4 Haziran 2012 Pazartesi

Radikal Demokrasinin “Kürt Sorunu”nun Çözümüne İlişkin Programı

Çatışan toplumsal güçlerin mücadelesinde sorunların, güçlerin, şeylerin ve olayların nasıl adlandırılacağı da aynı zamanda bir çatışma konusudur. Çoğu kez bu adlandırmada kullanılan kavramlar aynı zamanda bir programı ima ederler.
Bu nedenle, çatışan güçler bir uzlaşma yolu arıyorlarsa, bu aynı zamanda sorunların, güçlerin, şeylerin ve olayların adlandırılmasında tarafların uzlaşabilecekleri bir dili de gerektirir çoğu kez.
Bu nedenle önce yukarıdaki başlığın böyle bir çabanın somut bir örneği olarak görülmesi gerekmektedir.
Yukarıdaki başlıkta “Kürt Sorunu” tırnak içinde kullanılmaktadır. Bunun anlamı şudur: Radikal Demokrasi  sorunu başka bir kavramla tanımlamaktadır ama bir uzlaşma noktası olarak bugünkü yaygın kullanımı kullanmayı kabul etmekte ve kendi adlandırmasında ısrar etmeyi gereksiz görmektedir.
Bu, görüşlerinden vaz geçtiği değil, ama “Galatı meşhur lügatı fasihten yeğdir” diyerek, sadece anlaşılır olabilmek için, bile bile yanlış konuşmayı kabul ettiği anlamına gelmektedir.
Elbette Radikal Demokrasi bu sorunu nasıl adlandırıyordu diye sorulabilir ve bu konu bu nedenle burada kısaca açılabilir. Böylece bir adlandırma sorunu çerçevesinde, hem adlandırmaların dayandıkları varsayımlar ve kendilerinde içkin programlar arasındaki ilişki gösterilebilir hem de bu vesileyle kendi adlandırma ve programımız açıklanabilir.
Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve haklarını inkar edenlerin “Terör”, “Doğu” veya “Güneydoğu Sorunu” dedikleri; bu sorununun çözümünü Kürtlerin varlığının ve onlara bir takım hakların tanınması olarak görenlerin “Kürt Sorunu” dedikleri, sorunun adı: bizce Türk Sorunudur[1].
*
Sorunu “Terör” veya “Güneydoğu Sorunu”, yani hukuki, adli, kriminal, askeri veya coğrafi eşitsizlik problemi olarak tanımlamak, Kürtlerin ezildiği gerçeğini reddeder.
Gerçeği görmek istemeyen tüm duruş ve programlar gibi kısa vadede bazı başarılar kazanıyor gibi görülse de uzun vadede yenilgiye ve bu arada insanların çekeceği büyük kayıp ve acılara sebep olmaya mahkumdur.
Bu adlandırma ve program şu an epey güç yitirmiş bulunmakla birlikte, devlet içinde, belli bölgelerde (Özellikle Rum ve Ermenilerin katli ve sürülmesinin travmasını yaşayan, hem onların mallarına konmuş hem de ekonomik olarak tam da bu nedenle geri düşmüş bölgelerde) ve özellikle yine bizzat devlet güçleri tarafından örgütlenmiş, sosyolojik olarak da “Lümpen proletarya” diye tanımlanan[2] tabakalar arasında hala çok güçlüdür. Nufus içindeki gücünden çok daha büyük bir operasyonel gücü ve yeteneği bulunmaktadır. Bu eğilim ve programı, bugünkü Meclis’te esas olarak MHP tarafından temsil edilmektedir ama gerek CHP, gerek AKP içinde de hiç de küçümsenmeyecek dayanakları vardır.
Bunlar çözümün değil sorunun parçasıdırlar.
*
Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar, sorunu Kürtlerin varlığının ve haklarının tanınması olarak görmektedirler. Bu tanınma sağlandığı takdirde sonunun çözülmüş olacağını düşünmektedirler. Esas sorunun bu tanınmayı sağlayacak yol ve bu yola girebilmek için de silahların susmasının nasıl sağlanacağı problemlerine yoğunlaşmak gerektiğini savunmaktadırlar. Bu yaklaşımın en tipik örneği olarak, Cengiz Çandar’ın raporu zikredilebilir.
Bu adlandırma ve program, şu an hem Türk burjuvazisi (Laik ve Müslüman burjuvazi) hem de İşçi sınıfının ağırlıklı bir kesimi tarafından desteklenmektedir. “Devlet sınıfları”nın böyle bir programdan yana olan, inkar çizgisinden kabul çizgisine gelinmediği takdirde herşeyin yitirilebileceğini gören kesimi de bu çizgiyi desteklemektedir. CHP’deki Baykal’ın yerini Kılıçdaroğlu’nun almasınde sembolize olan değişim, Devlet içinde bu eğilimin güçlenmesinin ve politik bir güç de olma yolunda adımlar atmasının bir ifadesidir. Bu güçler aynı zamanda Alevilerin ve Şehir orta sınıflarının da desteğine sahiptirler ve uzunca bir süre inkarcı güçlerin yedeğinde kalmış Alevileri ve şehir orta sınıflarını bu programa çekmeye çalışmaktadırlar. Kılıçdaroğlu gerek Aleviliği gerek bir Bürokrat oluşuyla bu eğilimin somut bir örneği olarak görülebilir.
Öte yandan Kürt burjuvazisi de bu programı benimser ve bu nedenle sorunun “Kürt Sorunu” olarak tanımlanmasına hiçbir itiraz getirmez. Çünkü böyle adlandırmanın bizzat kendisinin Kürtlerin bir ulus olarak tanınması anlamına geldiğini ve geleceğini düşünmektedir[3].
“Şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Gerek Kürt gerek Türk burjuvazisi ve diğer güçler sorunun Kürtlüğün tanınması ve haklarının verilmesi olduğunda anlaşırlar ama bu hakların ve tanınmanın sınırları onların arasındaki esas  çatışma konusunu oluşturur.
Bu çatışmanın konusu Kürtlüğün tanınmasının ve Kürtlerin haklarının ne düzeyde olacağıdır.
Türk devletinin reformcu güçleri ve burjuvazisi, bu hakların bireysel haklar olarak Türk Devleti’nce tanınmasını savunmaktadırlar.
Ayrıca Kürt burjuvazisinin bir kısmı da, bireysel haklar düzeyinde bir tanınmayı, hem kollektif bir tanınma ve ayrı bir devlet kurma yolunda geçici bir aşama ve kazanç olarak gördükleri, hem de böyle kısmi hakların Kürt hareketi içindeki radikal ve demokrat olarak tanımlanabilecek ve esas olarak Öcalan ve PKK tarafından temsil edilen eğilimin etkisinin ve gücünün sınırlanması sonucunu doğuracağını, dolayısıyla kendilerinin etkisinin artacağı anlamına geleceğini düşündükleri için desteklerler[4].
“Kürt Sorunu” diyenler arasında ikinci çizgi ise, Kürtlüğün tanınması ve haklarının bireysel değil, kollektif bir kimlik olarak tanınmasıdır.
Bu sadece Kürt burjuvazisinin değil, aynı zamanda Kürt küçük burjuvazisinin ve siyasi olarak da Türk ve Kürt sosyalistlerinin, yani uzun vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçilerinin ezici bir bölümünün programıdır.
 “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” veya “Ulusların Kendi kaderini Tayin Hakkı” ilkeleri biçiminde savunulan bu programın esas büyük savunucusu Türk sosyalistleridirler (Yani akıllı Türk milliyetçileri).
Ayrıca Kürt hareketinin içindeki demokratik eğilimleri olan ve demokratik bir programı desteklemesi gereken kanat da (Yani Öcalan ve PKK) demokratik bir programı net olarak tanımlayamadığı için, bu programı savunur durumdadır.
Çatı Partisi” projesi veya “Blok” aslında bu program temelinde bir ittifaktır. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü, bu çözümü savunmaktadırlar.
Bu programı savunanlar, hakları bireysel haklar düzeyinde tanımak isteyen Türk burjuvazisi ve devletine, “hakları kolektif olarak tanımlamaktan korkma, Kürtlerin (veya Kürt öznesi açısından “Bizim”) ayrılma gibi bir niyet ve amacımız bulunmamaktadır. Biz kolektif olarak tanınmışsak, baskı altında değilsek niye ayrılalım ki” diye garanti vererek Türk devletini ve burjuvazisini razı edeceğini düşünmektedir.
Ancak Türk devleti ve burjuvazisi, “kolektif kimlik ve tanınması fiilen bölünme demektir bölünmeyle sonuçlanır” diyerek bu programı kabul edemeyeceğini açıkça ifade etmektedir. Keza Türk devleti ve burjuvazisi, “bu ayrılma yönünde sadece geçici bir aşamadır” diye itiraz ederken de haksız değildir ve Kürtlerin içinde böyle düşünen güçlü bir eğilim de vardır. Kaldı ki böyle bir eğilim olmasa veya güçsüz olsa bile, yarın başka bir konjonktürde güçlenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Dolayısıyla Türk devleti ve burjuvazisinin bu kaygısı aslında hiç de temelsiz değildir.
Bunu derken Öcalan ve PKK’nın ayrılmama yönündeki niyetlerinin samimi olup olmadığını sorgulamıyoruz. Biz de onların büyük bir samimiyet içinde olduğunu düşünüyoruz. Ama olayların kendi mantığı vardır.
Bugünkü politik ve ekonomik konjonktürde pekala ayrılmama bir avantaj oluşturabilir. Ama dünyanın değişen ekonomik ilişkilerinde ve politik güçler ve yer alışında ciddi bir değişme ayrılmayı bir avantaj haline getirebilir. Eğer bu ayrılma, örneğin İsveç ve Norveç’in veya Çek Cumhuriyeti ile Slovakya’nın ayrılmasında olduğu gibi, barışçıl bir biçimde olursa fazla bir sorun da oluşturmayabilir. Ama Orta Doğu gibi bir deprem merkezinde, dünyanın petrol Ortadoğunun su yatakları üzerinde, binlerce yıllık devletçiliğin egemen olduğu bu topraklarda, son yüzyılın ve günün bütün tarihinin gösterdiği gibi bu çok kan ve acıya mal olur. Burada sadece eski Yugoslavya, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki çatışmaları anmak yeter[5]. Bunlar yakın zamana kadar halkların kardeşliği ideolojisini en azından resmen propaganda eden bir devletin vatandaşları idiler.
O halde sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar ve sorunun Kürtlerin varlığının ve haklarının tanınması olduğunda anlaşanların anlaşamadığı temel ayrım noktası, bu tanınmanın kolektif mi, bireysel mi olduğu noktasında toplanır.
Bundan sonra bu iki program arasındaki çatışma gündemi belirleyecektir.
Eskiden temel sorun inkar ve tanıma çizgisi arasındaydı; şimdi tanımanın biçimleri arasındadır. Örneğin 2011 seçimlerinden sonra seçilen Meclis’te MHP inkar, CHP ve AKP bireysel haklar olarak tanıma; BDP veya Blok kolektif tanınma çizgilerini ve programlarının siyasi ifadeleridirler.
Özetle, Kürtlerin kolektif tanınmasını Türk Devleti ve Burjuvazisi kabul etmeyeceği ve bundan ötesi “kırmızı çizgi” olduğu için; bireysel hakları da Kürt hareketi bu günkü vardığı düzeyde kabul etmeyeceği için, Türkiye’de yaşayan insanların önünde bu iki program arasında ciddi bir çatışma dönemi bulunmaktadır. Bu uzlaşmazlık nedeniyle, tarafların barışçı söylem veya hamleleri aslında karşı tarafın gücünü zayıflatma amacına hizmet edecektir.
Bu uzun ve çatışmalı bir dönem demektir. Geçici uzlaşmaları veya ateşkesleri çok sert çatışmaların izlemesi kaçınılmazdır. Çünkü her uzlaşma, karşı tarafın pozisyonunu zayıflatmak amacıyla yapılacaktır. Her seferinde “birlikte yaşama” giderek daha uzak ve ulaşılmaz bir hedef haline gelecektir.
Bunu biz söylemiyor ve istemiyoruz. Ama güçlerin konumlanışı, programları ve buna bağlı olarak da olayların mantığı söylemektedir.[6]
Aşağıda açıklayacağımız Radikal Demokrasi’nin soruna ilişkin adlandırması ve programı ise bütün bunlardan binlerce kat daha radikal ve demokratik karakteriyle ayrılmaktadır; hem bütün bu tehlikeleri bertaraf etmektedir; hem de uzun vadeli çıkarlarını düşündükleri takdirde tüm “tarafların” çıkarınadır, (bizim mantığımız açısından ise taraflar farklıdır ve gerici milliyetçi taraftakilerin çıkarına değildir).
*
Radikal Demokrasi, sorunun tanımında anlaşanların “Kürt Sorunu” olarak adlandırdıkları sorunu Türk Sorunu olarak tanımlar.
Bu sadece basit bir adlandırma sorunu değildir. Çünkü bu adlandırmanın ardında uluslar ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir teorik arka plan bulunmaktadır ve bu teorinin programatik sonuçları da diğer yaklaşımlardan kökten farklıdır. Türk Sorunu kavramı bu programatik farka vurgu yapar.
Bu program, buraya kadar ele alınanların tanıma ilkesine göre, Devletin elinden Kürtlüğün ya da Türklüğün tanınması veya tanınmaması hakkını almak, devlete böyle bir hak vermemek olarak formüle edilebilir.
Bu programı, bizzat Radikal Demokrasinin kategorileriyle ifade edersek, ulusu veya devleti, Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlamak olarak formüle edilebilir[7].
Bu formüllerin ve programımızın biraz anlaşılabilmesi için bu yaklaşımı Türkiye’deki “laiklik” örneği ile biraz açalım. Çünkü ikisi de son duruşmada aynı özde sorunlardır ve aynı şekilde çözülebilirler.
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti kendini “laik” olarak tanımlamaktadır.
Genel olarak “laiklik” de Türkiye’de “Din işleri ile devlet işlerinin ayrılması” olarak tanımlanmaktadır. Gerek bu tanıma, gerek evrensel demokrasi ve laiklik anlayışına, yani bütün insanlar inançları ne olursa olsun eşit olmaları gerektiğine göre, devletin dinlerle hiçbir işi olmaması, sadece onların eşitliğinin bekçisi olması gerekir.
Hâlbuki Türkiye’de bütçesi devlet bütçesinin en büyük bölümlerinden birini yutan, binlerce görevli çalıştıran Diyanet İşleri denen muazzam bir bürokratik aygıt bulunmaktadır. Bunun bizzat varlığı laiklik ilkesiyle çelişir. Laik bir ülkede devletin her hangi bir şekilde dinlere yönelik bir aygıtı olmaz.
Ancak sorun burada da bitmemektedir. Bu aygıt ima edildiği gibi, bütün dinlere ve dinsizlere karşı aynı mesafede, tarafsız, onların kimi işlerini kolaylaştıran bir aygıt da değildir. Bu aygıt, Sünni Müslümanlığın hizmetinde ve kontrolünde bir aygıttır. Bu ise laiklikle hiç mi hiç uyuşmaz.
Sünni Müslüman olmayanlardan, Alevilerden, Ezidilerden, Hıristiyanlardan, Ateistlerden, Budistlerden vs. alınan vergilerle bütün bu Sünni Müslümanlığın emrindeki aygıt finanse edilmekte ve bütün çalışanlar da yine bizzat Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır.
Diyanetin varlığının yanı sıra, okullarda din dersleri okutulması da böyledir. Bu dersler ve kitaplar, bütün dinlerin temsilcilerinin ve dinsizlerin katılımıyla hazırlanmış, yeni nesillere dünyadaki tüm dinler ve dinsizler hakkında temel bilgileri veren sosyolojinin bir alt bölümünü oluşturan dersler değildir. Bütünüyle Sünni Müslümanlığın bakış açısıyla ve onun propagandası için yazılmış kitaplar ve derslerdir.
Bunların yanı sıra, Askerlikteki Müslümanlığa uygun yemek dualarından, ezanların neredeyse Müslüman ve Sünni olmayanları terörize etmeye yönelik yüksek desibelli okunuşlarına kadar binlerce uygulama da bu vesileyle zikredilebilir.
Yani Türkiye, iddiasının aksine, laik ve demokratik bir ülke değildir aslında. Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış bir devlet vardır ve bu devlet Sünni Müslüman olmayanları baskı altında tutmaktadır. Hatta kendi Sünni ve Müslümanlık yorumlarını benimsemeyen diğer Sünni ve Müslümanları bile bir ölçüde baskı altına aldığı söylenebilir.
Bu baskı altında olanlar içinde en büyük ve bir sosyal hareket oluşturabilecek kitle Alevilerdir.
Elbette, Türkiye’de Aleviler gibi, Ezidiler, Hıristiyanlar, dinsizler vs. de baskı altındadır ama bunlar bir sosyal hareket ve etkili bir direniş oluşturabilecek kadar geniş bir kitle değildirler.
Aleviler bu ayrımcılığa ve baskıya yavaş da olsa direniş olarak tanımlanabilecek bir hareket oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Bu harekete baktığımızda iki farklı çizgi görürüz.
Biri devletin veya diyanetin Alevileri ve Aleviliği tanımasını ve tanıyarak Sünni İslam’la eşit statüye getirmesini istemektedir. Bu “Cem evleri ibadet yeri olarak tanınsın” gibi bir taleplerle de somutlaşmaktadır. Bu yaklaşım diyanetin bizzat varlığını sorgulamaz. Onun kendisini de tanımasını veya onda temsil edilmeyi vs. ister.
Ve bu demokratik bir talep değildir.
İşte, devletin Kürtlüğü tanımasını istemek de tamı tamına Devletin Aleviliği tanıması talebi gibidir.
Demokratik bir talep değildir.
Alevilik ve Kürtlük arasındaki paralellik bu tanımanın iki farklı biçimi (yani bireysel ve kolektif) arasında da aynen vardır.
 AKP iktidarı ve devlet, Aleviliği de tıpkı Kürtlük gibi, eski inkâr anlayışından farklı olarak, bireysel bir hak olarak tanımaya hazırdır.
Hatta AKP’nin “Alevi Açılımı”nın özü, tıpkı “Kürt Açılımı”nda olduğu gibi, budur.
Bu tıpkı, Kürtlerin varlığını ve haklarını inkâr eden yaklaşımın yerini Kürtlerin varlığını ve kimi bireysel haklarını kabul eden yaklaşımın, AKP’nin “Kürt Sorunu”ndaki temel pozisyonu olması gibi; Aleviliğin varlığını tanıma ve kabul ama bunu bireysel bir hak düzeyinde bir tanıma ve kabulle sınırlandırmaktadır.
AKP’nin demokrasi konusundaki programı ve gidebileceği en ileri nokta, “bireysel haklar olarak tanıma”  diye formüle edilebilir. Kaldı ki, artık hiçbir tutamak yeri kalmamış inkârın yerini bunun alması bile son derece yavaş ve anti demokratik karakterli başka yasalarla desteklenerek yürütülmektedir.
Öte yandan, AKP ve Devletin tanımayı bireysel haklarla sınırlama çizgisi karşısında, Alevilerin ağırlıklı bir kısmı, bu tanımanın kolektif bir tanıma olmasını talep etmektedirler. Diyanette Aleviler de temsil edilmeli; dedeler de maaş almalı; din dersleri olabilir ama Alevilik de anlatılmalı vs. gibi talepler bu kolektif tanınma talebinin somut biçimleridir.
İşte Kürtlüğün kolektif olarak tanınması talebi, tıpı tıpına Alevilerin kolektif olarak tanınma anlamına gelen taleplerine benzer.
Alevilerin ve diğer inançlardan olanların uğradığı ayrımcılığa son verecek gerçekten demokratik ve laik program, Diyanetin, Din derslerinin ve diğer hukuki ve fiili eşitsizliklerin kaldırılması olabilir.
Böyle demokratik bir program, devletin her hangi bir dini tanıma veya tanımama hakkının olmaması olarak da formüle edilebilir. Bu tıpkı Kürtlüğü ya da Türklüğü tanıma veya tanımama hakkının olmaması gibidir.
Ya da devlet fiilen İslam ile tanımlanmış olduğundan, devleti ya da ulusu İslam veya başka bir dinle tanımlamaya karşı tanımlamak olarak da formüle edilebilir.
Bu da Devleti veya ulusu Türklük veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlama olarak formüle edilenin paralelidir.
Yani nasıl gerçekten laik bir ülkede, devlet dini bütünüyle kişilerin özel bir sorunu olarak görür ve devletin her hangi bir dini tanıması veya tanımaması söz konusu olmazsa; devlet, devletin bir dini tanımasına veya tanımamasına karşı tanımlanırsa; benzer şekilde devletin her hangi bir dili, etniyi, soyu, sopu, “kültürü”, “halkı” tanıyıp tanımaması da söz konusu olmaz ve olmamalıdır. Bunlar tıpkı din gibi, politika dışı, kişilerin özel sorunu olarak görülmelidirler.
*
İşte “Türk Sorunu” adlandırması, çözümü “Kürtlüğün tanınması” olarak değil “Türklüğün de tanınmaması” olarak gördüğü için, bu çok temel teorik ve programatik farkı vurgulamak için Radikal demokrasi’nin tercih ettiği ve edeceği isimdir.
Bu adlandırma ve program esas olarak bizim[8] tarafımızdan savunulmuştur ve savunulmaktadır.
Bizden başka zaman zaman Özgürlük Hareketi de benzer bir programı savunmaktadır. En azından böyle bir programa açık oldukları ama yeterince netleşme olmadığı söylenebilir. PKK veya Öcalan “Anayasal Vatandaşlık”, “Demokratik Milliyetçilik”, “Demokratik Cumhuriyet” derken, bizim kullandığımız Türk Sorunu gibi bir adlandırmayı kullanmamakla birlikte, somut program olarak yakın durumdadır.
Ancak Kürt özgürlük hareketinin bu programı savunuşunda bir belirsizlik de vardır. Ve bu belirsizlik, bu demokratik talebin anlaşılmasını ve yayılmasını engellemektedir. Ama sadece bu da değil, bu belirsizlik nedeniyle özgürlük hareketi bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp, Türkleri de kapsayan ve onları demokrasi yönünde eğiten bir hareket de olamamaktadır.
Bu belirsizlik, yine Alevi hareketi örneğimize bağlı kalarak şöyle bir örnekle somutlanabilir ve daha kolay anlaşılabilir.
Alevi Hareketinin içindeki oldukça cılız olan, radikal ve demokrat kişi ve eğilimlerin bir yandan diyanetin, din derslerinin kaldırılması vs. gibi demokratik bir programı savunurken, birkaç satır ötede, “Cem Evlerinin ibadet yeri olarak tanınması” veya Din derslerinde Aleviliğin de anlatılması vs. gibi  anti-demokratik bir programı savundukları da görülmektedir.
İki farklı program birbiriyle uyuşmaz. Bu ikinci program birinciyle çelişir ve onu anlamsız kılar, olmamışa çevirir. Devlet tam anlamıyla laik olduğunda, devlet artık her hangi bir dinsel cemaati, kurumu vs. tanıma veya tanımama pozisyonunda olamaz. Bu bütünüyle özel bir sorun olur. İsteyen üç kişi bir araya gelip istediği dini kurabilir, bunun için ibadet yeri açabilir vs.. Yani tıpkı bir futbol takımı kurmak gibi olur bu işler. Devletin yapacağı sadece bu inançların eşitliklerini sağlamaktır. Örneğin diyelim ki bir dini cemaatin diğer bir cemaati baskı altına almaya çalışmaya kalkmasını engellemek gibi. Böyle bir sistem programlaştırılmışken aynı zamanda, bunun yanında Alevilerin diyanette temsilini veya Din derslerinde Aleviliğin okutulmasını istemek bütün bu programdan vazgeçmek anlamına gelir.
Aynı durum Kürt Özgürlük Hareketi’nde de görülmektedir. Özgürlük Hareketi de bir yandan, diyelim ki, “Anayasal Vatandaşlık” veya “Demokratik Cumhuriyet” diyerek ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmakta; yani ulusun Türklük veya Kürtlükle tanımlanmasını reddetmekte; ulusu ve devleti böyle tanımlamaya karşı tanımlamayı programlaştırımakta; diğer yandan, bununla tam bir çelişki içinde ve aynı zamanda devletin Kürtleri kolektif bir özne olarak tanımasından söz etmektedir.
Özgürlük Hareketi bu çelişkiyi çözmedikçe tam anlamıyla bir demokratik harekete dönüşemez.
Özgürlük hareketinin bu çelişkisi aslında büyük ölçüde onu destekleyen kitlenin bu “Demokratik Milliyetçiliğe” uzak olması ve bu kitleden tecrit olmamak için belli bir belirsizliği ve çelişkiyi sürdürmek zorunda olmasıyla da ilgilidir.
Türkiye’de Demokratik ulusçuluğu savunan güçlü bir hareket oluştuğu ve Kürt Özgürlük Hareketi bunun demokratik ağırlığını ve çekimini hissettiği ölçüde bu belirsizlik yok olma eğilimi gösterebilir. Özgürlük Hareketi’nin gerek ideolojik kökleri, gerek yoksullara dayanan toplumsal tabanı buna yatkındır.
Ne var ki, burada kendini besleyen bir olumsuzluk bulunmaktadır. Türkler arasında ulusu Türklükle tanımlamaya karşı demokratik bir ulusçuluğu savunan bir hareket olmadığı için, Kürt hareketi Demokratik ulusçuluk yönünde evrilip programını netleştirememekte ve çelişkili pozisyonları bir arada savunmaktadır. Ama bu çelişkili pozisyonları bir arada savunuşu da Kürt hareketinin Türklere açılmasını ve Türkler arasında bir demokratik hareketin oluşmasını engellemektedir. Bu tam bir fasit dairedir. Bu fasit daire kırılmadan gerçek bir barış ve demokrasi gelemez.
Bu kısa açıklamadan sonra yine adlandırma ve program ilişkisine dönelim.
Kürt Sorunu”nu Türk Sorunu diye tanımlamak, Kürtlüğün tanınmamasını değil, ulusun Türklükle tanımlanmasını sorun olarak görmek demektir.
Sorunu böyle adlandırmak, bölünme çizgisini, Türklerle Kürtler arasında değil; demokratlarla milliyetçiler, diğer bir deyişle demokratik milliyetçilerle gerici ve ilkel milliyetçiler arasında çekmek demektir.
Bu adlandırma, Kürtlerle Türkleri değil, Kürtlerle Türkleri kendi içlerinde bölmeyi hedefler.
Türkler ve Kürtler kendi içlerinde demokratik milliyetçiler ve gerici milliyetçiler olarak bölünmeden; yani ulusu Türklük ve/veya Kürtlükle tanımlayanlar ile Kürtlük ve/veya Türklükle tanımlamaya karşı tanımlayanlar olarak bölünmeden ne Kürdistan’a, ne Türkiye’ye ne de Ortadoğu’ya demokrasi gelemez. Binlerce yıllık Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma devletçilik, modern biçimler içinde sürmeye devam eder.
Ne demek istiyoruz?
Bunu yine Din örneğine bağlı kalarak açıklamayı deneyelim.
Örneğin İslam’a inanan ama gerçekten dinin kişilerin özel bir sorunu olması gerektiğini; devletin din işlerine hiç karışmaması gerektiğini ve bütün inançların eşitliğini savunan bir Müslüman çıkıp şunları savunabilir ve savunmalıdır:
“Türk devleti her ne kadar laik olduğu iddiasında ise de, aslında Sünni Müslümanlığı tanıyan, kayıran ve destekleyen, diğer inançlardan insanları baskı altına alan anti demokratik bir devlettir.  Örneğin diğer dinlerden, mezhep ve tarikatlardan ve inançsızlardan zorla aldığı vergilerle bütün Diyanet ve İmam Hatip aygıtının masraflarını karşılamaktadır. Biz Sünni Müslümanlar, bize yapılan bu kayırmacılığa, bu haksız muameleye karşı çıkıyoruz; Diyanetin, din derslerinin kaldırılmasını, devletin din konularını bütünüyle kişilerin özel sorunu ve bunların eşitliği olarak görmesini talep ediyoruz.”
Bu demokrat ama inanç olarak Müslüman kişi, Müslümanlığın devlet dini olmasından rahatsız olmayan ve bunu sürdürmek isteyen diğer Müslümanlara karşı mücadeleye girmiş, onlarla bölünmüş olur.
Benzer şekilde kimi Aleviler Devletin Cem Evlerini de tanınmasını savunurlarken, demokrat bir Alevi, tıpkı yukarıdaki Sünni Müslüman gibi, gerçek demokratik ve laik bir din devlet ilişkisini savunabilir. O zaman bu demokrat ve anti demokratik Aleviler de kendi içinde bölünmüş ve birbirine karşı mücadeleye girmiş olur.
Bu durumda, bölünme ve mücadele, gerçek bir laikliği ve demokrasiyi savunan Sünni Müslüman ve Alevi ile; bugünkü anti demokratik ve gerici yapıyı savunan Müslüman ve Alevi arasında olur.
İşte Türkiye’de veya her hangi bir ülkede, bu türde demokratlarla demokrat olmayanlar arasında bölünmeler olmadan ve bu bölünmelerde gerçek laik ve demokratik programı savunanlar üstün gelmeden gerçek bir laiklik ve demokrasi olamaz.
Aynı durum “Kürt” ve/veya Türk Sorunu için de geçerlidir.
Aynı şekilde, bir Türk pek ala çıkıp şunları diyebilir ve demelidir:
“Bu devlet her ne kadar Türklüğün bir etni, ırk, soy vurgusu taşımadığını iddia ediyorsa da, Türkçenin ulusun tanımlayıcısı tek dil olması; okullarda Türk Tarihi okutulması, Türklüğün hukuki, yurttaşlığı tanımlayan, nötral bir kavram olmadığını; Türkiye’nin de aynı şekilde coğrafi ve nötral bir kavram olmadığını açıkça göstermektedir[9].
Gerçek bir demokrat ise, ulusun Türklükle, Kürtlükle veya her hangi bir dil, etni, tarih, soy, “kültür” veya “halk” ile tanımlanmasına karşı çıkar. Bunun en somut programatik ifadesi de şudur: Herkesin ana dilinde eğitim hakkı. Ama herkes ana dilinde aynı ulusların tarihi olmadığına dair Tarihi, aynı Biyolojiyi, aynı Fiziği okur.”
Bu “Türk” demokratı, ulusun Türklükle tanımlanmasını sorun etmeyen, bunu savunan anti demokratik ve gerici Türklerle bölünmüş ve onlara karşı mücadeleye girmiş olur.
Aynı şekilde, Alevi örneğinde olduğu gibi, bu demokrat “Türk”ün savunduklarını pekâlâ demokrat “Kürtler” tarafından Kürtlerin içinde de savunabilir. O da Kürtlerin, Kürtçeyi resmi dil yapacak ve Kürtlükle tanımlanacak bir ulus kurmasını hedefleyen, anti demokratik Kürtlere karşı mücadeleye girmiş, Kürtleri bölmüş olur.
Böylece ulusun bir dille, bir “halk”la tanımlanmasına karşı olan Demokrat “Türk” ve “Kürtler” bir yanda; ulusların bir dille bir “halkla” tanımlanabileceğini savunan Türk ve Kürtler diğer yanda olur.
Böyle bir bölünme olmadan ve Demokrat olanlar diğerlerine üstün gelmeden sorunun çözülmesi ve bugün Türkiye denen ülkenin (Kürdistan’ın, Ermenistan’ın veya Ortadoğu’nun gerçekten demokrat olması mümkün değildir.
Her kim ki aksini iddia ediyorsa sahte hayaller yayıyor demektir. Sahte hayaller ise çok büyük gerçek acılar demektir.
İşte politik ve ideolojik mücadelenin esas hedefi bu bölünmeleri sağlamak olmalıdır.
*
Gerek Türk sosyalistlerinin, gerek Kürt hareketinin böyle bir bölünmeyi hedeflediği görülmemektedir. Ne ideolojik ne de politik olarak böyle bir hedefleri yoktur. Kürt hareketi içinde Öcalan’ın temsil ettiği çizginin epeyce netlikten uzak bunu savunduğu söylenebilir. Türk sosyalistleri veya Türkler içinde bunu tek savunan biziz.
Ancak bu programı hem Türk sosyalistleri hem de Kürt hareketi gündeme alıp tartışmaktan,  hatta adını bile anmaktan ölümü görmüşçesine kaçmaktadır.
Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kongresi” girişimlerinin ve toplantılarının tarihi, bu programı her hangi bir şekilde tartışmaktan, gündeme almaktan bile kaçışların; bu programa karşı tepeden, idari yollarla engellemelerin tarihidir.
Çünkü bütün bu girişimlerde tüm girişimlerimiz bu programı gündeme aldırma; var olan program karşısında Kongrelerin böyle başka bir programın da alternatif olarak sunulduğunu gösterme çabasından başka bir şey değildi. Hepsi de en anti demokratik hilelerle engellendi.
Bu örgüt ve girişimlere, bunun en son biçimi olan Halkların Demokratik Kongresi’ne bu açıdan bakılmadıkça, olan bitenin ne olduğu kavranamaz.
Halkların Demokratik Kongresi, aslında böyle bir programı kabul edip savunmaya son derece yatkın unsurları içinde barındırmakla birlikte, gerici milliyetçi bir programı benimsemiştir ve savunmaktadır.
Şu an hedef, Halkların Demokratik Kongresi’nin içinde bu programların açıkça tartışılmasını sağlamak olmalıdır.
Ancak şu an ona egemen olan güçlerin bütün çabası, şimdiye kadar olduğu gibi, böyle bir tartışmadan kaçmaktır. Bunu da pratik ve taktik sorunları sürekli gündemde tutarak “pratik militan”ların geri yanlarını okşayarak yapmaktadırlar. Pratik ve taktik sorunlar program tartışmasından kaçmanın bir aracı haline getirilmiş bulunmaktadır.
Bu tuzağa düşülmemeli.
Radikal Demokrasinin Halkların Demokratik Kongresi içinde ayrı bir platform olarak ortaya çıkması üzerine de düşünmek ve bu yönde girişimlerde bulunmak gerekiyor.
04 Haziran 2012 Pazartesi
Demir Küçükaydın



[1] Bu nedenle bu yazının başlığında, Türk Sorunu denmeyip de “Kürt Sorunu” kavramını kullanma Radikal Demokrasi açısından bir çözüm yolu ve uzlaşma bulmak için karşı tarafa doğru atılmış bir adım olarak görülmelidir.
[2] Genel olarak polis, dünyanın her yerinde sosyolojik olarak bu Lümpen Proletarya tabakasına dahildir. Hukuki olarak memur sıfatı taşımaları, onları sosyolojik olarak küçük burjuva yapmaz. Bu pek az bilinir.
[3] Ama bizzat bu tavır bile, tanınmak ve tanınmış olmak uğruna sorun olarak görülmeyi kabullenmek ve aslında bir aşağılama anlamına da sahip olan bu adlandırmaya sahip çıkmak, Kürt burjuvazisinin de en azından Türk burjuvazisi kadar tutarlı bir demokrasiden uzak olduğunu ve bundan korktuğunun ifadesidir.
[4] Bu tavır aynen Avrupa Birliği ve ABD tarafından da paylaşılmaktadırlar, ya da tersinden ifade edersek, ABD ve Avrupa Birliği’nin bu tavrını başta Barzani-Talabani ve onların uzantısı olan güçler sürdürmektedir.
Bunun nedeni, kollektif kimlik tanımlamalarının kendilerinin hareket alanını genişletmesidir. Bu kollektif kimlikleri (yani ulusları veya resmi cemaatleri) birbirine karşı her zaman kışkırtabilirler ve ezeli etkilerini sürdürebilirler.
Türk burjuvazisi ve Devleti nihai bir çözüm olarak; ABD, Avrupa Birliği ve Kürt Burjuvazisi ise ayrı bir devlet olma yolunda bir aşama olarak bu çözümde şimdilik anlaşmış görünürler.
Bu çözüm kısa vadede bir anlaşma olarak görülse de uzun vadede çatışmaya varması kaçınılmazdır.
[5] Kaldı ki, konu, pragmatik bir bakışla, yani kanlı mı kansız mı gibi bir bakışla ele alınamaz ve alınmamalıdır, esas olarak demokratik olup olmama sorunudur. Ama buna sonra geleceğiz.
[6] Kimileri ise, özellikle liberaller ve kimi kamuoyunu etkileyen gazeteciler, iki farklı tanınmanın somut bir takım formüllerle aşılabileceğini, önemli olanın ilk elde silahların susması olduğunu söylemektedirler[6]. Bu bağlamda da yeni Anayasa’nın Kürt Sorunu’na bir çözüm getireceği hayalini yaymaktadırlar.
Ama bunlar silahların susmamasının gerçek nedeninin aslında bu iki farklı tanıma ilkesinin çelişkisiyle olan bağını görmezden gelmektedirler. Bu arabayı atın önüne koşmaktan ve tanıma programları arasındaki derin ve uzlaşmaz çelişkiye gözleri kapamaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Bugün acil sorun, “Kürt Sorunu”nun çözümü değildir. Sorun, farklı çözüm programlarının, yasalar dâhilinde, barışçıl ve demokratik yöntemlerle birbiriyle mücadele edip, çoğunluğu kazanmaya çalışmasının imkânlarının yaratılmasıdır. Yani güçler ve programlar arasındaki çatışmanın silahsız olmasının sağlanmasıdır. Bu henüz sorunun çözümü demek değildir.
Yani Yeni Anayasa, “Kürt Sorunu”nu çözebilecek bir Anayasayı mümkün kılabilecek koşulları sağlayabilecek bir Anayasa olmalıdır.  Bu ise her şeyden önce, fikir ve örgütlenme özgürlüğü üzerindeki tüm sınırlama ve yasakların kaldırılması; herkesin bu özgürlükleri kullanarak çoğunluğu kazanabilme olanağına kavuşturulması  olabilir.
Provakatif olarak ifade etmek gerekirse, “Türklüğe Hakaret” ve “Bölücülük”, “Terörü Övmek”; “Atatürk’e Hakaret”; “Askerlikten soğutmak”; “milli ve manevi değerleri reddetmek” vs.hakkı demektir. Yani her türlü fikir ve bu fikirleri savunmak için yayın, örgüt, gösteri, hiçbir keyfi uygulamayla ihlal edilemeyecek bir  yasal bir hak olmadan ve bu yönde kesin bir güvenceye kavuşturulmadan “Kürt sorunu”nu çözebilecek bir Anayasa yapılamaz ve silahlar susmaz.
Dolayısıyla silahların susması ancak bu koşulda istenebilir. Bu hakların olmadığı yerde bu hak yoksunluğuna karşı savaşma hakkı ortaya çıkar otomatikman.

[7] Kürtlük ve Türklük burada bir örnektir, kategorik olarak, her hangi bir dil, din, etni, soy, sop, ırk, “halk” vs. de denebilir.
[8] Yani Demir Küçükaydın, maalesef şu ana kadar bu tanımlama ve programı bizden başka kimsenin böyle net ve açık savunduğunu görmedik. (Elbette birçok okuyucumuz da savunmaktadır.) Ayrıca biz bu somut programı ve adlandırmayı otaya koymayı ve savunmayı mümkün kılan Din ve Ulusun ne olduğuna dair, Marksizm’in kurucularını bile eleştirip onların görüşlerini mantık sonuçlarına götüren koskoca bir teorik yapı kurduk.
[9] Ayrıca Türklük de aslında 1930’lar modeli bir uydurma ve ırkçı bir Türk tanımıyla belirlenmektedir. Türklüğü Orta Asya’dan gelen Türklükle değil de pek ala Anadolu’da Neoloitik devrimden beri yaşayan otonkton halkların (yani başta Ermeniler ve Rumlar) kültürel ve genetik devamı olarak da tanımlamak mümkündür. Böyle bir tanımlamada “Soydaş” artık Orta asya’daki Türkik diller ailesinden bir dil konuşan halkları değil; Rum ve Ermeniler anlamına gelir. Böyle bir Türklük de mümkündür. Ulusu böyle bir Tarih ve Türklükle bile tanımlamak, ulusun Türklükle tanımlanmış ve anti demokratik olma özelliğiyle çelişmez. Burada ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkılmış olmaz, sadece Türklük farklı tanımlanmış olur.

Hiç yorum yok: