2 Haziran 2013 Pazar

Kürt Hareketi ve Taksim Direnişi (“Gezi Parkı” Direnişi Notları ve Dersleri – 2)

Kürt hareketi yıllarca Türkiye’de demokratik mücadelenin yükün adeta tek başına zayıf omuzlarıyla yüklendi, adeta mucizevi işler başardı. Ama tam da okyanusu geçip de derede boğulmak gibi bir durumla karşı karşıya şimdi. Türkiye tarihinin en önemli ve kapsamlı, demokratik karakteri apaçık olan halk ayaklanmasında oyunun dışında kalıp deklase olma tehlikesiyle dolayısıyla bu hareketin demokratik karakterinin de amortize olup, buharlaşmasına vesile olabilir.
Yirmi yılların iki günde aşıldığı şu günlerde, Kürt hareketinden iki tane beyanat görüldü. Biri Ahmet Türk’ün diğeri Selahattin Demirtaş’ın. İkisi de sınıfta kaldı.
İşte A. Türk’le ilgili gazete haberi:
“Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk, Gezi Parkı protestolarını değerlendiren bir açıklama yaptı.
"Halkın taleplerini görmezden gelirseniz özgürlükler gelemez" diyen Türk, hükümetin sokaktan yükselen sese kulak vermesi gerektiğine işaret etti.
Türk, eylemler sırasında BDP'li Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in yaralandığını da hatırlatarak kendisine ve bütün yaralılara geçmiş olsun dileğinde bulundu.”

Burada söylenen sözler önemli değildir. Hangi noktadan kime söylendiği önemlidir. Ahmet Türk, direnişin içinden, kendisini orada gören, kendisini onun bir parçası gibi hisseden bir insan olarak konuşmuyor. Direnişin başarısı için ne yapmak gerektiği üzerine konuşmuyor. Yanlış da olsa direnişçilere bir yol önermiyor.
Kime konuşuyor? Hükümet’e. Hükümet’e daha akıllı olmasını öneriyor. Bir Gül ve Arınç da kendi üslubunca aynı şeyi söylüyor.
Satırlar arasına sinen sözlerin ardındaki gizli mantığı dışa vuran bu yaklaşım, on binlerce sokağa çıkmış insanın ruhunda en küçük bir titreşim yapmaz, yapamaz. Hatta gizliden gizliye bir düşmanlık duygusu yaratır.
Benzeri ve daha uzun konuştuğu için de daha vahimi Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri. Onları okuyalım.
BDP lideri Demirtaş, “İnsanlar Gezi parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin olumsuz politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli buluyorum. Biz BDP olarak gezi parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa atılan her bir gaz ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı” diye konuştu.
İstanbul’da yaşayanların gazı ilk kez tattığını belirten Demirtaş, "Diyarbakır, Hakkari ve Şırnak’ta günlerce gaz yedik. Bir yıl geçmesine rağmen Diyarbakır sokaklarından hala gaz kokusu geliyor. Deminde belirttiğim gibi müzakere ve barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Biz Gezi parkında yaşananları müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir“ dedi.”
Yine aynı anı ve ruhu anlayamayan ifadeler söz konusu.
Birincisi,  dışarıdan konuşuyor. İçinden değil. Onun için “yanında” olmaktan söz ediyor. İçine içinde olmayı sindirmiş bir dil böyle olmaz.
İkincisi üstten konuşuyor “Vatandaşın tepkisini değerli bulamaktan söz ediyor. Bu nasıl üstten bir dildir? Değersiz bulsa ne olur? Oradaki tepkisini değerli bulduğu vatandaşlardan biri olarak konuşmak varken, böyle dışarıdan ve üstten bir dil ne oluyor?
İnsanlar bu gibi ifadelerin böyle hangi özne açısından hangi nesneye yönelik olarak yapıldığının analizini yapmazlar, ama hissederler bir şeyler onlara uymadığını.
Hangi direnişçi bu sözlerde kendini bulabilir? Hiç biri?
Üçüncüsü, politikada kırgınlıklarla, sitemlerle mücadele edilmez. Yanlışların hesabı tutulmaz. Onlarla mücadele içindir zaten politika. Böyle bir hareketi bulmuş olarak sevinecek, içinde yer alacak yerde bir de sitem ediyor? “Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı”. Bu mudur bu kritik saatlerde söylenecek olan? Bunu sıradan Kürtler söylerse anlayışla karşılanabilir. Ama Demirtaş bir politikacıdır ve en azından resmen, “Türkiyelileşmek” ve hatta “Orta Doğululaşmak” diye bir hedefi bulunan; Türkiye’nin batısı ile doğusu arasındaki memnuniyetsizler arasında bağ kurmak isteyen; buradan tüm Orta Doğu’ya demokrasi getirmek isteyen bir hareketin sözcüsü olarak bu sözler çok vahim yanlışlardır. Politika böyle kırgınlıklar, duygular üzerinden yapılmaz.
İkinci paragrafta iyice açığa çıkıyor mantık. Demokratik bir orta doğu için mücadele eden bir Ortadoğu Politikacısı olarak değil; hatta bir Türkiye politikacısı olarak değil, bir Kürt politikacısı olarak konuşuyor. Hele Ulusalcılara ilişkin söyledikleri tamı tamına onların ekmeğine yağ sürecek bir nasihat. Görevi bu hareketin içinde yer alıp mümkünse onun demokratik olarak daha da radikalleşmesi ve demokratik hedeflere sahip olması için çalışmak iken, dışarıdan (şu “biz” zamiri) ve yukarıdan (“tabanımız”) bir uyarı yapıyor. Yani “orada faşistler falan da var bir orada olmayız, dışarıdan destek veriyoruz ama dikkat ha, faşistlerin oyununa gelmeyin!.
Bu nasıl bir kavrayışsızlıktır? Eğer Ertuğrul ve Sırrı Süreyya olmasa, Kürt hareketi Öcalan’ın onlarca yıldır yapmaya çalıştığını, iki paragrafla yok etmiş olurdu. Bir zamanların Erbakan’ının, demokratik bir hareketin yanında yer alacak yerde “Mum söndü yapıyorlar” diyerek onu adeta özel savaş dairesinin kucağına itmesinin neredeyse benzeri konumdadır bu duruş ve söylem.
Dileriz Kürt hareketinin bunca yıllık demokratik geleneklerine ve emeklerine uygun bir çizgiye yine gelinir. Bu Öcalan’ın çizgisi değildir.
Eğer Demirtaş böyle konuşursa ne mi olur? Bunu da şu Yüksekova Haber’de yayınlanmış ve biz alıntıladığımızda 5700 kere okunmuş şu yazıda görelim:
“Antikürt Taksim eylemlerinden uzak duralım
02 Haziran 2013 Pazar 13:54
bedelboseli@hotmail.com
Taksim eylemcileri kazanırsa Kürtler kaybeder; Taksim eylemcileri yenilirse yine Kürdün anası ağlar. Onun için bize ne!
İstanbul "Gezi Parkı" eyleminin ön saflarındaydım, bir gazeteci-yazar olarak. Biberlisi, portakallısı bol bol gaz yedim. İki defa hedef gözetilerek atılan gaz bombaları başımın yanından geçti.
Eylemi gerçekleştirenlerin sloganlarını, flamalarına, kendi aralarındaki konuşmalarına baktığımda aslında meselenin Gezi Parkı olmadığını, eylemi gerçekleştirenlerin AKP'yi aratacak faşist hedeflere sahip olduklarını gördüm. Nitekim bol bol sohbetler ederek, sohbetler arasında hedefe yönelik sorular sıkıştırarak bunu doğrulamış oldum.
Hak ve adalet isteyen azınlığın yanı sıra, kitlenin büyük çoğunluğu Hükümetin Kürt-Devlet savaşını bitirdiğini sandığı için oradaydı. Orada bulunan kitleden çoğunluğun talepleri şunlardı:
- Devlet, Kürtleri katletmeye devam etmeli.
- Polis diktatörlüğüne dayanan yani sözde İslami Türkiye Cumhuriyeti derhal eskisi gibi askeri diktatörlüğe yani sözde Laikliğe geçmeli. Ordu yönetime gelmeli.
- Müslümanların hak ve hürriyeti tekrar elinden alınmalı, türban resmi kurumlarda yasaklanmalı.
Bu taleplere sahip çoğunluğun içinde samimi taleplere sahip sosyalisti, çevrecisi, mazlumu, Kürtçüsü, İslami'si de vardı. İşte bu noktada Kürt gençliğine seslenişim bu yönde olacaktır:
Sakın gaza gelip bu eylemlere destek vermeyin. Hatta hiç bir tarafa destek vermeyin. Onları baş başa bırakın. Bırakın polis diktatoryası ile asker diktatoryası birbirini zayıflatsın. Batı Kürdistan taktiğini uygulayalım.
Herhalde "Asker göreve", "Mustafa Kemalin askerleriyiz" gibi temel sloganlara sahip, Türk bayraklı kitlenin peşine takılacak değiliz!
Olayın başka boyutu da var. Polis göstericilere büyük zulümler yaptı, çok katı davrandı. Bu kabul edilemez. Her ne kadar eylemciler ve polis bize karşı olsalar da "ben insanım" diyen her kesin o zulme itiraz etmesi gerekir.
Evet, eğer PKK silahlı güçlerini Güney Kürdistan'a çekmemiş olsaydı, yani Kürt kanı dökülmeye devam etseydi kesinlikle bu eylem bu şekilde büyümezdi. Buna emin olun.
Bu yazı toplam 5786 defa okunmuştur”
Bu uzun alıntıda söylenenler olgu olarak doğru da olabilir. Eylemcilerin içinde epey ulusalcı vardır ve eylemi maniple etmek istemektedir. Ama bu kimi olgulardan çıkarılacak sonuç bu yazının çıkardığı sonuç olamaz. Çünkü bu eylemin asli niteliği değildir bunlar.
Ve insanlar, yüz binlerce insan, bizzat kendileri bir eylem içinde değişirler.
Yüz binlerce milyonlarca insanın siyasi eğitimi ancak bu gibi eylemler içinde gerçekleşir. Yüz binlerce genç insan, örneğin polise ve basına güvenmemeyi ve onlara öfke duymayı öğrendi şu bir iki günde. Hayatının ilk gösterisini yaptı. İlk kez devleti tanıdı. İlk kez dayanışmayı ve örgütlenmeyi tanıdı. Bunlardan daha güzel ve muhteşem ne olabilir?
Tamamen Kürt öznesi tarafından yazılmış yukarıdaki yazı, bu eylemin demokratik ve eğitici karakterini görmemektir. İnsanların değişebileceğini görmemektir ve değiştirmeyi bir görev olarak algılamamaktır.
Bu eylemin görülmeyen ve görülmek istenmeyen demokratik karakterine ilişkin olarak son derece canlı ve doğrudan gözlemler içiren ve şahsen bu satırlarının yazarının gözlem ve değerlendirmeleriyle de çakışan İsmail Güzelsoy’un yazısını aktaralım.
“Dünü doğru okumak...
Yüz binlerce insan İstiklal'de saldırıya uğradı. Orantısız güç filan değil, bayağı oksijenden fazla gaz soluduk; zehirlendik. Öfke üretmeye, insanları tahrik etmeye çalıştılar. Bunları herkes biliyor zaten. Asıl dikkat 
çekici olan bir ayrıntı gözden kaçırılıyor. Bir tek dükkân yağmalanmadı. Açık olan dükkanlardan bazılarından alışveriş yapanlar kasaya gidip ödemeyi yapıp fişini aldı ve eylemlere katılmayı sürdürdü. Bütün bunlar benim gözümün önünde gerçekleşti. 
Dünyanın neresinde olursa olsun. Bir örgütün, partinin, kurumun denetiminde olmayan böyle bir kalkışmada ilk olarak dükkanlar hatta evler yağmalanır. Göstericilerin şiddeti diye yayımlanan yığıntılar birer barikattı. Bunları sergileyenler yarım saat orada bulunsa neden bu barikatlara gerek duyduğumuz anlayacaktı ama yargılamak anlamaktan daha kolay geliyor. 
İstanbul bir sınav verdi. Ve bence bu sınavı başarıyla geçti. İçimizde toy delikanlılar vardı. Öfkeli, hırçın çocuklardı. Bireylere yönelik hakaret ve küfür içeren sloganlar attı. Bu ayıptı, kabul edilebilir bir şey değildi elbette ama insanları bu kadar kışkırtırsanız bunun önüne geçemezsiniz. Yapacak bir şey yoktu. Sıraselviler'de bu çocuklar çöp konteynerlerini devirip ateşe verdi, Taksim'e doğru yürümeyi sürdürdü. Onların gözü önünde başka bir ekip bulabildikleri yangın söndürücülerle ve suyla o ateşleri söndürdü. Bunların bir kısmını görüntüledim. Ateşi yakanlar, söndürenlere karşı çıkmadı, söndürenler de yakanlara... Bu küçük olay bana Türkiye'de bu yaşıma kadar görmeye alışık olmadığım yeni bir durum tanımlamaya zorluyor. Kafam karıştı, aklımdaki Türkiye görüntüsü allak bullak oldu. Acaba bütün bu taşkınlıkların, öfkenin, yıkıcılığın kaynağı partiler, örgütler, kurumlar mıydı? Olağan koşullarda birbirine tahammül edemeyecek grupların nasıl itidalli olduğuna tanık oldum. Bir yanda "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı atılırken, hemen onların önünde Anarşist bir kız duvara -onların pek hoşuna gitmeyeceğini düşüneceğim- bir slogan yazıyordu. Tam karşı köşede de PKK'lı gençler, her iki grubun da hoşuna gitmeyecek başka bir slogan yazıyordu duvara. Bu insanların birbirine gösterdiği hoşgörü ve saygı beni şaşırttı. Bir yazar olarak itiraf etmeliyim ki, bazı şeyleri yeniden gözden geçirmem gerektiğini anladım. 
Paylaştığım fotoğraflarda insanların yüzünün göründüğü karelerden kaçınmaya özen gösteriyorum, ne olur ne olmaz... Ama asla yan yana gelebileceğine inanmayacağınız futbol taraftarları ellerinde parti kaşkollarını sallayarak aynı sloganı atıyordu: "Faşizme karşı omuz omuza!"
Ben AKP yönetiminin faşist olduğuna inanmıyorum. Dün Başbakan bizi böyle tanımladı. Tam olarak hatırlamıyorum ama E. Laclau bir panelde birinden "ırkçı" diye söz eder. Salondaki gençlerden biri, "O ırkçı değil, faşisttir!" diye söze girer. Laclau da: "Haklısın ağır bir ithamda bulundum" diye sözünü geri alır. Şu anda ayrıntılarını hatırlamıyorum ama böyle bir anektoddu. 
Faşizan olmak faşist olmaktan daha ağır bir durum olabiliyor. Sonuçları açısından dünkü uygulamalar faşizandı ve eylemlerde bulunan herkesin bildiği gibi, ortak tek bir slogan vardı: "Faşizme karşı omuz omuza!" Bu da bir tek şeye işaret ediyor ki insanlar faşizan uygulamalara karşı ayağa kalktı. 
Homojen bir kitle yoktu ortada. Holiganlar, Sosyalistler, Anarşistler, Kemalistler, Alevi gençler vs vs. Böyle bir kitlenin denetlenmesi mümkün değildir. Onları denetleyecek tek şey ortak bir hedef, ortak bir idealdir. Ortak ideali özetlemek gerekirse: Biz sizin kulunuz değiliz efendi. Bizim kaç çocuk yapacağımıza, neye inanacağımıza, neye inanmayacağımıza, ne içeceğimize, bedenimizi nasıl kullanacağımıza, aklımızı nasıl kullanacağımıza siz karar veremezsiniz. Sizi seçtik çünkü sizin bize iyi hizmet edeceğinize inandık. Biz değil, siz bize hizmet edeceksiniz. Biz sizin köleniz değil, patronunuz. Benim verdiğim vergilerle maaş alanlar bana düşmanca davranamaz. Üzerimi attığınız o biber gazının parasını ben ödüyorum. Bu haksızlıktır ve geri çekilmeyeceğiz.(abç)
Olay bu kadar basitti. Yani "başıbozuk" bir kitle olarak bizi bir arada tutan şey bu ortaklıktı.
Medyaya hiçbir zaman güvenmedim. Eğitimim bu alanda olmasına rağmen... Belki de eğitimim bu alanda olduğu için... Edepsizlik yapmak istemem ama inananların yaşadığı düş kırıklığı da beni şaşırttı. Kimseyi gücendirmemek için de o sözü söylemedim ama şimdi söyleyebilirim: "Ne bekliyordunuz?" Medyanın patronu, onlara reklam ve ödenek verenlerdir. Medyanın bizim sesimiz olduğu palavrasına inananlar çok temiz kalpli ama lütfen biraz daha dikkatle baksınlar gazetelere, televizyonlara.
Her eylemci gibi ben de polisin gösterdiği saldırganlığı unutmayacağım. "Onlar da bizim çocuklarımız" tekerlemesinden kurtulup bu konuda derhal bir şey yapmak gerek. Polislerin hiç vakit geçirilmeden psikolojik destek alması gerek. Karşılarındaki göstericilerin düşman olmadığı öğretilmeli onlara. Gerekiyorsa müdahale öncesi her memura bir şişe pasiflora verilmeli. 
Bu vesileyle Talcid gibi bir ilaç ürettiği için Bayer'e içtenlikle teşekkür ederim. Dünyada işe yarayan ikinci önemli ilaç olduğunu söyleyebilirim.
Dün merdivenlerde sıkışıp kaldığımızda bizi evine alan ve adını özellikle sormadığım genç çifte teşekkürler.
Bu çok iyi oldu. Türkiye'de kimin kim olduğu böyle zamanlarda anlaşılır. Anadolu'da derler ki, dostunu tanımak için yolculuk yapacaksın. Biz o yolculuğu yaptık ve dostumuz olduğunu düşündüğümüz, değer verdiğimiz pek çok "şöhret"in orada olmadığına tanık oldu. Alacakları olsun, bir gün sizin de ayağınız kaldırım taşlarının altındaki kumsala basacaktır. Yandaş olmakla zulümden kurtulacağınızı düşünmeyin. Bir gün sizin de yeterince yandaş olmadığınız ortaya çıkıverir. O güne kadar iyi saklanın ve satabildiğiniz kadar satın.
Dünün yarın olması dileğiyle, bana limon uzan çocukları hiç unutmayacağım. Bana gaz sıkanları da... Cennetin ve cehennemin insanların ruhuna sindiğini gördüm. Çünkü bir yolculuk yaptım. 
Teşekkür ederim yoldaşlarım. Tekrar görüşmek üzere. Faşizme karşı omuz omuza!”
Tekrar kaldığımız yere dönersek.
Yukarıda eleştirdiğimiz beyanatları yapanlar hareketi doğru okuyamadığı gibi, doğru okuduğunda yanlış sonuçlar çıkarmakta ve doğru sonuç çıkardığında da bu sonuca uygun doğru bir politika izleyememektedir.
Kürt hareketinin bu zaafa bu hareketin en büyük zaafını oluşturmaktadır. Şimdiye adar Kürt hareketi hep tek bacakla yürümek zorunda kaldığından, Türkiye’de bir demokratik hareket olmadığından şikayet etti. Hep bunun beklentisi ve teşviki içinde oldu. Ama şimdi tam böyle bir hareket kendiliğinden, hiç alışılmamış bir biçimde ve anda ortaya çıktığında ise onu tek bacakla bırakma durumunda kalabilir.
Kürt hareketinin içinde nasıl en demokratik unsurların yanı sıra en feodal geleneklerden en şoven milliyetçilere kadar her akım varsa, burada da var. Bu hareketler ancak birbirine diğer ayak olarak demokratik bir yürüyüş gerçekleştirebilirler. Bu nedenle bu hareketin de zaafı olur Kürt hareketinin zaafları.
Nasıl küçük de olsa Kürt hareketiyle dayanışan devrimci ve sosyalist Türkler, yıllardır, Kürt hareketinin Apo'cu ve demokratik kanadını varlıklarıyla, sadece bir karşı örnek olarak, bir imkanın somut örneği olarak güçlü kıldılarsa; Kürt hareketi de varlığıyla Türkiye’nin demokrat ve sosyalistlerini bu hareketin içindeki Türk milliyetçilerine karşı göçlü kılabilirler. Kürt hareketi varlığıyla bu imkanın varlığını göstermezse onlar da bu hareket içinde yalnız kalacaklardır.
İnsanları bulundukları konumlara hapsedip kategorileştirmekle bir yere varılamaz. İnsanların nesnel çıkarlarının demokrasiden yana olduğu, ama bunun farkında ve bilincinde olmadıkları; bunun için bu ön yargıları ve yanlışları giderecek bir şeyler yapılması gerektiği gibi bir anlayışla yapılır politika denen şey.
Tabii var olan bölünmelerle bölünüp dünyayı değiştirmek isteyenler için böyledir bu.
Dün de kısaca değinmiştik bugün de bir kez daha değinelim.
Kürt hareketi politik ve programatik olarak Öcalan’ın hedeflerini anlayabilmiş ve hazmedebilmiş değildir ve onun görüşlerini ve programını en ileri gelen politikacıları savunamamaktadır.
Bu zaaf bir ölçüde de sosyolojik olarak Kürt hareketinin şehirli ve modern bir toplumsal tabanının yeterince gelişmiş olmamasının bir görünümüdür. Sorun Batı’nın ve Şehirlerin orta sınıflarının kültürel olarak demokratik özellikleriyle, Kürt hareketinin politik olarak Demokratik özelliklerinin nasıl birleştirilebileceğinde düğümlenmektedir. Bu yapılamadığı takdirde, Şehirlerin ve Batı’nın gerici politik olarak gerici ve Kürt Hareketinin kültürel olarak köylü ve “geri” özelliklerinin başat olması olur ki, bu tam bir felaket anlamına gelir.
Sosyolojik olarak böyledir ama yine de politik ve ideolojik olarak yapılacak bir şeyler vardır.
a)      Kürt hareketinin son kalkışmayı tam anlayamaması ve Öcalan’ın görüşlerini savunamamasının temelinde ilkel milliyetçilikten arınamama bulunmaktadır. Kürt politikacıları, Türklük ve Kürtlük, Alevilik ve Sünnilikten azade bir demokrat olarak konuşmayı öğrenebilmiş ve bunun önemini kavrayabilmiş değildir.
b)      Batı’nın şehirleri söz konusu olduğunda Kürt politikası olduğunda epeyce başarılı da sayılabilecek, hatta Türkiye’nin batısındakilere en yakın onların en sempatik bulduğu politikacı olan Demirtaş bile, olayları ve gelişmeleri hemen kavrayıp uygun bir tavır koyamamaktadır.
c)      Böyle bir politika ve anlayışla Kürt hareketinin batıya ve şehirlilere ulaşması, onları örgütlemesi ve birleştirmesi beklenemez.
d)     Bu olmadan da ne Türkiye’de ne de orta Doğu’da bir demokratik devrim mümkün olmaz. Dolayısıyla Kürtlerin üzerindeki baskı son bulamaz.
e)      Bu koşullarda Kürt hareketinin bir başarısı da mümkün olamaz. Türkiye’nin çoğunluğu olan insanların en azından hayırhah bir desteği veya tarafsızlığı sağlanamazsa, başarı mümkün değildir. Öcalan’ın dediği, bunun için kartların yeni karıştığı ve yeni bir mücadele döneminin başladığıdır. Hükümetle çürük uzlaşmalar ve aman işler bozulmasın diye Hükümet’i kızdırmaktan kaçınma izlenimi verebilecek davranışlar doğru değildir.
f)       Tekrar edelim. Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü şimdiye kadarki tutumlarıyla (Sırrı Süreyya’nın Kılıçdaroğlu'nun davranışına ilişkin söyledikleri içerikçe durumu doğru tasvir etmekle birlikte böyle konuşması doğru değildi. O herkesi, hangi niyetle olursa olsun oraya çağırmaya devam etmeliydi baştaki gibi. Niyetler üzerinden niyetleri okuyarak politika yapılmaz. Sadece onları da değil, bütün AKP’lileri de çağırmalıydı.) Kürt hareketinin seçip Meclis’e taşıdığı politikacılar olarak iyi bir sınav verdiler ve Kürt Hareketi ile Türk orta sınıfları arasındaki uçurumun kapanması için; bu uçurumu kapatacak bir köprü kurabilmek için iyi bir köprü başı ele geçirip köprüyü inşa edecek kılavuz iplerini gerdiler. Kürt hareketi bunu şu ana kadar değerlendiremedi ama derhal ciddi bir özeleştiri ateşinden geçip tutumunu değiştirmelidir. Aksi takdirde çok geç olur.
Son olarak yazımıza Sezai Sarıoğlu’nun benzer uyarılar içiren şu satırlarıyla son verelim:
“Birbirimizin yüzüne karşı konuşmakta yarar var: Genel bir algı olarak sezdiğim, tek tek Kürt arkadaşlardan da sıkça duyduğum “Biz mücadele ederken onlar neredeydiler?” cümlesiyle ne ân ne de süreç kurgulanamaz. Bu haklı eleştiriyi hatta alınganlığı anlamak gerekiyor ne var ki politika “alınganlıklar” üzerinden değil politik ilkeler, etik duruşlar üzerine inşa edilir. Alternatif politika eleştirdiğimiz yanlışlara benzememek üzerinden yapıldıkça işlevseldir, hem kendimizi hem de başkalarını dönüştürücüdür. Özgürlük talep eden gelenek, aklını ve eylemlerini diğer ezilenlerin özgürlük talepleriyle ortaklaştığı oranda, farklı zeminlerden politika yapan tarafların ilişkilerinde tek tek ve karşılıklı sahicilikten söz edilebilir.
Eylemlerin “ateş kıs” sürecine denk gelmesi de edilgenliğin gerekçesi olamaz, olmamalı. Tersine “doğu” ile “batı” arasında iki farklı algının ve alınganlığın aşılması değilse de aşınmasının imkanı, bu tür eylemlerin içinde psikolojik, ruhsal yakınlaşmalardan de geçiyor... Bu eylemlerin eşit, kurucu ortağı olmak mümkünken “sembolik” açıklamalarla ve dayanışmalarla pasif bir yerden siyaset kurgulamak herşey bir yana, yıllarca mücadele ederek oluşturduğu kendi değerler sistemini de aşındırır. Dahası, doğa gibi siyaset de boşluk tanımaz ve her eylem başka kolektiflerce “manüple” edilebilir... Ordunun “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemlerini açık-kapalı olarak manüple ettiği bilgisi sıcaklığını koruyor. Hal böyle olunca, Gezi Direnişi'nin, “milliyetçi-ırkçı” kesimlerce bu coğrafyanın ihtiyacı olan özgürlük perspektifinden saptırılarak, sadece AKP karşıtı, klasik devlet/ordu yanlısı bir mecraya sürüklenmesi mümkün. Bunun işaretlerini eylem içinde yeterince gördük daha da göreceğiz...
Bu nedenle, eylemcilerin kulakları kadar kalplerinin de Diyarbakır'da olduğunu politik olarak bilmek ruhen de hissederek dağların, ormanların altına elini koyanların ağaçların altına da ellerini daha çok koymaları tarihin emri siyasetin kavlidir... Bu yapılmadıkça, “Kürtler kendi dertleri dışında bir şeyle ilgilenmiyorlar. Biz buradayız onlar neredeler?” şeklinde bir karşı eleştirinin ve alınganlığın eylem içinde yeniden üretileceğini bilmek için kalın kitaplar okumak gerekmiyor.”

Demir Küçükaydın
02 Haziran 2013 Pazar


Hiç yorum yok: