Kürt hareketi yıllarca Türkiye’de demokratik mücadelenin
yükün adeta tek başına zayıf omuzlarıyla yüklendi, adeta mucizevi işler
başardı. Ama tam da okyanusu geçip de derede boğulmak gibi bir durumla karşı
karşıya şimdi. Türkiye tarihinin en önemli ve kapsamlı, demokratik karakteri
apaçık olan halk ayaklanmasında oyunun dışında kalıp deklase olma tehlikesiyle
dolayısıyla bu hareketin demokratik karakterinin de amortize olup,
buharlaşmasına vesile olabilir.
Yirmi yılların iki günde aşıldığı şu günlerde, Kürt
hareketinden iki tane beyanat görüldü. Biri Ahmet Türk’ün diğeri Selahattin
Demirtaş’ın. İkisi de sınıfta kaldı.
İşte A. Türk’le ilgili gazete haberi:
“Demokratik Toplum
Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk, Gezi Parkı protestolarını değerlendiren bir
açıklama yaptı.
"Halkın
taleplerini görmezden gelirseniz özgürlükler gelemez" diyen Türk,
hükümetin sokaktan yükselen sese kulak vermesi gerektiğine işaret etti.
Türk, eylemler
sırasında BDP'li Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in yaralandığını da
hatırlatarak kendisine ve bütün yaralılara geçmiş olsun dileğinde bulundu.”
Burada söylenen sözler önemli değildir. Hangi noktadan kime
söylendiği önemlidir. Ahmet Türk, direnişin içinden, kendisini orada gören,
kendisini onun bir parçası gibi hisseden bir insan olarak konuşmuyor. Direnişin
başarısı için ne yapmak gerektiği üzerine konuşmuyor. Yanlış da olsa direnişçilere
bir yol önermiyor.
Kime konuşuyor? Hükümet’e. Hükümet’e daha akıllı olmasını
öneriyor. Bir Gül ve Arınç da kendi üslubunca aynı şeyi söylüyor.
Satırlar arasına sinen sözlerin ardındaki gizli mantığı dışa
vuran bu yaklaşım, on binlerce sokağa çıkmış insanın ruhunda en küçük bir
titreşim yapmaz, yapamaz. Hatta gizliden gizliye bir düşmanlık duygusu yaratır.
Benzeri ve daha uzun konuştuğu için de daha vahimi Selahattin
Demirtaş’ın söyledikleri. Onları okuyalım.
“ BDP lideri Demirtaş,
“İnsanlar Gezi parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin olumsuz
politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli buluyorum. Biz
BDP olarak gezi parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa atılan her bir gaz
ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır olup biten
İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı” diye konuştu.
İstanbul’da
yaşayanların gazı ilk kez tattığını belirten Demirtaş, "Diyarbakır,
Hakkari ve Şırnak’ta günlerce gaz yedik. Bir yıl geçmesine rağmen Diyarbakır
sokaklarından hala gaz kokusu geliyor. Deminde belirttiğim gibi müzakere ve
barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için
uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Biz Gezi parkında yaşananları
müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket
etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde
olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir“ dedi.”
Yine aynı anı ve ruhu anlayamayan ifadeler söz konusu.
Birincisi, dışarıdan konuşuyor. İçinden değil.
Onun için “yanında” olmaktan söz
ediyor. İçine içinde olmayı sindirmiş bir dil böyle olmaz.
İkincisi üstten
konuşuyor “Vatandaşın tepkisini değerli bulamaktan
söz ediyor. Bu nasıl üstten bir dildir? Değersiz bulsa ne olur? Oradaki tepkisini
değerli bulduğu vatandaşlardan biri olarak konuşmak varken, böyle dışarıdan ve
üstten bir dil ne oluyor?
İnsanlar bu gibi ifadelerin böyle hangi özne açısından hangi
nesneye yönelik olarak yapıldığının analizini yapmazlar, ama hissederler bir
şeyler onlara uymadığını.
Hangi direnişçi bu sözlerde kendini bulabilir? Hiç biri?
Üçüncüsü, politikada kırgınlıklarla, sitemlerle mücadele
edilmez. Yanlışların hesabı tutulmaz. Onlarla mücadele içindir zaten politika. Böyle
bir hareketi bulmuş olarak sevinecek, içinde yer alacak yerde bir de sitem
ediyor? “Bölgede yıllardır olup biten
İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı”. Bu mudur bu
kritik saatlerde söylenecek olan? Bunu sıradan Kürtler söylerse anlayışla
karşılanabilir. Ama Demirtaş bir politikacıdır ve en azından resmen,
“Türkiyelileşmek” ve hatta “Orta Doğululaşmak” diye bir hedefi bulunan;
Türkiye’nin batısı ile doğusu arasındaki memnuniyetsizler arasında bağ kurmak
isteyen; buradan tüm Orta Doğu’ya demokrasi getirmek isteyen bir hareketin sözcüsü
olarak bu sözler çok vahim yanlışlardır. Politika böyle kırgınlıklar, duygular
üzerinden yapılmaz.
İkinci paragrafta iyice açığa çıkıyor mantık. Demokratik bir
orta doğu için mücadele eden bir Ortadoğu Politikacısı olarak değil; hatta bir
Türkiye politikacısı olarak değil, bir Kürt politikacısı olarak konuşuyor. Hele
Ulusalcılara ilişkin söyledikleri tamı tamına onların ekmeğine yağ sürecek bir
nasihat. Görevi bu hareketin içinde yer alıp mümkünse onun demokratik olarak
daha da radikalleşmesi ve demokratik hedeflere sahip olması için çalışmak iken,
dışarıdan (şu “biz” zamiri) ve yukarıdan
(“tabanımız”) bir uyarı yapıyor. Yani
“orada faşistler falan da var bir orada
olmayız, dışarıdan destek veriyoruz ama dikkat ha, faşistlerin oyununa gelmeyin!.”
Bu nasıl bir kavrayışsızlıktır? Eğer Ertuğrul ve Sırrı
Süreyya olmasa, Kürt hareketi Öcalan’ın onlarca yıldır yapmaya çalıştığını, iki
paragrafla yok etmiş olurdu. Bir zamanların Erbakan’ının, demokratik bir
hareketin yanında yer alacak yerde “Mum söndü yapıyorlar” diyerek onu adeta
özel savaş dairesinin kucağına itmesinin neredeyse benzeri konumdadır bu duruş
ve söylem.
Dileriz Kürt hareketinin bunca yıllık demokratik
geleneklerine ve emeklerine uygun bir çizgiye yine gelinir. Bu Öcalan’ın
çizgisi değildir.
Eğer Demirtaş böyle konuşursa ne mi olur? Bunu da şu Yüksekova Haber’de yayınlanmış ve biz
alıntıladığımızda 5700 kere okunmuş şu yazıda görelim:
“Antikürt Taksim
eylemlerinden uzak duralım
02 Haziran 2013 Pazar
13:54
bedelboseli@hotmail.com
Taksim eylemcileri
kazanırsa Kürtler kaybeder; Taksim eylemcileri yenilirse yine Kürdün anası
ağlar. Onun için bize ne!
İstanbul "Gezi
Parkı" eyleminin ön saflarındaydım, bir gazeteci-yazar olarak. Biberlisi,
portakallısı bol bol gaz yedim. İki defa hedef gözetilerek atılan gaz bombaları
başımın yanından geçti.
Eylemi
gerçekleştirenlerin sloganlarını, flamalarına, kendi aralarındaki konuşmalarına
baktığımda aslında meselenin Gezi Parkı olmadığını, eylemi gerçekleştirenlerin
AKP'yi aratacak faşist hedeflere sahip olduklarını gördüm. Nitekim bol bol
sohbetler ederek, sohbetler arasında hedefe yönelik sorular sıkıştırarak bunu
doğrulamış oldum.
Hak ve adalet isteyen
azınlığın yanı sıra, kitlenin büyük çoğunluğu Hükümetin Kürt-Devlet savaşını
bitirdiğini sandığı için oradaydı. Orada bulunan kitleden çoğunluğun talepleri
şunlardı:
- Devlet, Kürtleri
katletmeye devam etmeli.
- Polis diktatörlüğüne
dayanan yani sözde İslami Türkiye Cumhuriyeti derhal eskisi gibi askeri diktatörlüğe
yani sözde Laikliğe geçmeli. Ordu yönetime gelmeli.
- Müslümanların hak ve
hürriyeti tekrar elinden alınmalı, türban resmi kurumlarda yasaklanmalı.
Bu taleplere sahip
çoğunluğun içinde samimi taleplere sahip sosyalisti, çevrecisi, mazlumu,
Kürtçüsü, İslami'si de vardı. İşte bu noktada Kürt gençliğine seslenişim bu
yönde olacaktır:
Sakın gaza gelip bu
eylemlere destek vermeyin. Hatta hiç bir tarafa destek vermeyin. Onları baş
başa bırakın. Bırakın polis diktatoryası ile asker diktatoryası birbirini
zayıflatsın. Batı Kürdistan taktiğini uygulayalım.
Herhalde "Asker
göreve", "Mustafa Kemalin askerleriyiz" gibi temel sloganlara
sahip, Türk bayraklı kitlenin peşine takılacak değiliz!
Olayın başka boyutu da
var. Polis göstericilere büyük zulümler yaptı, çok katı davrandı. Bu kabul
edilemez. Her ne kadar eylemciler ve polis bize karşı olsalar da "ben
insanım" diyen her kesin o zulme itiraz etmesi gerekir.
Evet, eğer PKK silahlı
güçlerini Güney Kürdistan'a çekmemiş olsaydı, yani Kürt kanı dökülmeye devam
etseydi kesinlikle bu eylem bu şekilde büyümezdi. Buna emin olun.
Bu yazı toplam 5786
defa okunmuştur”
Bu uzun alıntıda söylenenler olgu olarak doğru da olabilir.
Eylemcilerin içinde epey ulusalcı vardır ve eylemi maniple etmek istemektedir. Ama
bu kimi olgulardan çıkarılacak sonuç bu yazının çıkardığı sonuç olamaz. Çünkü
bu eylemin asli niteliği değildir bunlar.
Ve insanlar, yüz binlerce insan, bizzat kendileri bir eylem
içinde değişirler.
Yüz binlerce milyonlarca insanın siyasi eğitimi ancak bu
gibi eylemler içinde gerçekleşir. Yüz binlerce genç insan, örneğin polise ve
basına güvenmemeyi ve onlara öfke duymayı öğrendi şu bir iki günde. Hayatının
ilk gösterisini yaptı. İlk kez devleti tanıdı. İlk kez dayanışmayı ve
örgütlenmeyi tanıdı. Bunlardan daha güzel ve muhteşem ne olabilir?
Tamamen Kürt öznesi tarafından yazılmış yukarıdaki yazı, bu eylemin
demokratik ve eğitici karakterini görmemektir. İnsanların değişebileceğini
görmemektir ve değiştirmeyi bir görev olarak algılamamaktır.
Bu eylemin görülmeyen ve görülmek istenmeyen demokratik
karakterine ilişkin olarak son derece canlı ve doğrudan gözlemler içiren ve şahsen
bu satırlarının yazarının gözlem ve değerlendirmeleriyle de çakışan İsmail
Güzelsoy’un yazısını aktaralım.
“Dünü doğru okumak...
Yüz binlerce insan İstiklal'de saldırıya uğradı. Orantısız güç filan değil, bayağı oksijenden fazla gaz soluduk; zehirlendik. Öfke üretmeye, insanları tahrik etmeye çalıştılar. Bunları herkes biliyor zaten. Asıl dikkat çekici olan bir ayrıntı gözden kaçırılıyor. Bir tek dükkân yağmalanmadı. Açık olan dükkanlardan bazılarından alışveriş yapanlar kasaya gidip ödemeyi yapıp fişini aldı ve eylemlere katılmayı sürdürdü. Bütün bunlar benim gözümün önünde gerçekleşti.
Yüz binlerce insan İstiklal'de saldırıya uğradı. Orantısız güç filan değil, bayağı oksijenden fazla gaz soluduk; zehirlendik. Öfke üretmeye, insanları tahrik etmeye çalıştılar. Bunları herkes biliyor zaten. Asıl dikkat çekici olan bir ayrıntı gözden kaçırılıyor. Bir tek dükkân yağmalanmadı. Açık olan dükkanlardan bazılarından alışveriş yapanlar kasaya gidip ödemeyi yapıp fişini aldı ve eylemlere katılmayı sürdürdü. Bütün bunlar benim gözümün önünde gerçekleşti.
Dünyanın
neresinde olursa olsun. Bir örgütün, partinin, kurumun denetiminde olmayan
böyle bir kalkışmada ilk olarak dükkanlar hatta evler yağmalanır.
Göstericilerin şiddeti diye yayımlanan yığıntılar birer barikattı. Bunları
sergileyenler yarım saat orada bulunsa neden bu barikatlara gerek duyduğumuz
anlayacaktı ama yargılamak anlamaktan daha kolay geliyor.
İstanbul
bir sınav verdi. Ve bence bu sınavı başarıyla geçti. İçimizde toy delikanlılar
vardı. Öfkeli, hırçın çocuklardı. Bireylere yönelik hakaret ve küfür içeren sloganlar
attı. Bu ayıptı, kabul edilebilir bir şey değildi elbette ama insanları bu
kadar kışkırtırsanız bunun önüne geçemezsiniz. Yapacak bir şey yoktu.
Sıraselviler'de bu çocuklar çöp konteynerlerini devirip ateşe verdi, Taksim'e
doğru yürümeyi sürdürdü. Onların gözü önünde başka bir ekip bulabildikleri
yangın söndürücülerle ve suyla o ateşleri söndürdü. Bunların bir kısmını
görüntüledim. Ateşi yakanlar, söndürenlere karşı çıkmadı, söndürenler de
yakanlara... Bu küçük olay bana Türkiye'de bu yaşıma kadar görmeye alışık
olmadığım yeni bir durum tanımlamaya zorluyor. Kafam karıştı, aklımdaki Türkiye
görüntüsü allak bullak oldu. Acaba bütün bu taşkınlıkların, öfkenin,
yıkıcılığın kaynağı partiler, örgütler, kurumlar mıydı? Olağan koşullarda
birbirine tahammül edemeyecek grupların nasıl itidalli olduğuna tanık oldum.
Bir yanda "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı atılırken, hemen
onların önünde Anarşist bir kız duvara -onların pek hoşuna gitmeyeceğini
düşüneceğim- bir slogan yazıyordu. Tam karşı köşede de PKK'lı gençler, her iki
grubun da hoşuna gitmeyecek başka bir slogan yazıyordu duvara. Bu insanların
birbirine gösterdiği hoşgörü ve saygı beni şaşırttı. Bir yazar olarak itiraf
etmeliyim ki, bazı şeyleri yeniden gözden geçirmem gerektiğini anladım.
Paylaştığım
fotoğraflarda insanların yüzünün göründüğü karelerden kaçınmaya özen
gösteriyorum, ne olur ne olmaz... Ama asla yan yana gelebileceğine
inanmayacağınız futbol taraftarları ellerinde parti kaşkollarını sallayarak
aynı sloganı atıyordu: "Faşizme karşı omuz omuza!"
Ben
AKP yönetiminin faşist olduğuna inanmıyorum. Dün Başbakan bizi böyle tanımladı.
Tam olarak hatırlamıyorum ama E. Laclau bir panelde birinden "ırkçı"
diye söz eder. Salondaki gençlerden biri, "O ırkçı değil, faşisttir!"
diye söze girer. Laclau da: "Haklısın ağır bir ithamda bulundum" diye
sözünü geri alır. Şu anda ayrıntılarını hatırlamıyorum ama böyle bir anektoddu.
Faşizan
olmak faşist olmaktan daha ağır bir durum olabiliyor. Sonuçları açısından dünkü
uygulamalar faşizandı ve eylemlerde bulunan herkesin bildiği gibi, ortak tek
bir slogan vardı: "Faşizme karşı omuz omuza!" Bu da bir tek şeye
işaret ediyor ki insanlar faşizan uygulamalara karşı ayağa kalktı.
Homojen
bir kitle yoktu ortada. Holiganlar, Sosyalistler, Anarşistler, Kemalistler, Alevi
gençler vs vs. Böyle bir kitlenin denetlenmesi mümkün değildir. Onları
denetleyecek tek şey ortak bir hedef, ortak bir idealdir. Ortak ideali özetlemek gerekirse: Biz sizin kulunuz değiliz efendi.
Bizim kaç çocuk yapacağımıza, neye inanacağımıza, neye inanmayacağımıza, ne
içeceğimize, bedenimizi nasıl kullanacağımıza, aklımızı nasıl kullanacağımıza
siz karar veremezsiniz. Sizi seçtik çünkü sizin bize iyi hizmet edeceğinize
inandık. Biz değil, siz bize hizmet edeceksiniz. Biz sizin köleniz değil, patronunuz.
Benim verdiğim vergilerle maaş alanlar bana düşmanca davranamaz. Üzerimi
attığınız o biber gazının parasını ben ödüyorum. Bu haksızlıktır ve geri
çekilmeyeceğiz.(abç)
Olay
bu kadar basitti. Yani "başıbozuk" bir kitle olarak bizi bir arada
tutan şey bu ortaklıktı.
Medyaya
hiçbir zaman güvenmedim. Eğitimim bu alanda olmasına rağmen... Belki de
eğitimim bu alanda olduğu için... Edepsizlik yapmak istemem ama inananların
yaşadığı düş kırıklığı da beni şaşırttı. Kimseyi gücendirmemek için de o sözü
söylemedim ama şimdi söyleyebilirim: "Ne bekliyordunuz?" Medyanın
patronu, onlara reklam ve ödenek verenlerdir. Medyanın bizim sesimiz olduğu
palavrasına inananlar çok temiz kalpli ama lütfen biraz daha dikkatle baksınlar
gazetelere, televizyonlara.
Her
eylemci gibi ben de polisin gösterdiği saldırganlığı unutmayacağım. "Onlar
da bizim çocuklarımız" tekerlemesinden kurtulup bu konuda derhal bir şey
yapmak gerek. Polislerin hiç vakit geçirilmeden psikolojik destek alması gerek.
Karşılarındaki göstericilerin düşman olmadığı öğretilmeli onlara. Gerekiyorsa
müdahale öncesi her memura bir şişe pasiflora verilmeli.
Bu
vesileyle Talcid gibi bir ilaç ürettiği için Bayer'e içtenlikle teşekkür
ederim. Dünyada işe yarayan ikinci önemli ilaç olduğunu söyleyebilirim.
Dün
merdivenlerde sıkışıp kaldığımızda bizi evine alan ve adını özellikle
sormadığım genç çifte teşekkürler.
Bu
çok iyi oldu. Türkiye'de kimin kim olduğu böyle zamanlarda anlaşılır.
Anadolu'da derler ki, dostunu tanımak için yolculuk yapacaksın. Biz o yolculuğu
yaptık ve dostumuz olduğunu düşündüğümüz, değer verdiğimiz pek çok
"şöhret"in orada olmadığına tanık oldu. Alacakları olsun, bir gün
sizin de ayağınız kaldırım taşlarının altındaki kumsala basacaktır. Yandaş
olmakla zulümden kurtulacağınızı düşünmeyin. Bir gün sizin de yeterince yandaş
olmadığınız ortaya çıkıverir. O güne kadar iyi saklanın ve satabildiğiniz kadar
satın.
Dünün
yarın olması dileğiyle, bana limon uzan çocukları hiç unutmayacağım. Bana gaz
sıkanları da... Cennetin ve cehennemin insanların ruhuna sindiğini gördüm.
Çünkü bir yolculuk yaptım.
Teşekkür
ederim yoldaşlarım. Tekrar görüşmek üzere. Faşizme karşı omuz omuza!”
Tekrar kaldığımız yere dönersek.
Yukarıda eleştirdiğimiz beyanatları yapanlar hareketi doğru
okuyamadığı gibi, doğru okuduğunda yanlış sonuçlar çıkarmakta ve doğru sonuç
çıkardığında da bu sonuca uygun doğru bir politika izleyememektedir.
Kürt hareketinin bu zaafa bu hareketin en büyük zaafını
oluşturmaktadır. Şimdiye adar Kürt hareketi hep tek bacakla yürümek zorunda
kaldığından, Türkiye’de bir demokratik hareket olmadığından şikayet etti. Hep
bunun beklentisi ve teşviki içinde oldu. Ama şimdi tam böyle bir hareket
kendiliğinden, hiç alışılmamış bir biçimde ve anda ortaya çıktığında ise onu
tek bacakla bırakma durumunda kalabilir.
Kürt hareketinin içinde nasıl en demokratik unsurların yanı
sıra en feodal geleneklerden en şoven milliyetçilere kadar her akım varsa,
burada da var. Bu hareketler ancak birbirine diğer ayak olarak demokratik bir
yürüyüş gerçekleştirebilirler. Bu nedenle bu hareketin de zaafı olur Kürt
hareketinin zaafları.
Nasıl küçük de olsa Kürt hareketiyle dayanışan devrimci ve
sosyalist Türkler, yıllardır, Kürt hareketinin Apo'cu ve demokratik kanadını
varlıklarıyla, sadece bir karşı örnek olarak, bir imkanın somut örneği olarak
güçlü kıldılarsa; Kürt hareketi de varlığıyla Türkiye’nin demokrat ve
sosyalistlerini bu hareketin içindeki Türk milliyetçilerine karşı göçlü
kılabilirler. Kürt hareketi varlığıyla bu imkanın varlığını göstermezse onlar
da bu hareket içinde yalnız kalacaklardır.
İnsanları bulundukları konumlara hapsedip
kategorileştirmekle bir yere varılamaz. İnsanların nesnel çıkarlarının demokrasiden
yana olduğu, ama bunun farkında ve bilincinde olmadıkları; bunun için bu ön
yargıları ve yanlışları giderecek bir şeyler yapılması gerektiği gibi bir
anlayışla yapılır politika denen şey.
Tabii var olan bölünmelerle bölünüp dünyayı değiştirmek
isteyenler için böyledir bu.
Dün de kısaca değinmiştik bugün de bir kez daha değinelim.
Kürt hareketi politik ve programatik olarak Öcalan’ın hedeflerini
anlayabilmiş ve hazmedebilmiş değildir ve onun görüşlerini ve programını en
ileri gelen politikacıları savunamamaktadır.
Bu zaaf bir ölçüde de sosyolojik olarak Kürt hareketinin
şehirli ve modern bir toplumsal tabanının yeterince gelişmiş olmamasının bir
görünümüdür. Sorun Batı’nın ve Şehirlerin orta sınıflarının kültürel olarak
demokratik özellikleriyle, Kürt hareketinin politik olarak Demokratik
özelliklerinin nasıl birleştirilebileceğinde düğümlenmektedir. Bu yapılamadığı
takdirde, Şehirlerin ve Batı’nın gerici politik olarak gerici ve Kürt
Hareketinin kültürel olarak köylü ve “geri” özelliklerinin başat olması olur
ki, bu tam bir felaket anlamına gelir.
Sosyolojik olarak böyledir ama yine de politik ve ideolojik
olarak yapılacak bir şeyler vardır.
a)
Kürt hareketinin son kalkışmayı tam anlayamaması ve
Öcalan’ın görüşlerini savunamamasının temelinde ilkel milliyetçilikten arınamama
bulunmaktadır. Kürt politikacıları, Türklük ve Kürtlük, Alevilik ve Sünnilikten
azade bir demokrat olarak konuşmayı öğrenebilmiş ve bunun önemini kavrayabilmiş
değildir.
b)
Batı’nın şehirleri söz konusu olduğunda Kürt politikası
olduğunda epeyce başarılı da sayılabilecek, hatta Türkiye’nin batısındakilere
en yakın onların en sempatik bulduğu politikacı olan Demirtaş bile, olayları ve
gelişmeleri hemen kavrayıp uygun bir tavır koyamamaktadır.
c)
Böyle bir politika ve anlayışla Kürt hareketinin batıya
ve şehirlilere ulaşması, onları örgütlemesi ve birleştirmesi beklenemez.
d)
Bu olmadan da ne Türkiye’de ne de orta Doğu’da bir
demokratik devrim mümkün olmaz. Dolayısıyla Kürtlerin üzerindeki baskı son
bulamaz.
e)
Bu koşullarda Kürt hareketinin bir başarısı da mümkün
olamaz. Türkiye’nin çoğunluğu olan insanların en azından hayırhah bir desteği
veya tarafsızlığı sağlanamazsa, başarı mümkün değildir. Öcalan’ın dediği, bunun
için kartların yeni karıştığı ve yeni bir mücadele döneminin başladığıdır.
Hükümetle çürük uzlaşmalar ve aman işler bozulmasın diye Hükümet’i kızdırmaktan
kaçınma izlenimi verebilecek davranışlar doğru değildir.
f)
Tekrar edelim. Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü şimdiye
kadarki tutumlarıyla (Sırrı Süreyya’nın Kılıçdaroğlu'nun davranışına ilişkin
söyledikleri içerikçe durumu doğru tasvir etmekle birlikte böyle konuşması
doğru değildi. O herkesi, hangi niyetle olursa olsun oraya çağırmaya devam
etmeliydi baştaki gibi. Niyetler üzerinden niyetleri okuyarak politika
yapılmaz. Sadece onları da değil, bütün AKP’lileri de çağırmalıydı.) Kürt
hareketinin seçip Meclis’e taşıdığı politikacılar olarak iyi bir sınav verdiler
ve Kürt Hareketi ile Türk orta sınıfları arasındaki uçurumun kapanması için; bu
uçurumu kapatacak bir köprü kurabilmek için iyi bir köprü başı ele geçirip
köprüyü inşa edecek kılavuz iplerini gerdiler. Kürt hareketi bunu şu ana kadar değerlendiremedi
ama derhal ciddi bir özeleştiri ateşinden geçip tutumunu değiştirmelidir. Aksi
takdirde çok geç olur.
Son olarak yazımıza Sezai Sarıoğlu’nun benzer uyarılar
içiren şu satırlarıyla son verelim:
“Birbirimizin yüzüne
karşı konuşmakta yarar var: Genel bir algı olarak sezdiğim, tek tek Kürt
arkadaşlardan da sıkça duyduğum “Biz mücadele ederken onlar neredeydiler?”
cümlesiyle ne ân ne de süreç kurgulanamaz. Bu haklı eleştiriyi hatta
alınganlığı anlamak gerekiyor ne var ki politika “alınganlıklar” üzerinden
değil politik ilkeler, etik duruşlar üzerine inşa edilir. Alternatif politika
eleştirdiğimiz yanlışlara benzememek üzerinden yapıldıkça işlevseldir, hem
kendimizi hem de başkalarını dönüştürücüdür. Özgürlük talep eden gelenek,
aklını ve eylemlerini diğer ezilenlerin özgürlük talepleriyle ortaklaştığı
oranda, farklı zeminlerden politika yapan tarafların ilişkilerinde tek tek ve
karşılıklı sahicilikten söz edilebilir.
Eylemlerin “ateş kıs”
sürecine denk gelmesi de edilgenliğin gerekçesi olamaz, olmamalı. Tersine
“doğu” ile “batı” arasında iki farklı algının ve alınganlığın aşılması değilse
de aşınmasının imkanı, bu tür eylemlerin içinde psikolojik, ruhsal
yakınlaşmalardan de geçiyor... Bu eylemlerin eşit, kurucu ortağı olmak
mümkünken “sembolik” açıklamalarla ve dayanışmalarla pasif bir yerden siyaset
kurgulamak herşey bir yana, yıllarca mücadele ederek oluşturduğu kendi değerler
sistemini de aşındırır. Dahası, doğa gibi siyaset de boşluk tanımaz ve her
eylem başka kolektiflerce “manüple” edilebilir... Ordunun “Sürekli Aydınlık
İçin Bir Dakika Karanlık” eylemlerini açık-kapalı olarak manüple ettiği bilgisi
sıcaklığını koruyor. Hal böyle olunca, Gezi Direnişi'nin, “milliyetçi-ırkçı”
kesimlerce bu coğrafyanın ihtiyacı olan özgürlük perspektifinden saptırılarak,
sadece AKP karşıtı, klasik devlet/ordu yanlısı bir mecraya sürüklenmesi mümkün.
Bunun işaretlerini eylem içinde yeterince gördük daha da göreceğiz...
Bu nedenle,
eylemcilerin kulakları kadar kalplerinin de Diyarbakır'da olduğunu politik
olarak bilmek ruhen de hissederek dağların, ormanların altına elini koyanların
ağaçların altına da ellerini daha çok koymaları tarihin emri siyasetin
kavlidir... Bu yapılmadıkça, “Kürtler kendi dertleri dışında bir şeyle
ilgilenmiyorlar. Biz buradayız onlar neredeler?” şeklinde bir karşı eleştirinin
ve alınganlığın eylem içinde yeniden üretileceğini bilmek için kalın kitaplar
okumak gerekmiyor.”
Demir Küçükaydın
02 Haziran 2013 Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder