7 Mayıs 2012 Pazartesi

Eşitlik, Demokrasi, Özerklik ve Refah (Diyarbekir 5-6 Mayıs 2012 - Demokratik Özerklik ve Ekonomi Sempozyumuna Sunulan Bildiri)

Az önce, Moderator arkadaş, bizleri, Denizlerin idamı vesilesiyle onları anmaya davet etti ve kısa bir saygı duruşuyla andık. Bu vesileyle ben de küçük bir anımı sizlerle paylaşarak bu anmaya katkıda bulunayım.
Deniz’le arkadaştık. Devrimci Öğrenci Birliği’den. Son olarak İstanbul’da Taşkışla’da bir kantinde buluşmuştuk. Yollarımız artık ayrıydı ama birbirimize sevgimiz ve saygımızda bir eksilme yoktu. Beraberce gelecekte neler yapacaklarımızı şöyle bir konuşmak üzere şöyle bir açıldık, kantinin kalabalığından uzaklaştık. Hiç konuşmadan uzunca bir süre yürüdük. Konuşmadan ayrılacaktık neredeyse, çünkü biliyorduk neler düşündüğümüzü, hissettiğimizi. Sonunda laf nasıl açıldı hatırlamıyorum ama ben aşağı yukarı “Bu mücadele çok uzun. Milyonlarca insanın, işçinin eylemi olmadan bir şey değiştirilemez, bir devrimci parti olmadan bunlar örgütlenemez, ben bunun için işçi sınıfı ve parti için mücadele edeceğim, bu uzun bir yol” anlamında bir şeyler söyledim. Deniz de “Aslında bir yanıyla haklısın ama bu memlekette isyan geleneği yok. Bir gelenek yaratmak gerekiyor. Ben buna çalışacağım. Sonra revizyonistler gelir, bizim ektiklerimizin meyvesini yerler ama bunu birilerinin yapması gerekiyor” anlamında bir şeyler söyledi. Biraz daha sessizce yürüdükten sonra sarıldık ve ayrıldık. O dediğini yaptı. Bunu yaparken son derece gerçekçiydi ve sahte hayallerin peşinde koşmuyordu. Bir bakıma Can Yücel’in Mare Nostrum’undaki imgeyle ilk yüz metreyi en önde koştu. Ben de gençlik idealime bağlı olarak, iyi bir maratoncu olmaya çalışıyorum.

Deniz ölürken “Kürt ve Türk halklarının kardeşliği” diyerek (ki bu “Halkların Kardeşliği” parolası artık anlamını yitirmiş ve bir eşitsizliği gündemden düşürmenin ve buna karşı mücadeleden kaçmanın bir aracına dönmüştür ama Deniz’in kullandığı zamanda, sadece Kürt Halkı demek bile bu kardeşlik için mücadele anlamına geliyordu.); “Marksizm – Leninizm” diyerek, hem programı hem de dayanmak gereken teorik-metodolojik temeli işaret etmiş oluyordu.
Deniz’in bu vasiyetini yerine getirmeye çalışıyoruz denebilir. Bir yandan Marksizm-Leninizm alanından yeni keşifler ve gelişmeler sağlayarak bu metodolojik ve teorik temeli geliştirmeye çalışıyoruz; diğer yandan da Hakların Kardeşliğinin, ancak kendini bir dil, din, etni, soy, sop, tarih ile tanımlamayan; bunlarla tanımlamaya karşı tanımlayan; bunların (dil, din, etni, soy, ırk vs.) körü bir demokratik ulusçuluk ile gerçekleşebileceğini savunarak, gerçek bir kardeşliğin koşullarını gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Bu Marksizm’i geliştirme çabalarının sonucu olarak billurlaşmış görüşlerim gerek dayandığı kavram ve metodolojisiyle; gerek programatik, stratejik, taktik ve örgütsel sonuç ve önermeleriyle, burada ifade edilen bütün görüşlerden farklıdır, hatta sadece farklı değil; onlara karşı ve onların zıddıdır. Bu görüşlerimi burada ifade etme şansı verdiğiniz için teşekkür ederim.
Ama bu son derece farklı görüşler aynı zamanda, birçok okurumun da dikkatini çektiği ve işaret ettiği gibi, aynı zamanda Öcalan’ın programatik, stratejik, taktik, örgütsel görüşleriyle ilginç bir benzerlik ve paralellik içindedirler. Bu neden böyledir? Bunu anlatabilmek için biyolojiden bir örnek vereyim.
Evrende yasalar her yerde aynı olduğu için, örneğin canlılar defalarca birbirinden bağımsız olarak aynı türden çözümler geliştirirler. Buna biyolojide, konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) denir. En basit şu örnek verilebilir. Örneğin balıklar, suda asgari enerji ile en fazla yol kat edebilmek için suyun direncini en aza indiren biçimlerini, daha memeliler bile yeryüzünde yokken geliştirmişlerdir. Daha sonra memeliler ortaya çıkmış, milyonlarca yıl, dinozorların baskısı ve başarısı karşısında ikincil planda yaşamış, dinozorların ölümünden sonra da son 65 milyon yılda başarı öykülerini yazmışlar bu arada suya da tekrar dönenleri olmuştur. Bunlar, orada soğukkanlı, yumurtayla üreyen balıkların milyonlarca yıl önce keşfettiği biçimi yeniden keşfetmek zorunda kalmışlardır. Yunuslar, balinalar vs. de görülebileceği gibi balıklarınkine benzeyen biçimi yeniden keşfetmişlerdir. Bunların balık olmadığının anlaşılabilmesi için çok sonra anatomi biliminin gelişmesi gerekmiştir. Yani çok farklı anatomilerine rağmen balıklar ve yunuslar aynı çözümlerde buluşmuşlardır.
İşte bu yakınlık da böyledir, kavram sistemlerimiz, metodolojilerimiz, yani bir bakıma yapımız, anatomimiz çok farklıdır. Ama halkımızın “Aklın yolu birdir” dediği gibi, benzer sonuçlarda buluşuruz. Yakınlık, benzerlik buradan doğmaktadır.
Dolayısıyla ben burada kendi görüşlerimi ve onların sonuçları olan, somut programatik, stratejik, taktik, örgütsel önerilerimi savunurken aynı zamanda Öcalan’ın görüşlerini de savunmuş olacağım. Ve Öcalan’ın görüşleri, hele içinde bulunduğumuz şu dönemde,  her zamankinden daha da çok ve açık olarak savunulmalı.
Neden?
Aslında  Öcalan’ın görüşleri maalesef yeterince tutarlı olarak ve tüm sonuçlarıyla savunulmamaktadır. Hele son zamanlarda Öcalan adeta bir yük gibi görülmektedir. Bugün tıpkı 2005 öncesinde, Osman Öcalan’ların kopuşuyla sonuçlanan savrulma gibi bir savrulma görülmektedir. O zaman da ABD’nin desteği ve koruması; akan petrol gelirleri göz önüne alınarak, geniş Kürt kesimlerinde, demokratik bir programla Türk, Arap, Fars vs. halklarını kazanma ve birleştirme stratejisi gerçekleşmez ve hayalci bulunuyor; Barzani nasıl olsa yakında Kürt devletini kuracak deniyor ve Öcalan, retorik olarak hala yüceltilse de, fiilen terki ve bir yük gibi ele alındığı her yerde görülüyordu.
O zamanlar, Öcalan’dan bu uzaklaşma ve yük olarak görmenin bir görünümü de, Öcalan’a açıktan saldıramayanların, bunu ortada zaten mostralık olarak kalmış, hiçbir gerçek gücü temsil etmeyen, ancak sembolik ve manevi bir anlamımız olan biz birkaç Türk sosyalistine, sosyalizme saldırmaktı.
O zamanlar Kürt arkadaşlar bu saldırıyı kendileri Kürt sosyalist veya “apocu”ları olarak göğüsleyecek yerde, bizleri bu türden saldırıları yürüten, Haydar Işık, Yaşar Kaya, Ahmet Kahraman gibilerinin karşısına çıkarırlardı. Bu son derece yanlıştı. Biz Türk milliyetçilerinin karşısında işe yarardık. Ama bir Kürt milliyetçisinin karışında sosyalizmi savunuyor durumuna itilmemiz, bizi ister istemez, sanki Türk olarak egemenliğimizi ve üstünlüğümüzü savunuyormuşuz ve bunun için de sosyalizmi bahane ediyormuşuz izlenimi doğmasına yol açıyordu. Ve işin kötüsü, bizim gibi birkaç kişi dışında neredeyse Türk sosyalistlerinin tamamı da bu urumdaydı ve biz de onları tam da bu nedeniyle eleştiriyorduk.
Bu durumda Öcalan’ı bir yük olarak gören ve bu yükten kurtulmak için en zayıf nokta olarak Türk sosyalistlerini hedef seçen Kürt milliyetçilerinin karşısında bizler daha baştan yenik durumda oluyorduk. İnançlarımızı savunmaya yönelik her çabamız, daha baştan Türklüğün imtiyazlarını savunmak gibi görünüyordu.
O zamanlar defalarca uyarmaya rağmen bunun sürdürülmesi üzerine, hele bir de sanki Kürt basınını bir çıkar kapısı olarak kullandığımız gibi ithamlardan sonra orada kalmak mümkün olamazdı. O zamandan beri Kürtlerin özgürlük mücadelesini eskisi gibi desteklemeye yine devam ediyoruz ama artık bu o basının sayfalarında olmuyor.
Bir Kürt milliyetçisine karşı bir Kürt demokratı veya sosyalisti açık bir mücadele yürütürse doğru olur. Bir Türk’e karşı da bir Türk. (Tabii o Türk’ün milliyetçisi kendisinin bir Türk değil de Sosyalist olduğunu veya milliyetçi olmadığını söyleyecektir. Sorun zaten tam da bunun milliyetçilik olduğunu göstermektir.) Ama Kürt milliyetçilerinin karşısına aslında kendileri de birer Türk milliyetçisi olan sosyalistleri çıkarmak, daha baştan o milliyetçilerin ekmeğine ağ sürmek, onlara altın bir tepsi içinde bir zafer bahşetmek anlamına gelir. Maalesef şimdi de benzer bir durum söz konusu.
Ben bir akademisyen değilim, devrimciyim. Yani her durumda, her olayda, güçlere, güçlerin yer alışına, gücüne, konumlanışına bakarak, bu durumda ben ne yapmalıyım ki kendi amaçlarım açısından doğru olanı yapmış olayım diye düşünürüm.
Şimdi bu toplantıya bakıyorum, bu toplantıda ortaya çıkan görünümlere bakıyorum. Bir yanda, genellikle akademik çevrelerden veya sendika çevrelerinden gelen, tipik Türk milliyetçisi ve de bu milliyetçiliği sınıf, anti-kapitalizm, neo-liberalizm, globalizm gibi söylemlerin ardında gizleyen ve bunlarla dışa vuran “Türk Sosyalistleri”. Diğer yanda genellikle Öcalan’a pek yakın olmadıkları kullandıkları terminoloji ve vurgulardan anlaşılan Kürt işadamları. Bu bana tıpkı, o Osman Öcalan’ların ayrılışıyla sonuçlanan savrulma günlerindeki manzarayı hatırlatıyor.
Muhtemelen bu toplantıyı düzenleyen arkadaşlar, bu toplantı aracılığıyla, bizzat Öcalan’ın projesinisavunmak; bir şeyleri hatırlatmak; “Demokratik Özerklik” başlıklı bir toplantı tertipleyerek, bu savruluşa karşı bir set çekmek istemiş olabilirler. Büyük olasılıkla da niyet böyledir. Ama bu dizilişiyle tam da istenin tersi sonuç vermeye yol açacak gibi görünüyorlar.
Dün, burada adeta bir ağabey veya beyaz adam üslubuyla Kürtlere son derece yukardan bakarak konuşan konuşmacıya karşı sizler birer ev sahibi olarak elbet bir şey diyemezdiniz. Burada, o da bir Türk ve “Sosyalist” olduğuna göre onun bu tavrını eleştirmek bir “Türk” ve sosyaliste düşerdi. Dün burada bunu yapmaya çalıştım.
Ama Kürt ve Öcalan’ın görüşlerini savunmak isteyen arkadaşlar da lütfen kendileri, Kürt milliyetçilerinin karşısına çıksınlar ve onların karşısına gerçekten aslında içi dışına çevrilmiş birer Türk milliyetçisinden başka bir şey olmayan Türk sosyalistlerini çıkarıp, Öcalan’a aslında karşı olanlara tepsi içinde bir zafer bahşetmesinler.
Bu nedenle, bu eleştirim haricinde benim eleştirilerim ve önerilerim hep Türk sosyalistlerine (yani milliyetçilerine) olacaktır. Ama bunlar biraz da “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” olarak anlaşılmalıdır.
*
Bu Sempozyum’a davet edildikten sonra “Matematik versus Politika” başlığı altında konuşmacı olduğumu öğrendiğimde, başlık bana son derece soyut göründü. Bu nedenle konu dışı konuşur durumda kalmamak için; bu başlıkla neyin kastedildiğini daha iyi anlayabilmem için hiç olmazsa küçük bir açıklama yapılmasını diledim. Her hangi bir açıklama gelmedi. Bu arada konuşmanın taslak metnini ulaştırma zamanı da geldiğinden, bu taslak metin, bu satırların yazarının anladığına göre yazıldı. Taslak metni ilettikten sonra da bir itiraz vs. gelmeyince de, doğru tahmin ettiğimi varsayarak bu son şekli verdim. Eğer konuşmam bu başlıkla kastedilenin dışında ise, sanırım bunun sorumlusu ben değilim diyebilirdim gönül rahatlığıyla.
Ama sorun sadece bu kadarla kalmadı. Tam Diyarbakır’a yola çıkacağım günün arifesinde Sempozyumun afişi ve programının son şekli yollandı. Orada farklı bir konuda konuşacağımı gördüm. Bu sefer konu: “Özerklik: Maliye Politikası Değil, Yeni Bir Toplum İnşası” olmuştu. Elbette her konu birbiriyle ilişkili olduğundan orasından bastırıp burasından çekerek sunacağım bildiri, bu başlığa da sığdırılabilir. Ben de biraz böyle yapacağım. Ama konu dışına çıkmalar olursa bunun benim suçum olmadığını bilmenizi isterim.
Bu bildiriyi ilk konuya (“Matematik versus Politika”) göre hazırladığımdan, o zaman konuyu tahmin etmek için çıkarsamalarım şöyle bir seyir izledi.
Teknikte bir takım matematik sabitler, denklemler, matematiksel ilişkiler vardır. Tıpkı ışığın hızı gibidir bunlar. Bunları değiştirmek mümkün değildir. Çözüm bu sabitlerin sınırları içinde aranmak zorundadır. Bir fikir vermek için yine biyolojideki birinden söz edeyim. Buna, Gulliver’in cüceler ülkesine atfen “Liliputlar hesabı” da denir.
Üç boyutlu bir cisim büyüdüğünde, onun dış yüzeyi karesi kadar artar; ama hacmi küpü kadar büyür. Bu şu demektir, küçük bir canlının oranlarını koruyarak büyük bir canlıya ulaşılamaz veya tersi büyük bir canlının oranlarıyla küçük bir canlıya varılamaz. Büyük canlılar yüzey ve hacmin bu çok farklı büyümelerinin ortaya çıkardığı sorunları çözmek için başka teknikler geliştirirler. Küçük canlılar da öyle.
Dev gibi kelebekler veya büyük insanın küçüğü, parmak çocuk büyüklüğündeki Liliputlar ancak hayal dünyasında var olabilirler. (Ve “hayal gücü” denilen şeyin gerçeğe göre ne kadar sınırlı ve dar ufuklu, hayal güçsüzlüğü olduğunun bir kanıtını da sunarlar. Ama bu ayrı bir konu.) Örneğin fillerin derisinin yaşlı bir insan yüzü gibi buruşuk olması ve devasa kulakları, küpüyle büyüyen hacmi dengelemek için yüzeyi büyütmenin gereğidir. Kalın bacakları ise yüzeye göre küpü kadar artan ağırlığı taşımanın ve aynı sağlamlığı korumanın. Evet, Darvin yasaları vardır, ama o yasalar bu sabitler, yani matematik formüller arasında işler. Ve buna rağmen en özgür hayal gücünün bile ulaşamayacağı harikulade çeşitlilikteki binlerce canlıyı yaratmayı, hem de sırf kör tesadüflar (mutasyonlar) deneme yanılma (doğal seçilim) yoluyla başarırlar.
Buradan hareketle, her halde bu başlıkla, ekonomi alanında benzer matematik sabitler ile politika ilişkisi; politikanın ister istemez belli sabitler arasında olacağı veya olması gerektiği kastediliyor olsa gerek diye düşündüm.
Elbet ekonomide de bir takım sabitler vardır. Örneğin, bir ulusun yıllık üretimi bir veri olarak ele alınabilir. Bu yıllık üretimin bir kısmı tüketime gidecektir, bir kısmı yeniden üretime ayrılmalıdır (yani örneğin tohumluklar, yıpranan aletlerin yenilenmesi vs.), bir kısmı felaketlere karşı bir fon olarak ayrılmalıdır, bir kısmı da refahı arttırmak için, yani genişletilmiş üretime, yeni yatırımlar için. Bunların birinden almadan diğerine veremezsiniz. Tüm ürettiğinizi tüketirseniz aç kalırsınız. Acaba kastedilen böyle ekonomik sabitlerle, yani matematik formüllerle politikanın ilişkisi mi?
Bir başka örnek verelim. Artı değer oranını işgücü yani ücretler belirler, çünkü artı değeri yaratan, tek özelliği artı değer yaratmak olan meta olan işgücüdür. Ama kar oranı tüm sermayeye göre hesaplanır. O halde genel sermaye içinde ücretlere ayrılan kısım ile makine ve hammaddelere ayrılan iki ayrı kısım, yani değişken ve sabit sermayeler vardır. Ve siz işyerinizi ne kadar büyütür, ne kadar çok makine kullanırsanız, toplam sermaye içinde işgücünün oranı daha azalacağından, kar oranında bir düşme eğilimi ortaya çıkacaktır. Mutlak artık değer artışları, işgücünün fiyatında, yoğunluğunda veya çalışma saatlerinde bir değişiklik gerektirir. Nispi artı değer artışı ise makinelerle, üretkenlikle olur. Yani burada “Matematik” vardır; cebirsel formüller vardır. Bununla demokrasi ilişkisi olamaz mı? Böyle bir ilişkide, “Politika”, Demokrasi ve Özerklik yerine kullanılabilir olabilir örneğin. Genel konu “Demokratik Özerklik ve Ekonomi” olduğuna göre.
Nispi ve mutlak artı değer oranları; kar oranının düşme eğilimi ile demokrasi ve özerklik arasında bir ilişki vardır ve pek az Marksist dışında bu ilişki ele alınmıştır.
(Burada şunu belirtelim. Marks, Engels, Lenin, Troçki, Mandel’in yanı sıra bu ilişkiyi ele alan ve vurgulayan bir de Dr. Hikmet Kıvılcımlı vardır. Bürokratik diktatörlükler ve sendikacılar (yani devlet ve sendika bürokrasisi) bu ilişkiyi gizleme ve görmezden gelme eğiliminde olmuştur. Bunun nedeni, bu ilişkinin kendi varlık ve egemenliklerinin sorgulanmasına kapı açmasıdır.)
İşin ilginci olumsuz ve tersinden bir biçimde de olsa, birçok burjuva düşünürü ve ekonomisti tarafından bu ilişki ifade edilir.
Şimdi bu ilişkiyi inceleyerek konuya yaklaşmaya çalışalım.
Burjuvazi bu ilişkiyi tersinden, toplum belli bir refah seviyesine ulaşmadan demokrasinin yerleşemeyeceğinden söz ederek ifade eder. (Hatta “Kürt Sorunu” denen sorunu, buradan gençlerin gerillaya gitmesini vs.; sorunu bölgesel gerilik sorunu olarak görüş bile bu anlayışın dolaylı bir versiyonudur. Aynı metodolojik yanlışa dayanır. Ama konuyu dağıtmamak için girmiyoruz.)
İlk bakışta gerçekten de veriler bunu doğruluyor gibidir. Yeryüzünde bütün yoksul ülkeler demokrasi yoksunudur ve bütün zengin ve refah içindeki ülkelerde iyi kötü bir demokrasi olduğundan söz edilebilir.
Ve matematik sabitler yoluyla bundan şöyle sonuçlar da çıkarılabilir ve çıkarılmıştır da. Yoksul ülkeler yoksul oldukları için, genişletilmiş yeniden üretime aktaracakları fonlar da kısıtlı olduğundan yoksul; zengin ülkeler de zengin olduklarından geniş yeniden üretime aktaracakları fonlar da yüksek olacağından daha zengin olacaklardır. Yani az gelişmenin gelişmesi diye formüle edilen olgu. Dolayısıyla buradan da şöyle sonuçlar kolaylıkla çıkarılmıştır: yukarıda açıklanan matematik demokrasi ve zenginlik ilişkisi nedeniyle, yoksullar zenginlere göre daha yoksul kalmaya mahkûmdurlar, yoksulluktan kurtulmak istiyorlarsa sermaye ve dış yardım almalıdırlar. Yani yoksulluk yoksulluğun nedeni olarak görülür. Yoksulluk olunca da demokrasi olmayacağından, diktatör yönetimler ve demokrasinin yokluğu böyle matematik olarak bir bağıntıyla da açıklanabilir görünür. Bu çıkmazdan çıkışın tek yolu da örneğin uluslararası sermayeye olabildiğince kapıları açmaktır. Bugün Irak Kürdistan’ı veya Güney Kürdistan bunun bir örneği ve doğrulaması olarak görülüyor.
O halde bu sempozyumun üst başlığı “Demokratik Özerklik ve Ekonomi” olduğuna göre, refah ve sosyal adaletle demokrasi ilişkisini pek ala “Matematik versus Politika” başlığı altında ele alınabilir. Yoksulluk veya refah ilişkisi, burjuva ekonomistlerin ve teorisyenlerin iddiasına göre, adeta matematik sabitlere dayandığına göre, “Refah ve Sosyal Adalet” (bu tersinden yoksulluk ve gelir uçurumları olarak da tanımlanabilir) “Matematik” karşılığı olarak da kullanılabilir.
Demokrasi ise, her şeyden önce bir Politik kavramdır ve Politika sorunudur.
O halde bu toplantının o soyut başlığı, daha somutlaşmış biçimiyle, burjuvazinin çıkardığı sonuçlarla şöyle de formüle edilebilir: “Refah ve sosyal adalet versus Demokrasi”.
Biz bu bildiride, bu ilişkiye daha yakından bakıp, hem tarihsel hem de ekonomik bağlamda özün göründüğü gibi olmadığını göstermeye çalışacağız.
Ve sorunun böyle konuluşunun tam da egemen sınıfların sorunu koyuşları olduğunu; sorunun doğru koyuluşunun “Demokrasi versus Refah ve Sosyal Adalet” veya bu bölümün başlığının diline çevirirsek “Politika versus Matematik” olduğunu savunacağız.
*
Gerek tarihsel deneyler; gerek politika ve refah ilişkisinin yapısal analizi ve kavramsal çıkarsamaları, tam da refahın değil, demokrasinin; matematiğin değil politikanın ilişkide öncelikli ve belirleyici olduğunu; yani bu bölümün başlığının aksinin doğru olduğunu gösterir.
Bunun için önce kapitalizm öncesi uygarlıklar tarihine yıldırım hızıyla bir göz atalım.
Tarihte toplumların zenginleşip yükseldikleri zamanlar, demokrasinin nispeten daha gelişmiş olduğu zamanlardır ve bir bürokratik ve merkezi cihazın güçlenmesi; demokrasi unsurlarının yok olmasıyla birlikte aynı zamanda refahın da (sosyal adaletin de) giderek yitirildiği dönemlerdir.
Bu ilişki hem klasik antik uygarlıklarda apaçık görülür hem de modern kapitalist uygarlığın doğuşunda ve gelişiminde görülür.
Önce klasik uygarlıklardan sadece birkaç örnek verelim. İlk uygarlığa geçiş Sümer’de olur. Ama uygarlığa ilişkin en büyük gelişmeler ve keşifler; zenginleşmeler henüz kentleri kuran kabilelerin kandaş demokrasilerinin yaşadıkları dönemlere aittir. Su kanalları, bentler, yollar, tekerlek, köprü, çok katlı inşaat, yükü tutacak kubbe ve kemer. Bütün bunlar henüz uygarlık tam yerleşmeden, ortaklaşmacı iş birliği ve dayanışma geleneklerinin güçlü olduğu, yaşadığı dönemlerde keşfedilmişlerdir. Uygarlığın alameti farikası sayılan Yazı, Para, Ticaret bile henüz ortaklaşmacı dönemde keşfedilmiştir. Kapitalizm doğuncaya kadar, medeniyetin keşif beratını elinde tuttuğu bir tek şey vardır: Devlet. Yani silahlı insanlar topluluğu; bürokratik bir cihaz, keyfilik; üretmenlerin ürettikleri artı ürüne el koyan bir kast, bunu sürdürmek için işkenceler, savaşlar Firavunlar, Nemrutlar vs..
Sonraki bütün uygarlıkların kuruluş ve yıkılışlarında da bu defalarca kanıtlanır. Klasik uygarlıklarda demokratik denecek unsurların gelişkin olduğu zamanlar, eşit kandaş aşiretlerin uygarlığı feth ettikleri; fatihlerin liderlerinin henüz Firavunlaşıp Nemrutlaşamadıkları; eşitler içinde birinci oldukları zamanlardır ve bu zamanlar aynı zamanda merkezi devlet cihazlarının ciddi biçimde zayıfladığı veya parçalanmaya uğradığı zamanlardır.
En son, artık iyice çürümüş Roma ve Bizans’ın etki alanında olan Anadolu’nun İslam ve Türkmen boylarının gençlik aşısıyla canlanmış Pers uygarlığınca ele geçirilişinde görülür bu. Yüzlerce yıllık Bizans ve Osmanlı uygarlığından Anadolu’da yapılmış pek az eser vardır. Ama Anadolu’yu ele geçirmiş ve Selçuk adını almış Pers uygarlığı parçalanınca, Anadolu’da merkezi devlet parçalanır ve Anadolu tıpkı Batıdaki feodal beylikler gibi küçük beyliklerin egemenliğine geçer.  Bugün Anadolu’da ne varsa neredeyse hepsi bu dönemdendir. (Buna sayın Sevan Nişanyan da dikkati çekmiştir.) Yani tabiri caiz ise, Anadolu’ya “yatırım”lar, kediye göre budu “Demokratik Özerklik” ten söz edilebilecek; Merkezi devletin parçalandığı, nispeten otonom küçük prensliklerin egemen olduğu; merkezi devlet cihazlarının epeyce zayıf olduğu dönemlerde yapılmışlardır.
Neden böyledir?
Bunun elbette matematiksel ya da cebirsel denebilecek bağıntıları vardır. Kısaca bu bağıntı şöyle ifade edilebilir. Merkezi devlet cihazı, aldığı ağır vergiler ile toplumsal artığın önemli bir bölümüne el koyar. Bu da çiftçilerin hayat seviyelerinde bir düşüşe yol açar. Buna karşılık, “barbar” fatihler henüz devletleşmediklerinden artı ürünün medeniyetin bürokratikleşmiş, merkezi, eskercil ve keyfi cihazına göre çok daha küçük bir bölümüne el koyduklarından çiftçilerin refahında bir yükselme görülür. Bu refaha nispi eşitlenmeye bağlı olarak toplum zenginleşir. Bu zenginleşme mahalli düzeyde ticareti ve adaleti teşvik eden yapıların artışına yol açar.
Öte yandan, uygarlaşma, yani merkezileşme ve devletleşme bir fasit daireyi ortaya çıkarır. Merkezi devletin güçlenmesi ve bunun masraflarını karşılamak üzere üreticilerin artı ürününün giderek daha büyük bir bölümüne vergiler biçiminde el koyulması, ezilenlerin gelir ve hayat seviyelerinde düşüşe yol açar. Bu düşüş ve gelir farklılıklarının artması giderek daha sert sınıf mücadelelerine ve direnişlere; bunlar da ezilenlerin direncini kırmak için devletin merkezi ve bürokratik aygıtının güçlendirilmesine; yani toplumsal artı ürünün el koyulan giderek daha büyük bir bölümünün üretici olmayan tüketime ve hazır yiyiciler kastına ayrılmasına yol açar. Bu fasit daire böylece gider. Ta ki o devlet tekrar demokratik unsurların daha güçlü olduğu “barbar” kavimlerce yıkılana kadar. Klasik tarih bir bakıma bu döngülerdir aynı zamanda.
Bu mekanizma, Kapitalizme geçişi de mümkün kılmıştır. Kapitalizm’e geçişin, Şarkta (yani Çin’den Magrip’e kadar klasik uygarlıklar alanı) değil de İngiltere’de mümkün oluşu, her şeyden önce komün’ün nispeten demokratik denecek; merkezileşmeye, firavunlaşmaya, nemrutlaşmaya imkan tanımayan geleneklerinin gücü ile olmuştur. (Bu Marksist bakış açıklama, maalesef Weber’ci sözümona açıklamanın gücü yaygınlığından gelen açıklama karşısında susuşa boğulmaktadır.)
Uygarlığa az bulaşmış, komuna geleneklerinin hala güçlü olduğu, Britanya’da aşiret şeflerinin Krala firavunlaşma olanağı tanımayan şartları (yani güçlü, merkezi ve pahalı bir devlete izin vermemeleri) şu Batı Demokrasisi denen şeyi ve kapitalizme geçişi mümkün kılmıştır. Ve o zamanlar zenginlik bakımından İngiltere tabiri caiz ise, o zamanki dünyanın “Üçüncü Dünya”sıydı. Onu Üçüncü Dünya’lıktan kurtaran ve Güneşi Batmayan İmparatorluk yapan, o komuna kalıntısı demokrasi olmuştur denebilir. (aynı durum elbet Amerika için de geçerlidir. Ama burada konuyu dağıtmamak için girmiyoruz.)
Özetle, Demokrasi versus Zenginlik diyebiliriz öncelikler bakımından.
Modern kapitalizme gelince bu çok daha böyledir.
Elbet klasik uygarlıkların bu mekanizması geçerliliğini sürdürür ama buna ek olarak kapitalist ekonominin kendi iç işleyişinden ek bir dinamik daha devreye girer.
Kapitalizm öncesinde sermaye üretimle ilgili değildir. Dolayısıyla sermayenin büyümesi, üretimde bir artışa dolayısıyla toplumsal zenginlikte bir yükselmeye yol açmaz; aksine üretim geriler sermaye büyüdükçe. Tefeci zenginleştikçe köylü yoksullaşır. Tüccar zenginleştikçe, onun malları alıp sattıkları yoksullaşır. Artı değerin kaynağı değer transferidir, zaten var olan değerlere yapılan bir katkı değil.
Kapitalizm öncesinde ticaret oldukça yüzeydedir. Artı ürüne el koymanın esas mekanizması, ekonomi dışı zordur. Yani devlet ve sömürü; devlet ve yoksulluk arasındaki ilişki belirler. Devlet ne kadar güçlü, merkezi ve pahalı ise, üreticiler o kadar yoksul ve hak yoksunudur.
Kapitalizmde ise sömürü ile devlet arasında bir ilişki yoktur. Kapitalist sömürü için devlet gerekmez. Marks’ın Kapital’inde Devlet diye bir bölüm yoktur örneğin.
Kapitalizmde ise artı değer doğrudan doğruya üretimden elde edildiğinden, sermayenin büyümesi ve özellikle de sermayenin organik bileşiminin büyümesi daha büyük üretim ve daha yüksek bir emek üretkenliği demektir, dolayısıyla toplumun genel olarak daha zenginleşmesi. Yani ilişki kapitalizm öncesinden tamamen farklı ve ona zıttır. Kapitalizm öncesinde sermaye büyüdükçe toplum fakirleşir; Kapitalizmde Sermaye büyüdükçe Toplum da zenginleşir.
Artı değer oranı, yani sömürü oranı iki türlü yükseltilebilir. Mutlak artı değer artışı ile yani iş saatlerini yükselterek, iş gücünün fiyatını düşürerek veya işin yoğunluğunu arttırarak. Bu işçilerin korkunç koşullarda çalıştırılması demektir. Dolayısıyla işçilerin direnme kapasitelerinin olmaması, yani örgütlenememeleri, yani demokrasinin yokluğu demektir.
Burada gerilik ile merkezi devlet cihazı arasındaki ilişkinin de özünü yakalamış oluruz. Klasik uygarlık alanlarında, eskiden beri var olan merkezi, bürokratik, pahalı devlet cihazları, kapitalizme geçişle birlikte her türlü işçi direnişini de ezecek elverişli bir araç olduğundan; yani işçi örgütlenmesini ve demokrasiyi engellediğinden, mutlak artı değer artışı her zaman daha karlı olduğundan, modern teknik yani nispi artı değer artışına kapitalistler gerek görmez ve bu da geriliğin ve gericiliğin pekişmesine yol açar. Eski uygarlık beşiklerinin hep geri ülkeler olmasının nedeni budur. Ve Avrupa’daki bütün krallıkların da demokrasi olmasının nedeni de budur. O krallar aslında herhangi bir Şark karakolundaki polis veya jandarma kadar bile insanların kaderi üzerinde söz söyleme ve karar alma ve de uygulama yetkisine sahip değillerdir.
Nispi artık değer oranı artışı ise, işçi örgütleri ve demokrasi varsa, işgücü fiyatı pahalı olduğundan, diğer kapitalistlerle rekabet edebilmek için daha modern makine ve teknikler kullanmakla olur. Yani daha modern makineler kullanılarak, emek üretkenliğinde bir yükseliş sağlayarak elde edilen artık değer artışı nispi artık değer artışıdır.
Kapitalisti buna zorlayan sadece diğer kapitalistlerle arasındaki rekabet değildir, işçilerin direnişleri; ücretlerde sağlanan artışlar esas olarak kapitalisti nispi artık değer artışları aramaya yani daha modern teknik kullanmaya diğer bir ifadeyle de sermayenin organik bileşiminde sabit sermayenin payını yükseltmeye zorlar. Yani bir toplumun refahı ile, sınıf farklılıklarının nispeten törpülenmesi, işçilerin gelir düzeylerindeki yükselme ve demokrasi (örgütlenme hakları olmasa bunları sağlayamazlardı) arasında kopmaz bir bağ vardır.
Demokrasi emekçilerin örgütlenmeleri ve iş güçlerini kapitalistlere daha pahalıya satmaları olanağını yaratır. Ya da bunu sağlamak için işçiler demokrasi mücadelesine girer veya bu hakları fiilen elde ederler. Bu ise, kapitalistleri ister istemez, nispi artık değeri arttırıcı önlemlere, yani daha modern teknikleri kullanmaya; sabit sermaye oranını arttırmaya zorlar. Böylece o ülke veya kapitalist, kapitalist sistem içinde, emek üretkenliğini genel olarak arttırarak, diğerlerine rekabet eder durumda kalabilir.
Emek üretkenliğinin artması zenginliğin artması demektir. İşçilerin direnişi ve kapitalisti nispi artık değere zorlaması ise, gelir farklılıklarının nispeten törpülenmesi; gelir uçurumlarının azalması da demektir.
Tabii bu durum kapitalizm öncesi sömürü biçimi üzerinde de bir karşı etkide bulunur. İşçilerin kapitalisti nispi artık değer artışlarına yönelten örgütlenme ve direnişleri, demokratik hakların gelişmesi, yani aynı zamanda, devletin nispeten daha az merkezi, daha az bürokratik, daha az keyfi, daha az pahalı olmasına yol açar. Böylece zenginlik ve sosyal adaleti arttıran ikinci bir etki sağlanmış olur. Devlete harcananların azalması üretici olmayan tüketime harcananların azalması, bu kaynakların emekçilerin tüketim düzeylerinin yükselmesine veya yeniden üretime yatırılması demektir. Keza daha küçük ve az masraflı ve daha az merkezi bir devlet aynı zamanda daha çok demokrasi, hak ve keyfiliğin azalması da demektir.
Ama sonuçlar burada da kalmaz, zenginliği arttıran emek üretkenliğindeki yükseklikten kaynaklanan zenginliği arttıran ek bir sonuç daha ortaya çıkar. Şöyle: fiyatlar ortalama emek üretkenliği üzerinden oluşur. Emek üretkenliği yüksek ülkeler veya sanayi kolları veya kapitalistlere, emek üretkenliğinin düşük olduğu ülkeler veya sanayi dallarından veya fabrikalardan bir değer transferi olur. Emek üretkenliği yüksek olanlar ekstra karlar sağlar.
Özetle, demokrasi sonucunda bir kere zenginlik ve nispi sosyal adalet ortaya çıkınca, zengin olan zengin olduğu için daha zengin, fakir olan da fakir olduğu için daha fakir hale gelmeye başlar. Halkımızın dediği gibi zengin dağdan aşırır, fakir düz yolda şaşırır. Ama bu sonuçtur neden değil. Öncelik Demokraside, siyasi sistemdedir. Yani politikanın önceliği vardır ekonomi karşısında. (Kaba Marksistlerin aklını kaçırtır bütün bunlar.) Ama Zenginlik ve nispi gelir uçurumları azlığı bir kez ortaya çıkınca, bu demokrasiyi yerleştirici bir karşı etkide de bulunur çelişkileri yumuşatarak. İşte burjuva teorisyenleri bu denklemi ters yüz ederler.
Bu veriler ışığında Türkiye gibi ülkeleri ele alalım. Bir taraftan Türkiye’deki gibi, geçmişin kamburu, Sümerlerden beri gelen, artı ürünün büyük bir bölümüne el koyan devleti düşünelim. Bu keyfi devlet her türlü örgütlenmeyi, demokrasiyi daha tohum halinde yok ederek, işçilerin örgütlenme ve direniş kapasitelerini düşürür. Burada modern kapitalist üretimin yasası da devreye girer. Bu düşük ücretler, kapitaliste mutlak artı değer artışı sağladığından, yani ucuza işçi çalıştırmak modern teknikli makine kullanmaktan daha karlı olduğundan, emek üretkenliğinin düzeyi düşük kalır; ama aynı zamanda alt ve üst sınıflar arasında gelir uçurumu çok büyük olur; özetle genel yoksulluk, gerilik ve sınıf farkları artar. Bunun sonucu olan direnişi kırmak için, daha büyük bir cihaz ve artı ürünün daha büyük bir bölümünün üretici olmayan tüketime aktarılması gelir. Ve bu böylece sürer. Yani geriliğin nedeni, aslında tam da Bürokratik, merkezi, keyfi, askercil cihazdır. İşçiler hem kendi hayat seviyelerinde bir yükselme, genel olarak ülkenin daha zenginleşmesi için; hem de daha küçük gelir farklılıkları için, mücadelelerini, bu askeri bürokratik oligarşiye karşı yönlendirmek zorundadırlar.
Yani bu çıkmaz veya fasit dairenin kırılması için de yine bir tek çare vardır: Demokrasi. Yani pahalı, baskıcı, bürokratik, keyfi, militer cihazın parçalanması ve bunun yerine tersinin koyulması. Ancak demokrasi ile bu fasit daireden çıkılabilir. Bu da tekrar başka bir bağlamda da demokrasinin ya da politikanın önceliğini gösterir.
Özetle demokrasi olduğu için refah vardır; refah olduğu için demokrasi değil. Elbette refah bir kez ortaya çıktıktan sonra demokrasiyi de güçlendirici bir etki yapar ama öncelik demokrasidedir. Refah olmadan demokrasi olamayacağı şeklindeki görüş, egemenlerin anti demokratik karakterini ele verir ve onların çıkarlarını savunmanın aracıdır. Ama aynı zamanda egemen sınıfların, ezilen geniş çoğunluktan korkusunun ve onlara güvensizliğin bir dışa vurumudur.
O halde, “politika versus matematik”. Ya da bu Sempozyum’un temel konusu bağlamında: “Demokrasi versus Ekonomi
*
Ancak burada bir de özerklik kavramı ortaya çıkmaktadır. Özerklik ve Demokrasi ilişkisini ele almak gerekir burada.
Özerklik aynı zamanda demokrasinin ayrılmaz bir unsurudur. Özerklik ancak demokraside mümkün olabilir. Demokrasi de ancak özerklikle birlikte var olabilir.
Ancak bu ilişkide öncelik nerededir? İkinci soru budur.
Öncelik yine demokrasidedir. Ancak burada demokrasiden ne anlaşıldığının da netleştirilmesi gerekir.
Demokrasi her şeyden önce, insanların biçimsel bakımdan eşit olması demektir. Bu olmadığı takdirde demokrasi köle sahiplerinin, beyazların, Türklerin vs. demokrasisi olur.
 Yani, dili, dini, etnisi, soyu, sopu, inancı, ırkı, geliri vs. ne olursa olsun, insanların eşit olması demokrasinin olmazsa olmaz bir koşuludur.
Bir “Türk demokrasisi” olmaz, olamaz örneğin. Ulusu Türklükle, Türklüğü de ırkla, dille, tarihle veya kültürle veya bunların farklı bileşenleriyle tanımlamış bir ülkede demokrasi olamaz. O bir Türk demokrasisinden söz etmek, bir tür köle sahipleri demokrasisinden söz etmekten farksızdır.
Bu nedenle demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, biçimsel eşitliktir. Yani insan hakları evrensel beyannamesinin, insanların dinleri, dilleri, etnileri, soyları, sopları, kültürleri ne olursa olsun eşit olmaları gerektiği ilkesi.
Zaten sosyalizm düşüncesinin ardında da, bunun gerekli ama yetersiz olduğu var ayımı vardır.
Bir devletin resmi dili varsa, bir devletin okullarında veya toplumsal yaşamında belli dinler imtiyazlıysa veya devlet doğrudan doğruya bir dine göre tanımlanmışsa orada biçimsel bir eşitlik olmadığından bir demokrasinin varlığından söz edilemez. Yani örneğin Türkiye’de Devletin veya ulusun veya politik olanın, Türklükle ve İslam ile tanımlanmasına son verilmeden demokrasi olamaz. Çünkü demokrasinin en temel koşulu olan biçimsel eşitlik yoktur.
Demokrasi ancak bu eşitsizliklere karşı mücadele içinde kurulabilir. Yani Demokrasi ulusun, devletin, politik olanın Türklükle ve İslamlıkla tanımlanmasına karşı mücadele ile bunların ortadan kaldırılmasıyla kurulabilir.
Biçimsel eşitlik sadece demokrasinin bir ayrılmaz bileşeni değildir, aynı zamanda demokratik bir sisteme ulaşabilmek için de olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bu biçimsel eşitsizlikler var oldukça, bir demokrasinin var olması olanaksız hale gelir. Çünkü bu biçimsel eşitsizlik hem emekçileri bölerek onların birleşmelerinin önünde bir engel oluşturur, dolayısıyla demokrasinin en büyük güvencesi olan işçi hareketinin gerilemesine yol açar; hem de egemen sınıflar bu eşitsizlikleri birbirine karşı kullanarak egemenliklerini pekiştirme olanağı elde ederler.
O halde, demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu, politik olanın, yani devletin, yani ulusun bir dile, bir dine, bir etniye, bir soya, bir ırka, bir tarihe göre tanımlanmasına karşı olmayı ve ona son vermeyi gerektirir.
Yani bu pratik olarak ulusun bir dille, dinle, tarihle, soyla sopla, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına karşı olunmadan demokrat olunamaz.
Bu pratik olarak, hiçbir dilin veya dinin veya kültürün vs. diğerlerinden imtiyazlı olmaması; yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı demektir. Bir tek çocuğa bile ana dilinde eğitim hakkı demektir.
Bu aynı zamanda herkesin kendi ana dilinde ama aynı tarihi okuması demektir. Yani Kürtler Kürt, Türkler Türk, Çerkezler Çerkez tarihi okumaz. Herkes, Türkçe, Kürtçe, Çerkezce olarak Kürt, Türk, Çerkez uluslarının tarihlerinin gerici ulusçuların yazdıkları gerici tarihler olduklarına; bu anlamda ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okurlar.
Bu aynı zamanda, en gericilerin, ırkçıların savundukları okulların ayrılmasına da karşı olmak demektir.
Bu aynen dinlerde de böyledir.
Zaten, eğer bütün diller, dinler, ırklar, kültürler eşitse, bu tarih kitaplarını bütün bu dinler, diller, ırklardan, kültürlerden insanların ortaklaşa yazmaları gerekir. Bu da fiilen böyle, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarihten başka bir sonuca yol açmaz.
Bir an için okullarda okunacak Tarih kitabını yazmak için, beş Türk, beş Kürt, beş Ermeni, beş Süryani, beş Şafii, beş Alevi, beş, Sünni, beş Şii, beş Nasturi, beş Yezidi, beş Rum, beş Rus, beş Japon, beş Budist, beş Hindu vs. olduğunu düşünün. Bunlar nasıl bir ulusal tarih yazabilirler ki? Yazacakları tarih fiilen ulussuz bir tarih; ulusal tarihlere karşı bir tarih olmak zorundadır.
O halde, devleti veya ulusu veya her hangi bir bölgeyi veya yerleşimi, diğer bir ifadeyle politik olanı, Türklükle, Kürtlükle, Rumlukla, Ermenilikle, Şiilikle, Sünnilikle vs. tanımlamaya son vermeden, gerçek bir eşitlik ve dolayısıyla da demokrasi olması mümkün değildir. Demokrasi olmayınca da refah ve sınıf ve gelir farklılık ve uçurumlarının azalması; dolayısıyla da çürümenin tersine döndürülmesi mümkün değildir.
Zaten en geniş ademi merkeziyetçilik ve özerklik de ancak her birimin de böyle olduğu bir koşulda mümkündür.
Yani varsayalım ki, Diyarbakır ilinde ya da Kürdistan özerk bölgesinde de aynı ilkeler geçerli demektir. Özerklik, her hangi bir dili resmi dil olarak kabul etme veya bir dile, dine, kültüre tarih yazma özerkliği olamaz. Bu noktada eşitliğe karşı davranılmış olur.
Yani fiilen herkesin ana dilinde eğitim hakkı ve herkesin ana dilinde tüm dillerde, dinlerden, ırklardan, kültürlerden, soylardan vs. insanların ortaklaşa yazdıkları aynı tarihi okumaları söz konusu olduğunda, özerklik bir korku ve bölünme nedeni olmaktan çıkar. Ancak bu durumda birlik ve kendi yetkilerinin bir kısmını gönüllü olarak daha üst bir birliğe devretme tümüyle iktisadi zorunlulukların bir sonucu olarak ortaya çıkar.
O halde, demokratik bir özerklik, kalkınma ve mutlak bir biçimsel eşitlik arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır.
Ama bunda ana halka, mutlak bir biçimsel eşitliğin sağlanmasındadır.
Bu da ulusun veya politik olanın bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla tanımlanmasına karşı olarak ulusu veya politik olanı tanımlamakla olabilir.
Bu olmadan, örneğin Türklükle tanımlanmış bir devlette Kürtlükle tanımlanmış bir özerk bölge, aslında özerklik değil fiili olarak ikisi de aynı ilkede anlaşan; ulusu bir dille, dinle yani gerici bir biçimde tanımlamakta anlaşan ama ulusu farklı dillerle ve tarihlerle tanımlayan iki ulus demektir. Dolayısıyla bunların arasında ilk krizde bir çatışma kaçınılmazdır.
Bu da ister istemez merkezi ve baskıcı ve militer cihazların kurulmasını, korunmasını veya pekiştirilmesini beraberinde getirir.
Demek ki, refah, baskıcı ve bürokratik olmayan bir devlet cihazı, demokrasi ve kesin bir biçimsel eşitlik birbirinden ayrılmamaktadır. Bunlar arasındaki en belirleyici olan da biçimsel eşitlik ya da ulusun neyle ve nasıl tanımlanacağıdır.
O halde, biçimsel eşitlik en baş sorun olduğuna göre, biçimsel eşitliğe ulaşmadan ne baskıcı ve bürokratik olmayan ne de özgür olarak birleşmiş komünlerden bir ulus kurmak mümkün olmadığına göre, esas vurguyu, demokratik özerkliğe değil, ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına yapmak, buna karşı mücadeleyi en başa almak; ve de politik olanın her hangi bir şekilde Kürtlükle, Türklükle, Sünnilikle, Ermenilikle, Alevilikle vs. tanımlanmasına karşı tanımlamak için mücadele etmek gerekir.
O halde, demokratik özerkliğin, bu esas özü olmadan sürekli gündemde tutulması; o içinde özerk olunacak ulusun (devletin, politik olanın) nasıl tanımlanacağı sorusunu gündemden düşürmeye; bugünkü gerici; ulusu dille, dinle, kültürle tanımlayan ulusçuluğun ideolojik egemenliğine hizmet etmekte ve aynı zamanda da dolayısıyla demokratik özerkliğe fiilen karşı çalışmaktadır.
Kürt özgürlük hareketi, Kürtlerin veya Kürdistan’ın demokratik özerkliği için değil; ulusun Türklükle veya başka bir şeyle tanımlanmasına karşı bir mücadeleye giriştiği takdirde demokratik özerkliğe ulaşabilir ve bütün bölgeyi de buna kavuşturabilir.
Bu aynı zamanda, tarih boyunca kültürel ve ekonomik bir bütün olmuş Orta Doğunun da birleşmesini getirir.
Orta Doğu, ancak Türklükle, Kürtlükle, Araplıkla, Acemlikle, Sünnilikle, Alevilikle, Müslümanlıkla tanımlamaya karşı tanımladığında, bunlar tıpkı gerçekten laik bir ülkede dinlerin olduğu gibi, kişilerin özel sorunları olduğunda bir politik birlik haline gelebilir.
Bu da aynı zamanda Orta Doğu’nun refahına ek bir itilim verir.
Özetle.
Gerçekten demokratik özerklik isteniyorsa, o içinde özerk olunacak devletin her hangi bir dille, dinle, soyla, sopla tanımlanmasına karşı mücadeleyi bayraklara yazmak gerekmektedir.
Ve ancak bu şekilde Kürt özgürlük hareketi bir ölüm parendesi (Salto mortale) atıp bir ezilen ulus hareketi olmaktan çıkıp bir demokrasi hareketine dönüp, Türkleri, Arapları, Farsları, Alevileri, Sünnileri, Rumları, Ermenileri de birleştirmeye aday; hem bütün bu bölgedeki gerici oligarşileri yıkacak bir güç olabilir; hem de emperyalizme karşı bütün bu insanları birleştirmeye başlayabilir.
Ve ancak böyle biçimsel eşitliğin sağlandığı bir demokraside, ezilenler haklarını daha iyi koruyup, gerçek bir eşitlik yolunda küçümsenmeyecek ilerlemeler kaydedebilir; sınıf farklarını ılımlandırabilirler.
Bu da sınıflar arasındaki uçurumların hak yoksunluğunun çıkardığı kişiliksizliği ve çürümeyi bir ölçüde olsun ılımlandırabilir.
Ama bütün bunları, sürekli saldırılar altında bulunan Kürt hareketinin yapması zordur. Türkler ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadeleye girip bir politik güç olarak ortaya çıkmadıkça; Kürt Özgürlük Hareketi Kürtler içinde aynı hücadeleye giremez. Kaybedileni dengeleyecek bir güç olmadan bunu yapmaya kalkmak, tehlikeli bir tecridi beraberinde getirir.
Sorun ve çıkmaz buradadır.
Bunu aşmak için yakalanacak ana halka, Türklerin Devletin Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye başlamasını sağlamaktır.
Ve her şeyden önce sorunu “Kürt Sorunu” değil; “Türk Sorunu” olarak tanımlamaktır.
“Türk Sorunu” çözüldüğünde “Kürt sorunu” da çözülür.
Yoksulluk ve gelir uçurumları da azalır
Özerklik korkulacak bir şey olmaktan çıkar; aksine demokrasinin olmazsa olmaz bir koşulu olur..
06 Mayıs 2012 Pazar

Demir Küçükaydın


Hiç yorum yok: