“Gezi’nin Bakiyesi”olan forumlarda ve Gezi’nin ve
bakiyelerinin durumu ve geleceği üzerine kafa patlatanlarda, giderek, örgüt ve
mücadele biçimlerinin yanlışlığı veya en azından tartışılması gerektiği üzerine
bir konsensüs oluşmaya başladı.
Örneğin dün Yeldeğirmeni’nde yapılan toplantının konusu, bir
önceki günün değerlendirmesiydi ve kararlar, karar alıp almamak gerektiği,
nasıl alınacağı, alındığında nasıl uygulanacağı; nasıl değiştirilebileceği gibi
noktalarda yoğunlaşmıştı. Ama bunlar aslında Taksim’e neden gelinmediği; neden
Kadıköy’de eylem yapıldığı; eylemin şu
veya bu aşamasında neden şöyle veya böyle davranıldığı gibi noktalarda
yoğunlaşıyordu. Gezi’nin ve Forumların ilk başlarda bir karar almayı reddeden
ve olanaksız kılan işleyiş ve yapısından bu noktaya gelinmesi, bir yıl içinde belli
bir yol kat edildiğini göstermektedir.
Ama sadece forumlar değil, örneğin dün paylaşılan Foti Benlisoy’un
"Ne
zaman savaşıp ne zaman savaşamayacağını bilen kazanır" başlıklı yazısı
da durumun doğru bir değerlendirmesini yapmaktan; artık bir ricat taktiğine
geçilmesi gerektiğinden söz ediyor ve hatta bizim de 1 Mayıs vesilesiyle
yazdığımız yazılarda da değindiğimiz[1]
Mao’nun (Benlisoy’un da belirttiği gibi aslında Sun Tzu’nun[2])
gerilla savaşı taktiklerine gönderme yapıyor[3].
Aklın yolu birdir.
Strateji ve taktikler gibi kavramlarla, yani en geniş
anlamıyla savaşın sanatının kavramlarıyla düşünülmeye başlanması, Gezi ortada görünmemesine
rağmen; “Gezi’nin ruhu”nun kat ettiği yolu da gösterir. Benlisoy da birçok
Gezici’nin izlediği, Gezi üzerine Gezi esnasında da sonrasında da yazmış onun
eğilimlerini belli bir ölçüde yansıtan sınırlı sayıdaki kişilerden biridir.
Öyleyse bu kavramlara kısa bir giriş yapmak yararlı
olabilir. Çünkü Gezi’nin en büyük sorunlarından biri de hafızasızlıktır.
Toplumsal mücadelelerin ve özellikle de işçi sınıfının ve sosyalist hareketin
tarihsel derslerinin sonuçlarını hiç bilmeme ve hatta onlara belli bir
küçümsemeyle bakış, Gezi’nin en belirgin özelliklerinden ve en büyük zaaflarından
biridir.
*
Sınıflar savaşı (ya da çeşitli toplumsal güçlerin arasındaki
iktidar mücadelesi) ile ordular savaşı arasındaki paralelliklerden[4]
hareketle, toplumsal mücadeleler alanında ordular savaşının kavramlarıyla
konuşmak, Ekim Devrimi’nden sonraki İç Savaş yıllarında Troçki tarafından
politik terminolojiye sokulmuştur denebilir. Devrimciler Kızıl Ordu’da savaşıyorlardı
ve savaş sanatının kavramlarına da alışmışlardı. Cenk elbiselerini bile
sırtlarından çıkarmadan, Rusya’nın ekonomi ve kültür alanındaki, iç savaşın
yıkıcı sonuçlarıyla da öldürücü boyutlara gelmiş geriliğiyle mücadeleye
girince, “Ekonomi Cephesi”, “Kültür ve Eğitim Cephesi” gibi yenilmesi gereken
her zorluğu yenilmesi gereken bir orduymuş gibi ela alan bir terminoloji
yerleşti. İç savaş kalıntısı bu terminoloji, daha sonra Stalin’in “Leninizm’in İlkeleri” gibi kitaplarla ve
Üçüncü Enternasyonal aracılığıyla birkaç sosyalist kuşağın terminolojisine
yerleşti.
Adı “Savaş” olan çocukların isimlerinin değiştirilmesi için
kampanyalar açıldığı; “Savaş sanatı” gibi bir kavram kullandığı için bile
insanların savaş ve sanat kavramlarını nasıl bir arada kullanırsınız diye eleştirildiği
bugünün politik kültüründe biraz anakronik kaçsa da toplumsal güçlerin
mücadelesi üzerine kafa yoran herkes ister istemez ordular savaşından çıkmış
strateji ve taktik gibi kavramların basitliği ve ifade gücünün dayanılmaz
cazibesine direnemez. Unutmamalı ki, barış uğrana mücadele de bir mücadele,
yani genel anlamıyla bir savaştır ve savaşın yasaları üzerinden yürür. Bir
şeyin adı değişmekle kendisi değişmez.
68 Kuşağı, “Türkiye’de
Devrim’in Stratejisi ne olmalıdır” yani
amaç (Program) ne olmalıdır ve bu amaca ulaşmak için hangi güçlere dayanılmalıdır, tartışmaları içinde radikalleşti.
Strateji ve Taktik kavramları üzerine ciddi düşünüp
tartışması ise 16 Haziran işçi ayaklanmasından sonra, Hikmet Kıvılcımlı’nın,
giderayak, birkaç ay içinde, o kuşağın üzerine adeta boca ettiği kitaplarından
ikisi olan “Oportunizm
Nedir?” ve “Halk
Savaşının Planları” adlı kitaplarıyla gerçekleşti. (Kıvılcımlı’nın
bütün kitapları şu adresten indirilebilir: https://drive.google.com/folderview?id=0B4WCAkfIVlkyY2gzcnQtWFkzZ3c&usp=sharing
)
Hikmet Kıvılcımlı’nın kendisi ise bu kavramları, ta
1930’lardan beri bir Üçüncü Enternasyonal militanı olarak, yukarıda sözü edilen
Ekim Devrimi geleneği içinde kullanır olmuştu.
Perry
Anderson, Türkçeye Batı’da Sol
Düşünce diye çevrilen eserinde, teorik tartışma, ilerleme ve seviye ile
strateji tartışması arasındaki ilişkiye dikkati çeker ve artık bir strateji
tartışması olmadığından, buna bağlı olarak teorideki gerilemeden haklı olarak
yakınır.
60’ların Türkiye’si de bunu doğrular, strateji tartışmasının
yoğunluğu ile Türkiye’nin tarihinde entelektüel ve teorik olarak bir daha
kenarına yanaşılamamış verimliliğinin çakışması bir rastlantı değildir. Bugün
ise tıpkı Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir strateji tartışmasının
yokluğuna bir teorik ve entelektüel kısırlık eşlik etmektedir.
Bu nedenle, strateji ve taktik gibi kavramların kullanılması
ve bu yönde tartışmaların başlaması hayırlı olduğu gibi bir rastlantı değildir
ve gezi gibi bir hareketin var olmuşluğu ile ilgilidir. Yine Anderson’un
gösterdiği gibi, sosyal mücadelelerin, ama özellikle de işçi hareketinin
varlığı ve gücü ile strateji ve program tartışmalarının varlığı ve gücü arasında
bir ilişki vardır.
Biz yıllardır hem Türkiye hem de Dünya ölçüsünde bir program
ve strateji tartışması yürütmeye çalışıyoruz. Yazdıklarımızın yankısız ve
karşılıksız kalmasında, sosyal mücadelelerin ve buna bağlı olarak strateji ve
program tartışmalarının yokluğu; dolayısıyla teorik konulara ilgisizlik tayin
edeci önemdeydi. Program, strateji ve taktik tartışmaların gündeme gelmesiyle
alıcıların dalga boyları ve frekansları bunlarla rezonansa gelebilir.
Bugün Dünya’da bildiğimiz kadarıyla sistematik bir program
ve strateji ve buna bağlı taktikler tartışması yapan Negri ve Hardt vardır[5].
Onların kavramsal temelleri, önerdiği strateji ve taktikler ve buldukları
yankılar, onların dünya çapında “Dev-Yol” gibi bir modern küçük burjuva denebilecek
eğilime denk düştükleri; hatta Türkiye’de o gibi çevrelerde buldukları
yankıların pek de rastlantısal olmadığı söylenebilir.
Bugünün dünyasında Negri ve Hardt’tan başka, bilebildiğimiz
kadarıyla, bir de bizim önerdiğimiz program ve strateji var. Bizim kavramsal
temellerimiz Marksizm’e dayanıyor ama onu aydınlanmacı kalıntılardan
arındırarak geliştiriyor. Bilinen eski program, strateji ve taktik
anlayışlarını alt üst ediyor. Ancak bu program, strateji ve taktikleri
Türkiye’de bile bilen ve tartışan yoktur ve İşçi Hareketinin devrimci bir
yükselişi olmadığı sürece de olacağı şüphelidir.
Türkiye ölçüsünde ise program ve strateji ve taktikler
tartışması, tabiri caiz ise Abdullah Öcalan ve bizim tarafımızdan
yürütülmektedir. Her ikisi de ham müttefik konumlardadır, hem de birbirlerinden
çok farklıdırlar. Ama ikisi de Kıvılcımlı’nın, sosyal mücadeleler tarihinde bir
benzeri olmayan ve 70’lerde bizim kuşağa giderayak aktardığı, program, strateji
ve taktikler sisteminin geleneğinden gelirler.
Bu vesileyle, Kıvılcımlı’nın bu sistematik çabasına kısaca değinelim
ve gelenek aktarımını göstererek geleneği aktarmaya çalışalım.
Marks, Engels, Lenin, Troçki gibilerinin eserlerinde elbette
program, strateji, taktikler gibi konular tartışılır. Ama bunların hiç birinde
bir bütün olarak bunları bir sistem içinde ele alan bir kitap yoktur. Sosyal
mücadeleler tarihinde ilk kez bu biçimi kullanan Kıvılcımlı’dır.
1930’larda, Elazığ Cezaevi’nde, yaşadığı on yıllık siyasi ve
örgütsel mücadelelerin ve ciddi teorik etütlerin sonucu olarak Kıvılcımlı,
yazılışından yarım yüzyıl sonra yayınlanabilmiş, bugün dokuz kitap halinde Yol
adıyla yayınlanmış bulunan kitabını yazar ve Türkiye Komünist Partisi ve
Üçüncü Enternasyonal’e altı nüsha olarak sunar. Ama kitap bürokratlaşmış
Partiler ve devletlerce hazır altı ve yok edilir.
Böylece Türkiye’deki mücadele ilkellikten kurtulamaz. Çünkü
teori olmadan hiçbir şey olmaz. Elektrik olmadan lamba bulunamaz. Teori elektrik
gibidir. Elbette lamba olmadan elektrikten ışık elde edilemez ama öncelik
teoridedir. Önce lamba değil, elektrik bulunmuştur.
Bu sansür Türkiye'deki sosyalistleri teorisizliğe ve
ilkelliğe mahkûm etmiştir. Bunun olumsuz etkilerini birikimsizlik ve
geleneksizlik, işçi hareketinin zayıflığı olarak hala yaşıyoruz.
Birçoklarını şaşırtan Kürt hareketinin stratejik, taktik ve
örgütsel başarıları, aslında Kıvılcımlı’nın unutulmuş çabalarının zayıf bir
yankısından başka bir şey de değildir. Çünkü Öcalan da bir Kıvılcımlı
okuyucusudur.
İşte Kürt hareketi gibi biz de Kıvılcımlı’nın bu
geleneğinden besleniyoruz. Şimdi müthiş bir sistematik eser olan Yol’un planına bakalım:
1.
Genel Düşünceler
(Teori ve Önemi Üzerine Bir bölüm)
2.
Yakın Tarihten
Birkaç Madde (Türkiye’nin Tarihi ve toplumsal ilişkilerinin analizi)
3.
Partide Konaklar
ve Konuklar (Parti, Sosyalist ve İşçi Hareketinin tarihi Üzerine)
4.
Parti ve
Fraksiyon (Partinin yapısının ne olacağı Üzerine)
5.
Strateji Konusu
(Devrimin hangi aşamasında bulunulduğu, yani program üzerine.)
6.
Düşman Burjuvazi
(Kendisine Karşı Mücadele edilen Güç)
7.
Müttefik Köylü (Dolaysız
Yedek güç, kazanılacak yedek güç Köylülük)
8.
Yedek Güç
Milliyet- Şark (Yedek Güç – Ulusal Sorun, yani Kürt Ulusu)
9.
Taktik – Legaliteden
Yaralanma (Hangi taktikler izlenmeli)
Görüldüğü gibi bu çapta bir sistematik bir eser bugün bile
hala ne Türkiye’de ne de Dünya’da yazılmış değildir.
Kıvılcımlı’nın bütün hayatının anahtarı da bu şemada
gizlidir. Kitabın son bölümünde söylediği özetle şudur: “biz bildiri-tevkifat (bugünün sol gruplarının polisle çatışma, gaz
yeme, dağılma ve gelecek sefer daha küçük güçlerle aynı işi yapma) kısır döngüsünden
çıkmak istiyorsak, Sosyalistlere Karşı Yasa zamanında Alman işçilerinin, Çarlık
Rusya’sında Bolşeviklerin yaptığı gibi, ricat taktiği uygulamamız, yani yasal
mücadelenin yollarını kullanmalıyı öğrenmemiz gerekiyor.”
Kıvılcımlı’nın sonraki bütün hayatında yaptığı hep bu
taktiğin uygulanmasından başka bir şey değildir.
Örneğin Hapis’ten 1933’te Cumhuriyet’in onuncu yıl affıyla çıkar.
Parti ve Üçüncü Enternasyonal Yol’u
sansür eder, olmamışa çevirir. Ama Kıvılcımlı ne yapar? Tutar Cağaloğlu’nda, yanılmıyorsam
Şimdiki Vilayet’in karşısında, yani Devlet’in gözünün önünde, bir yerde bir Kitap ve Yayınevi açar.
Tamamen legal yayınlar yapar?
Hem de Parti’nin sansür ettiği taktiği uygulayarak. Yayınladığı kitaplar, Parti’ye sunulmuş ve sansür edilen Yol’un legal versiyonu gibidirler. Bunlar Parti’nin sansürünü aşamazlar ama Türkiye Cumhuriyeti’nin sansürünü aşarlar.
Hem de Parti’nin sansür ettiği taktiği uygulayarak. Yayınladığı kitaplar, Parti’ye sunulmuş ve sansür edilen Yol’un legal versiyonu gibidirler. Bunlar Parti’nin sansürünü aşamazlar ama Türkiye Cumhuriyeti’nin sansürünü aşarlar.
Yol’un ilk bölümü Teori
idi. Sanki bu bölümün legal versiyonu gibi Marksizm’i ve Marksist ekonomi
politiği anlatan temel kitaplar yayınlanır. (Marks’ın Kapital’i, Engels’in Klasik
Alman Felsefesinin Sonu, Lenin’in
Marksizm’i anlatan altı bölümlük Broşürü: Karl
Marks vs.)
İkinci bölüm olan Yakın
Tarihten Birkaç Madde yerine, Edebiyatı
Cedide’nin Otopsisi gibi edebiyat eleştirisi görünümü altında Türkiye’nin
sosyal yapısını ve tarihini inceleyen eser koyulabilir.
Türkiye İşçi
Sınıfı’nın Sosyal Varlığı kitabı hangi güçlere dayanılacağı ve bu bağlamda
özgüç olarak görülen Strateji’nin bir bölümü gibidir.
Demokrasi – Türkiye
Ekonomi ve Politikası adlı kitabında Demokrasi programını ele alır ve
açıklar.
Ve geçmişten ne kaldı diye sorulsaydı 60’ler Türkiye’sinde,
Kıvılcımlı’nın bu legal çalışmalarından başka bir şey olmadığı görülürdü. 1960’ların
ikinci yarısındaki yükselişe kadar bir daha 30 yıl boyunca başka böylesine
Marksist yayınlar hem de orijinal eserler görülmez. Ve hala Türkiye
Sosyalistleri ve aydınları bu kitaplardaki metodolojik düzeyle ve derinlikle
boy ölçüşebilecek kitaplar yazabilmiş değillerdir.
Bütün bunları 30’ların yeryüzünde yükselen faşizmin rüzgârlarının
Türkiye’ye de ulaştığı koşullarda yapar.
Türkiye’de en legal, pasif gibi görünen mücadele biçimleri kullanan
insanın aynı zamanda hiç konuşmamış, teorik eserler vermiş biricik insan olması
bir rastlantı değildir ve çok düşündürücüdür.
Yani Kıvılcımlı, bir ricat taktiği olan legalite taktiğinden
yararlanarak bütün TKP’nin yaptığının topundan fazla yapmış ve bugüne kadar
gelen biricik mirası bırakmış olur.
1950’lerde hapisten çıktığında, yine gizli değil, açık bir
Vatan Partisi’ni kurar. Yine aynı 1930’lardaki Demokrasi programını savunur. 1930’larda
aynı programı legal alanda savunabilmek için İnönü’nin sözlerinden alıntılarla
başlarken; bu sefer Menderes’in sözlerinden alıntılarla veya Amerika gibi
olmaktan söz ederek başlar. Ama anlattığı şeyin içeriği hep aynıdır: Paris
komünü tipi artık devlet olmayan devlet. Vatan Partisi’nde ona “Ucuz devlet”
der. Meşhur Eyüp Sultan Konuşması’nda İslam’ın terminolojisi ve paradigmaları
içinde; bir Cuma günü Eyüp’e gelmiş yeni gecekondulaşmaya başlamış umutsuz ve
yoksul işçilere Ergin Halifeler devri olarak anlattığı da budur.
27 Mayıs darbesi olur, Milli Birlik Komitesi’ne mektup yazar
veya Anayasa tartışmaları oluyordur, anayasa tasarıları sunar; anlattığı hep
aynı programdır. Ve yaptığı hep aynı şeydir: legaliteden yararlanma. Bu program
esas itibariyle bugün bile hala temel programdır.
16 Haziran’dan sonra yayınladığı Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, Halk Savaşının Planları, Oportünizm
Nedir gibi kitaplar ve diğerleri, aslında yine legal biçimde yapılmış ama
günün tartışmalarına göre aktüalize edilmeye çalışılmış bir Yol’dan başka bir şey değildir.
Yol’un şeması bile
verilecek cevaplar şablonu veya bir kontrol listesi olabilir.
Bu şablonu kullanarak Gezi’nin bu şablondaki yerini ve
nerelerde bulunduğunu görelim.
·
Teori –
Gezi’nin teori ve bir teoriye dayanmak gerektiği gibi bir sorunu bile
bulunmuyor. Teori ile akademizmi karıştırıyor; akademisyenleri teorisyenmiş
gibi davet ediyordu. Hâlbuki devrimci bir hareket, akademiyle ilgili oradan
kaynaklanan orada yer bulmuş her şeyi kurkuyla karşılamalıdır. Gezi henüz bu
sağlıklı kuşkulardan bile çok uzak. Hele hangi teorik temelin en iyi program ve
mücadele için en gelişmiş kavramsal araçları sunacağı gibi bir sorunu bile yok
henüz. Sadece son zamanlarda Teori olmadan bir şey olmaz diyen yazı ve
önermelerimiz tek tük gezicilerden olumlu yankılar alıyor. Hepsi bu.
·
Toplumsal
Yapı, Tarih ve Program – Gezinin gündeminde böyle konular da yok. Gezi
hareketi hep bir başka ilişkiler olmaktan, alternatif bir toplum veya “iktidar”
olmaktan söz ediyor ama bunun ne olacağından, nasıl olacağından hiç söz
etmiyor. Bunu tartışmaktan kaçıyor. Çünkü Türklükle tanımlanmış bu devletin
topraklarında nasıl bir karşı toplum ve iktidar olunacağı; alternatif bir
toplumun nüvelerinin neler olabileceği cevapları tehlikeli sorulardır. Gezi başını
kuma gömüyor. Gezi’nin ilk gününden beri bu konuda yazdıklarımızı ve
önerdiklerimizi görmezden geliyor
·
Strateji –
Hangi güçlere dayanılacağı sorununu da görmezden geliyor ve tartışmıyor programı
tartışmadığı gibi. Bugüne kadar bir tek forumun olsun böyle bir tartışma
örgütlediği duyulup görülmedi. Kürt Hareketi ile ilişkiler. İşçi Hareketinin ve
İşçi Sınıfının diğer kesimlerinin hâsıl kazanılacağı; Gezicilerin özlemini
duyduğu gibi bir demokratik toplum için hangi güçlerin öz güç olabileceği,
hangi güçlerin yedek güç olabileceği, hangi güçleri tarafsızlaştırmak gerektiği
gibi hiçbir tartışma yok.
·
Taktikler
- o stratejiye ulaşmak için hangi örgüt ve mücadele biçimleri konusu ise
ilk kez yeni yeni gündeme geliyor. Buna bağlı olarak örgüt biçimleri yani
Forumlar nasıl örgütlenecek, nasıl karar alacak gibi bir düzeyde; hala şehir ve
ülke kapında forumların nasıl birleşip tüm Türkiye çapında bur program ve
strateji tartışmasına girebileceği gibi konular ise henüz ufkun ötesinde.
İşte durum budur.
Forumlar tartışmaya her zaman olduğu gibi, sondan başlamış durumdadır. Yumağı ters
ucundan çözmeye çalışmaktadır. Yani örgüt ve mücadele biçimlerinden başladı.
Ama Örgüt ve mücadele biçimleri ise ancak hangi strateji ve programa bağlı olarak
tartışıldıklarında anlamlı olurlar. Farklı program ve strateji anlayışında
olanları doğru örgüt ve mücadele biçimleri, yani taktikler sorununu tartışması,
aslında her adımda daha genel ayrılığın adı konmadan dışa yansıması olur. Bu da
tam bir kafa karışıklığına ve çözümsüzlüğe yol açar.
Tarihin yumağı tersinden çözülmeye başladığı için bir Goriyos
Düğüm’ü olmuştur. Benzerinin forumlarda da olması, bu konular hiyerarşisinde en
son ele alınması gerekenden başladığı için, tam bir konfüzyon içinde kalması,
kördüğüm olması da mümkündür.
Öte yandan Forumlar, örgüt ve mücadele biçimleri sorununu
bile, ülke ölçüsünde koymaktan ve tartışmaktan uzaktırlar. Hala kendi
yerellerinin içinde ve ufkunda tartışmaktadırlar. Hâlbuki yereldeki mücadeleler
genel ve ülke çapındaki bir mücadelenin içinde anlamlı ve verimli olabilirler. Örneğin
dünkü tartışmalar izlediğimiz kadarıyla hep Kadıköy ve Taksim’in ufku ile
sınırlıydı.
Öte yandan şunu da akıldan çıkarmamalı, hem programatik ve
stratejik konarın gündeme gelmemesi; hem de yerelliğin ötesini gündeme almamak
ve tartışmamak Forumların dağınıklığın ebedileştirmekte ve bu durum, onun bu
dağınıklığından yararlanan örgüt ve stratejilerin egemenliğini sürdürmelerini
sağlamaktadır.
Yani bizzat gündemin ne olacağı tartışmasının gündeme
alınmaması bile, belli bir stratejinin kendini fiilen dayatmasından başka bir
anlama gelmemektedir. Çünkü bir gündem, yani öncelikler tartışmasını; en
genelin, en temelin ne olduğu üzerine bir tartışmayı dışlamak da aynı şekilde
var olan ilişkiyi ve durumu sürdürmenin dolayısıyla belli bir stratejinin fiili
egemenliğinin sürdürülmesinin bir aracıdır.
Gezi hareketi şu an gerileme döneminde. Bu nedenle genel ve
temel sorunlara girmesi çok zor görünmektedir.
Bu durumda büyük bir olasılıkla, genel ve temel sorunlar
yerel ve taktiksel örgütsel sorunlar içinde bilinçsizce tartışılmış olacaktır.
02 Haziran 2014 Pazartesi
Demir Küçükaydın
[1] Bir
ay önce 1 Mayıs vesilesiyle yazdığımız yazıda “Taksim’in bu 1 Mayıs’ta da yasaklanması vesilesiyle söylenebilecek olan
ve söylenmesi gereken şu olmalıdır: “Biz devletin şiddetiyle ve organizasyon
gücüyle fiziki olarak baş edemeyiz. Ona karşı pasif direniş gösterebiliriz.
Onunla taşlı sopalı savaşa girmeyeceğiz. Taş ve sopayla çatışmaya girmek,
politik olarak onların oyununa gelmek olmaktadır. Biz şiddet kullanmayacağız,
bırakalım gösteri ve yürüyüş yapma hakkını, biz yurttaşlar olarak seyahat
hakkımızın gasp edilmesine direneceğiz ve bunu kabul etmediğimizi göstereceğiz.
Polis üzerimizi gelirse gerileyeceğiz, onlar gerileyince ilerleyeceğiz. Bir tür
pasif, ısrarlı “şehir gerillası” yapmaya çalışacağız” demelidir. Söylenebilecek
olan ve söylenmesi gereken şu olmalıdır: “Biz devletin şiddetiyle ve
organizasyon gücüyle fiziki olarak baş edemeyiz. Ona karşı pasif direniş
gösterebiliriz. Onunla taşlı sopalı savaşa girmeyeceğiz. Taş ve sopayla
çatışmaya girmek, politik olarak onların oyununa gelmek olmaktadır. Biz şiddet
kullanmayacağız, bırakalım gösteri ve yürüyüş yapma hakkını, biz yurttaşlar
olarak seyahat hakkımızın gasp edilmesine direneceğiz ve bunu kabul
etmediğimizi göstereceğiz. Polis üzerimizi gelirse gerileyeceğiz, onlar
gerileyince ilerleyeceğiz. Bir tür pasif, ısrarlı “şehir gerillası” yapmaya
çalışacağız” demelidir.” diye yazıyorduk örneğin. (http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/04/baz-forumlarn-1-mays-cagrsnn-elestirisi.html
)
[2] Modern
burjuva uygarlığının ve savaşların çıkardığı savaş sanatı teorisyeni Von
Clausewitz ise, prekapitalizm öncesi klasik uygarlıkların çıkardığı en büyük savaş
teorisyeni de Sun Tzu’dur.
[3] Foti
Benlisoy da örneğin şöyle yazıyor güzel bir tesadüfle: “Mao’nun bir slogana dönüşen ifadesiyle, “düşman ilerler biz çekiliriz,
düşman konaklar biz rahat vermeyiz, düşman yorulur biz saldırıya geçeriz,
düşman çekilir biz kovalarız.” Aslında bu görüşleriyle Mao, “ne zaman savaşıp
ne zaman savaşamayacağını bilen komutan muzaffer olur” diyen (MÖ 6. yüzyılda
yaşamış) Sun Tzu’nun izinden gidiyordu bir bakıma.” (http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/87496840014/ne-zaman-savas-p-ne-zaman-savasamayacag-n-bilen
)
[4]
Toplumsal Güçler ve Ordular savaşı arasındaki savaşta en önemli fark, ordular
savaşında cephe hatları, bayraklar, üniformalarla her iki tarafında açıkça
belli olmasıdır. En azından biçimsel olarak iki ordu da eşit düzeydedir. Sınıflar
savaşı veya toplumsal savaşta ise, bire daha baştan yeniktir. Öte yandan
üstünlük zaten ortada iki farklı güç olduğunu gizlemekle kurulmuştur ve
sürdürülmektedir. Yani sizin üniformanızı giymiş, sizin sözlerinizi söyleyen, bayrağınızı
almış bir güç aslında sizin düşmanınızdır. Tabii orduların gücü az çok sabit kabul
edilebilir. Ama toplumsal güçler ve konumları da sürekli değişir. Bu nedenle
toplumsal güçler savaşı demek olan politika sanatı, ordular savaşından savaş
sanatından çok daha zor ve karmaşıktır. Muazzam bir yaratıcılık ve seziş
yeteneği gerektirdiği için Marks, Engels gibileri Politika ve Savaş’ı bu
yaratıcılığa gerek duyan yanını vurgulamak için, bilimden daha üte bir noktaya
çıkarıp, Sanat diye tanımlamışlardır. Bunun savaş olumlamakla ilgisi yoktur.
Sadece onun ölçüye gelmezliğini vurgulamakla ilgilidir.
[5] İmparatorluk: Toplumsal yapı ve Program;
Multitude (Çokluk) Güçler yani
strateji; Deklarasyon da taktik ve
örgüt biçimlerini tartışıyor denebilir biraz zorlamayla.
Yazıları e-posta ile
otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek
İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder