23 Ocak 2017 Pazartesi

PKK’ya Açık ve Acil bir Çağrı

Hiç lafı uzatmadan damardan girelim.
PKK derhal, TAK veya benzerlerinin yapacağı şiddet hareketlerinin, Erdoğan’a; kurmak istediği İslamcı-faşist dikta rejimine ve Türk devletindeki faşist, ırkçı ve de Ergenekoncu güçlere hizmet edeceğini; yapılacak böyle hareketleri tasvip etmeyeceğini; kendisiyle hiçbir bağı olmayacağını; bu tür eylemlerin doğrudan Erdoğan’ın ve şu an Erdoğan’la ittifak halinde bulunan Türk devletinin içindeki en inkârcı, ırkçı faşist ve kanun dışı güçlerin provokasyonları olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıkça ilan etmelidir.
Ve bunu hiç geciktirmeden yapmalıdır.
PKK böyle bir açıklama yaptığı takdirde, Türkiye’deki demokratik güçlerin; gelen faşist dikta rejimine hayır diyenlerin ve demek isteyenlerin, önümüzdeki iki ay içinde verecekleri ölüm kalım mücadelesinde, en azından olumsuz bir işlev görmekten kendini korumuş olur.

22 Ocak 2017 Pazar

#HAYIR! Şimdi “Ev Ev Dolaşma Zamanı” Değildir

Bugün için, dengeyi tersine değiştirebilecek tek güç, HDP ve diğer sosyalist örgütlerdir.
Onların duruşu, CHP’nin duruşunu değiştirmesine yol açar. Bu da dengelerin değişmesinin yolunu açar.
HDP ve Sosyalist örgütlerin, aydınların, demokratların gücünün az olması önemli değildir.
Duruş, politika, strateji ve taktikler eğer doğru olursa, bu diğer güçlerin konumlanışlarını da etkilerler.
Tarih güçsüz ama kıvrak olanın güçlü ama hantal olanın örnekleriyle doludur. Bu, Davut’un Golyat’ı yenmesi biçiminde kutsal kitaplara bile geçmiştir. İslam’ın nenedeyse yarı peygamber gibi değerlendirdiği İskender (Zülgarneyn, Çit boynuzlu) koca uygarlıkların (Mısır, Pers, Hindistan) devasa ordularını, küçük güçlerle ama akıllıca bir stratejiye ve taktiklere dayanarak yendiğinin en çarpıcı örneklerini sunmuştur.
Ne var ki, eğer bu örgütler, bugün Evrensel’deki haberde yansıyan anlayışla hareket edeceklerse, bu referandumdan #HAYIR çıkmayacağına kesin gözüyle bakılabilir.
Çünkü uluslararası sosyalist ve işçi hareketinin, yeni sosyal hareketlerin son iki yüz yıllık deneylerinin sonuçları yokmuş gibi hareket ediliyor.
Siyaset sanatının alfabesi bile unutuluyor.
PKK’nın “İsyanla oynanmaz” ilkesini çiğneyince, o mücadeleci Kürt kitlelerini nasıl felç ettiği; dinamizmini nasıl yok ettiği ve şimdi içinde bulunduğumuz kritik duruma düşmemize yol açtığı ortada.
Öyle görülüyor ki, şimdi de legal alandaki parti ve örgütlerin benzer yanlışları ile ikinci bir ağır yenilgi bizleri bekliyor.
Ve bu yenilginin sonuçları sadece bu ülkedeki değil; bütün bölgedeki dengeleri de değiştirecek kadar ağır olacak ve on yıllara yayılacaktır.
Bu nedenle bıkmadan uyarılarımızı ve eleştirilerimizi yapmaya devam edelim.
(Bu uyarılar, artık yetmişine dayanmış bir kişinin uyarıları değildir. Bu kişi yarım yüzyıldır Türkiye’deki mücadelede yer almış; onlarca yılını hapis ve sürgünlerde geçirmiş; onlarca kitap yazmış; sadece boş vakitlerini değil; yirmi dört saatini ve ömrünü insanların eşitliği davasına vakfetmiş; son iki yüz yılın işçi, sosyalist ve diğer sosyalist hareketlerin derslerini sistemli olarak öğrenmeye çalışmış ve onlardan bazı sonuçlar çıkarmış; bir birikimi özümlemeye çalışmış bir devrimcinin, bir sosyalistin uyarılarıdır. Bizim örgütümüzün, gücümüzün olmamasına bakıp bu uyarı ve eleştiriler küçümsenmemelidir. Hele hakkımızda orada burada dile getirilen saçma sapan ve yalan yanlış ön ve bön yargılara bakıp çiğnenmemelidir. Onlar fikirlerimizin gücü karşısında cevap veremeyenlerin savaş hilelerinden başak bir şey değildirler.)
Hangi dersler unutuluyor ve ne gibi yanlışlar yapılıyor?
Bu yazıda sadece birini, başlıktaki “evlere gitme” imgesinde ifade edileni, örnek olarak ele alalım.
Ama önce alfabetik bir önerme.
Strateji yanlış ise, bu yanlışlığın oluşturduğu handikaplar doğru taktiklerle telafi edilemez.
Adorno’nun “yanlış bir hayat doğru yaşanamaz” önermesi, bu temel ilkenin daha genel bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Genel ve temel sorunlardan kaçılamaz. Genel ve temel sorunlarda yaptığınız bir hatalar her zaman sizden hızlı koşarlar ve tam onları aştığınızı sandığınız anda, aşılmaz bir duvar olarak karşınıza dikilirler.
*
#HAYIR cephesi, #HAYIR mücadelesini bir strateji sorunu olarak tartışmıyor.
Temel yanlışı bu.
Onu sadece taktik, mücadele biçimleri ve örgütlenmelere ilişkin bir sorunmuş gibi ele alıyor.
İkinci temel yanlışı da bu.
Ama böyle ele aldığında da önerdikleri tamamen ve kategorik olarak yanlış oluyor.
Bunu somut olarak görelim.
Ancak bunun için önce sosyal hareketlerin ve işçi hareketinin, Marksizm’in ve sosyalist hareketin tarihinden bir dersi; temel bir sorunu ve yanlışı hatırlatmak gerekiyor. Çünkü yapılan yanlış tamı tamına budur.
Yukarıda değinilen genel ve temel sorunlardan kaçış, genellikle çok temel ve hayati bir takım işlerin acil ve temel görev gibi sunulması biçiminde ortaya çıkar ve aslında böylece yanlış bir görev tanımı yapılmış; yanlış bir strateji izlenmiş olur.
*
Ne demektir bu?
Örneğin, yemek, içmek, soluk almak. Hayati işevlerdir. Bunlar olmazsa yaşayamayız.
Ama bir insanın görevlerini belirlerken, bunları bu temel önemlerinden hareketle görev olarak öne koyması, aslında başka görevlerden kaçması anlamına gelir.
Daha da somutlayalım.
Bir siyasi örgüt için, “ev ev dolaşmak”, görüşlerini yaymak, anlatmak, kampanyalar yapmak; halkı örgütlemeye çalışmak; toplantılar tertiplemek; bildiriler dağıtmak vs. gibi işler, tıpkı bir insanın yemek yemesi, soluk alması, su içmesi gibi; olmazsa olmaz, ona hayatiyetini veren, onu o yapan şeylerdir.
Bu nedenle özel bir siyasi görev oluşturmazlar.
Ama can alıcı bir durumda, ortada bir strateji yokken, bunları sanki o duruma uygun bir strateji, acil görev, çözüm yolu gibi ortaya koymak; aslında gerçek acil görevden, bir strateji yokluğu gerçeğinden kaçmak, ya da fiilen tamamen yanlış bir strateji önermek anlamına gelir.
*
Şimdi, can alıcı bir Anayasa referandumu var. Fazla bir zaman kalmamış. Bu hayati noktada, nasıl bir strateji izlemek gerektiği konusunda öneriler de var. En azından bizim yaptığımız öneri var.
Bu noktada, bu öneriyi duymazdan gelerek veya kendiniz nasıl bir strateji izlemek gerekir gibi bir soruyu ortaya atmayıp ondan kaçarak; görevimiz “ev ev dolaşmaktır”, “hayır kampanyası yapmaktır”; “yaratıcı şeyler yapmaktır”; “hayır toplantıları yapmak”; “hayır meclisleri kurmaktır” derseniz, aslında spesifik bir siyasi görev olmayan işleri bir siyasi görev olarak koymuş ve gerçek günün acil görevlerinin ne olduğu sorusunu gündeme almaktan kaçmış olursunuz.
Bu gibi bir görev belirlemesi, ilkelliği ebedileştirmektir. Yani politika yapmayı, bir siyasi organizasyonunun, onu o yapan en temel işlevlerine indirmektir.
Bu da elbet bir strateji olarak kabul edilebilir. Yani O en temel işlevlerin içeriği olması gereken, politika ve stratejinin gündeme gelmesini engellemek, için bir stratejidir.
*
Son iki yüz yılın deneylerini unutmuş olan bugünkü kuşaklar bilmez belki ama bu aşağıda aktaracağımız örgütler (CHP Hariç) Sosyalist ve Marksist olma iddiasını sürdürdüklerinden onlara sosyalist hareketin tarihindeki bir örneği ve dersi hatırlatalım.
Lenin ile Ekonomistler arasındaki tartışmanın özü bir bakıma tam da buydu. Ekonomistler, “işçilere gitmek, onları örgütlemek” çok önemlidir diyerek, bir siyasi örgütün oluşturulması sorunundan kaçıyorlardı.
Lenin de onlara evet baylar elbet ilk tahsil orta veya yüksek tahsilden önemlidir, ama bunu yüksek tahsilin yapmayı gündemden kaldırmanın gerekçesi olarak ve özel bir görev olarak öne çıkarmak ilkelliği ebedileştirmektir diyordu. Rus sosyalist hareketinin jargonunda da bu ilkelliği ebedileştirmenin adı “ekonomizm” idi.
İşte bizim sosyalistlerin ve hatta genel olarak demokratik muhalefet diyeceğimiz nebulanın temel yanlışı budur.
Sorunu bir strateji ve politika olarak tartışacak ve bu düzeyde öneriler getirip, uygulamaya geçecek yerde; en temel, özel bir politik görev olmayan işleri, özel bir politik görevmiş gibi koyarak, aslında ilkelliği ebedileştiriyorlar ve günün görevlerinden kaçmış oluyorlar.
Böylece kendilerini ve hepimizi yenilgiye mahkûm ettiklerini görmüyorlar.
*
Bu hataya yol açan gizli bir varsayım olan başka hatalar da var sonra her biri ayrıntısıyla ele alınması gereken. Geçerayak ikisine değinilebilir.
Birinci temel hata referandum sandığına kilitlenmiş olmaları; referandum’u bir kitle hareketinin aracı olarak değerlendirmek gibi bir sorunları olmaması; esas savaşın referandum sandığında değil, öncesinde ve (evlerde değil) meydanlarda verileceğini görmemeleridir.
İkinci temel hata, referandumdaki oyları bir “seferberlik”lerle, “kampanya”larla anlatarak sonucu değiştirebilecekleri varsayımıdır. Bir tür reklamcı yaklaşımı.
Üçüncü temel hata: bir kitle hareketi örgütlemedikçe, sokaklara ve gündeme egemen olmadıkça, güç dengelerinin değiştirilemeyeceği ve referandumun kaybedileceğini anlamak istememeleridir.
Bütün bunlara bağlı olarak da bir kitle hareketi nasıl yaratılabilir? Güçler, konumları, biçimleri nelerdir sorularını tartışmaktan kaçıyorlar veya bu konuda yapılmış önerileri görmezden geliyorlar.
İşte bu temel hatalar üzerinde, iş bir “seferberlik” veya “kampanya” yapmaya ve bunun nasıl yapılacağı noktasına (“evlere gitmek”) “geliyor.
Bu ise yenilginin daha baştan ilanı demektir.
Birincisi iktidarın bütün bu alanlardaki gücü kat be kat fazladır.
Bizzat iktidar savaşı güçlü olduğu bu alanda kabul etmeyi ister. Savaşın birinci kuralı ise, savaşı düşmanın istediği koşullarda kabul etmemektir.
İkincisi, insanların anlatılanlarla fikir değiştireceğine inanmak ise, burjuva rasyonalizminin bir yanılgısından baka bir şey değildir. Değişimleri doğru fikirler değil; toplumsal güçler, onların çıkarları ve konumlanışları belirler.
Marksistler, sosyalistler, eğer insan çıkarlarına aykırı ise, matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olurlar önermesinden yola çıkarlar. Marksizm’in doğarken ağzından çıkan ilk çığlık, düşüncelerin varlığı değil, varlığın düşünceleri belirlediği olmuştur.
Üçüncüsü, geniş yığınların anlatmalarla değil, bizzat eylem içinde kendilerini değiştirebileceklerini, bunu hızla ve kitlesel olarak yapabilecekleri gerçeğini unutmaktır.
Bütün bu alfabetik dersler unutulmuş bulunuyor. Buyurun şu en iri sol örgütlerin sözcülerinin dilinden referandumda #HAYIR çıkmasını sağlayacağı düşünülen stratejileri veya reçeteleri okuyalım.
Bugünkü Evrensel’de “HDP, CHP, EMEP, ÖDP VE Halkevleri: Ev ev dolaşma zamanı” başlığı altında tam da bu eleştirdiğimiz konu sanki bir marifetmiş gibi öne çıkarılıyor. Evrensel haberinin sıralamasına göre aynen aktaralım.
CHP Genel başkan yardımcısı Bülent Tezcan:
Referandum için çalışmalara hemen başlayacaklarını söyleyen Tezcan “Yapacağımız tek bir yol var, ulaşabildiğimiz bütün kanalları kullanacağız.Bire bir temas önemli. Her noktada Türkiye’de bütün milletvekillerimizi, parti kadrolarımızı harekete geçireceğiz her yerde. Dağılacağız, Anadolu’nun, Trakya’nın dört bir yanına dağılacağız. Yüz yüze anlatacağız” dedi.
Hadi Tezcan CHP’li, o “fıtratı gereği” geniş yığınların kendi deneyleriyle hızla ve kitleler halinde siyasi eğitiminden korkar. Bizim sosyalistler ondan farklı bir şey söylüyorlar mı?
EMEP’ten Genel Başkan yardımcısı Şükran Doğan:
“Partimiz bu süreçte işçilere emekçilere, halklara neden hayır demeleri gerektiğini anlatmak için yoğunluk bir seferberlik içinde olacaktır.”
Aferin!
ÖDP Başkanlar Kurulu üyesi Alper Taş:
“Ev ev, kapı kapı dolaşacağız. Demokrasi güçleriyle eşzamanlı olarak örgütleyeceğiz bu süreci. ÖDP'de üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek. Haziran Hareketi üzerinden dışarıya dönük çalışma yapacağız. ÖDP olarak da bazı çalışmalarımız olacak. Sol, emekten yana hayır güçleriyle eşgüdümlü yürüteceğimiz çalışmalarla karanlığa geçit vermemek için gereken tüm çabayı göstereceğiz. Bir hafta içinde yürüteceğimiz kampanyayı, söylemlerimizi dilimizi ortaya koyacağız. Böyle bir çalışmayı da sol ve demokrasi güçlerinin koordinasyonu içerisinde sürdüreceğiz”
Alper Taş’a da kocaman bir aferin.
Halkevleri Genel başkanı Oya Ersoy:
“Örgütlü kesimler, siyasi partiler, emek güçleri, sendikalar, köy dernekleri başta olmak üzere ‘hayır’ diyen herkes komşuna köylüsüne, arkadaşına, iş arkadaşına, lise arkadaşına  'Evet' demekle ne belaların açılacağını anlatacağı ve ikna etmek üzere çalışacağı 3 ay var. ‘Hayır’ diyen herkes üzerine görev yaparsa bu anayasa geçmez. ‘Hayır’ diyen herkesi kendi sokağında, mahallesinde, ‘hayır’ meclislerini kurmaya, halk seferberliğine davet ediyoruz.”
Ersoy’a da yıldızlı aferin.
Başlıkta HDP da olmasına rağmen haberde HDP yok. O nedenle HDP’ye şimdilik bir aferin veremiyoruz.
Olmaması ya bir unutkanlık (yani bilinçaltının dışa vurumu, güdük fiil) olarak da yorumlanabilir elbet. Ama belki bugün HDP yönetim organlarında tam da bu konu görüşüleceği için alınmamış da olabilir. Her heyse.
Zaten HDP’yi ayrıca ele almak gerekir. Ama HDP’nin de farklı bir şey söylemeyeceğini ve Aferin alacağını şimdiden tahmin edebiliriz. Zaten “herkesin #hayır’ı kendine” parolası da farklı bir şey söylenmeyeceğinin ipuçlarını sunuyor.
*
Peki, biz ne diyoruz?
Önerimizi tekrar ediyoruz:
1)      Gelen sıradan bir tehlike değildir. Başkanlık rejimine geçildiği andan sonra bu örgütlerin HDP dâhil hiç biri kalmayacaktır. Hala sanki sonrasında da bugünkü gibi ama biraz daha zor koşullarda devam edecekmiş gibi; sorunu bir nicelik değişimi gibi ele alarak düşünülüp davranılamaz.
2)      Bu tehlikeyi önlemek için referandum aslında bir şanstır da. Ama bunu kullanmayı bilmek gerekir.
3)      Referandum sonucunu, temel sosyal ve politik güçlerin konumlanışı; ona da sokağa egemen olan yığınlar belirler.
4)      Soru şudur: OHAL koşullarında, devletin bütün baskı aygıtının desteğine; lümpenlerden örgütlenen ve hızla hazırlanan çetelere rağmen muhalefet nasıl meydanlara egemen olup gündemi belirleyebilir.
5)      Bunun şartı kitlesel ve yasal olanakları kullanan, politik alana girmeyen bir politik harekettir. Kitlesellik, politik alana girmeme, şiddetsizlik ve doğru ve toparlayıcı bir parola veya bayrak birbirinden ayrılmaz. Biri eksik olunca diğerleri de mümkün olmaz.
6)      Herkesin altında kendini bulacağı somut, kısa ve öz parola, bayrak sadece sade bir #HAYIR olabilir.
7)      Geniş katılım için, devletin şiddetine olanak tanımamak gerekir.
8)      Bunun tek yolu, politik özgürlükler alanına girmeden, yani hiçbir bayrak, pankart açmadan, slogan atmadan, toplu halde yürümeden, toplu halde durmadan, toplu halde oturmadan her gün aynı yerde aynı saatlerde durmak, oturmak, yürümek, yani olağan günlük davranışları sürdürmek ama aynı zamanda göğsümüzde bir düğmede, bir kâğıt parçasında, çocuğumuzu balonunda vs. bir #HAYIR’ı da taşımaktır. Ancak böyle bir hareket Erdoğan’ı can evinden vurur ve gerçek bir kitle katılımı sağlar. Belki Referandum’a bile varmadan, Gambiya’nın seçimi kaybeden devlet başkanı gibi, uçağa atlayıp kaçabilir.
9)      Elbette herkes kendi propagandasında, evinde, sokakta, ev ziyaretlerinde, kendi “#Hayır” gerekçelerini anlatır. Ama tabiri caiz ise bu herkesin kendi “özel sorunu” olur. Genel direniş bir tek parolada ifadesini bulur: #HAYIR
Kısaca özetlediğimiz bu öneriyi yineliyoruz.
Herkesi üzerine tartışmaya, düşünmeye çağırıyoruz.
Bu öneriyi yanlış mı görüyorsunuz?
Susmayın.
Neresi Yanlış? Neden yanlış? Bunu açıklayın ve kendi önerilerinizi ortaya koyun.
22 Ocak 2017 Pazar
Demir Küçükaydın
@demiraltona


21 Ocak 2017 Cumartesi

Garbis Altınoğlu’nun Yaklaşan Felaket Üzerine Uyarıları ve Önerisi

Aşağıdaki satırlar değerli Garbis Altınoğlu’nun bizim yazımızı da söz konusu ederek yaklaşan felaket üzerine uyarı ve değerlendirmeleridir.
Facebook’ta paylaştığı bu yazısını olduğu gibi aşağıya aktarıyoruz.
Bu kritik günlerde böylesine ayık duruşların ve örnek tavır alışların duyulmasının hayati önemi bulunmaktadır.
Bu duruş ve öneri, Garbis Altınoğlu’nun özgül durumu nedeniyle ayrıca çok değerlidir.
Meraklısı için şunu da belirtelim. Garbis Altınaoğlu ve Demir Küçükaydın, ikimiz de 68’liyiz. Kısa bir hapishane beraberliğimiz de vardır.
Ama aslında son derece farklı; hatta birbirine zıt ideolojik duruşlara sahibizdir. Resmini aldığımız kitapta örneğin Kıvılcımlı’yı eleştirmektedir.
Bilenlerin bileceği gibi, Demir “Doktorcu” gelenekten sayılır ve Kıvılcımlı’nın Marksizm’e büyük katlıları olduğu düşüncesindedir. (Elbet Küçükaydın’ın da Kıvılcımlı’ya metodolojik eleştirileri var ama çok başka noktalardan)

20 Ocak 2017 Cuma

HDP ve CHP, CHP Gelmezse Tek Başına HDP, Meclis’te “İş Yavaşlatma Grevi” Başlatmalıdır

Dün Meclis’te bağımsız milletvekili Aylin Nazlıaka’nın kendini mikrofona kelepçelemesi çok önemli dersler sunuyor.
Birincisi, aslında CHP’li olan, hatta “ulusalcı” denebilecek bir vekilin, artık bir şeyler yapma gereğini görerek kendini mikrofona kelepçelemesi, “laik yaşam tazı”ndakilerin, yani CHP’nin ve kısmen de MHP’nin tabanının, hızla gelen Erdoğan’ın diktatörlüğü altındaki İslamcı-Türk faşizmine karşı, direnişe ve sokağa çıkmaya, hâsılı her şeyi yapmaya hazır olduğunu göstermektedir.
Bunu zaten herkes günlük hayatında gözlemleyebilir. Örneğin birkaç gün önce bir e-mail grubunda biri, canlı canlı şöyle bir gözlemeni paylaşmıştı:
“Şu anda Esenyurttan Taksime taksiyle dönüyorum. Taksi şoförü MHP'li çok öfkeli. Toz şekerin, yağın fiyatını söylüyor, bu nasıl iş ben ailemi nasıl besleyeyim diyor. Bir de bir milyon dolara vatandaşlık satılmasına öfkeli.”
CHP’li tabanın öfkesi ise Aylin Nazlıaka ile Meclis kürsüsüne kendini kelepçelemiş bulunuyor.
Çok alametler belirdi. Ama anlayana.

19 Ocak 2017 Perşembe

Güvercinler, Müslümanlar, Türkler ve İnsanlar

Hrant Dink “Ruh halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyordu:
“Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”
Ama bu satırların Dink’in son satırlarından biri olması, aynı zamanda bu umudun ve güvenin hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor.
Niçin böyle?
Çünkü Hrant’ın unuttuğu bir şey vardı, biyolojik bir kavram olarak insan ile (yani küçük harflerle insan olmakla), sosyolojik olarak İnsan (büyük harflerle İnsan) olmak arasındaki farkı göremiyordu.
Yani unuttuğu “bu ülkede” İnsanların değil Türklerin yaşadığı idi.