En kendiliğinden hareketlerin bile, o kendiliğindenlik boyasının altı kazınınca, altından daima isimsiz bir anarşistin, bir komünistin, bir isyancının uzayın sağır boşluklarında yok olup gittiği sanılan unutulmuş çabasının kızıl tortusu çıkar, bir kaç yıl önce ölmüş bir devrimcinin (E. Mandel) dediği gibi.
Bu kızıl tortu, tıpkı bir yağmur damlasının oluşması için toz zerreciklerinin gördüğü türden bir işlev görür kendiliğinden hareketlerin oluşmasında. Bu tortu, hareketin kendisi ya da örgütlü ifadesi değildir ama onun ortaya çıkması için bir tohum, bir katalizatör, bir maya işlevi görür.
Ama bu mayanın da etki gösterebilmesi ancak onun etkiledikleriyle aynı “doku grubu”ndan, aynı “dalga boyu”ndan olmasıyla mümkündür.
Bir de bunun tersi durum vardır. En muhalif, devrimci örgütlerin bile tutuculaşıp, kendiliğinden bir hareketlenmenin veya şekillenmenin bile önünde bir engel oluşturduğu durumlar vardır.
Şimdi Türkiye’deki durum bu.
1960’larda Türkiye’deki toplumsal muhalefet, gübreli boş bir araziye ekilmiş bir tohum gibiydi. Kendiliğinden yükselişlerin zamanıydı ve bu yükselişte örneğin eski komünistlerin ektiği tohumlar bu kızıl tortunun işlevini görüyordu. Eski örgütler, toplumsal muhalefetin yükseliş ve şekillenişini engelleyebilecek kadar güçlü değildi ama ondaki kristalleşmeler için bir tohum işlevi görebiliyordu. Yeni örgütler yükselen hareketlerin ifadesiydi. TİP ve DİSK örneğin, yükselen, genç ve dinamik işçi hareketinin; Dev-Genç, yükselen gençlik hareketinin.
Bu örgütler bu hareketlerle birlikte doğmuşlar ve onların ifadesi olmuşlardı. Bütün dinamizm ve yaratıcılıkları buradan geliyordu. Bu eğilim yetmişlerde de sürdü, daha geniş kitlelerin radikalleşmesi ve politize olmasına paralel ve bunun ifadesi olarak bilinen bütün o sol örgütler yelpazesi oluştu.
Bakir bir alanda her şeye baştan başlamak kolaydır. Ama bir kere şekillenme ve paylaşma gerçekleştikten sonra, yeni bir şekillenme adeta olanaksız hale gelir. Önce gelenler sonra geleceklerin yolunu tıkar. Paleontoloji, doğa tarihinde bile böyle doğanın farklı canlı türleri ile ilgili denemeleri rahat rahat gerçekleştirdiği dönemlerle; stabilize olmuş türlerin diğerlerinin gelişimini engellediği dönemler arasında bir farka dikkati çekmektedir.
Yumuşakçalar döneminin “Kabmbriyum Patlama” denen “büyük deneme”si o dönemde, yaşamın bulunduğu tek yer olan denizlerin böyle bir patlama için adeta gübreli bir toprak gibi olmasıyla ilgiliydi.
Buna karşılık, daha sonra, dinozorlar, memelilerin gelişmesi önünde bir engel oluşturuyorlardı. Eğer bir göktaşı dinozorların egemenliğine son vermeseydi, yeryüzünde hala dinozorların egemenliği sürüyor olacak; bir kaç memeli de gelişmek ve patlamak için ortam bulamayan ayrıksı bir dal olarak kalmaya devam edecekti.
Bu günün Türkiye’si dinozorların egemenlik dönemine benziyor. Muhalefet sol örgütlerce parsellenmiş durumda. Bu örgütler ise, 60’lı yılların yükselişinin ürünleri. O yılların politik ve kültürel atmosferiyle, paradigmalarıyla, anlayışlarıyla şekillenmişler. Bu günün dünyası karşısında sadece birer tutucu kabuk işlevi görüyorlar. Bu örgütlerin hiç birisi bu günkü toplumsal muhalefetin eğilimlerini ifade etmiyorlar. Bununla kalsalar iyi, bu muhalefetin kendini ifade edecek hareketler ve örgütler geliştirmesinin de önünde bir engel oluşturuyorlar.
Seksenlerin sonunda, yükselen toplumsal muhalefete paralel olarak bütün örgütlerde bir çatlama, otantik kaynaklara dönüş çabası görülüyor ve bu çabalar yükselen toplumsal muhalefetle paralellik içinde bulunuyordu.
Ama bu süreç kısa sürdü ve eski örgütleri ve anlayışları süpürüp atamadı. Sovyetlerin çöküşü, Kürtlere karşı özel savaşın yükselişi, Türkler arasında milliyetçiliğin ve çürümenin yükselişi yaşandı.
Dikkat edin bu günkü örgütlerin hepsi böyle bir dönemin ürünüdürler.
İdeolojik alanda seksenlerin sonunda görülen otantik Marksizm’e dönüş eğiliminin değil, ona direnişin ifadesidirler.
Toplumsal olarak yükselen bir harekete değil çürümeye dayanırlar.
Bu nedenle Türkiye’deki toplumsal muhalefetin önündeki en büyük engel, bu gün var olan sol hareket ve örgütlerdir. Eğer bu örgütler olmasaydı, toplumsal muhalefet şimdi çok daha canlı, dinamik ve güçlü olurdu.
Dünyada hiç bir büyük devrim, örgütlü partilerin eseri olmamıştır. Tersine, devrimci kabarışlar, kendilerine en uygun partileri, devrim fırtınalarının dalgaları üzerinde yükseltip iktidar kumsalına oturtmuştur.
Ve çoğu kez bu partiler bile devrimci kabarışları hızlandıran değil, frenleyen bir etki göstermişlerdir. Modern dünya tarihinin gördüğü en büyük iki devrim, Fransız ve Rus devrimleri, tamamen kendiliğinden patlamalardır. Yanlış olarak Bolşevik Partisinin bilinçli ve planlı bir eyleminin sonucu olduğu sanılan Ekim Devrimi bile bu kuralı doğrular.
Bolşevik partisi, bizzat kendisi, sürekli art arda gelen dalgaları yükselen dinamik ve genç bir işçi hareketinin örgütsel ifadesiydi Türkiye’deki altmışların TİP’i gibi. Bu parti aynı zamanda tarihte eşine az rastlanır bir şekilde, çağının en ileri düşünce akımı olan otantik Marksizm’den besleniyordu. Ama sadece bu da değil, bu parti, burjuva uygarlığının İngiltere’de doğup, Fransa Almanya üzerinden Rusya’ya kayan ve orada devasa Rus romanını, Rus klasik müziğini yaratan kültürel ikliminde soluk alıp veriyordu. Daha saymakla bitmeyecek, olağanüstü tarihsel koşulların bir araya gelmesine ve birbirinden büyük kafaları bünyesinde barındırmasına rağmen, bu parti bile, Şubat Devrimi’nden sonra, devrimin önünde engel, bir tutucu kabuk haline dönüşmüştü. Lenin ve Troçki gibi bir iki önderin hayatın yeşil yoluna ilişkin söyledikleri, aşağıdan gelen yığın hareketinin baskısı ve devrimci kabarış olmasa, ilk tepkilerde olduğu gibi, klasik Bolşevik kadrolarca sapkınlık olarak afaroza uğramaktan kurtulamazdı.
Bolşevik Partisi gibi, sınıfsal, teorik kültürel kökleri ve temeliyle böylesine uygun koşullarda şekillenmiş tarihin gördüğü en demokratik parti bile böyle tutuculaşabiliyorsa, varın Türkiye’deki solun durumunu siz göz önüne getirin.
Yükselen bir hareket mi?
Yok. Aksine çürüyen bir toplum var.
Çağın en ileri düşünce akımı mı?
Yok. Marksizm diye öğrenilmiş bir bürokratik kastın ideolojisi ve kapitalizmin tarihsel zaferinin ortaya çıkardığı bir liberalizm hayranlığının birbirinin varlığında kendine haklılık bulan kayıkçı dövüşü var. Marksizm’in eleştirel ve devrimci özünü sürdüren akımlar Türkiye’nin devrimcileri için hep bilinmez olmuş. Seksenlerin sonundaki kaynağa dönme çabası yarı yolda duvarın altında kalmış.
O devasa Rus romanını, Rus müziğini, Roketlerin dinamik hesaplarını yapan Çar suikastçıları yetiştiren, Aydınlanmadan beri gelen burjuva uygarlığının düşünce disiplini ve geleneği mi?
Yok. Ruslar Kapital’i çevirirken, Türkler O. Comte, Durkheim ile tam tersi akımlara dalmışlardır.
Türkiye’de sadece Kürt hareketi yükselen Kürt uyanışının ifadesi olarak ve ondan güç alarak ve ona güç vererek, çok elverişsiz toplumsal temeline, kültürel kaynaklarına ve ideolojik hareket noktalarına rağmen bir parça dinamizm ve kendini yenileme yeteneği gösterdi ve gösteriyor. Türk solu ve Kürt hareketi arasındaki bu günkü doku uyuşmazlığının bir nedeni de bu farklı eğilimlerin ifadeleri olmalarıdır.
Bir fırtınaya ihtiyaç var. Şu devleti, şu partileri, ve şu solu, önüne katıp sürükleyecek; havadaki çürük kokularını yok edecek. Bu günkü sol örgütler ancak toprağı zenginleştiren bir gübre olarak yararlı bir işlev görebilirler. Yoksa onlar bu gün toplumsal muhalefetin şekillenmesinin ve kendini ifade kanalları oluşturmasının önünde en büyük engeldirler.
Türkiye’de büyük bir devrime ihtiyaç var. Ve böyle bir devrim bu günkü örgütlerle değil, onlara rağmen olabilir.
11 Ağustos 2001 Cumartesi
Beklenti (“Fırtına”) ve Öngörü (“örgütlerle değil, onlara rağmen”) gerçekleşti.
Demir Küçükaydın
06 Haziran 2013 Perşembe)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder