11 Ağustos 2025 Pazartesi

“Kırk Yıl Önceden Yazılmış ve Bugün Gerçekleşen Öneriler ve Öngörüler”

“Kırk Yıl Önceden Yazılmış ve Bugün Gerçekleşen Öneriler ve Öngörüler” Derlemesine Önsöz

Bu küçük derlemeyi yapmamızın nedeni, adı olmayan son “Süreç”le ilgili olarak Öcalan’ın ve Kürt Özgürlük Hareketinin yaptıkları ve yapmaya çalıştıklarının kırk yıl önce önerilmiş ve hatta öngörülmüş olmasıdır.

Birkaç gün önce (6 Ağustos) bloğumuzda “Kürt Ulusal Hareketi ve PKK Üzerine Otuz Üç Yıl Önceden Bir Yazı” başlığıyla 1992 yılında Stockholm’de yazdığımız bir yazıyı yayınlamıştık.

O yazı Kürt özgürlük hareketin karşı devletin bizzat kendi yasalarını çiğneyerek başlattığı ve neredeyse tüm doksanlı yılları kaplayan Özel Savaş Rejiminin başlangıcında yazılmıştı ve o yazıda öngörülenler hem gerçekleşmişlerdi hem de Kürt hareketini anlamak için bir sosyolojik analiz özelliği taşıyordu.

Öcalan ve PKK’nın artık özel savaş rejiminin psikolojik savaş kavramları dışında anlaşılabilmesi için bir giriş gibi okunabilirdi.

Ancak yazı pek az okundu. Sadece bir tek okuyucu (Yaşar Yeşil) Facebook’ta şöyle bir yorum yaptı: “Her satırı ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Bugün bir değerlendirme yazısı yazılsa ancak bu kadar olur.”

Yani zamanın aşındırmasına direnmiş ve olgularca doğrulanmış bir yazıydı. Genel eğilimleri oldukça doğru olarak tanımlamıştı.

Şimdi daha da geriye gidiyoruz. Tam kırk yıl öncesine. 1986 yılına (Gerçekte 39,5 yıl ama böyle durumlarda yuvarlama yapılır, o nedenle “Kırk Yıl”)

Bu yazılarda genel olarak Kürt Ulusal Kurtuluş hareketine bir strateji öneriliyor.

Önerilen strateji, bugün Öcalan’ın veya Kürt Özgürlük Hareketinin, aslında doksanların başından beri savunmaya başladığı, Öcalan’ın yakalanışından sonra daha da geliştirdiği ve son süreçte daha da somutlanmış stratejidir. Öcalan’ın bu stratejiye verdiği ismi birkaç kritik kavramla şöyle söylemek mümkün: Devletsizlik (Yani bir Kürt Devleti İçin mücadele değil), Entegrasyon (Yani tüm dillerin ve dinlerin eşit hak ve görevlerle aynı bütüne entegrasyonu), Özyönetim (Yani her idari birimin kendi seçilmiş organlarca yönetimi) ve Demokrasi (Eşit yurttaşlık, fikir ve örgütlenme özgürlükleri)

Biz de 1986’da yazdığımız bu yazılarda, bu programı Kürt ulusal hareketine Demokratik Cumhuriyet olarak öneriyorduk. Çünkü klasik Marksist gelenek böyle der.

(Ama Türkiye’de klasik Marksist gelenek bilinmediği için, ve bir zamanın Marksistleri ulusalcılara dönüştüğü için bu önerimiz ne Kürtlerce ne de Türklerce anlaşılmadı ve kabul görmedi. Ayrıca bizim arkamızda bir örgüt yoktu, hapisler ve sürgünlerle gözden ve gönülden uzak kalmış bilinmeyen bir devrimciydik. Yani bugün olduğu gibi o zaman da “Ana Akım”ın dışında marjinal bir Devrimci Marksist idik.)

1986’da, Kürdistan Press sayfalarında, Kürt hareketine dediğimiz şuydu: Kürtler ayrı bir devlet için mücadele ettikleri takdirde büyük bir olasılıkla üzerlerindeki baskıya karşı mücadelelerinde başarısız olacaklardır, ama daha fazlası için mücadele ettiklerinde ancak başarıya ulaşabilirler. Bu azlası bir tek köyün bile isterse ayrılabileceği, ayrılma hakkının anti demokratik bir şekilde engellenmesini engelleyen bir Demokratik Cumhuriyet’dir.

Ancak o zamanlar PKK henüz bugünkü kadar hem güçlü değildi hem de oldukça güçlü bir Stalinist eğilim içindeydi. O zamanlar, Öcalan’ın resimleri bile Stalin’e benzetiliyordu. Ve Kürtler arasında hala yetmişlerde ortaya çıkmış Kürt hareketlerinin (Rızgari, Özgürlük Yolu, Kava vs. gibi) hala küçümsenmeyecek bir etkileri vardı.

Avrupa’ya yeni çıkmıştım ve henüz adaptasyon döneminde olduğumdan pek kimseyi de tanımıyordum. Özellikle bulunduğum ülkede ve şehirde (Hamburg) yabancılara yönelik saldırılar karşısında yükselme eğilimi gösteren yabancılar hareketine yoğunlaşmıştım. (Ne Yapmalı dergisi)

Teorik olarak da Avrupa’da karşılaştığım “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığını ve ortaya çıkardığı sorunları teorik bir açıklamaya kavuşturmayı önüme koymuştum. (Devrimci Marksist Tartışma Defterleri dergisi)

İşte bu ortamda iken, gıyaben tanıdığım Orhan Kotan’dan yakında çıkaracağı Kürdistan Press’e yazar olmamı ve yazılar yollamamı isteyen bir mektup aldım.

Orhan Kotan’ın içinde bulunduğu Rızgari hareketi, yetmişlerin sonunda, benim de Troçki’yi keşfettiğim ve o geleneğe katıldığım zamanlarda (yetmişlerin sonu), Troçki’yi keşfetmişti. Ancak Troçkiyi açık bir benimseme yoktu, çekinerek zikretme düzeyindeydiler. Buna rağmen bir ideolojik yakınlaşma da oluşmuştu.

Muhtemelen bu yakınlaşma nedeniyle o dönemde Sosyalist gazetesinde yayınlanan yazılarımı okumuş olmalıydı ki benden çıkaracağı gazete için yazı istemişti.

Bir Kürt yayın organının benden bir yazı istemesi elbet beni çok onore etmişti ve büyük bir enerjiyle yazıları yazmaya yoğunlaşmıştım. Daha sonra bu yazdığım yazıları yolladım. İlk yazım beşikçi hakkındaydı ve onun bir Mihenk Taşı olduğunu ifade ediyordum. Bu yazı sorunsuz olarak memnuniyetle yayınlanmıştı. Ancak diğer yazılarım aynı kabulü görmeyecekti.

Daha sonra sanırım gazetenin yayınlanışından bir süre sonra İsveç’e gittiğimde Orhan kotan’la tanıştığımızda, bana benden niçin yazı istediğini daha somut olarak şöyle ifade etmişti: “Kürtlerin de Türklere öncelik edebileceğini söylüyordun Bu pek rastlanan bir şey değildi”.

Bu konuda kısaca bir açıklama yapayım.

1970’lerin sonunda aceleyle ve zorlukla Hikmet Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet Milliyet (Şark)” adlı kitabını yayınlamıştık.

Bu kitap ortalığa bomba gibi düşmüş ve Apocular ve Rızgari gibi, “Kürdistan Sömürgedir”, “Kürtler ayrı örgütlenmelidir” diyen hareketlere de Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik otoritesinin desteğini sunmuştu.

Keza Türk sosyalistleri arasında bu konudaki dirençlere de son vermişti.

Bu kitapta Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Komünist Partisi’nin, bir Kürdistan Komünist Partisi kurulması için destek ve öncülük yapması gerektiğini söylüyordu. Şöyle yazıyordu Kıvılcımlı örneğin:
“Şu halde Türkiye Komünist Partisine iki görev düşüyor: 1- Mazlum Kürdistan halkı ile bağlanmak; 2- Bir Kürdistan Komünist Partisinin kuruluşunu kardeşçe hazırlamak... Bu iki görev de hiç olmazsa bugün için teorik olmaktan çok pratiktir. Ata binmek, ata binmekle olur. Ve teori ancak pratik ile atbaşı gidecektir.”

Keza biraz ötede örneğin yine şöyle yazıyordu:

“2 - TEŞKİLAT: Bu işleri yapacak Kürt proletaryasının bir Genel Kurmayı teşkil edilmelidir: Kürdistan Komünist Partisi. Fakat böyle bir örgütün kurulması için, deyim yerinde ise, ağabeylik vazifesi Türkiye Komünist Partisine düşer. Türkiye Komünist Partisi, uzun siyasi tecrübelerini, Kürdistan'ın içinde yaşadığı şartlara adapte ederekten bu vazifeyi yapabilir. Partimize bu bakımdan düşen iki önemli yetiştirici ve hazırlayıcı rol vardır:

1- İdeoloji rolü, 2- Örgüt rolü.”

Kitapta daha böyle birçok satır vardır.

İşte ben sanırım bu kitap üzerine veya Kürt Sorunu üzerine yazdığım bir yazıda (Bu yazı bende yok. Başlığı neydi? Hiçbirini hatırlayamıyorum.) Kıvılcımlı’nın dediğinden de ileri bir adım atarak, tarihin çok başka bir yol izleyebileceğinden, teorik bir olasılık olarak, Kürt hareketinin Türklere de ağabeyilik yapabileceğinden ediyordum.

Bunu yazarken buna bir ihtimal verdiğim için değil, teorik olarak böyle bir olasılık da olduğunu belirtmek için yazmıştım bunları. Amacım Marksist metodoloji açısından her şeyin zıddına dönebileceğine, bugün doğru olanın yarın yanlış olabileceğine vurgu yapmaktı.

Teorik bir olasılığa ve metodolojiye vurgu yapmamın nedeni, o zamanlar, yani yetmişlerin sonlarında, Türkiye sosyalist hareketi -yavaş yavaş yorgunluk emareleri gösterse de bunu görecek kimse yoktu- zirvesinde bulunuyordu.

Bugün geriye bakınca, bu teorik olasılığın çoktan bir gerçek olduğunu görüyoruz.  Öyle ki, aslındra Türkiye’de sosyalist adını almaya layık hangi kişi, grup, parti veya çevre varsa, bunlar bir bakıma PKK’nın oluşturduğu hareketin kanatları altında varlıklarını sürdürecek ve yaşayacak bir niş bulabilmektedirler.

Her neyse, İşte Orhan Kotan’ın dikkatini çekip benden yazı istemesine yol açan böyle bir ihtimalden söz etmiş olmammış. Bu nedenle bana çok övgüler yapmıştı.

Ben yazımı belli bir örgütü kastederek değil, genel olarak Kürt Ulusal hareketini kastederek yazmıştım. Yani yazım ne PKK’ya ne Rızgari’ye veya başka bir harekete yönelik değildi. Genel olarak Kürt Ulusal Hareketine yönelikti.

Orhan Kotanla konuşmamız daha sonra diğer yazılarıma gelmiş ve daha kısa yazmamı teorik konulara girmememi önermişti. O zaman önerdiğim stratejinin hoş karşılanmadığını anladım. Çünkü biçimsel itirazların ardında daima içeriksel itirazlar yatar. Ama yazıları topluca yolladağımdanonların yayınlanacağını sanıyordum.

Ancak daha sonra konuşmamız PKK’ya kaydı, orada aramızda soğuk rüzgarlar esti. Ben PKK’nın bir yoksullara dayanan bir plep hareketi olduğundan söz ettim, Orhan kotan ise, PKK’nın ve Apo’nun MİT ajanı hatta CIA Ajanı olduğundan söz etti.

PKK’yı değerlendirmede tamamen karşı saflardaydık.

Aramız epeyce soğudu ama ben yine de bu gibi fikir ayrılıklarının olabileceğini bunun yazılarımı yayınlamayı etkilemeyeceğini düşünüyordum.

Kürdistan Press’in sonraki sayılarını hepsini görmediğimden hangi yazımın yayınlandığını pek bilmiyorum. Ama sanırım Strateji üzerine ilk yazım yayınlandı, onu bir eleştiri olarak Lokman Polat isimli yazı da yayınlandı ama benim ona yazdığım yazı yayınlanmadı.

Her neyse.

İşte Kürdistan Press’e yolladığım ve bu derlemede şimdi tekrar yayınladığım yazılarda, aslında Öcalan’ın doksanların başından itibaren yapmaya çalıştığı şeyi, Kürt hareketin öneriyordum. Nesnel koşullar bunu dayatıyor diyordum.

Bugün bu önerim, benim önerilerimden bağımsızca muhtemelen Öcalan’ın kendi evrimiyle büyük ölçüde gerçekleşmiş sayılabilir.

Yani Öcalan benden bağımsızca, tamamen farklı bir kavramsal çerçeveye dayanarak benim o zamanlar Kürt hareketine önerdiğim strateji ve programı benimsemiş bulunuyor.

(Tabii benim önerdiğim programın kavramsal çerçevesi ve programımın somut biçimi ile Öcalan’ın kavramsal çerçevesi ve programının somut biçimi çok farklıdır ama burada genel eğilimden söz ediyoruz. İçeriksel farklar bir çok yazımda somut olarak ele alınmıştır.)

*

Ancak ben o zamanlar ulus ve ulusçuluk konusunda klasik görüşlerden ötesine sahip değildim ve onları savunuyordum. Savunduklarımın Marks-Engels-Lenin’in otantik görüşleri olduğunu, bu görüşlerin Marksistlerce hiç anlaşılmadığını söylüyordum.

Bu dediklerim elbette doğruydu. Ama Marks-Engels-Lenin’in aslında bir çelişkiyi içlerinde taşıdıklarını bir yandan Demokratik bir Cumhuriyeti savunurken bir yandanbir dile, dine, soya vs. dayanan bir ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmanın birbiriyle uzlaşmayacağını göremediklerini, çelişki içinde bulunduklarını ve aslında milliyetçi olduklarını göremiyordum.

Bu noktaya 2000’leri başında varabilecektim. Marks-Engels-Lenin-Troçki-Kıvılcımlı’nın bu çelişkisi ve milliyetçiliklerine ilişkin eleştirilerim örneğin Marksizmin Yeniden İnşası, Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş gibi kitaplarımda bulunmaktadır.

Bu öneri ve öngörülere sadece bir arkadaşım dikkat etmiş ve mealen şöyle bir eleştiride bulunmuştu: “Kürt hareketinin limitlerini (Sınırlarını) küçümsüyorsun. Bunu önermek hayaldir.”

Aslında ben de Lokman Polat’a yazdığım cevapta, benim önerimin bu açıdan eleştirilebileceğini yazıyor ve şöyle diyordum:

“Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden, Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır.

Yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete, potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir. Yazıyı yazarken, okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması gerektiğini düşünmüştüm.

Bu yaklaşım oldukça yenidir.”

Ve önerimi mantık sonuçlarına götürerek, Kıvılcımlı’nın Kürt sorununu Türk sosyalist hareketini yedek gücü olarak tanımlamasına karşı, böyle bir stratejinin Türkiye’deki ezilenleri Kürtlerin Yedek gücü olarak tanımlaması gerektiğini söylüyordum. Ve örneğin Şöyle yazıyordum:

“Bugün Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sol hareketini eleştirirken haklı olarak, burjuvazinin kuyruğuna takılmakla ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin devrimci potansiyelini görmemekle eleştiriyor. Ama tam da bu eleştiriyi yaparken, kendini, ezen ulusların proletaryasının mücadelesinin bir nesnesi ve yedeği olarak görmüş oluyor. Getirilen ve tartışılmak istenen teze göre ise, Kürtleri ezen ulusların proletaryası ve köylüleri, Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşı içindeki proleter ve sosyalist kanadın, ve bu kanadın öncülük yapması halinde, Ulusal Kurtuluş Hareketinin yedeği ve nesnesi olarak getiriliyor.

Birbirini tamamlayan bu zıtlığı daha da göze batırmak için şöyle diyelim. Kürtleri ezen ulusların sosyalistleri, Ulusal sorunu, Proletaryanın yedek gücü olarak görür. Örneğin Dr. H. Kıvılcımlı'nın kitabı, yeni Türkçe'yle "Yedek Güç:Ulusal Sorun" başlığım taşır, böyle bir kitabın muhatabı: Türkiye Proletaryasıdır. Ama Kürdistan Proletaryası için, Kürdistan'ın Kurtuluş Savaşında, sosyalist bir kanadın başarısı için yazan bir sosyalist, kitabına şöyle bir başlık koymalıdır: "Yedek Güç:Ezen Ulusların Ezilenleri".”

Kürt hareketi sadece önerdiğimiz programı benimsemedi ve ya kendisi keşfetmedi, aynı zamanda önerdiğimiz stratejiyi de benimsedi. Türk ezilenlerini ve demokratlarını ve işçilerini yedeğine almaya çalışıyor.

Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet Partisi” önerisi, hatta enternasyonal kurmaktan söz etmesi tamı tamına böyle bir stratejinin ve bakışın ifadesidir.

Ve bizim yazılarımız ezen ulustan bir Devrimci ve Marksist’in ne yapması gerektiğini gösteren somut bir örnektirler. Şu an b.u yazıyı yayınlayarak da bu işi yapmaya devam ediyoruz.

Bu yazılar bugünkü “Süreç”i kavramak için kırk yıl önceden yazılmış yazılardır.

Demir Küçükaydın

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi

Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de geçmiş üzerine ama günümüzde yazılanları yani tarihleri okumaktır. Çünkü, sanılanın aksine, Tarih, Tarih'ten ziyade bugünle ilgilidir. Onlar, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler. Bunun içindir ki, Tarih'i pek değil ama günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama yaşanan Tarih'i; bu Tarih içihde çatışan güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en iyi yollarından biri de Tarih kitaplarını okumaktan geçer. Keza, yaşanmış bulunan Tarih de, en keskin çizgileriyle, Tarih'in Tarihinden çıkarılabilir.

Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar. Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar, tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur.)

Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuvazisi de, kendi Tarihini yeniden yazar. Bu Tarihler, sömürenlerin iddialarının aksini , yani ne kadar uygar olduklarını ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını anlatır. Bütün bunlar doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da yarı, yeni sömürgesi olmuşlardır.

Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusun tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve varsayımlarını paylaşmış olur, onun ufkuna hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken zımnen kendisini ezenlerin şu varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültürden" gelmeyenler, medenileştirilmelidirler.

Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum. Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık bulunduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış gibi.

Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu çabalarıyla, farkına bile varmadan, kendilerini ezenlerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu.

Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya hariç - hemen hiç bir medeniyet varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan bir tarihi yaratmak zorunda kalıyordu. Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar Siyah Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu.

Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl kadar önce, Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında, bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi?...

Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt burjuva ve küçük burjuva tarihleri, egemen ulusların tarihçiliğine, onların varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor. Bu eğilim Kürt tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği, dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin Med'ler ve diğer birçok Ön Asya medeniyetleri Kürt yapılıyor.

Kürtlerin ya da Türklerin ya da Herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet kurmamış olması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez.

Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar burjuvazisinin varsayımları çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya çalışılması, Kürdistan burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin konumundan ve çıkarlarından kaynaklanır. Ve bu anlayış, potansiyel olarak, koşullar değiştiğinde, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin temellerini oluşturur.

Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva ideolojisinin egemenliğinin bir ifadesi olmakla kalmaz, aynı zamanda, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir yandan, Kürdistan'da, hiç de küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan azınlıkları, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan, ayrılma hakkını, sadece ulus olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt Tarihi örneğinde, gerçeği değiştirdiği için, düşmanlarının eline silah verir.

Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih Anlayışının metodolojisi ile, Kürtlerin ve Kürdistan'ın tarihini yazmaktır; Tarih'i tahrif eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesini zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir. Kürdistan sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek ve bu mücadeleye gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel zaferlere ihtiyacı vardır.

17.9.1986

Bu yazıya ilişkin not:

Bu yazı Celal Aydın imzasıyla yazıldı. Kürdistan Press'de yayınlanıp yayınlanmadığını hatırlamıyorum. Aşağı yukarı aynı, bazı değişiklikler içeren başka bir versiyonu daha sonra Özgür Gündem'de yayınlardı.

05 Şubat 1999 Cuma 17:13


 

Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları

Kürdistan Press, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak; bu mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün, bir metodun, bir programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek netleşmesine ve ağırlığının artmasına katkıda bulunmak için çıkıyor.

Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan sonra daha ne kadar da oluşturacak olan Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl bir yere sahiptir? Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve çabalarına anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede bulunmaktadır?

Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği cevapla diğer eğilimlerle ayrım çizgilerini çizebilir.

Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan bakmak; ya da başka bir ifadeyle, Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için olmazsa olmaz ön koşuldur.

Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel" (Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve evrensel Tarih bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel olarak var olabildiği için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir sınıf değildir. Evrensel ölçüde var olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası olarak kaldığı sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun ezilenlerinin mücadelesini örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o ulusun proletaryası olmaktan çıkmak, Marks-Engels'in bir zamanlar övünçle kendilerini tanımladıkları gibi: Kozmopolit olmak, ancak bundan sonra, bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş mevziinde yerini almak zorundadır. Yani inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde, ulusun diğer sınıfları karşısında bir karşı kutup, bir alternatif yaratıp ideolojik bir hegemonya kurabilir.

Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce, Dünya Tarihsel bir metot ve dünya görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı vardır. Bu da kendi mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk adım atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır.

***

Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler.

Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi kavramak gerekiyor. Var olması nesnel olarak zorunlu bir aşama, ne demektir? Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek medeniyetinden direk kapitalizme fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta üretiminin yaygınlık düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini ve Avrupa derebeyliğini, dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak tanımlayamayız.

Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En azından Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel nedenlerine dayanan bir aşama içinde değildir. Bugün yaşanan Tarih, yaşanması zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir yol, bilimsel sosyalizmin kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu durumda, milyonlarca insanın, birkaç kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı.

Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir.

Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin yeterince olgunlaşmamış olmasından, ne de proletaryanın Antik Tarihin köle ya da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum kuracak nesnel yeteneği olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki ihanetler nedeniyle bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir.

Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin edici karakteristiğini anlamamalarında yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi mücadelelerinin ekseninden baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin ekseninden bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi görüyorlar, dolayısıyla Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya diktatörlüklerinin kurulması mücadelesini, tarihin geçilmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam da bu noktada, mantıki sonuçlarıyla, farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş oluyorlar.

Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım, nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek; ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş savaşlarını, dolayısıyla Emperyalizmi ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden kaynaklandığını kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri reddetmek anlamına gelir.

Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle akmasına yol açan? Üretici güçlerin sosyalizm için olgunlaşmadığı ya da başka bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda emperyalizm yani çürüme çağına girmediği... Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun dayandığı tüm Marksist ekonomi politiğin yanlışlığı demektir.

Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme çağına girmiş olmasına rağmen, köle ya da serfler gibi, üstün bir düzen kurma yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir sınıf olmadığı olabilir. Bu da Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir.

Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve zorunlu bir aşama olarak görmek, kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol açar. Madem ki güçler sosyalizm için olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil bir sorunu değildir. Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa dayanmaktadırlar.

İkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş, proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf olmadığı, ya da artık bu vasfını kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak başka bir güç aranması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya halkları, kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte, küçük burjuva ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir.

Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da gizli varsayımların anlamadıkları ya da göremedikleri bir şey var: eğer Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada, doğanın tahribi korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur.

Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir de, çünkü eğer insanlık yok olsa bile, bu Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya koyup, bu yok oluş tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler olmuştur. Ve bu Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve ihanetlerin onun görevini yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin zorunlu bir dönemden geçmediğinin kanıtı. Marksistlerin "ya barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu yaşatan.

İnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu kaderin ne olacağına dair tayin edici kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir.

Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış görüyoruz: Batı Avrupa ve Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya ülkeleri ve Sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek zayıflayacak olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak, ondan sonra da emperyalist ülkeler proletaryası ayaklanacak.

Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü akışını zorunlu görmüş olmuyorlar, ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde, böyle uzun bur çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar.

İnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor. Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, eğer emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri ülkeler proletaryasına biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman kazandırabilirse ne mutlu.

İlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan özelinde sanki mücadele azmini baltalarmış gibi görünebilir.

"Eğer sonuç ileri ülkelerde belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızsa, kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var" diye düşünülebilir. Ancak, büyük devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır. Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç düzeyine henüz hiç bir ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus emekçilerini kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda bulundukları için o destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini, Kendilerini kurtarmaları için değil, ayaklanan alman bahriyelilerine destek olmak için ayaklanmaya çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş Mücadelesini bütün gücümüzle destekleyeceğiz, onda yer alacağız, ama insanlığın battığı bir dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir anlam taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir katkıda bulunabilmek için.

19.09.1986

Celal Aydın


 

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları

Kürt ulusu, sadece bağımsızlığı için savaşırsa, belli dengeler ortamında belki bu bağımsızlığı kazanabilir. Ancak, yıllardır süren Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının ortaya çıkardığı bir gerçek vardır: sadece Kürtlerin ulusal bağımsızlığı için savaşmak, Kürdistan'ın kurtuluşunu geciktirmekte, gerçek müttefikleriyle bağlar kurmasını engellemekte, yenilgilere ve moral bozukluklarına yol açmaktadır.

İlk bakışta, şöyle bir akıl yürütme, son derece mantıki gibi görünmektedir. Ulusal kurtuluş hedefi en geniş cepheyi kurmayı sağlar, ondan sonra ikincil sorunlar gündeme gelir. Bu anlayışın programatik ifadesi, nasıl bir ekonomi temeli ve üstyapı (devlet vs.) sorularını açık bırakarak, bağımsız bir Kürt devleti için savaşmak olmaktadır.

Ne yazık ki, ya da çok şükür, Tarih, düz ya da metafizik mantığa göre hareket etmiyor. Bağımsız bir Kürt devleti uğruna mücadele, Kürt sosyalistlerini Kürt burjuvazisinin kuyruğuna takmakta, dolayısıyla küçük ve cılız ve korkak Kürt burjuvazisini kazanayım derken, en geniş müttefiklerini kaybetmesine, proletaryanın kendi bağımsız programını geliştirememesine yol açmaktadır. Sonuçta, burjuvazinin tüm korkaklıkları, yalpalamaları, uzlaşmaları Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesine damgasını vurmakta, yenilgiler ve umutsuzluklar birbirini izlemektedir.

Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama Demokratik bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki Kürt burjuvazisini kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun otomatik yan ürünü olacaktır.

Bugün Irak ve İran'ın bir bölümü Kürt gerillaların elindedir. İran, Irak ve Türkiye'de binlerce devrimci, aydın, sosyalist kendi burjuvazilerinin saldırıları karşısında mülteci olarak, bu bölgelere değil de Avrupa'ya kaçıyor. Niçin? Çünkü, bağımsız bir Kürt devleti şeklindeki program, demokratik cumhuriyetin önüne geçmiş durumda. Kürdistan'ın dağlık bölgelerine hakim olan gerillalar, İran'da, Türkiye'de ve Irak'ta, gerçekten demokratik cumhuriyetler için savaşsalar, buralar tüm devrimcilerin toplaşıp güçlerini düzenledikleri birer çekim merkezi haline gelirler.

Kürdistan'da birçok azınlıklar bulunmaktadır. Bunlar Kürdistan nüfusunun hiç de küçümsenemeyecek bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu azınlıklar için de, aynı nedenlerle, bağımsız bir Kürt devleti kurma savaşı bir çekim merkezi oluşturmuyor. Bu azınlıkların genç kuşakları Avrupa'ya sığınıyor.

Kürt sosyalistleri, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi, kendi bağımsız programlarını geliştirmeyi göze aldıkları takdirde, kendilerini ezen ulusların işçi ve köylülerini, Kürdistan'daki azınlıkları kazanabilirler. Kürtlerin kurtuluşu, Kürtlerin, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmayı hedeflemelerinden geçer.

Bağımsız bir Kürt Devleti programı, ne ezen ulusun işçi ve köylülerini ne de Kürdistan'ın azınlıklarını harekete geçiremez. Bu yığınlar, Enternasyonalist görevlerinin hatırlatılmasıyla seferber edilemez ve örgütlenemez. Bunun tek yolu, ezen ulusun ezilenlerine, onların can yakan sorunlarına cevap veren alternatif bir program geliştirmektir.

Kürdistan'daki azınlıkları kazanmanın da tek yolu budur. Gerçekten Demokratik Bir Cumhuriyet, planlı ekonomi, toprak reformu, tüm bu güçleri mücadeleye kazanabilir. Egemen ulusların burjuvazisi ancak böyle tecrit edilebilir.

Kürdistan'da burjuva ve proleter programların farkı budur. Küçük burjuvazi ise bağımsız bir program geliştiremiyor. Burjuvazinin programını benimsiyor ve sadece mücadele biçimlerinde radikal olarak ayrım çizgisini çekmeye çalışıyor.

17.09.1986

Celal Aydın


 

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2)

Kürdistan Press'e daha yayınına başlamadan, birbirini tamamlayan ama farklı sorunları ele alan bir seri makale yollamıştım. Bunlardan yukarıdaki başlığı taşıyan biri de 2. sayıda yayınlandı. Bu makaleleri yazıp yollamaktaki amacım, Kürdistan Press'in sadece Kürdistan ve Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki olay ve gelişmelerin aktarıldığı bir gazete olmakla kalmayıp, aynı zamanda Ulusal Kurtuluş Mücadelesine ilişkin temel programatik ve stratejik sorunların tartışıldığı bir forum fonksiyonu da görmesine katkıda bulunmaktı.

Yazıyı yazarken, onun yanlış anlaşılacağını ve söylemediği şeylerden ötürü epey eleştiri çekeceğini tahmin ediyordum. Fakat, ancak, yanlış da olsa, eleştiriler geldiği takdirde fiilen bu forum gerçekleşmiş olur ve yanlış anlamalar giderilebilirdi.

Beklenen oldu. Kürdistan Press'in 9. sayısında, hem yazının anlaşılmadığını, hem de yaygın önyargıları yansıtan Lokman Polat imzalı ve "Kürdistan Kurtuluşunun Sorunları Metafizik Mantıkla İzah Edilemez" başlıklı eleştiri yayınlandı. Bu eleştirinin yayınlanmış olmasına herhalde hiç kimse eleştiriye uğrayandan daha fazla memnun olmamıştır. Çünkü, umut ediyoruz ki, bu vesileyle, Kürdistan'ın kurtuluşunun temel sorunları üzerine bir program ve strateji tartışması başlar.

***

L. Polat'ın eleştirisinin şahsımla ilgili ve yanlış bilgilerle dolu kısımlarına girmeyi gereksiz görüyorum. Bu tür iğne batırışlarından rahatsız olmayacak derecede kalın bir derim var. Ama, şahsım vesile edilerek H. Kıvılcımlı ve "Troçkizm" hakkında bazı peşin yargılar sıralanıyor ki, esas konuya geçmeden önce kısaca bunlara değinmek gerekiyor.

Kıvılcımlı hakkındaki küçümseyici ve hor görücü ifadeler ancak onun hakkındaki tam bir cehaletin ürünü olabilirler. Kıvılcımlı'nın l93O'lu yıllarda yazdığı "İhtiyat Kuvvet: Milliyet" adlı eseri yayınlanalı yedi yıldan fazla oluyor. Acaba L. Polat ya da başka bir yazar, aradan yarım asır geçmiş olmasına rağmen, ne Türkiyeli ne de Kürdistanlı sosyalistler arasında bu ayarda bir eser ortaya çıkarılabilmiş olduğunu iddia edebilir mi?

H. Kıvılcımlı, özellikle l96O-7O'li yıllarda Ulusal Sorun konusunda zaman zaman susmuştur da. Ama bunun kaynağı, onun Sovyetlerin politikasının sadık bir takipçisi olmasındadır. Bu vesileyle Kürdistan Press sayfalarında Türk Solunun hastalığı olarak ve de haklı olarak belirtilen milliyetçiliğin, sadece Türk Solunun değil ama l926'dan sonra III. Enternasyonal ve Sovyet çizgisinin, dolayısıyla uluslararası bir hastalık olduğunun görmezden gelinişine de değinmek gerekir. Aynı hastalık Kürt Solunda da vardır, ama Kürt ulusunun Kurtuluş Savaşı verdiği bugünkü koşullarda, milliyetçiliğin ilerici yanı dolayısıyla Türk Solu'nda olduğu kadar sırıtmamaktadır.

Gelelim "Troçkizm"e. L. Polat "Troçkist"lerin Lenin'i bir referans noktası olarak görmedikleri gibi çok yanlış bir önyargıya sahip. Aynen şöyle yazıyor: "Dedik ki, C. Aydın bir Troçkistdir; eğer bir Leninist olsaydı Lenin'in ezilen halkların ulusal kurtuluş savaşlarıyla ve de ulusal demokratik devrimlerle ilgili söylediği bir çok sözlerin ve Üçüncü Enternasyonal'in bu konuyla ilgili bir çok kararını buraya aktarırdık".

Bildiğimiz kadarıyla "Troçkist"ler kendilerini' "Troçkist" diye tanımlamazlar, "Devrimci Marksist" ya da "Bolşevik Leninist" olarak tanımlarlar ve onlar, Marks, Engels, Lenin'in geleneğinin en sadık, en Ortodoks ve en tutarlı izleyicileri oldukları iddiasındadırlar ve / veya en azından böyle olmaya çalışırlar. Böyle olup olamadıkları ayrı bir sorun, ama L. Polat arkadaşın sandığının aksine Marks-Engels-Lenin ve III. Enternasyonal'in ilk dört kongresinin kararlarını referans alarak her zaman "Troçkist'lerle tartışmaya girebilirsiniz, çünkü onlar zaten bu referans noktalarından hareket etmektedirler.

Bu vesileyle L. Polat'ın karıştırdığı bir noktaya daha değinelim. Bir görüşün taraftarı, taraftarı olduğu görüşü her zaman hakkıyla ve doğru olarak savunamayabilir ve onu rezil edebilir. Bu durumda, o toy savunucuya bakarak, o görüş hakkında bir karar vermeye ya da o görüşü eleştirmeye kalkmak metodolojik olarak yanlış, ahlaki olarak da bir köylü kurnazlığının ifadesi olur. C. Aydın da, taraftan olduğu görüşün toy ve onu rezil edici bir savunucusu olabilir. Belki ileri sürdüğü öneriler, savunduğunu iddia ettiği görüşlerle ilgisiz olabilir. Bu durumda, C. Aydın'ın yazdıklarından hareketle, onun kendisini taraftar kabul ettiği çizgiyi mahkum etmeye kalkmak, en hafif bir ifadeyle bilimsel bir sorumsuzluğu yansıtır.

L. Polat arkadaşımız muhakkak ki Marksizm-Leninizm'e inanıyor olsa gerek. Ama bu örneğin gösterdiği gibi, bu inancını çok toyca ve inandığı fikri rezil ederek savunuyor. Şimdi birinin çıkıp da, L. Polat'ın dediklerinden hareketle Marks veya Lenin'in düşüncesini çürütmeye kalkması saçma olur. Aynı saçmalığa düşmemeyi, herhalde başkalarının da L. Polat'tan bekleme hakkı olsa gerek.

***

 L. Polat'ın eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt Ulusu bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler için savaşmalıdır." ya da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için, kendini ezen ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır."

Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle somutlanmaktadır:

"Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik bir cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için" savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin gerekçelendirilişi ve taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir.

Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden, Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır. Yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete, potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir. Yazıyı yazarken, okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması gerektiğini düşünmüştüm.

Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır. Yeni olan yanını göze batırmak için birkaç örnek verelim.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketini yedek güç olarak gören Türkiye Proletaryası, nasıl bu yedek olarak gördüğü gücü kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundaysa, aynı şekilde, tersinden, kendini ezen ulusların ezilenlerini yedek güç olarak gören, Kürdistan Proletaryası da, bunları kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundadır. Yazıda bu programın ne olacağı tartışılmaktadır.

Anlaşılırlığı sağlamak için yapılan bu kısa açıklamadan sonra, gelelim L. Polat'ın eleştirilerine:

l) "Toplumsal kurtuluş adına Ulusal Kurtuluşu reddeden. köylülüğü inkar eden saf proleter bir devrim Kürdistan'ın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda uygulanamaz ve en önemlisi bugün Kürdistan'da gündemde olan sosyalist bir devrim değil, ulusal demokratik bir devrimdir."

Yazımızın hiç bir yerinde ve yukarıda daha da açıklanan temel fikirlerinde "toplumsal kurtuluş" ya da "saf proleter bir devrim" den söz edilmiş değildir. Söylediğim sadece "demokratik cumhuriyet"tir. Söylemediğim şeylerden hareketle eleştirilmiş olmuyor muyum?

Ama L. Polat'ın böyle eleştirmesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. O bir yerlerden duymuştur ki "Troçkistler köylülüğü reddeder" ve "saf bir proleter devrim" için uğraşır. Eh, C. Aydın da "Troçkist" olduğundan, ancak bunu savunuyor olabilir diye çıkarsamayı hemen yapmıştır. Ne yazık ki, L. Polat böyle yaparak D. Perincek gibi burjuva sosyalistlerinin yargılarını tekrarlamış olmakta, hatta D. Perincek'in "bir iktidarsızlık doktrini olan troçkizm" gibi yargılarını benimsemekte bir mahzur görmemektedir. Doğrusu ilginç bir yakınlaşma.

2) L. Polat, "Demokratik Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı aktarıyor, ama, benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın yanlış anlamalara olanak vermemek için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken çıkardığı cümlecik şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet."

Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor. Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği çıkarsamasını yapıyorum.

Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek bir şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkım savunmak için hep Kürtlerin bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim.) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden, ulus olmayan, tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine ulus olduğuna dair bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından söz edilemeyeceği varsayımını içerir.

Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar doğuracak bu varsayımın yanlışlığım göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette, isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır.

Örneğin Lenin, Devlet ve İhtilal'de Engels'ten alıntı yapıyor:

"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor." (s.95)

Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu:

"Engels bakımından, merkeziyetçilik, 'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi arzularıyla (a.b.ç.) savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan 'buyurma'yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla bertaraf etmez" (s.95)

Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının ulus olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir. Türkler açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı demektir, Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız bir Kürt devletine karşı olması diye bir şey söz konusu değildir. Otomatikman bunu da içerir.

Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı değil, ama aynı zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi yüklenmiş olur. Ama böyle bir program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir şeydir. Bağımsız bir devlet kurma programı, bu devletin alabileceği somut biçimleri ele almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir devleti de güçleştirir.

Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü topluluğun kendi özgür iradeleriyle birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır?

Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, böyle bir programı savunan bir öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve programı uğruna mücadele için örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen ulusların bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir.

Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer ulusları da yanına kazanabilir. Örneğin İran'da Azeriler de ezilen bir ulusturlar. Ama bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri, Kürt Devleti uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların mücadelesini de ateşleyip, ivmelendirebilir.

Böyle bir program, Kürdistan'daki azınlıkları da aktif olarak mücadeleye çeker. Unutmayalım, Kürdistan'daki Kürt olmayan azınlıklar, nüfusun neredeyse yarıya yakınını kapsamaktadır. Sadece bağımsız bir Kürt Devleti programı, bu azınlıkların mücadeleye girmesi için çekici değildir, çünkü ayrılmayı ulus olmaya bağlamaktadır. Ama yukarıdaki gibi bir program Kürdistan'daki azınlıklara şunu demiş olur: "Sizler, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Yezidiler, Araplar, Azeriler, Türkler vb., bizim programımıza göre, eğer istediğiniz takdirde, bir tek köy bile olsanız ve ayrılmayı istiyorsanız ayrılabilirsiniz."

Ama Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği böyle bir program için savaşmadı ve savaşmıyor. Bundan dolayı da, Kürt ulusunu son derece geniş potansiyel müttefiklerinden yoksun bırakıyor. Ve tam da bu nedenle, sadece bağımsız bir Kürt devleti için savaştığından dolayı, bağımsız bir Kürt Devletini kuramıyor.

Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının, kendini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmak gibi bir programı olmazsa, başarıya ulaşması zordur. ("Olanaksızdır" demiyorum. Belli dengeler ortamında olabilir. Ama bu fiilen yeni bir Yalta demektir). Paradoksal bir ifadeyle, Kürtler, kendilerini ezen ulusların emekçilerini kurtarmaya kalkarlarsa kendilerini de kurtarabilirler. Ama böyle bir programı da ancak, Kürdistan Proletaryası ortaya koyabilir. Bunun şimdiye kadar ortaya koyulamaması, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İran, Irak, Türkiye arasındaki üçgene, yani aynı zamanda Kürdistan'ın en geri, Proletaryanın en zayıf olduğu yere sıkışmış olmasındandır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi bu çelişkinin içinde bunalıyor. Buralarda güçlü olan akımlar, yukarıdaki gibi bir program geliştiremediği, kendini ezenlerin ezilenlerini de kurtarma mücadelesine girmediği için, daima devletler arası çelişkilere dayanmak zorunda kalıyorlar. Ve tam da bu nedenle, daima ihanete uğruyorlar ve Kürt Ulusu binlerce evladını yitirip acılar içinde kıvranmaya devam ediyor. Tarihten çıkarılacak ders budur.

L. Polat da, Kürt ulusunu yenilgilere mahkum eden bu anlayışı, bizi eleştirirken en açık biçimde şöyle ifade ediyor:

"Kürt sosyalistleri bağımsız bir devlet kurmadan demokratik cumhuriyeti nasıl oluştururlar?"

Kıymetli eleştirmen, bizi metafizik mantıkla suçluyor ama, tam da metafizik yaklaşımı kendisi ifade etmiş oluyor. Tarih ve sosyoloji bunun tersinin doğru olduğunu göstermiştir. Yani "Kürt sosyalistleri, demokratik bir cumhuriyet programı ve bunun ürünü olan bir ittifaklar manzumesi kurup Ulusal Kurtuluş hareketine öncülük etmeden, Kürtler'in bağımsız bir devlet kurması çok zordur."

İşte ortada iki ayrı stratejinin iki özlü ifadesi. Her ikisi de Kürtlerin Ulusal Kurtuluş Savaşının başarısını amaçlıyor ama ayrı program ve stratejiler öneriyor. Burada, kolaycılığa kaçmadan tartışılması gereken bu iki ayrı program ve stratejidir. Kürdistan Press, aynı zamanda bu can alıcı konunun tartışıldığı bir forum olmalıdır.

L. Polat, yukarıda aktarılan satırlarıyla, bizi eleştirirken farkına varmadan iddiamızı da doğrulamış olmaktadır. Yani kendisi bir sosyalist olarak, Kürdistan'da egemen olan tüm akımlarla aynı görüşü paylaşmış oluyor: "önce bağımsız bir devlet". Bizim iddiamız da, şimdiye kadar mücadelenin bu amaç için yürütüldüğüydü.

L. Polat, ne demek istediğimi anlamak için kafa yormadığından, söylemediğimiz şeylerden dolayı bizi eleştiriyor. Bir iki örnek verelim:

"Kürt, Arap, Fars ya da Türk hangi devrimci kurtarılmış bölgelere gitmiş de oradan kovulmuştur?" diye soruyor. Yazımın hiç bir yerinde kimsenin kovulduğundan söz etmedim. Kurtarılmış bölgelerin bir çekim merkezi olmadığından söz ettim. Yani oraya gitmiyorlar ki kovulsunlar. Bu gitmeyiş de o insanların niyetleriyle, mücadeleden kaçmalarıyla vs. açıklanamaz. Gerçekte bu insanlar ancak önerdiğimiz türden bir program için oraya gidip savaşırlar. Ancak öyle bir program, bu insanlarda coşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini harekete geçirebilir.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerinde bir demokrasiden değil ama belki paternalist bir hoşgörüden söz edilebilir. Elbette bunun nesnel temelleri vardır. Ama gerçek de budur. Ve bu gerçek, örneğin bir İspanya İç Savaşına bütün dünya ilerici entelijansiyasının akması gibi bir coşkunun harekete geçişinin önünde bir engel olmaktadır.

Aynı şey Kürdistan'daki azınlıklar için de geçerli. Bu insanların da Egemen devletlerin baskısı karşısında Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerine değil de Avrupa'ya gittiğini ya da Ezen ulusların işbirliğine yöneldiğini görmezden gelemeyiz. Onlar, "Kürtler savaştığı için Avrupa'ya kaçıyorlar" demedim. Sorarım L. Polat'a, Hangi Kürt partisi Kürdistan'daki azınlıklara, kendi kaderini tayin hakkını garanti eden bir program sunuyor? Yok böyle bir parti. Kürt bağımsızlık hareketi, Kürdistan'daki azınlıklara da paternalist bir hoşgörüyle yaklaşmaktadır. Ama böyle bir yaklaşım, o güçlerin enerjisini ve fedakarlığını harekete geçiremez.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, her yaptığını alkışlayanların değil, bir yandan kendisiyle dayanışırken, diğer yandan kendisine en ağır eleştirileri yöneltenlerin gerçek dostları olduğunu anlamalıdır. Kürt yoldaşlarımıza: onlarda yanlış gördüklerimizi söylemeyerekten, onların sempatisini kazanmak istemiyoruz ve gerçek Kürt sosyalistlerinin de eleştirenleri düşman gibi görmeyecek bir olgunluk içinde olduğuna inanıyor ve bizlerden bunu beklediğini sanıyoruz.

l8.02.l987

C. Aydın

 


 

 


Hiç yorum yok: