Az önce, Moderator arkadaş, bizleri, Denizlerin idamı
vesilesiyle onları anmaya davet etti ve kısa bir saygı duruşuyla andık. Bu
vesileyle ben de küçük bir anımı sizlerle paylaşarak bu anmaya katkıda
bulunayım.
Deniz’le arkadaştık. Devrimci
Öğrenci Birliği’den. Son olarak İstanbul’da Taşkışla’da bir kantinde buluşmuştuk.
Yollarımız artık ayrıydı ama birbirimize sevgimiz ve saygımızda bir eksilme
yoktu. Beraberce gelecekte neler yapacaklarımızı şöyle bir konuşmak üzere şöyle
bir açıldık, kantinin kalabalığından uzaklaştık. Hiç konuşmadan uzunca bir süre
yürüdük. Konuşmadan ayrılacaktık neredeyse, çünkü biliyorduk neler
düşündüğümüzü, hissettiğimizi. Sonunda laf nasıl açıldı hatırlamıyorum ama ben
aşağı yukarı “Bu mücadele çok uzun.
Milyonlarca insanın, işçinin eylemi olmadan bir şey değiştirilemez, bir
devrimci parti olmadan bunlar örgütlenemez, ben bunun için işçi sınıfı ve parti
için mücadele edeceğim, bu uzun bir yol” anlamında bir şeyler söyledim.
Deniz de “Aslında bir yanıyla haklısın ama
bu memlekette isyan geleneği yok. Bir gelenek yaratmak gerekiyor. Ben buna
çalışacağım. Sonra revizyonistler gelir, bizim ektiklerimizin meyvesini yerler
ama bunu birilerinin yapması gerekiyor” anlamında bir şeyler söyledi. Biraz
daha sessizce yürüdükten sonra sarıldık ve ayrıldık. O dediğini yaptı. Bunu
yaparken son derece gerçekçiydi ve sahte hayallerin peşinde koşmuyordu. Bir
bakıma Can Yücel’in Mare Nostrum’undaki
imgeyle ilk yüz metreyi en önde koştu. Ben de gençlik idealime bağlı olarak,
iyi bir maratoncu olmaya çalışıyorum.
Deniz ölürken “Kürt ve
Türk halklarının kardeşliği” diyerek (ki bu “Halkların Kardeşliği” parolası artık anlamını yitirmiş ve bir
eşitsizliği gündemden düşürmenin ve buna karşı mücadeleden kaçmanın bir aracına
dönmüştür ama Deniz’in kullandığı zamanda, sadece Kürt Halkı demek bile bu
kardeşlik için mücadele anlamına geliyordu.); “Marksizm – Leninizm” diyerek, hem programı hem de dayanmak gereken
teorik-metodolojik temeli işaret etmiş oluyordu.
Deniz’in bu vasiyetini yerine getirmeye çalışıyoruz
denebilir. Bir yandan Marksizm-Leninizm alanından yeni keşifler ve gelişmeler
sağlayarak bu metodolojik ve teorik temeli geliştirmeye çalışıyoruz; diğer
yandan da Hakların Kardeşliğinin, ancak kendini bir dil, din, etni, soy, sop,
tarih ile tanımlamayan; bunlarla
tanımlamaya karşı tanımlayan; bunların (dil, din, etni, soy, ırk vs.) körü
bir demokratik ulusçuluk ile gerçekleşebileceğini
savunarak, gerçek bir kardeşliğin koşullarını gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Bu Marksizm’i geliştirme çabalarının sonucu olarak
billurlaşmış görüşlerim gerek dayandığı kavram ve metodolojisiyle; gerek
programatik, stratejik, taktik ve örgütsel sonuç ve önermeleriyle, burada ifade
edilen bütün görüşlerden farklıdır, hatta sadece farklı değil; onlara karşı ve
onların zıddıdır. Bu görüşlerimi burada ifade etme şansı verdiğiniz için
teşekkür ederim.
Ama bu son derece farklı görüşler aynı zamanda, birçok
okurumun da dikkatini çektiği ve işaret ettiği gibi, aynı zamanda Öcalan’ın
programatik, stratejik, taktik, örgütsel görüşleriyle ilginç bir benzerlik ve paralellik içindedirler.
Bu neden böyledir? Bunu anlatabilmek için biyolojiden bir örnek vereyim.
Evrende yasalar her yerde aynı olduğu için, örneğin canlılar
defalarca birbirinden bağımsız olarak aynı türden çözümler geliştirirler. Buna
biyolojide, konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) denir. En basit şu örnek
verilebilir. Örneğin balıklar, suda asgari enerji ile en fazla yol kat edebilmek
için suyun direncini en aza indiren biçimlerini, daha memeliler bile yeryüzünde
yokken geliştirmişlerdir. Daha sonra memeliler ortaya çıkmış, milyonlarca yıl,
dinozorların baskısı ve başarısı karşısında ikincil planda yaşamış,
dinozorların ölümünden sonra da son 65 milyon yılda başarı öykülerini yazmışlar
bu arada suya da tekrar dönenleri olmuştur. Bunlar, orada soğukkanlı,
yumurtayla üreyen balıkların milyonlarca yıl önce keşfettiği biçimi yeniden keşfetmek
zorunda kalmışlardır. Yunuslar, balinalar vs. de görülebileceği gibi
balıklarınkine benzeyen biçimi yeniden keşfetmişlerdir. Bunların balık
olmadığının anlaşılabilmesi için çok sonra anatomi biliminin gelişmesi
gerekmiştir. Yani çok farklı anatomilerine rağmen balıklar ve yunuslar aynı
çözümlerde buluşmuşlardır.
İşte bu yakınlık da böyledir, kavram sistemlerimiz,
metodolojilerimiz, yani bir bakıma yapımız, anatomimiz çok farklıdır. Ama halkımızın
“Aklın yolu birdir” dediği gibi,
benzer sonuçlarda buluşuruz. Yakınlık, benzerlik buradan doğmaktadır.
Dolayısıyla ben burada kendi görüşlerimi ve onların
sonuçları olan, somut programatik, stratejik, taktik, örgütsel önerilerimi
savunurken aynı zamanda Öcalan’ın görüşlerini de savunmuş olacağım. Ve Öcalan’ın
görüşleri, hele içinde bulunduğumuz şu dönemde, her zamankinden daha da çok ve açık olarak savunulmalı.
Neden?
Aslında Öcalan’ın
görüşleri maalesef yeterince tutarlı olarak ve tüm sonuçlarıyla
savunulmamaktadır. Hele son zamanlarda Öcalan adeta bir yük gibi görülmektedir.
Bugün tıpkı 2005 öncesinde, Osman Öcalan’ların kopuşuyla sonuçlanan savrulma
gibi bir savrulma görülmektedir. O zaman da ABD’nin desteği ve koruması; akan
petrol gelirleri göz önüne alınarak, geniş Kürt kesimlerinde, demokratik bir programla
Türk, Arap, Fars vs. halklarını kazanma ve birleştirme stratejisi gerçekleşmez
ve hayalci bulunuyor; Barzani nasıl olsa yakında Kürt devletini kuracak deniyor
ve Öcalan, retorik olarak hala yüceltilse de, fiilen terki ve bir yük gibi ele
alındığı her yerde görülüyordu.
O zamanlar, Öcalan’dan bu uzaklaşma ve yük olarak görmenin
bir görünümü de, Öcalan’a açıktan saldıramayanların, bunu ortada zaten mostralık
olarak kalmış, hiçbir gerçek gücü temsil etmeyen, ancak sembolik ve manevi bir
anlamımız olan biz birkaç Türk sosyalistine, sosyalizme saldırmaktı.
O zamanlar Kürt arkadaşlar bu saldırıyı kendileri Kürt
sosyalist veya “apocu”ları olarak göğüsleyecek yerde, bizleri bu türden saldırıları
yürüten, Haydar Işık, Yaşar Kaya, Ahmet Kahraman gibilerinin karşısına
çıkarırlardı. Bu son derece yanlıştı. Biz Türk milliyetçilerinin karşısında işe
yarardık. Ama bir Kürt milliyetçisinin karışında sosyalizmi savunuyor durumuna
itilmemiz, bizi ister istemez, sanki Türk olarak egemenliğimizi ve
üstünlüğümüzü savunuyormuşuz ve bunun için de sosyalizmi bahane ediyormuşuz
izlenimi doğmasına yol açıyordu. Ve işin kötüsü, bizim gibi birkaç kişi dışında
neredeyse Türk sosyalistlerinin tamamı da bu urumdaydı ve biz de onları tam da
bu nedeniyle eleştiriyorduk.
Bu durumda Öcalan’ı bir yük olarak gören ve bu yükten
kurtulmak için en zayıf nokta olarak Türk sosyalistlerini hedef seçen Kürt
milliyetçilerinin karşısında bizler daha baştan yenik durumda oluyorduk. İnançlarımızı
savunmaya yönelik her çabamız, daha baştan Türklüğün imtiyazlarını savunmak
gibi görünüyordu.
O zamanlar defalarca uyarmaya rağmen bunun sürdürülmesi
üzerine, hele bir de sanki Kürt basınını bir çıkar kapısı olarak kullandığımız
gibi ithamlardan sonra orada kalmak mümkün olamazdı. O zamandan beri Kürtlerin
özgürlük mücadelesini eskisi gibi desteklemeye yine devam ediyoruz ama artık bu
o basının sayfalarında olmuyor.
Bir Kürt milliyetçisine karşı bir Kürt demokratı veya
sosyalisti açık bir mücadele yürütürse doğru olur. Bir Türk’e karşı da bir
Türk. (Tabii o Türk’ün milliyetçisi kendisinin bir Türk değil de Sosyalist
olduğunu veya milliyetçi olmadığını söyleyecektir. Sorun zaten tam da bunun
milliyetçilik olduğunu göstermektir.) Ama Kürt milliyetçilerinin karşısına
aslında kendileri de birer Türk milliyetçisi olan sosyalistleri çıkarmak, daha
baştan o milliyetçilerin ekmeğine ağ sürmek, onlara altın bir tepsi içinde bir
zafer bahşetmek anlamına gelir. Maalesef şimdi de benzer bir durum söz konusu.
Ben bir akademisyen değilim, devrimciyim. Yani her durumda,
her olayda, güçlere, güçlerin yer alışına, gücüne, konumlanışına bakarak, bu
durumda ben ne yapmalıyım ki kendi amaçlarım açısından doğru olanı yapmış
olayım diye düşünürüm.
Şimdi bu toplantıya bakıyorum, bu toplantıda ortaya çıkan
görünümlere bakıyorum. Bir yanda, genellikle akademik çevrelerden veya sendika
çevrelerinden gelen, tipik Türk milliyetçisi ve de bu milliyetçiliği sınıf,
anti-kapitalizm, neo-liberalizm, globalizm gibi söylemlerin ardında gizleyen ve
bunlarla dışa vuran “Türk Sosyalistleri”. Diğer yanda genellikle Öcalan’a pek
yakın olmadıkları kullandıkları terminoloji ve vurgulardan anlaşılan Kürt
işadamları. Bu bana tıpkı, o Osman Öcalan’ların ayrılışıyla sonuçlanan savrulma
günlerindeki manzarayı hatırlatıyor.
Muhtemelen bu toplantıyı düzenleyen arkadaşlar, bu toplantı
aracılığıyla, bizzat Öcalan’ın projesinisavunmak; bir şeyleri hatırlatmak;
“Demokratik Özerklik” başlıklı bir toplantı tertipleyerek, bu savruluşa karşı
bir set çekmek istemiş olabilirler. Büyük olasılıkla da niyet böyledir. Ama bu
dizilişiyle tam da istenin tersi sonuç vermeye yol açacak gibi görünüyorlar.
Dün, burada adeta bir ağabey veya beyaz adam üslubuyla
Kürtlere son derece yukardan bakarak konuşan konuşmacıya karşı sizler birer ev sahibi
olarak elbet bir şey diyemezdiniz. Burada, o da bir Türk ve “Sosyalist”
olduğuna göre onun bu tavrını eleştirmek bir “Türk” ve sosyaliste düşerdi. Dün
burada bunu yapmaya çalıştım.
Ama Kürt ve Öcalan’ın görüşlerini savunmak isteyen
arkadaşlar da lütfen kendileri, Kürt milliyetçilerinin karşısına çıksınlar ve
onların karşısına gerçekten aslında içi dışına çevrilmiş birer Türk
milliyetçisinden başka bir şey olmayan Türk sosyalistlerini çıkarıp, Öcalan’a
aslında karşı olanlara tepsi içinde bir zafer bahşetmesinler.
Bu nedenle, bu eleştirim haricinde benim eleştirilerim ve
önerilerim hep Türk sosyalistlerine (yani milliyetçilerine) olacaktır. Ama
bunlar biraz da “kızım sana söylüyorum,
gelinim sen anla” olarak anlaşılmalıdır.
*
Bu Sempozyum’a davet edildikten sonra “Matematik versus
Politika” başlığı altında konuşmacı olduğumu öğrendiğimde, başlık bana son
derece soyut göründü. Bu nedenle konu dışı konuşur durumda kalmamak için; bu
başlıkla neyin kastedildiğini daha iyi anlayabilmem için hiç olmazsa küçük bir
açıklama yapılmasını diledim. Her hangi bir açıklama gelmedi. Bu arada
konuşmanın taslak metnini ulaştırma zamanı da geldiğinden, bu taslak metin, bu
satırların yazarının anladığına göre yazıldı. Taslak metni ilettikten sonra da
bir itiraz vs. gelmeyince de, doğru tahmin ettiğimi varsayarak bu son şekli
verdim. Eğer konuşmam bu başlıkla kastedilenin dışında ise, sanırım bunun
sorumlusu ben değilim diyebilirdim gönül rahatlığıyla.
Ama sorun sadece bu kadarla kalmadı. Tam Diyarbakır’a yola
çıkacağım günün arifesinde Sempozyumun afişi ve programının son şekli yollandı.
Orada farklı bir konuda konuşacağımı gördüm. Bu sefer konu: “Özerklik:
Maliye Politikası Değil, Yeni Bir Toplum İnşası” olmuştu. Elbette her konu
birbiriyle ilişkili olduğundan orasından bastırıp burasından çekerek sunacağım
bildiri, bu başlığa da sığdırılabilir. Ben de biraz böyle yapacağım. Ama konu
dışına çıkmalar olursa bunun benim suçum olmadığını bilmenizi isterim.
Bu bildiriyi ilk konuya (“Matematik versus Politika”)
göre hazırladığımdan, o zaman konuyu tahmin etmek için çıkarsamalarım şöyle bir
seyir izledi.
Teknikte bir takım matematik sabitler, denklemler,
matematiksel ilişkiler vardır. Tıpkı ışığın hızı gibidir bunlar. Bunları
değiştirmek mümkün değildir. Çözüm bu sabitlerin sınırları içinde aranmak
zorundadır. Bir fikir vermek için yine biyolojideki birinden söz edeyim. Buna,
Gulliver’in cüceler ülkesine atfen “Liliputlar hesabı” da denir.
Üç boyutlu bir cisim büyüdüğünde, onun dış yüzeyi karesi
kadar artar; ama hacmi küpü kadar büyür. Bu şu demektir, küçük bir canlının
oranlarını koruyarak büyük bir canlıya ulaşılamaz veya tersi büyük bir canlının
oranlarıyla küçük bir canlıya varılamaz. Büyük canlılar yüzey ve hacmin bu çok
farklı büyümelerinin ortaya çıkardığı sorunları çözmek için başka teknikler
geliştirirler. Küçük canlılar da öyle.
Dev gibi kelebekler veya büyük insanın küçüğü, parmak çocuk
büyüklüğündeki Liliputlar ancak hayal dünyasında var olabilirler. (Ve “hayal
gücü” denilen şeyin gerçeğe göre ne kadar sınırlı ve dar ufuklu, hayal
güçsüzlüğü olduğunun bir kanıtını da sunarlar. Ama bu ayrı bir konu.) Örneğin
fillerin derisinin yaşlı bir insan yüzü gibi buruşuk olması ve devasa kulakları,
küpüyle büyüyen hacmi dengelemek için yüzeyi büyütmenin gereğidir. Kalın
bacakları ise yüzeye göre küpü kadar artan ağırlığı taşımanın ve aynı
sağlamlığı korumanın. Evet, Darvin yasaları vardır, ama o yasalar bu sabitler,
yani matematik formüller arasında işler. Ve buna rağmen en özgür hayal gücünün
bile ulaşamayacağı harikulade çeşitlilikteki binlerce canlıyı yaratmayı, hem de
sırf kör tesadüflar (mutasyonlar) deneme yanılma (doğal seçilim) yoluyla
başarırlar.
Buradan hareketle, her halde bu başlıkla, ekonomi alanında
benzer matematik sabitler ile politika ilişkisi; politikanın ister istemez belli
sabitler arasında olacağı veya olması gerektiği kastediliyor olsa gerek diye
düşündüm.
Elbet ekonomide de bir takım sabitler vardır. Örneğin, bir
ulusun yıllık üretimi bir veri olarak ele alınabilir. Bu yıllık üretimin bir
kısmı tüketime gidecektir, bir kısmı yeniden üretime ayrılmalıdır (yani örneğin
tohumluklar, yıpranan aletlerin yenilenmesi vs.), bir kısmı felaketlere karşı
bir fon olarak ayrılmalıdır, bir kısmı da refahı arttırmak için, yani
genişletilmiş üretime, yeni yatırımlar için. Bunların birinden almadan diğerine
veremezsiniz. Tüm ürettiğinizi tüketirseniz aç kalırsınız. Acaba kastedilen
böyle ekonomik sabitlerle, yani matematik formüllerle politikanın ilişkisi mi?
Bir başka örnek verelim. Artı değer oranını işgücü
yani ücretler belirler, çünkü artı değeri yaratan, tek özelliği artı değer yaratmak
olan meta olan işgücüdür. Ama kar oranı tüm sermayeye göre
hesaplanır. O halde genel sermaye içinde ücretlere ayrılan kısım ile makine ve
hammaddelere ayrılan iki ayrı kısım, yani değişken ve sabit
sermayeler vardır. Ve siz işyerinizi ne kadar büyütür, ne kadar çok makine
kullanırsanız, toplam sermaye içinde işgücünün oranı daha azalacağından, kar
oranında bir düşme eğilimi ortaya çıkacaktır. Mutlak artık değer artışları,
işgücünün fiyatında, yoğunluğunda veya çalışma saatlerinde bir değişiklik
gerektirir. Nispi artı değer artışı ise makinelerle, üretkenlikle olur.
Yani burada “Matematik” vardır;
cebirsel formüller vardır. Bununla demokrasi ilişkisi olamaz mı? Böyle bir
ilişkide, “Politika”, Demokrasi ve
Özerklik yerine kullanılabilir olabilir örneğin. Genel konu “Demokratik
Özerklik ve Ekonomi” olduğuna göre.
Nispi ve mutlak artı değer oranları; kar oranının düşme
eğilimi ile demokrasi ve özerklik arasında bir ilişki vardır ve pek az Marksist
dışında bu ilişki ele alınmıştır.
(Burada şunu belirtelim. Marks, Engels, Lenin, Troçki,
Mandel’in yanı sıra bu ilişkiyi ele alan ve vurgulayan bir de Dr. Hikmet
Kıvılcımlı vardır. Bürokratik diktatörlükler ve sendikacılar (yani devlet ve
sendika bürokrasisi) bu ilişkiyi gizleme ve görmezden gelme eğiliminde
olmuştur. Bunun nedeni, bu ilişkinin kendi varlık ve egemenliklerinin
sorgulanmasına kapı açmasıdır.)
İşin ilginci olumsuz ve tersinden bir biçimde de olsa, birçok
burjuva düşünürü ve ekonomisti tarafından bu ilişki ifade edilir.
Şimdi bu ilişkiyi inceleyerek konuya yaklaşmaya çalışalım.
Burjuvazi bu ilişkiyi tersinden, toplum belli bir refah
seviyesine ulaşmadan demokrasinin yerleşemeyeceğinden söz ederek ifade eder.
(Hatta “Kürt Sorunu” denen sorunu, buradan gençlerin gerillaya gitmesini vs.;
sorunu bölgesel gerilik sorunu olarak görüş bile bu anlayışın dolaylı bir
versiyonudur. Aynı metodolojik yanlışa dayanır. Ama konuyu dağıtmamak için
girmiyoruz.)
İlk bakışta gerçekten de veriler bunu doğruluyor gibidir.
Yeryüzünde bütün yoksul ülkeler demokrasi yoksunudur ve bütün zengin ve refah
içindeki ülkelerde iyi kötü bir demokrasi olduğundan söz edilebilir.
Ve matematik sabitler yoluyla bundan şöyle sonuçlar da
çıkarılabilir ve çıkarılmıştır da. Yoksul ülkeler yoksul oldukları için,
genişletilmiş yeniden üretime aktaracakları fonlar da kısıtlı olduğundan
yoksul; zengin ülkeler de zengin olduklarından geniş yeniden üretime aktaracakları
fonlar da yüksek olacağından daha zengin olacaklardır. Yani az gelişmenin
gelişmesi diye formüle edilen olgu. Dolayısıyla buradan da şöyle sonuçlar
kolaylıkla çıkarılmıştır: yukarıda açıklanan matematik demokrasi ve zenginlik
ilişkisi nedeniyle, yoksullar zenginlere göre daha yoksul kalmaya mahkûmdurlar,
yoksulluktan kurtulmak istiyorlarsa sermaye ve dış yardım almalıdırlar. Yani yoksulluk
yoksulluğun nedeni olarak görülür. Yoksulluk olunca da demokrasi
olmayacağından, diktatör yönetimler ve demokrasinin yokluğu böyle matematik
olarak bir bağıntıyla da açıklanabilir görünür. Bu çıkmazdan çıkışın tek yolu
da örneğin uluslararası sermayeye olabildiğince kapıları açmaktır. Bugün Irak
Kürdistan’ı veya Güney Kürdistan bunun bir örneği ve doğrulaması olarak
görülüyor.
O halde bu sempozyumun üst başlığı “Demokratik Özerklik
ve Ekonomi” olduğuna göre, refah ve sosyal adaletle demokrasi ilişkisini
pek ala “Matematik versus Politika” başlığı altında ele alınabilir.
Yoksulluk veya refah ilişkisi, burjuva ekonomistlerin ve teorisyenlerin iddiasına
göre, adeta matematik sabitlere dayandığına göre, “Refah ve Sosyal Adalet” (bu
tersinden yoksulluk ve gelir uçurumları olarak da tanımlanabilir) “Matematik” karşılığı olarak da
kullanılabilir.
Demokrasi ise, her şeyden önce bir Politik kavramdır ve Politika
sorunudur.
O halde bu toplantının o soyut başlığı, daha somutlaşmış
biçimiyle, burjuvazinin çıkardığı sonuçlarla şöyle de formüle edilebilir: “Refah
ve sosyal adalet versus Demokrasi”.
Biz bu bildiride, bu ilişkiye daha yakından bakıp, hem
tarihsel hem de ekonomik bağlamda özün göründüğü gibi olmadığını göstermeye
çalışacağız.
Ve sorunun böyle konuluşunun tam da egemen sınıfların sorunu
koyuşları olduğunu; sorunun doğru koyuluşunun “Demokrasi versus Refah ve
Sosyal Adalet” veya bu bölümün başlığının diline çevirirsek “Politika
versus Matematik” olduğunu savunacağız.
*
Gerek tarihsel deneyler; gerek politika ve refah ilişkisinin
yapısal analizi ve kavramsal çıkarsamaları, tam da refahın değil, demokrasinin;
matematiğin değil politikanın ilişkide öncelikli ve belirleyici olduğunu; yani
bu bölümün başlığının aksinin doğru olduğunu gösterir.
Bunun için önce kapitalizm öncesi uygarlıklar tarihine
yıldırım hızıyla bir göz atalım.
Tarihte toplumların zenginleşip yükseldikleri zamanlar,
demokrasinin nispeten daha gelişmiş olduğu zamanlardır ve bir bürokratik ve
merkezi cihazın güçlenmesi; demokrasi unsurlarının yok olmasıyla birlikte aynı
zamanda refahın da (sosyal adaletin de) giderek yitirildiği dönemlerdir.
Bu ilişki hem klasik antik uygarlıklarda apaçık görülür hem de
modern kapitalist uygarlığın doğuşunda ve gelişiminde görülür.
Önce klasik uygarlıklardan sadece birkaç örnek verelim. İlk
uygarlığa geçiş Sümer’de olur. Ama uygarlığa ilişkin en büyük gelişmeler ve
keşifler; zenginleşmeler henüz kentleri kuran kabilelerin kandaş
demokrasilerinin yaşadıkları dönemlere aittir. Su kanalları, bentler, yollar,
tekerlek, köprü, çok katlı inşaat, yükü tutacak kubbe ve kemer. Bütün bunlar
henüz uygarlık tam yerleşmeden, ortaklaşmacı iş birliği ve dayanışma
geleneklerinin güçlü olduğu, yaşadığı dönemlerde keşfedilmişlerdir. Uygarlığın
alameti farikası sayılan Yazı, Para, Ticaret bile henüz ortaklaşmacı dönemde
keşfedilmiştir. Kapitalizm doğuncaya kadar, medeniyetin keşif beratını elinde
tuttuğu bir tek şey vardır: Devlet. Yani silahlı insanlar topluluğu; bürokratik
bir cihaz, keyfilik; üretmenlerin ürettikleri artı ürüne el koyan bir kast,
bunu sürdürmek için işkenceler, savaşlar Firavunlar, Nemrutlar vs..
Sonraki bütün uygarlıkların kuruluş ve yıkılışlarında da bu defalarca
kanıtlanır. Klasik uygarlıklarda demokratik denecek unsurların gelişkin olduğu
zamanlar, eşit kandaş aşiretlerin uygarlığı feth ettikleri; fatihlerin
liderlerinin henüz Firavunlaşıp Nemrutlaşamadıkları; eşitler içinde birinci
oldukları zamanlardır ve bu zamanlar aynı zamanda merkezi devlet cihazlarının
ciddi biçimde zayıfladığı veya parçalanmaya uğradığı zamanlardır.
En son, artık iyice çürümüş Roma ve Bizans’ın etki alanında
olan Anadolu’nun İslam ve Türkmen boylarının gençlik aşısıyla canlanmış Pers
uygarlığınca ele geçirilişinde görülür bu. Yüzlerce yıllık Bizans ve Osmanlı
uygarlığından Anadolu’da yapılmış pek az eser vardır. Ama Anadolu’yu ele
geçirmiş ve Selçuk adını almış Pers uygarlığı parçalanınca, Anadolu’da merkezi devlet
parçalanır ve Anadolu tıpkı Batıdaki feodal beylikler gibi küçük beyliklerin egemenliğine
geçer. Bugün Anadolu’da ne varsa
neredeyse hepsi bu dönemdendir. (Buna sayın Sevan Nişanyan da dikkati
çekmiştir.) Yani tabiri caiz ise, Anadolu’ya “yatırım”lar, kediye göre budu
“Demokratik Özerklik” ten söz edilebilecek; Merkezi devletin parçalandığı,
nispeten otonom küçük prensliklerin egemen olduğu; merkezi devlet cihazlarının
epeyce zayıf olduğu dönemlerde yapılmışlardır.
Neden böyledir?
Bunun elbette matematiksel ya da cebirsel denebilecek
bağıntıları vardır. Kısaca bu bağıntı şöyle ifade edilebilir. Merkezi devlet
cihazı, aldığı ağır vergiler ile toplumsal artığın önemli bir bölümüne el koyar.
Bu da çiftçilerin hayat seviyelerinde bir düşüşe yol açar. Buna karşılık,
“barbar” fatihler henüz devletleşmediklerinden artı ürünün medeniyetin bürokratikleşmiş,
merkezi, eskercil ve keyfi cihazına göre çok daha küçük bir bölümüne el
koyduklarından çiftçilerin refahında bir yükselme görülür. Bu refaha nispi
eşitlenmeye bağlı olarak toplum zenginleşir. Bu zenginleşme mahalli düzeyde
ticareti ve adaleti teşvik eden yapıların artışına yol açar.
Öte yandan, uygarlaşma, yani merkezileşme ve devletleşme bir
fasit daireyi ortaya çıkarır. Merkezi devletin güçlenmesi ve bunun masraflarını
karşılamak üzere üreticilerin artı ürününün giderek daha büyük bir bölümüne
vergiler biçiminde el koyulması, ezilenlerin gelir ve hayat seviyelerinde
düşüşe yol açar. Bu düşüş ve gelir farklılıklarının artması giderek daha sert
sınıf mücadelelerine ve direnişlere; bunlar da ezilenlerin direncini kırmak
için devletin merkezi ve bürokratik aygıtının güçlendirilmesine; yani toplumsal
artı ürünün el koyulan giderek daha büyük bir bölümünün üretici olmayan
tüketime ve hazır yiyiciler kastına ayrılmasına yol açar. Bu fasit daire
böylece gider. Ta ki o devlet tekrar demokratik unsurların daha güçlü olduğu “barbar”
kavimlerce yıkılana kadar. Klasik tarih bir bakıma bu döngülerdir aynı zamanda.
Bu mekanizma, Kapitalizme geçişi de mümkün kılmıştır.
Kapitalizm’e geçişin, Şarkta (yani Çin’den Magrip’e kadar klasik uygarlıklar
alanı) değil de İngiltere’de mümkün oluşu, her şeyden önce komün’ün nispeten
demokratik denecek; merkezileşmeye, firavunlaşmaya, nemrutlaşmaya imkan
tanımayan geleneklerinin gücü ile olmuştur. (Bu Marksist bakış açıklama,
maalesef Weber’ci sözümona açıklamanın gücü yaygınlığından gelen açıklama
karşısında susuşa boğulmaktadır.)
Uygarlığa az bulaşmış, komuna geleneklerinin hala güçlü
olduğu, Britanya’da aşiret şeflerinin Krala firavunlaşma olanağı tanımayan
şartları (yani güçlü, merkezi ve pahalı bir devlete izin vermemeleri) şu Batı
Demokrasisi denen şeyi ve kapitalizme geçişi mümkün kılmıştır. Ve o zamanlar
zenginlik bakımından İngiltere tabiri caiz ise, o zamanki dünyanın “Üçüncü
Dünya”sıydı. Onu Üçüncü Dünya’lıktan kurtaran ve Güneşi Batmayan İmparatorluk
yapan, o komuna kalıntısı demokrasi olmuştur denebilir. (aynı durum elbet
Amerika için de geçerlidir. Ama burada konuyu dağıtmamak için girmiyoruz.)
Özetle, Demokrasi versus Zenginlik diyebiliriz öncelikler
bakımından.
Modern kapitalizme gelince bu çok daha böyledir.
Elbet klasik uygarlıkların bu mekanizması geçerliliğini
sürdürür ama buna ek olarak kapitalist ekonominin kendi iç işleyişinden ek bir
dinamik daha devreye girer.
Kapitalizm öncesinde sermaye üretimle ilgili değildir.
Dolayısıyla sermayenin büyümesi, üretimde bir artışa dolayısıyla toplumsal
zenginlikte bir yükselmeye yol açmaz; aksine üretim geriler sermaye büyüdükçe.
Tefeci zenginleştikçe köylü yoksullaşır. Tüccar zenginleştikçe, onun malları
alıp sattıkları yoksullaşır. Artı değerin kaynağı değer transferidir, zaten var
olan değerlere yapılan bir katkı değil.
Kapitalizm öncesinde ticaret oldukça yüzeydedir. Artı ürüne
el koymanın esas mekanizması, ekonomi dışı zordur. Yani devlet ve sömürü;
devlet ve yoksulluk arasındaki ilişki belirler. Devlet ne kadar güçlü, merkezi
ve pahalı ise, üreticiler o kadar yoksul ve hak yoksunudur.
Kapitalizmde ise sömürü ile devlet arasında bir ilişki
yoktur. Kapitalist sömürü için devlet gerekmez. Marks’ın Kapital’inde Devlet diye bir bölüm yoktur örneğin.
Kapitalizmde ise artı değer doğrudan doğruya üretimden elde
edildiğinden, sermayenin büyümesi ve özellikle de sermayenin organik
bileşiminin büyümesi daha büyük üretim ve daha yüksek bir emek üretkenliği
demektir, dolayısıyla toplumun genel olarak daha zenginleşmesi. Yani ilişki
kapitalizm öncesinden tamamen farklı ve ona zıttır. Kapitalizm öncesinde
sermaye büyüdükçe toplum fakirleşir; Kapitalizmde Sermaye büyüdükçe Toplum da
zenginleşir.
Artı değer oranı, yani sömürü oranı iki türlü
yükseltilebilir. Mutlak artı değer artışı ile yani iş saatlerini yükselterek,
iş gücünün fiyatını düşürerek veya işin yoğunluğunu arttırarak. Bu işçilerin
korkunç koşullarda çalıştırılması demektir. Dolayısıyla işçilerin direnme
kapasitelerinin olmaması, yani örgütlenememeleri, yani demokrasinin yokluğu
demektir.
Burada gerilik ile merkezi devlet cihazı arasındaki
ilişkinin de özünü yakalamış oluruz. Klasik uygarlık alanlarında, eskiden beri
var olan merkezi, bürokratik, pahalı devlet cihazları, kapitalizme geçişle
birlikte her türlü işçi direnişini de ezecek elverişli bir araç olduğundan;
yani işçi örgütlenmesini ve demokrasiyi engellediğinden, mutlak artı değer
artışı her zaman daha karlı olduğundan, modern teknik yani nispi artı değer
artışına kapitalistler gerek görmez ve bu da geriliğin ve gericiliğin
pekişmesine yol açar. Eski uygarlık beşiklerinin hep geri ülkeler olmasının
nedeni budur. Ve Avrupa’daki bütün krallıkların da demokrasi olmasının nedeni
de budur. O krallar aslında herhangi bir Şark karakolundaki polis veya jandarma
kadar bile insanların kaderi üzerinde söz söyleme ve karar alma ve de uygulama
yetkisine sahip değillerdir.
Nispi artık değer oranı artışı ise, işçi örgütleri ve
demokrasi varsa, işgücü fiyatı pahalı olduğundan, diğer kapitalistlerle rekabet
edebilmek için daha modern makine ve teknikler kullanmakla olur. Yani daha
modern makineler kullanılarak, emek üretkenliğinde bir yükseliş sağlayarak elde
edilen artık değer artışı nispi artık değer artışıdır.
Kapitalisti buna zorlayan sadece diğer kapitalistlerle arasındaki
rekabet değildir, işçilerin direnişleri; ücretlerde sağlanan artışlar esas
olarak kapitalisti nispi artık değer artışları aramaya yani daha modern teknik
kullanmaya diğer bir ifadeyle de sermayenin organik bileşiminde sabit
sermayenin payını yükseltmeye zorlar. Yani bir toplumun refahı ile, sınıf
farklılıklarının nispeten törpülenmesi, işçilerin gelir düzeylerindeki yükselme
ve demokrasi (örgütlenme hakları olmasa bunları sağlayamazlardı) arasında
kopmaz bir bağ vardır.
Demokrasi emekçilerin örgütlenmeleri ve iş güçlerini
kapitalistlere daha pahalıya satmaları olanağını yaratır. Ya da bunu sağlamak
için işçiler demokrasi mücadelesine girer veya bu hakları fiilen elde ederler. Bu
ise, kapitalistleri ister istemez, nispi artık değeri arttırıcı önlemlere, yani
daha modern teknikleri kullanmaya; sabit sermaye oranını arttırmaya zorlar.
Böylece o ülke veya kapitalist, kapitalist sistem içinde, emek üretkenliğini
genel olarak arttırarak, diğerlerine rekabet eder durumda kalabilir.
Emek üretkenliğinin artması zenginliğin artması demektir.
İşçilerin direnişi ve kapitalisti nispi artık değere zorlaması ise, gelir
farklılıklarının nispeten törpülenmesi; gelir uçurumlarının azalması da demektir.
Tabii bu durum kapitalizm öncesi sömürü biçimi üzerinde de
bir karşı etkide bulunur. İşçilerin kapitalisti nispi artık değer artışlarına
yönelten örgütlenme ve direnişleri, demokratik hakların gelişmesi, yani aynı
zamanda, devletin nispeten daha az merkezi, daha az bürokratik, daha az keyfi,
daha az pahalı olmasına yol açar. Böylece zenginlik ve sosyal adaleti arttıran
ikinci bir etki sağlanmış olur. Devlete harcananların azalması üretici olmayan
tüketime harcananların azalması, bu kaynakların emekçilerin tüketim
düzeylerinin yükselmesine veya yeniden üretime yatırılması demektir. Keza daha
küçük ve az masraflı ve daha az merkezi bir devlet aynı zamanda daha çok
demokrasi, hak ve keyfiliğin azalması da demektir.
Ama sonuçlar burada da kalmaz, zenginliği arttıran emek
üretkenliğindeki yükseklikten kaynaklanan zenginliği arttıran ek bir sonuç daha
ortaya çıkar. Şöyle: fiyatlar ortalama emek üretkenliği üzerinden oluşur. Emek
üretkenliği yüksek ülkeler veya sanayi kolları veya kapitalistlere, emek
üretkenliğinin düşük olduğu ülkeler veya sanayi dallarından veya fabrikalardan
bir değer transferi olur. Emek üretkenliği yüksek olanlar ekstra karlar sağlar.
Özetle, demokrasi sonucunda bir kere zenginlik ve nispi
sosyal adalet ortaya çıkınca, zengin olan zengin olduğu için daha zengin, fakir
olan da fakir olduğu için daha fakir hale gelmeye başlar. Halkımızın dediği
gibi zengin dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırır. Ama bu sonuçtur neden
değil. Öncelik Demokraside, siyasi sistemdedir. Yani politikanın önceliği
vardır ekonomi karşısında. (Kaba Marksistlerin aklını kaçırtır bütün bunlar.)
Ama Zenginlik ve nispi gelir uçurumları azlığı bir kez ortaya çıkınca, bu
demokrasiyi yerleştirici bir karşı etkide de bulunur çelişkileri yumuşatarak.
İşte burjuva teorisyenleri bu denklemi ters yüz ederler.
Bu veriler ışığında Türkiye gibi ülkeleri ele alalım. Bir
taraftan Türkiye’deki gibi, geçmişin kamburu, Sümerlerden beri gelen, artı
ürünün büyük bir bölümüne el koyan devleti düşünelim. Bu keyfi devlet her türlü
örgütlenmeyi, demokrasiyi daha tohum halinde yok ederek, işçilerin örgütlenme
ve direniş kapasitelerini düşürür. Burada modern kapitalist üretimin yasası da
devreye girer. Bu düşük ücretler, kapitaliste mutlak artı değer artışı
sağladığından, yani ucuza işçi çalıştırmak modern teknikli makine kullanmaktan
daha karlı olduğundan, emek üretkenliğinin düzeyi düşük kalır; ama aynı zamanda
alt ve üst sınıflar arasında gelir uçurumu çok büyük olur; özetle genel
yoksulluk, gerilik ve sınıf farkları artar. Bunun sonucu olan direnişi kırmak
için, daha büyük bir cihaz ve artı ürünün daha büyük bir bölümünün üretici
olmayan tüketime aktarılması gelir. Ve bu böylece sürer. Yani geriliğin nedeni,
aslında tam da Bürokratik, merkezi, keyfi, askercil cihazdır. İşçiler hem kendi
hayat seviyelerinde bir yükselme, genel olarak ülkenin daha zenginleşmesi için;
hem de daha küçük gelir farklılıkları için, mücadelelerini, bu askeri
bürokratik oligarşiye karşı yönlendirmek zorundadırlar.
Yani bu çıkmaz veya fasit dairenin kırılması için de yine
bir tek çare vardır: Demokrasi. Yani pahalı, baskıcı, bürokratik, keyfi,
militer cihazın parçalanması ve bunun yerine tersinin koyulması. Ancak
demokrasi ile bu fasit daireden çıkılabilir. Bu da tekrar başka bir bağlamda da
demokrasinin ya da politikanın önceliğini gösterir.
Özetle demokrasi olduğu için refah vardır; refah olduğu için
demokrasi değil. Elbette refah bir kez ortaya çıktıktan sonra demokrasiyi de
güçlendirici bir etki yapar ama öncelik demokrasidedir. Refah olmadan demokrasi
olamayacağı şeklindeki görüş, egemenlerin anti demokratik karakterini ele verir
ve onların çıkarlarını savunmanın aracıdır. Ama aynı zamanda egemen sınıfların,
ezilen geniş çoğunluktan korkusunun ve onlara güvensizliğin bir dışa vurumudur.
O halde, “politika versus matematik”. Ya da bu
Sempozyum’un temel konusu bağlamında: “Demokrasi versus Ekonomi”
*
Ancak burada bir de özerklik kavramı ortaya çıkmaktadır.
Özerklik ve Demokrasi ilişkisini ele almak gerekir burada.
Özerklik aynı zamanda demokrasinin ayrılmaz bir unsurudur.
Özerklik ancak demokraside mümkün olabilir. Demokrasi de ancak özerklikle
birlikte var olabilir.
Ancak bu ilişkide öncelik nerededir? İkinci soru budur.
Öncelik yine
demokrasidedir. Ancak burada demokrasiden ne anlaşıldığının da
netleştirilmesi gerekir.
Demokrasi her şeyden önce, insanların biçimsel bakımdan eşit olması demektir. Bu olmadığı
takdirde demokrasi köle sahiplerinin, beyazların, Türklerin vs. demokrasisi
olur.
Yani, dili, dini, etnisi,
soyu, sopu, inancı, ırkı, geliri vs. ne olursa olsun, insanların eşit olması demokrasinin
olmazsa olmaz bir koşuludur.
Bir “Türk demokrasisi” olmaz, olamaz örneğin. Ulusu
Türklükle, Türklüğü de ırkla, dille, tarihle veya kültürle veya bunların farklı
bileşenleriyle tanımlamış bir ülkede demokrasi olamaz. O bir Türk demokrasisinden
söz etmek, bir tür köle sahipleri demokrasisinden söz etmekten farksızdır.
Bu nedenle demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, biçimsel
eşitliktir. Yani insan hakları evrensel beyannamesinin, insanların dinleri,
dilleri, etnileri, soyları, sopları, kültürleri ne olursa olsun eşit olmaları
gerektiği ilkesi.
Zaten sosyalizm düşüncesinin ardında da, bunun gerekli ama
yetersiz olduğu var ayımı vardır.
Bir devletin resmi dili varsa, bir devletin okullarında veya
toplumsal yaşamında belli dinler imtiyazlıysa veya devlet doğrudan doğruya bir
dine göre tanımlanmışsa orada biçimsel bir eşitlik olmadığından bir demokrasinin
varlığından söz edilemez. Yani örneğin Türkiye’de Devletin veya ulusun veya
politik olanın, Türklükle ve İslam ile tanımlanmasına son verilmeden demokrasi
olamaz. Çünkü demokrasinin en temel koşulu olan biçimsel eşitlik yoktur.
Demokrasi ancak bu eşitsizliklere karşı mücadele içinde
kurulabilir. Yani Demokrasi ulusun, devletin, politik olanın Türklükle ve
İslamlıkla tanımlanmasına karşı mücadele ile bunların ortadan kaldırılmasıyla
kurulabilir.
Biçimsel eşitlik sadece demokrasinin bir ayrılmaz bileşeni
değildir, aynı zamanda demokratik bir sisteme ulaşabilmek için de olmazsa olmaz
bir koşuldur.
Bu biçimsel eşitsizlikler var oldukça, bir demokrasinin var
olması olanaksız hale gelir. Çünkü bu biçimsel eşitsizlik hem emekçileri
bölerek onların birleşmelerinin önünde bir engel oluşturur, dolayısıyla
demokrasinin en büyük güvencesi olan işçi hareketinin gerilemesine yol açar;
hem de egemen sınıflar bu eşitsizlikleri birbirine karşı kullanarak egemenliklerini
pekiştirme olanağı elde ederler.
O halde, demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu, politik olanın,
yani devletin, yani ulusun bir dile, bir dine, bir etniye, bir soya, bir ırka,
bir tarihe göre tanımlanmasına karşı olmayı ve ona son vermeyi gerektirir.
Yani bu pratik olarak ulusun bir dille, dinle, tarihle,
soyla sopla, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına karşı olunmadan demokrat
olunamaz.
Bu pratik olarak, hiçbir dilin veya dinin veya kültürün vs. diğerlerinden
imtiyazlı olmaması; yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı demektir. Bir tek
çocuğa bile ana dilinde eğitim hakkı demektir.
Bu aynı zamanda herkesin
kendi ana dilinde ama aynı tarihi okuması demektir. Yani Kürtler Kürt,
Türkler Türk, Çerkezler Çerkez tarihi okumaz. Herkes, Türkçe, Kürtçe, Çerkezce
olarak Kürt, Türk, Çerkez uluslarının tarihlerinin gerici ulusçuların
yazdıkları gerici tarihler olduklarına; bu anlamda ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okurlar.
Bu aynı zamanda, en gericilerin, ırkçıların savundukları
okulların ayrılmasına da karşı olmak demektir.
Bu aynen dinlerde de böyledir.
Zaten, eğer bütün diller, dinler, ırklar, kültürler eşitse,
bu tarih kitaplarını bütün bu dinler, diller, ırklardan, kültürlerden
insanların ortaklaşa yazmaları gerekir. Bu da fiilen böyle, ulusların tarihi
olmadığına dair bir tarihten başka bir sonuca yol açmaz.
Bir an için okullarda okunacak Tarih kitabını yazmak için,
beş Türk, beş Kürt, beş Ermeni, beş Süryani, beş Şafii, beş Alevi, beş, Sünni,
beş Şii, beş Nasturi, beş Yezidi, beş Rum, beş Rus, beş Japon, beş Budist, beş
Hindu vs. olduğunu düşünün. Bunlar nasıl bir ulusal tarih yazabilirler ki? Yazacakları
tarih fiilen ulussuz bir tarih; ulusal tarihlere karşı bir tarih olmak
zorundadır.
O halde, devleti veya ulusu veya her hangi bir bölgeyi veya
yerleşimi, diğer bir ifadeyle politik olanı, Türklükle, Kürtlükle, Rumlukla,
Ermenilikle, Şiilikle, Sünnilikle vs. tanımlamaya son vermeden, gerçek bir
eşitlik ve dolayısıyla da demokrasi olması mümkün değildir. Demokrasi olmayınca
da refah ve sınıf ve gelir farklılık ve uçurumlarının azalması; dolayısıyla da
çürümenin tersine döndürülmesi mümkün değildir.
Zaten en geniş ademi merkeziyetçilik ve özerklik de ancak
her birimin de böyle olduğu bir koşulda mümkündür.
Yani varsayalım ki, Diyarbakır ilinde ya da Kürdistan özerk
bölgesinde de aynı ilkeler geçerli demektir. Özerklik, her hangi bir dili
resmi dil olarak kabul etme veya bir dile, dine, kültüre tarih yazma özerkliği
olamaz. Bu noktada eşitliğe karşı davranılmış olur.
Yani fiilen herkesin ana dilinde eğitim hakkı ve herkesin
ana dilinde tüm dillerde, dinlerden, ırklardan, kültürlerden, soylardan vs.
insanların ortaklaşa yazdıkları aynı tarihi okumaları söz konusu olduğunda,
özerklik bir korku ve bölünme nedeni olmaktan çıkar. Ancak bu durumda birlik ve
kendi yetkilerinin bir kısmını gönüllü olarak daha üst bir birliğe devretme tümüyle
iktisadi zorunlulukların bir sonucu olarak ortaya çıkar.
O halde, demokratik bir özerklik, kalkınma ve mutlak bir
biçimsel eşitlik arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır.
Ama bunda ana halka, mutlak bir biçimsel eşitliğin
sağlanmasındadır.
Bu da ulusun veya politik olanın bir dille, dinle, etniyle,
soyla, sopla tanımlanmasına karşı olarak ulusu veya politik olanı tanımlamakla
olabilir.
Bu olmadan, örneğin Türklükle tanımlanmış bir devlette
Kürtlükle tanımlanmış bir özerk bölge, aslında özerklik değil fiili olarak
ikisi de aynı ilkede anlaşan; ulusu bir dille, dinle yani gerici bir biçimde
tanımlamakta anlaşan ama ulusu farklı dillerle ve tarihlerle tanımlayan iki
ulus demektir. Dolayısıyla bunların arasında ilk krizde bir çatışma kaçınılmazdır.
Bu da ister istemez merkezi ve baskıcı ve militer cihazların
kurulmasını, korunmasını veya pekiştirilmesini beraberinde getirir.
Demek ki, refah, baskıcı ve bürokratik olmayan bir devlet
cihazı, demokrasi ve kesin bir biçimsel eşitlik birbirinden ayrılmamaktadır. Bunlar
arasındaki en belirleyici olan da biçimsel eşitlik ya da ulusun neyle ve nasıl tanımlanacağıdır.
O halde, biçimsel eşitlik en baş sorun olduğuna göre, biçimsel
eşitliğe ulaşmadan ne baskıcı ve bürokratik olmayan ne de özgür olarak
birleşmiş komünlerden bir ulus kurmak mümkün olmadığına göre, esas vurguyu,
demokratik özerkliğe değil, ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına yapmak, buna
karşı mücadeleyi en başa almak; ve de politik olanın her hangi bir şekilde
Kürtlükle, Türklükle, Sünnilikle, Ermenilikle, Alevilikle vs. tanımlanmasına
karşı tanımlamak için mücadele etmek gerekir.
O halde, demokratik özerkliğin, bu esas özü olmadan
sürekli gündemde tutulması; o içinde özerk olunacak ulusun (devletin, politik
olanın) nasıl tanımlanacağı sorusunu gündemden düşürmeye; bugünkü gerici; ulusu
dille, dinle, kültürle tanımlayan ulusçuluğun ideolojik egemenliğine hizmet
etmekte ve aynı zamanda da dolayısıyla demokratik özerkliğe fiilen karşı
çalışmaktadır.
Kürt özgürlük hareketi, Kürtlerin veya Kürdistan’ın
demokratik özerkliği için değil; ulusun Türklükle veya başka bir şeyle tanımlanmasına
karşı bir mücadeleye giriştiği takdirde demokratik özerkliğe ulaşabilir ve
bütün bölgeyi de buna kavuşturabilir.
Bu aynı zamanda, tarih boyunca kültürel ve ekonomik bir
bütün olmuş Orta Doğunun da birleşmesini getirir.
Orta Doğu, ancak Türklükle, Kürtlükle, Araplıkla, Acemlikle,
Sünnilikle, Alevilikle, Müslümanlıkla tanımlamaya karşı tanımladığında, bunlar
tıpkı gerçekten laik bir ülkede dinlerin olduğu gibi, kişilerin özel sorunları
olduğunda bir politik birlik haline gelebilir.
Bu da aynı zamanda Orta Doğu’nun refahına ek bir itilim
verir.
Özetle.
Gerçekten demokratik özerklik isteniyorsa, o içinde özerk
olunacak devletin her hangi bir dille, dinle, soyla, sopla tanımlanmasına karşı
mücadeleyi bayraklara yazmak gerekmektedir.
Ve ancak bu şekilde Kürt özgürlük hareketi bir ölüm
parendesi (Salto mortale) atıp bir
ezilen ulus hareketi olmaktan çıkıp bir demokrasi hareketine dönüp, Türkleri,
Arapları, Farsları, Alevileri, Sünnileri, Rumları, Ermenileri de birleştirmeye
aday; hem bütün bu bölgedeki gerici oligarşileri yıkacak bir güç olabilir; hem
de emperyalizme karşı bütün bu insanları birleştirmeye başlayabilir.
Ve ancak böyle biçimsel eşitliğin sağlandığı bir
demokraside, ezilenler haklarını daha iyi koruyup, gerçek bir eşitlik yolunda
küçümsenmeyecek ilerlemeler kaydedebilir; sınıf farklarını ılımlandırabilirler.
Bu da sınıflar arasındaki uçurumların hak yoksunluğunun
çıkardığı kişiliksizliği ve çürümeyi bir ölçüde olsun ılımlandırabilir.
Ama bütün bunları, sürekli saldırılar altında bulunan Kürt
hareketinin yapması zordur. Türkler ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir
mücadeleye girip bir politik güç olarak ortaya çıkmadıkça; Kürt Özgürlük
Hareketi Kürtler içinde aynı hücadeleye giremez. Kaybedileni dengeleyecek bir
güç olmadan bunu yapmaya kalkmak, tehlikeli bir tecridi beraberinde getirir.
Sorun ve çıkmaz buradadır.
Bunu aşmak için yakalanacak ana halka, Türklerin Devletin
Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye başlamasını sağlamaktır.
Ve her şeyden önce sorunu “Kürt Sorunu” değil; “Türk Sorunu”
olarak tanımlamaktır.
“Türk Sorunu” çözüldüğünde “Kürt sorunu” da çözülür.
Yoksulluk ve gelir uçurumları da azalır
Özerklik korkulacak bir şey olmaktan çıkar; aksine
demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu olur..
06 Mayıs 2012 Pazar
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder