Bu nedenle, çatışan güçler bir uzlaşma yolu arıyorlarsa, bu
aynı zamanda sorunların, güçlerin, şeylerin ve olayların adlandırılmasında
tarafların uzlaşabilecekleri bir dili de gerektirir çoğu kez.
Bu nedenle önce yukarıdaki başlığın böyle bir çabanın somut
bir örneği olarak görülmesi gerekmektedir.
Yukarıdaki başlıkta “Kürt Sorunu” tırnak içinde
kullanılmaktadır. Bunun anlamı şudur: Radikal Demokrasi sorunu başka bir kavramla tanımlamaktadır ama
bir uzlaşma noktası olarak bugünkü yaygın kullanımı kullanmayı kabul etmekte ve
kendi adlandırmasında ısrar etmeyi gereksiz görmektedir.
Bu, görüşlerinden vaz geçtiği değil, ama “Galatı meşhur
lügatı fasihten yeğdir” diyerek, sadece anlaşılır olabilmek için, bile bile
yanlış konuşmayı kabul ettiği anlamına gelmektedir.
Elbette Radikal Demokrasi bu sorunu nasıl adlandırıyordu
diye sorulabilir ve bu konu bu nedenle burada kısaca açılabilir. Böylece bir
adlandırma sorunu çerçevesinde, hem adlandırmaların dayandıkları varsayımlar ve
kendilerinde içkin programlar arasındaki ilişki gösterilebilir hem de bu
vesileyle kendi adlandırma ve programımız açıklanabilir.
Türkiye’de Kürtlerin varlığını ve haklarını inkar edenlerin
“Terör”, “Doğu” veya “Güneydoğu Sorunu” dedikleri; bu
sorununun çözümünü Kürtlerin varlığının ve onlara bir takım hakların tanınması
olarak görenlerin “Kürt Sorunu” dedikleri, sorunun adı: bizce Türk
Sorunudur[1].
*
Sorunu “Terör” veya “Güneydoğu Sorunu”, yani
hukuki, adli, kriminal, askeri veya coğrafi eşitsizlik problemi olarak
tanımlamak, Kürtlerin ezildiği gerçeğini reddeder.
Gerçeği görmek istemeyen tüm duruş ve programlar gibi kısa
vadede bazı başarılar kazanıyor gibi görülse de uzun vadede yenilgiye ve bu
arada insanların çekeceği büyük kayıp ve acılara sebep olmaya mahkumdur.
Bu adlandırma ve program şu an epey güç yitirmiş bulunmakla
birlikte, devlet içinde, belli bölgelerde (Özellikle Rum ve Ermenilerin katli
ve sürülmesinin travmasını yaşayan, hem onların mallarına konmuş hem de
ekonomik olarak tam da bu nedenle geri düşmüş bölgelerde) ve özellikle yine
bizzat devlet güçleri tarafından örgütlenmiş, sosyolojik olarak da “Lümpen
proletarya” diye tanımlanan[2]
tabakalar arasında hala çok güçlüdür. Nufus içindeki gücünden çok daha büyük
bir operasyonel gücü ve yeteneği bulunmaktadır. Bu eğilim ve programı, bugünkü
Meclis’te esas olarak MHP tarafından temsil edilmektedir ama gerek CHP, gerek
AKP içinde de hiç de küçümsenmeyecek dayanakları vardır.
Bunlar çözümün değil sorunun parçasıdırlar.
*
“Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar, sorunu Kürtlerin
varlığının ve haklarının tanınması olarak görmektedirler. Bu tanınma
sağlandığı takdirde sonunun çözülmüş olacağını düşünmektedirler. Esas sorunun
bu tanınmayı sağlayacak yol ve bu yola girebilmek için de silahların susmasının
nasıl sağlanacağı problemlerine yoğunlaşmak gerektiğini savunmaktadırlar. Bu
yaklaşımın en tipik örneği olarak, Cengiz Çandar’ın raporu zikredilebilir.
Bu adlandırma ve program, şu an hem Türk burjuvazisi (Laik
ve Müslüman burjuvazi) hem de İşçi sınıfının ağırlıklı bir kesimi tarafından
desteklenmektedir. “Devlet sınıfları”nın böyle bir programdan yana olan, inkar
çizgisinden kabul çizgisine gelinmediği takdirde herşeyin yitirilebileceğini
gören kesimi de bu çizgiyi desteklemektedir. CHP’deki Baykal’ın yerini
Kılıçdaroğlu’nun almasınde sembolize olan değişim, Devlet içinde bu eğilimin
güçlenmesinin ve politik bir güç de olma yolunda adımlar atmasının bir
ifadesidir. Bu güçler aynı zamanda Alevilerin ve Şehir orta sınıflarının da
desteğine sahiptirler ve uzunca bir süre inkarcı güçlerin yedeğinde kalmış
Alevileri ve şehir orta sınıflarını bu programa çekmeye çalışmaktadırlar.
Kılıçdaroğlu gerek Aleviliği gerek bir Bürokrat oluşuyla bu eğilimin somut bir
örneği olarak görülebilir.
Öte yandan Kürt burjuvazisi de bu programı benimser ve bu
nedenle sorunun “Kürt Sorunu” olarak tanımlanmasına hiçbir itiraz getirmez.
Çünkü böyle adlandırmanın bizzat kendisinin Kürtlerin bir ulus olarak tanınması
anlamına geldiğini ve geleceğini düşünmektedir[3].
“Şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Gerek Kürt gerek
Türk burjuvazisi ve diğer güçler sorunun Kürtlüğün tanınması ve haklarının
verilmesi olduğunda anlaşırlar ama bu hakların ve tanınmanın sınırları onların
arasındaki esas çatışma konusunu
oluşturur.
Bu çatışmanın konusu Kürtlüğün tanınmasının ve Kürtlerin haklarının
ne düzeyde olacağıdır.
Türk devletinin reformcu güçleri ve burjuvazisi, bu hakların
bireysel haklar olarak Türk Devleti’nce tanınmasını savunmaktadırlar.
Ayrıca Kürt burjuvazisinin bir kısmı da, bireysel haklar
düzeyinde bir tanınmayı, hem kollektif bir tanınma ve ayrı bir devlet kurma
yolunda geçici bir aşama ve kazanç olarak gördükleri, hem de böyle kısmi
hakların Kürt hareketi içindeki radikal ve demokrat olarak tanımlanabilecek ve
esas olarak Öcalan ve PKK tarafından temsil edilen eğilimin etkisinin ve
gücünün sınırlanması sonucunu doğuracağını, dolayısıyla kendilerinin etkisinin
artacağı anlamına geleceğini düşündükleri için desteklerler[4].
“Kürt Sorunu” diyenler arasında ikinci çizgi ise, Kürtlüğün
tanınması ve haklarının bireysel değil, kollektif bir kimlik olarak
tanınmasıdır.
Bu sadece Kürt burjuvazisinin değil, aynı zamanda Kürt küçük
burjuvazisinin ve siyasi olarak da Türk ve Kürt sosyalistlerinin, yani uzun
vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçilerinin ezici bir bölümünün programıdır.
“Başka ulusları
ezen bir ulus özgür olamaz” veya “Ulusların Kendi kaderini Tayin Hakkı”
ilkeleri biçiminde savunulan bu programın esas büyük savunucusu Türk
sosyalistleridirler (Yani akıllı Türk milliyetçileri).
Ayrıca Kürt hareketinin içindeki demokratik eğilimleri olan
ve demokratik bir programı desteklemesi gereken kanat da (Yani Öcalan ve PKK)
demokratik bir programı net olarak tanımlayamadığı için, bu programı savunur
durumdadır.
“Çatı Partisi” projesi veya “Blok” aslında bu
program temelinde bir ittifaktır. Sırrı Süreyya Önder ve
Ertuğrul Kürkçü ,
bu çözümü savunmaktadırlar.
Bu programı savunanlar, hakları bireysel haklar düzeyinde
tanımak isteyen Türk burjuvazisi ve devletine, “hakları kolektif olarak
tanımlamaktan korkma, Kürtlerin (veya Kürt öznesi açısından “Bizim”)
ayrılma gibi bir niyet ve amacımız bulunmamaktadır. Biz kolektif olarak tanınmışsak,
baskı altında değilsek niye ayrılalım ki” diye garanti vererek Türk
devletini ve burjuvazisini razı edeceğini düşünmektedir.
Ancak Türk devleti ve burjuvazisi, “kolektif kimlik ve
tanınması fiilen bölünme demektir bölünmeyle sonuçlanır” diyerek bu
programı kabul edemeyeceğini açıkça ifade etmektedir. Keza Türk devleti ve
burjuvazisi, “bu ayrılma yönünde sadece geçici bir aşamadır” diye itiraz
ederken de haksız değildir ve Kürtlerin içinde böyle düşünen güçlü bir eğilim
de vardır. Kaldı ki böyle bir eğilim olmasa veya güçsüz olsa bile, yarın başka
bir konjonktürde güçlenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Dolayısıyla Türk
devleti ve burjuvazisinin bu kaygısı aslında hiç de temelsiz değildir.
Bunu derken Öcalan ve PKK’nın ayrılmama yönündeki niyetlerinin
samimi olup olmadığını sorgulamıyoruz. Biz de onların büyük bir samimiyet
içinde olduğunu düşünüyoruz. Ama olayların kendi mantığı vardır.
Bugünkü politik ve ekonomik konjonktürde pekala ayrılmama
bir avantaj oluşturabilir. Ama dünyanın değişen ekonomik ilişkilerinde ve
politik güçler ve yer alışında ciddi bir değişme ayrılmayı bir avantaj haline getirebilir.
Eğer bu ayrılma, örneğin İsveç ve Norveç’in veya Çek Cumhuriyeti ile
Slovakya’nın ayrılmasında olduğu gibi, barışçıl bir biçimde olursa fazla bir sorun
da oluşturmayabilir. Ama Orta Doğu gibi bir deprem merkezinde, dünyanın petrol Ortadoğunun
su yatakları üzerinde, binlerce yıllık devletçiliğin egemen olduğu bu
topraklarda, son yüzyılın ve günün bütün tarihinin gösterdiği gibi bu çok kan
ve acıya mal olur. Burada sadece eski Yugoslavya, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki
çatışmaları anmak yeter[5].
Bunlar yakın zamana kadar halkların kardeşliği ideolojisini en azından resmen
propaganda eden bir devletin vatandaşları idiler.
O halde sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar ve sorunun
Kürtlerin varlığının ve haklarının tanınması olduğunda anlaşanların
anlaşamadığı temel ayrım noktası, bu tanınmanın kolektif mi, bireysel mi
olduğu noktasında toplanır.
Bundan sonra bu iki program arasındaki çatışma gündemi
belirleyecektir.
Eskiden temel sorun inkar ve tanıma çizgisi
arasındaydı; şimdi tanımanın biçimleri arasındadır. Örneğin 2011
seçimlerinden sonra seçilen Meclis’te MHP inkar, CHP ve AKP bireysel
haklar olarak tanıma; BDP veya Blok kolektif tanınma çizgilerini ve
programlarının siyasi ifadeleridirler.
Özetle, Kürtlerin kolektif tanınmasını Türk Devleti ve
Burjuvazisi kabul etmeyeceği ve bundan ötesi “kırmızı çizgi” olduğu
için; bireysel hakları da Kürt hareketi bu günkü vardığı düzeyde kabul
etmeyeceği için, Türkiye’de yaşayan insanların önünde bu iki program
arasında ciddi bir çatışma dönemi bulunmaktadır. Bu uzlaşmazlık nedeniyle,
tarafların barışçı söylem veya hamleleri aslında karşı tarafın gücünü
zayıflatma amacına hizmet edecektir.
Bu uzun ve çatışmalı bir dönem demektir. Geçici
uzlaşmaları veya ateşkesleri çok sert çatışmaların izlemesi kaçınılmazdır.
Çünkü her uzlaşma, karşı tarafın pozisyonunu zayıflatmak amacıyla yapılacaktır.
Her seferinde “birlikte yaşama” giderek daha uzak ve ulaşılmaz bir hedef haline
gelecektir.
Bunu biz söylemiyor ve istemiyoruz. Ama güçlerin konumlanışı,
programları ve buna bağlı olarak da olayların mantığı söylemektedir.[6]
Aşağıda açıklayacağımız Radikal Demokrasi’nin soruna
ilişkin adlandırması ve programı ise bütün bunlardan binlerce kat daha radikal
ve demokratik karakteriyle ayrılmaktadır; hem bütün bu tehlikeleri bertaraf
etmektedir; hem de uzun vadeli çıkarlarını düşündükleri takdirde tüm “tarafların”
çıkarınadır, (bizim mantığımız açısından ise taraflar farklıdır ve gerici milliyetçi
taraftakilerin çıkarına değildir).
*
Radikal Demokrasi, sorunun tanımında anlaşanların “Kürt
Sorunu” olarak adlandırdıkları sorunu Türk Sorunu olarak tanımlar.
Bu sadece basit bir adlandırma sorunu değildir. Çünkü
bu adlandırmanın ardında uluslar ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir teorik
arka plan bulunmaktadır ve bu teorinin programatik sonuçları da
diğer yaklaşımlardan kökten farklıdır. Türk Sorunu kavramı bu
programatik farka vurgu yapar.
Bu program, buraya kadar ele alınanların tanıma
ilkesine göre, Devletin elinden Kürtlüğün ya da Türklüğün tanınması veya
tanınmaması hakkını almak, devlete böyle bir hak vermemek olarak
formüle edilebilir.
Bu programı, bizzat Radikal Demokrasinin kategorileriyle
ifade edersek, ulusu veya devleti, Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya
karşı tanımlamak olarak formüle edilebilir[7].
Bu formüllerin ve programımızın biraz anlaşılabilmesi için
bu yaklaşımı Türkiye’deki “laiklik” örneği ile biraz açalım. Çünkü ikisi de son
duruşmada aynı özde sorunlardır ve aynı şekilde çözülebilirler.
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti kendini “laik” olarak
tanımlamaktadır.
Genel olarak “laiklik” de Türkiye’de “Din işleri ile devlet
işlerinin ayrılması” olarak tanımlanmaktadır. Gerek bu tanıma, gerek evrensel demokrasi
ve laiklik anlayışına, yani bütün insanlar inançları ne olursa olsun eşit
olmaları gerektiğine göre, devletin dinlerle hiçbir işi olmaması, sadece
onların eşitliğinin bekçisi olması gerekir.
Hâlbuki Türkiye’de bütçesi devlet bütçesinin en büyük
bölümlerinden birini yutan, binlerce görevli çalıştıran Diyanet İşleri denen muazzam
bir bürokratik aygıt bulunmaktadır. Bunun bizzat varlığı laiklik ilkesiyle
çelişir. Laik bir ülkede devletin her hangi bir şekilde dinlere yönelik bir
aygıtı olmaz.
Ancak sorun burada da bitmemektedir. Bu aygıt ima edildiği
gibi, bütün dinlere ve dinsizlere karşı aynı mesafede, tarafsız, onların kimi
işlerini kolaylaştıran bir aygıt da değildir. Bu aygıt, Sünni Müslümanlığın
hizmetinde ve kontrolünde bir aygıttır. Bu ise laiklikle hiç mi hiç uyuşmaz.
Sünni Müslüman olmayanlardan, Alevilerden, Ezidilerden,
Hıristiyanlardan, Ateistlerden, Budistlerden vs. alınan vergilerle bütün bu
Sünni Müslümanlığın emrindeki aygıt finanse edilmekte ve bütün çalışanlar da
yine bizzat Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır.
Diyanetin varlığının yanı sıra, okullarda din dersleri
okutulması da böyledir. Bu dersler ve kitaplar, bütün dinlerin temsilcilerinin
ve dinsizlerin katılımıyla hazırlanmış, yeni nesillere dünyadaki tüm dinler ve
dinsizler hakkında temel bilgileri veren sosyolojinin bir alt bölümünü
oluşturan dersler değildir. Bütünüyle Sünni Müslümanlığın bakış açısıyla ve
onun propagandası için yazılmış kitaplar ve derslerdir.
Bunların yanı sıra, Askerlikteki Müslümanlığa uygun yemek
dualarından, ezanların neredeyse Müslüman ve Sünni olmayanları terörize etmeye
yönelik yüksek desibelli okunuşlarına kadar binlerce uygulama da bu vesileyle
zikredilebilir.
Yani Türkiye, iddiasının aksine, laik ve demokratik bir ülke
değildir aslında. Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış bir devlet vardır ve bu
devlet Sünni Müslüman olmayanları baskı altında tutmaktadır. Hatta kendi Sünni
ve Müslümanlık yorumlarını benimsemeyen diğer Sünni ve Müslümanları bile bir
ölçüde baskı altına aldığı söylenebilir.
Bu baskı altında olanlar içinde en büyük ve bir sosyal
hareket oluşturabilecek kitle Alevilerdir.
Elbette, Türkiye’de Aleviler gibi, Ezidiler, Hıristiyanlar,
dinsizler vs. de baskı altındadır ama bunlar bir sosyal hareket ve etkili bir
direniş oluşturabilecek kadar geniş bir kitle değildirler.
Aleviler bu ayrımcılığa ve baskıya yavaş da olsa direniş
olarak tanımlanabilecek bir hareket oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Bu harekete baktığımızda iki farklı çizgi görürüz.
Biri devletin veya diyanetin Alevileri ve Aleviliği
tanımasını ve tanıyarak Sünni İslam’la eşit statüye getirmesini istemektedir.
Bu “Cem evleri ibadet yeri olarak tanınsın” gibi bir taleplerle de
somutlaşmaktadır. Bu yaklaşım diyanetin bizzat varlığını sorgulamaz. Onun
kendisini de tanımasını veya onda temsil edilmeyi vs. ister.
Ve bu demokratik bir talep değildir.
İşte, devletin Kürtlüğü tanımasını istemek de tamı tamına
Devletin Aleviliği tanıması talebi gibidir.
Demokratik bir talep değildir.
Alevilik ve Kürtlük arasındaki paralellik bu tanımanın
iki farklı biçimi (yani bireysel ve kolektif) arasında da aynen vardır.
AKP iktidarı ve
devlet, Aleviliği de tıpkı Kürtlük gibi, eski inkâr anlayışından farklı olarak,
bireysel bir hak olarak tanımaya hazırdır.
Hatta AKP’nin “Alevi Açılımı”nın özü, tıpkı “Kürt
Açılımı”nda olduğu gibi, budur.
Bu tıpkı, Kürtlerin varlığını ve haklarını inkâr eden
yaklaşımın yerini Kürtlerin varlığını ve kimi bireysel haklarını kabul eden
yaklaşımın, AKP’nin “Kürt Sorunu”ndaki temel pozisyonu olması gibi; Aleviliğin
varlığını tanıma ve kabul ama bunu bireysel bir hak düzeyinde bir tanıma ve
kabulle sınırlandırmaktadır.
AKP’nin demokrasi konusundaki programı ve gidebileceği en
ileri nokta, “bireysel haklar olarak tanıma” diye formüle edilebilir. Kaldı ki, artık
hiçbir tutamak yeri kalmamış inkârın yerini bunun alması bile son derece yavaş
ve anti demokratik karakterli başka yasalarla desteklenerek yürütülmektedir.
Öte yandan, AKP ve Devletin tanımayı bireysel haklarla
sınırlama çizgisi karşısında, Alevilerin ağırlıklı bir kısmı, bu tanımanın kolektif
bir tanıma olmasını talep etmektedirler. Diyanette Aleviler de temsil
edilmeli; dedeler de maaş almalı; din dersleri olabilir ama Alevilik de
anlatılmalı vs. gibi talepler bu kolektif tanınma talebinin somut biçimleridir.
İşte Kürtlüğün kolektif olarak tanınması talebi, tıpı
tıpına Alevilerin kolektif olarak tanınma anlamına gelen taleplerine benzer.
Alevilerin ve diğer inançlardan olanların uğradığı
ayrımcılığa son verecek gerçekten demokratik ve laik program, Diyanetin, Din
derslerinin ve diğer hukuki ve fiili eşitsizliklerin kaldırılması olabilir.
Böyle demokratik bir program, devletin her hangi bir dini
tanıma veya tanımama hakkının olmaması olarak da formüle edilebilir. Bu
tıpkı Kürtlüğü ya da Türklüğü tanıma veya tanımama hakkının olmaması gibidir.
Ya da devlet fiilen İslam ile tanımlanmış olduğundan, devleti
ya da ulusu İslam veya başka bir dinle tanımlamaya karşı tanımlamak olarak
da formüle edilebilir.
Bu da Devleti veya ulusu Türklük veya Kürtlükle
tanımlamaya karşı tanımlama olarak formüle edilenin paralelidir.
Yani nasıl gerçekten laik bir ülkede, devlet dini bütünüyle
kişilerin özel bir sorunu olarak görür ve devletin her hangi bir dini tanıması
veya tanımaması söz konusu olmazsa; devlet, devletin bir dini tanımasına veya tanımamasına
karşı tanımlanırsa; benzer şekilde devletin her hangi bir dili, etniyi, soyu,
sopu, “kültürü”, “halkı” tanıyıp tanımaması da söz konusu olmaz ve olmamalıdır.
Bunlar tıpkı din gibi, politika dışı, kişilerin özel sorunu olarak görülmelidirler.
*
İşte “Türk Sorunu” adlandırması, çözümü “Kürtlüğün
tanınması” olarak değil “Türklüğün de tanınmaması” olarak gördüğü için,
bu çok temel teorik ve programatik farkı vurgulamak için Radikal demokrasi’nin
tercih ettiği ve edeceği isimdir.
Bu adlandırma ve program esas olarak bizim[8]
tarafımızdan savunulmuştur ve savunulmaktadır.
Bizden başka zaman zaman Özgürlük Hareketi de benzer bir
programı savunmaktadır. En azından böyle bir programa açık oldukları ama
yeterince netleşme olmadığı söylenebilir. PKK veya Öcalan “Anayasal
Vatandaşlık”, “Demokratik Milliyetçilik”, “Demokratik Cumhuriyet”
derken, bizim kullandığımız Türk Sorunu gibi bir adlandırmayı kullanmamakla
birlikte, somut program olarak yakın durumdadır.
Ancak Kürt özgürlük hareketinin bu programı savunuşunda bir belirsizlik
de vardır. Ve bu belirsizlik, bu demokratik talebin anlaşılmasını ve
yayılmasını engellemektedir. Ama sadece bu da değil, bu belirsizlik nedeniyle
özgürlük hareketi bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp, Türkleri de kapsayan ve
onları demokrasi yönünde eğiten bir hareket de olamamaktadır.
Bu belirsizlik, yine Alevi hareketi örneğimize bağlı kalarak
şöyle bir örnekle somutlanabilir ve daha kolay anlaşılabilir.
Alevi Hareketinin içindeki oldukça cılız olan, radikal ve
demokrat kişi ve eğilimlerin bir yandan diyanetin, din derslerinin kaldırılması
vs. gibi demokratik bir programı savunurken, birkaç satır ötede, “Cem
Evlerinin ibadet yeri olarak tanınması” veya Din derslerinde Aleviliğin de
anlatılması vs. gibi anti-demokratik
bir programı savundukları da görülmektedir.
İki farklı program birbiriyle uyuşmaz. Bu ikinci
program birinciyle çelişir ve onu anlamsız kılar, olmamışa çevirir. Devlet tam
anlamıyla laik olduğunda, devlet artık her hangi bir dinsel cemaati, kurumu vs.
tanıma veya tanımama pozisyonunda olamaz. Bu bütünüyle özel bir sorun olur. İsteyen
üç kişi bir araya gelip istediği dini kurabilir, bunun için ibadet yeri
açabilir vs.. Yani tıpkı bir futbol takımı kurmak gibi olur bu işler. Devletin
yapacağı sadece bu inançların eşitliklerini sağlamaktır. Örneğin diyelim ki bir
dini cemaatin diğer bir cemaati baskı altına almaya çalışmaya kalkmasını
engellemek gibi. Böyle bir sistem programlaştırılmışken aynı zamanda, bunun
yanında Alevilerin diyanette temsilini veya Din derslerinde Aleviliğin
okutulmasını istemek bütün bu programdan vazgeçmek anlamına gelir.
Aynı durum Kürt Özgürlük Hareketi’nde de görülmektedir. Özgürlük
Hareketi de bir yandan, diyelim ki, “Anayasal Vatandaşlık” veya “Demokratik
Cumhuriyet” diyerek ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmakta; yani
ulusun Türklük veya Kürtlükle tanımlanmasını reddetmekte; ulusu ve devleti böyle
tanımlamaya karşı tanımlamayı programlaştırımakta; diğer yandan, bununla tam
bir çelişki içinde ve aynı zamanda devletin Kürtleri kolektif bir özne olarak
tanımasından söz etmektedir.
Özgürlük Hareketi bu çelişkiyi çözmedikçe tam anlamıyla bir
demokratik harekete dönüşemez.
Özgürlük hareketinin bu çelişkisi aslında büyük ölçüde onu
destekleyen kitlenin bu “Demokratik Milliyetçiliğe” uzak olması ve bu kitleden
tecrit olmamak için belli bir belirsizliği ve çelişkiyi sürdürmek zorunda
olmasıyla da ilgilidir.
Türkiye’de Demokratik ulusçuluğu savunan güçlü bir hareket
oluştuğu ve Kürt Özgürlük Hareketi bunun demokratik ağırlığını ve çekimini
hissettiği ölçüde bu belirsizlik yok olma eğilimi gösterebilir. Özgürlük
Hareketi’nin gerek ideolojik kökleri, gerek yoksullara dayanan toplumsal tabanı
buna yatkındır.
Ne var ki, burada kendini besleyen bir olumsuzluk
bulunmaktadır. Türkler arasında ulusu Türklükle tanımlamaya karşı demokratik
bir ulusçuluğu savunan bir hareket olmadığı için, Kürt hareketi Demokratik
ulusçuluk yönünde evrilip programını netleştirememekte ve çelişkili
pozisyonları bir arada savunmaktadır. Ama bu çelişkili pozisyonları bir arada
savunuşu da Kürt hareketinin Türklere açılmasını ve Türkler arasında bir
demokratik hareketin oluşmasını engellemektedir. Bu tam bir fasit dairedir. Bu
fasit daire kırılmadan gerçek bir barış ve demokrasi gelemez.
Bu kısa açıklamadan sonra yine adlandırma ve program
ilişkisine dönelim.
“Kürt Sorunu”nu Türk Sorunu diye tanımlamak, Kürtlüğün
tanınmamasını değil, ulusun Türklükle tanımlanmasını sorun olarak görmek
demektir.
Sorunu böyle adlandırmak, bölünme çizgisini, Türklerle
Kürtler arasında değil; demokratlarla milliyetçiler, diğer bir deyişle
demokratik milliyetçilerle gerici ve ilkel milliyetçiler arasında çekmek
demektir.
Bu adlandırma, Kürtlerle Türkleri değil, Kürtlerle
Türkleri kendi içlerinde bölmeyi hedefler.
Türkler ve Kürtler kendi içlerinde demokratik milliyetçiler
ve gerici milliyetçiler olarak bölünmeden; yani ulusu Türklük ve/veya Kürtlükle
tanımlayanlar ile Kürtlük ve/veya Türklükle tanımlamaya karşı tanımlayanlar
olarak bölünmeden ne Kürdistan’a, ne Türkiye’ye ne de Ortadoğu’ya demokrasi
gelemez. Binlerce yıllık Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma devletçilik,
modern biçimler içinde sürmeye devam eder.
Ne demek istiyoruz?
Bunu yine Din örneğine bağlı kalarak açıklamayı deneyelim.
Örneğin İslam’a inanan ama gerçekten dinin kişilerin özel
bir sorunu olması gerektiğini; devletin din işlerine hiç karışmaması
gerektiğini ve bütün inançların eşitliğini savunan bir Müslüman çıkıp şunları
savunabilir ve savunmalıdır:
“Türk devleti her ne kadar laik olduğu iddiasında ise de,
aslında Sünni Müslümanlığı tanıyan, kayıran ve destekleyen, diğer inançlardan
insanları baskı altına alan anti demokratik bir devlettir. Örneğin diğer dinlerden, mezhep ve tarikatlardan
ve inançsızlardan zorla aldığı vergilerle bütün Diyanet ve İmam Hatip aygıtının
masraflarını karşılamaktadır. Biz Sünni Müslümanlar, bize yapılan bu
kayırmacılığa, bu haksız muameleye karşı çıkıyoruz; Diyanetin, din derslerinin
kaldırılmasını, devletin din konularını bütünüyle kişilerin özel sorunu ve
bunların eşitliği olarak görmesini talep ediyoruz.”
Bu demokrat ama inanç olarak Müslüman kişi, Müslümanlığın
devlet dini olmasından rahatsız olmayan ve bunu sürdürmek isteyen diğer
Müslümanlara karşı mücadeleye girmiş, onlarla bölünmüş olur.
Benzer şekilde kimi Aleviler Devletin Cem Evlerini de tanınmasını
savunurlarken, demokrat bir Alevi, tıpkı yukarıdaki Sünni Müslüman gibi, gerçek
demokratik ve laik bir din devlet ilişkisini savunabilir. O zaman bu demokrat
ve anti demokratik Aleviler de kendi içinde bölünmüş ve birbirine karşı
mücadeleye girmiş olur.
Bu durumda, bölünme ve mücadele, gerçek bir laikliği ve
demokrasiyi savunan Sünni Müslüman ve Alevi ile; bugünkü anti demokratik ve
gerici yapıyı savunan Müslüman ve Alevi arasında olur.
İşte Türkiye’de veya her hangi bir ülkede, bu türde demokratlarla
demokrat olmayanlar arasında bölünmeler olmadan ve bu bölünmelerde gerçek laik
ve demokratik programı savunanlar üstün gelmeden gerçek bir laiklik ve
demokrasi olamaz.
Aynı durum “Kürt” ve/veya Türk Sorunu için de geçerlidir.
Aynı şekilde, bir Türk pek ala çıkıp şunları diyebilir ve
demelidir:
“Bu devlet her ne kadar Türklüğün bir etni, ırk, soy
vurgusu taşımadığını iddia ediyorsa da, Türkçenin ulusun tanımlayıcısı tek dil
olması; okullarda Türk Tarihi okutulması, Türklüğün hukuki, yurttaşlığı
tanımlayan, nötral bir kavram olmadığını; Türkiye’nin de aynı şekilde coğrafi
ve nötral bir kavram olmadığını açıkça göstermektedir[9].
Gerçek bir demokrat ise, ulusun Türklükle, Kürtlükle veya
her hangi bir dil, etni, tarih, soy, “kültür” veya “halk” ile tanımlanmasına
karşı çıkar. Bunun en somut programatik ifadesi de şudur: Herkesin ana dilinde
eğitim hakkı. Ama herkes ana dilinde aynı ulusların tarihi olmadığına dair
Tarihi, aynı Biyolojiyi, aynı Fiziği okur.”
Bu “Türk” demokratı, ulusun Türklükle tanımlanmasını sorun
etmeyen, bunu savunan anti demokratik ve gerici Türklerle bölünmüş ve onlara
karşı mücadeleye girmiş olur.
Aynı şekilde, Alevi örneğinde olduğu gibi, bu demokrat “Türk”ün
savunduklarını pekâlâ demokrat “Kürtler” tarafından Kürtlerin içinde de savunabilir.
O da Kürtlerin, Kürtçeyi resmi dil yapacak ve Kürtlükle tanımlanacak bir ulus
kurmasını hedefleyen, anti demokratik Kürtlere karşı mücadeleye girmiş,
Kürtleri bölmüş olur.
Böylece ulusun bir dille, bir “halk”la tanımlanmasına karşı
olan Demokrat “Türk” ve “Kürtler” bir yanda; ulusların bir dille bir “halkla”
tanımlanabileceğini savunan Türk ve Kürtler diğer yanda olur.
Böyle bir bölünme olmadan ve Demokrat olanlar diğerlerine
üstün gelmeden sorunun çözülmesi ve bugün Türkiye denen ülkenin (Kürdistan’ın,
Ermenistan’ın veya Ortadoğu’nun gerçekten demokrat olması mümkün değildir.
Her kim ki aksini iddia ediyorsa sahte hayaller yayıyor
demektir. Sahte hayaller ise çok büyük gerçek acılar demektir.
İşte politik ve ideolojik mücadelenin esas hedefi bu
bölünmeleri sağlamak olmalıdır.
*
Gerek Türk sosyalistlerinin, gerek Kürt hareketinin böyle
bir bölünmeyi hedeflediği görülmemektedir. Ne ideolojik ne de politik olarak
böyle bir hedefleri yoktur. Kürt hareketi içinde Öcalan’ın temsil ettiği çizginin
epeyce netlikten uzak bunu savunduğu söylenebilir. Türk sosyalistleri veya
Türkler içinde bunu tek savunan biziz.
Ancak bu programı hem Türk sosyalistleri hem de Kürt
hareketi gündeme alıp tartışmaktan, hatta
adını bile anmaktan ölümü görmüşçesine kaçmaktadır.
“Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”,
“Halkların Demokratik Kongresi” girişimlerinin ve toplantılarının
tarihi, bu programı her hangi bir şekilde tartışmaktan, gündeme almaktan bile
kaçışların; bu programa karşı tepeden, idari yollarla engellemelerin tarihidir.
Çünkü bütün bu girişimlerde tüm girişimlerimiz bu programı
gündeme aldırma; var olan program karşısında Kongrelerin böyle başka bir
programın da alternatif olarak sunulduğunu gösterme çabasından başka bir şey
değildi. Hepsi de en anti demokratik hilelerle engellendi.
Bu örgüt ve girişimlere, bunun en son biçimi olan Halkların
Demokratik Kongresi’ne bu açıdan bakılmadıkça, olan bitenin ne olduğu
kavranamaz.
Halkların Demokratik Kongresi, aslında böyle bir programı
kabul edip savunmaya son derece yatkın unsurları içinde barındırmakla birlikte,
gerici milliyetçi bir programı benimsemiştir ve savunmaktadır.
Şu an hedef, Halkların Demokratik Kongresi’nin içinde bu
programların açıkça tartışılmasını sağlamak olmalıdır.
Ancak şu an ona egemen olan güçlerin bütün çabası, şimdiye
kadar olduğu gibi, böyle bir tartışmadan kaçmaktır. Bunu da pratik ve taktik
sorunları sürekli gündemde tutarak “pratik militan”ların geri yanlarını
okşayarak yapmaktadırlar. Pratik ve taktik sorunlar program tartışmasından
kaçmanın bir aracı haline getirilmiş bulunmaktadır.
Bu tuzağa düşülmemeli.
Radikal Demokrasinin Halkların Demokratik Kongresi içinde
ayrı bir platform olarak ortaya çıkması üzerine de düşünmek ve bu yönde
girişimlerde bulunmak gerekiyor.
04 Haziran 2012 Pazartesi
[1] Bu nedenle bu yazının başlığında,
Türk Sorunu denmeyip de “Kürt Sorunu” kavramını kullanma Radikal Demokrasi
açısından bir çözüm yolu ve uzlaşma bulmak için karşı tarafa doğru atılmış bir
adım olarak görülmelidir.
[2]
Genel olarak polis, dünyanın her yerinde sosyolojik olarak bu Lümpen
Proletarya tabakasına dahildir. Hukuki olarak memur sıfatı taşımaları,
onları sosyolojik olarak küçük burjuva yapmaz. Bu pek az bilinir.
[3] Ama bizzat bu tavır bile, tanınmak ve
tanınmış olmak uğruna sorun olarak görülmeyi kabullenmek ve aslında bir
aşağılama anlamına da sahip olan bu adlandırmaya sahip çıkmak, Kürt
burjuvazisinin de en azından Türk burjuvazisi kadar tutarlı bir demokrasiden
uzak olduğunu ve bundan korktuğunun ifadesidir.
[4] Bu
tavır aynen Avrupa Birliği ve ABD tarafından da paylaşılmaktadırlar, ya da
tersinden ifade edersek, ABD ve Avrupa Birliği’nin bu tavrını başta
Barzani-Talabani ve onların uzantısı olan güçler sürdürmektedir.
Bunun
nedeni, kollektif kimlik tanımlamalarının kendilerinin hareket alanını
genişletmesidir. Bu kollektif kimlikleri (yani ulusları veya resmi cemaatleri)
birbirine karşı her zaman kışkırtabilirler ve ezeli etkilerini sürdürebilirler.
Türk
burjuvazisi ve Devleti nihai bir çözüm olarak; ABD, Avrupa Birliği ve Kürt
Burjuvazisi ise ayrı bir devlet olma yolunda bir aşama olarak bu çözümde
şimdilik anlaşmış görünürler.
Bu çözüm
kısa vadede bir anlaşma olarak görülse de uzun vadede çatışmaya varması
kaçınılmazdır.
[5] Kaldı ki, konu, pragmatik bir
bakışla, yani kanlı mı kansız mı gibi bir bakışla ele alınamaz ve
alınmamalıdır, esas olarak demokratik olup olmama sorunudur. Ama buna sonra
geleceğiz.
[6] Kimileri ise, özellikle liberaller ve
kimi kamuoyunu etkileyen gazeteciler, iki farklı tanınmanın somut bir takım
formüllerle aşılabileceğini, önemli olanın ilk elde silahların susması olduğunu
söylemektedirler[6]. Bu
bağlamda da yeni Anayasa’nın Kürt Sorunu’na bir çözüm getireceği hayalini
yaymaktadırlar.
Ama bunlar
silahların susmamasının gerçek nedeninin aslında bu iki farklı tanıma ilkesinin
çelişkisiyle olan bağını görmezden gelmektedirler. Bu arabayı atın önüne
koşmaktan ve tanıma programları arasındaki derin ve uzlaşmaz çelişkiye gözleri
kapamaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Bugün acil
sorun, “Kürt Sorunu”nun çözümü değildir. Sorun, farklı çözüm
programlarının, yasalar dâhilinde, barışçıl ve demokratik yöntemlerle
birbiriyle mücadele edip, çoğunluğu kazanmaya çalışmasının imkânlarının
yaratılmasıdır. Yani güçler ve programlar arasındaki çatışmanın silahsız
olmasının sağlanmasıdır. Bu henüz sorunun çözümü demek değildir.
Yani Yeni
Anayasa, “Kürt Sorunu”nu çözebilecek bir Anayasayı mümkün kılabilecek
koşulları sağlayabilecek bir Anayasa olmalıdır.
Bu ise her şeyden önce, fikir ve örgütlenme özgürlüğü üzerindeki tüm
sınırlama ve yasakların kaldırılması; herkesin bu özgürlükleri kullanarak
çoğunluğu kazanabilme olanağına kavuşturulması
olabilir.
Provakatif
olarak ifade etmek gerekirse, “Türklüğe Hakaret” ve “Bölücülük”,
“Terörü Övmek”; “Atatürk’e Hakaret”; “Askerlikten soğutmak”;
“milli ve manevi değerleri reddetmek” vs.hakkı demektir. Yani her türlü
fikir ve bu fikirleri savunmak için yayın, örgüt, gösteri, hiçbir keyfi
uygulamayla ihlal edilemeyecek bir yasal
bir hak olmadan ve bu yönde kesin bir güvenceye kavuşturulmadan “Kürt sorunu”nu
çözebilecek bir Anayasa yapılamaz ve silahlar susmaz.
Dolayısıyla silahların susması ancak bu koşulda
istenebilir. Bu hakların olmadığı yerde bu hak yoksunluğuna karşı savaşma hakkı
ortaya çıkar otomatikman.
[7]
Kürtlük ve Türklük burada bir örnektir, kategorik olarak, her hangi bir dil,
din, etni, soy, sop, ırk, “halk” vs. de denebilir.
[8]
Yani Demir Küçükaydın ,
maalesef şu ana kadar bu tanımlama ve programı bizden başka kimsenin böyle net
ve açık savunduğunu görmedik. (Elbette birçok okuyucumuz da savunmaktadır.) Ayrıca
biz bu somut programı ve adlandırmayı otaya koymayı ve savunmayı mümkün kılan
Din ve Ulusun ne olduğuna dair, Marksizm’in kurucularını bile eleştirip onların
görüşlerini mantık sonuçlarına götüren koskoca bir teorik yapı kurduk.
[9] Ayrıca Türklük de aslında 1930’lar
modeli bir uydurma ve ırkçı bir Türk tanımıyla belirlenmektedir. Türklüğü Orta
Asya’dan gelen Türklükle değil de pek ala Anadolu’da Neoloitik devrimden beri
yaşayan otonkton halkların (yani başta Ermeniler ve Rumlar) kültürel ve genetik
devamı olarak da tanımlamak mümkündür. Böyle bir tanımlamada “Soydaş” artık
Orta asya’daki Türkik diller ailesinden bir dil konuşan halkları değil; Rum ve
Ermeniler anlamına gelir. Böyle bir Türklük de mümkündür. Ulusu böyle bir Tarih
ve Türklükle bile tanımlamak, ulusun Türklükle tanımlanmış ve anti demokratik
olma özelliğiyle çelişmez. Burada ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı
çıkılmış olmaz, sadece Türklük farklı tanımlanmış olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder