirici ve temiz bir
bayrak ne olabilir.
Bu direnişin bayrağı Türk bayrağı olursa, Kürtleri dışlar;
Atatürk olursa içten Müslümanları dışlar. Halbuki başarıya ulaşmak için
genişlemek; genişlemek için de sözde yumuşum ama içerikte radikal olmak
zorunda.
Bayrak öncelikle hiçbir dine, dile, “ulusa”, dile, etniye,
siyasi görüşe vurgu yapmayan, hepsinin kendini ifade edebileceği ve kendine yer
bulabileceği bir bayrak olmalı.
Bu beyaz bayrak olabilir. Beyaz bayrak hemen hemen hiçbir
dine, ulusa, siyasi veya ideolojik görüşe bir gönderme yapmamaktadır. Aynı
zamanda barışın rengidir.
Beyaz bayrak bu direnişin bayrağı olursa tüm farklı
demokratik özlemleri bir araya getirebilir ve bir tek ortak program etrafında
birleştirebilir.
Elbet kimseden kendi inancından, görüşünden, dilinden vs.
vazgeçilmesi istenmemektedir ve istenemez. Bu beyaz bayrağın alt köşesine
herkes de kendini tanımladığı kimliğini küçük bir sembolle koyabilir. Beyaz bir
bayrağın sol veya sağ alt köşesinde, bir Beşiktaşlı kendi renklerini ve
sembolünü, bir fenerli, Galatasaraylı, Trabzonsporlu kendi renklerini ve
sembollerini, bir CHP’li veya bir AKP’li, bir Müslüman veya bir Alevi, bir Türk
veya bir Kürt kendi renklerini ve sembollerini koyabilir.
Bu beyazın sembolize ettiği eşitliğin ve kimseye imtiyaz
tanımamanın tanındığını gösterir ve bunu tanıyan öznenin de kim olduğunu.
Böylece bir Türk veya bir Fenerli, bir Kürt veya bir Beşiktaşlı; bir Alevi veya
Galatasaraylı; Bir Sünni veya bir Trabzonsporlu olmak arasında bir fark olmaz.
Devletin karşısında hepsi eşit olur. Devletin görevi bu eşitliği sağlamak ve
korumakla sınırlı olur.
O halde, direnişin bayrağı beyaz olmalıdır. Beyiz hiçbir
dile, dine vs. gönderme içermediği; barışın sembolü olduğu için
birleştiricidir.
Ayrıca Beyaz’ın başka üstünlükleri de vardır.
Böyle bir bayrak tüm Türkiye’deki direnişi birleştirip genişletmekle
kalmaz, tüm Orta Doğu’nun da bölünmesine ve kanamasına son verebilir.
Yapması çok pratiktir. Beyaz bir çarşafı almak, olduğu gibi
veya birkaç parçaya bölmekle elde edilebilir. Herkesin elinin altında böyle bir
bayrağı yapacak bir malzeme vardır.
Bu bez parçasını, bir sopaya, bir şemsiyeye takmak yeter.
Ama beyaz bir bez parçasının aynı zamanda binlerce yıllık
Şark medeniyetlerinin firavunlara, nemrutlara karşı direnişin sembolü olmuş
peygamberlerin geleneğine dayanan bilgeliğini de yansıtır.
Kefen bezi bilindiği gibi beyaz bir bez parçasından başka
bir şey değildir. Şark’ın sembolü olan sarık, sonra egemenlerin elinde bir güç
ve zenginliğin sembolü kavuğa dönüşmüş ise de kökeninde, kafaya sarılmış bir
kefen bezinden başka bir şey değildir. Dünya malına zerrece değer vermemenin,
ölüme hazır olmanın, bir kefen bezinden başka şeyim yok işte onu da kafamda sarılı
taşıyorum demenin bir ifadesidir.
Elimizde modern devrimlerin bayrağı olarak yapacak bir sopa
yoksa onu kefen bezimiz olarak kafamıza da sarabiliriz. Bayrağımız kefen
bezimizdir o da kafamızdadır diyebiliriz.
(Lütfen bu maili okuyanlar, eğer buradaki öneriye esas
olarak katılıyorlarsa çoğaltıp başkalarına da yaysınlar. Bugün bu direnişin en
kritik saatleridir. Direnişin başarısı bugün Taksim7e meydanlara gelecek
yığınların gücüne ve sayısına bağlı olduğu kadar onun sembollerine,
bayraklarına, yani hangi programı benimsediğine de bağlı olacaktır.)
Demir Küçükaydın
16 Haziran 2013 Pazar
11:07
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder