“Kırk Yıl Önceden Yazılmış ve Bugün Gerçekleşen Öneriler ve Öngörüler”
Derlemesine Önsöz
Bu küçük derlemeyi yapmamızın nedeni, adı olmayan son “Süreç”le
ilgili olarak Öcalan’ın ve Kürt Özgürlük Hareketinin yaptıkları ve yapmaya
çalıştıklarının kırk yıl önce önerilmiş ve hatta öngörülmüş olmasıdır.
Birkaç gün önce (6 Ağustos) bloğumuzda “Kürt Ulusal
Hareketi ve PKK Üzerine Otuz Üç Yıl Önceden Bir Yazı” başlığıyla 1992
yılında Stockholm’de yazdığımız bir yazıyı yayınlamıştık.
O yazı Kürt özgürlük hareketin karşı devletin bizzat kendi yasalarını çiğneyerek başlattığı ve neredeyse tüm doksanlı yılları kaplayan Özel Savaş Rejiminin başlangıcında yazılmıştı ve o yazıda öngörülenler hem gerçekleşmişlerdi hem de Kürt hareketini anlamak için bir sosyolojik analiz özelliği taşıyordu.
Öcalan ve PKK’nın artık özel savaş rejiminin psikolojik
savaş kavramları dışında anlaşılabilmesi için bir giriş gibi okunabilirdi.
Ancak yazı pek az okundu. Sadece bir tek okuyucu (Yaşar
Yeşil) Facebook’ta şöyle bir yorum yaptı: “Her satırı ayrı ayrı
değerlendirmek lazım. Bugün bir değerlendirme yazısı yazılsa ancak bu kadar
olur.”
Yani zamanın aşındırmasına direnmiş ve olgularca doğrulanmış
bir yazıydı. Genel eğilimleri oldukça doğru olarak tanımlamıştı.
Şimdi daha da geriye gidiyoruz. Tam kırk yıl öncesine. 1986
yılına (Gerçekte 39,5 yıl ama böyle durumlarda yuvarlama yapılır, o nedenle “Kırk
Yıl”)
Bu yazılarda genel olarak Kürt Ulusal Kurtuluş hareketine
bir strateji öneriliyor.
Önerilen strateji, bugün Öcalan’ın veya Kürt Özgürlük
Hareketinin, aslında doksanların başından beri savunmaya başladığı, Öcalan’ın
yakalanışından sonra daha da geliştirdiği ve son süreçte daha da somutlanmış
stratejidir. Öcalan’ın bu stratejiye verdiği ismi birkaç kritik kavramla şöyle
söylemek mümkün: Devletsizlik (Yani bir Kürt Devleti İçin mücadele değil),
Entegrasyon (Yani tüm dillerin ve dinlerin eşit hak ve görevlerle aynı bütüne
entegrasyonu), Özyönetim (Yani her idari birimin kendi seçilmiş organlarca
yönetimi) ve Demokrasi (Eşit yurttaşlık, fikir ve örgütlenme özgürlükleri)
Biz de 1986’da yazdığımız bu yazılarda, bu programı Kürt
ulusal hareketine Demokratik Cumhuriyet olarak öneriyorduk. Çünkü klasik
Marksist gelenek böyle der.
(Ama Türkiye’de klasik Marksist gelenek bilinmediği için, ve
bir zamanın Marksistleri ulusalcılara dönüştüğü için bu önerimiz ne Kürtlerce
ne de Türklerce anlaşılmadı ve kabul görmedi. Ayrıca bizim arkamızda bir örgüt
yoktu, hapisler ve sürgünlerle gözden ve gönülden uzak kalmış bilinmeyen bir
devrimciydik. Yani bugün olduğu gibi o zaman da “Ana Akım”ın dışında marjinal
bir Devrimci Marksist idik.)
1986’da, Kürdistan Press sayfalarında, Kürt
hareketine dediğimiz şuydu: Kürtler ayrı bir devlet için mücadele ettikleri
takdirde büyük bir olasılıkla üzerlerindeki baskıya karşı mücadelelerinde
başarısız olacaklardır, ama daha fazlası için mücadele ettiklerinde ancak
başarıya ulaşabilirler. Bu azlası bir tek köyün bile isterse ayrılabileceği,
ayrılma hakkının anti demokratik bir şekilde engellenmesini engelleyen bir Demokratik
Cumhuriyet’dir.
Ancak o zamanlar PKK henüz bugünkü kadar hem güçlü değildi
hem de oldukça güçlü bir Stalinist eğilim içindeydi. O zamanlar, Öcalan’ın
resimleri bile Stalin’e benzetiliyordu. Ve Kürtler arasında hala yetmişlerde
ortaya çıkmış Kürt hareketlerinin (Rızgari, Özgürlük Yolu, Kava vs. gibi) hala
küçümsenmeyecek bir etkileri vardı.
Avrupa’ya yeni çıkmıştım ve henüz adaptasyon döneminde
olduğumdan pek kimseyi de tanımıyordum. Özellikle bulunduğum ülkede ve şehirde
(Hamburg) yabancılara yönelik saldırılar karşısında yükselme eğilimi gösteren
yabancılar hareketine yoğunlaşmıştım. (Ne Yapmalı dergisi)
Teorik olarak da Avrupa’da karşılaştığım “Yeni Sosyal
Hareketler”in varlığını ve ortaya çıkardığı sorunları teorik bir açıklamaya
kavuşturmayı önüme koymuştum. (Devrimci Marksist Tartışma Defterleri
dergisi)
İşte bu ortamda iken, gıyaben tanıdığım Orhan Kotan’dan
yakında çıkaracağı Kürdistan Press’e yazar olmamı ve yazılar yollamamı
isteyen bir mektup aldım.
Orhan Kotan’ın içinde bulunduğu Rızgari hareketi,
yetmişlerin sonunda, benim de Troçki’yi keşfettiğim ve o geleneğe katıldığım
zamanlarda (yetmişlerin sonu), Troçki’yi keşfetmişti. Ancak Troçkiyi açık bir
benimseme yoktu, çekinerek zikretme düzeyindeydiler. Buna rağmen bir ideolojik
yakınlaşma da oluşmuştu.
Muhtemelen bu yakınlaşma nedeniyle o dönemde Sosyalist
gazetesinde yayınlanan yazılarımı okumuş olmalıydı ki benden çıkaracağı gazete
için yazı istemişti.
Bir Kürt yayın organının benden bir yazı istemesi elbet beni
çok onore etmişti ve büyük bir enerjiyle yazıları yazmaya yoğunlaşmıştım. Daha
sonra bu yazdığım yazıları yolladım. İlk yazım beşikçi hakkındaydı ve onun bir
Mihenk Taşı olduğunu ifade ediyordum. Bu yazı sorunsuz olarak memnuniyetle
yayınlanmıştı. Ancak diğer yazılarım aynı kabulü görmeyecekti.
Daha sonra sanırım gazetenin yayınlanışından bir süre sonra
İsveç’e gittiğimde Orhan kotan’la tanıştığımızda, bana benden niçin yazı
istediğini daha somut olarak şöyle ifade etmişti: “Kürtlerin de Türklere
öncelik edebileceğini söylüyordun Bu pek rastlanan bir şey değildi”.
Bu konuda kısaca bir açıklama yapayım.
1970’lerin sonunda aceleyle ve zorlukla Hikmet
Kıvılcımlı’nın “İhtiyat Kuvvet Milliyet (Şark)” adlı kitabını
yayınlamıştık.
Bu kitap ortalığa bomba gibi düşmüş ve Apocular ve Rızgari
gibi, “Kürdistan Sömürgedir”, “Kürtler ayrı örgütlenmelidir” diyen hareketlere
de Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik otoritesinin desteğini sunmuştu.
Keza Türk sosyalistleri arasında bu konudaki dirençlere de
son vermişti.
Bu kitapta Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Komünist Partisi’nin,
bir Kürdistan Komünist Partisi kurulması için destek ve öncülük yapması
gerektiğini söylüyordu. Şöyle yazıyordu Kıvılcımlı örneğin:
“Şu halde Türkiye Komünist Partisine iki görev düşüyor: 1- Mazlum Kürdistan
halkı ile bağlanmak; 2- Bir Kürdistan Komünist Partisinin kuruluşunu kardeşçe
hazırlamak... Bu iki görev de hiç olmazsa bugün için teorik olmaktan çok
pratiktir. Ata binmek, ata binmekle olur. Ve teori ancak pratik ile atbaşı
gidecektir.”
Keza biraz ötede örneğin yine şöyle yazıyordu:
“2 - TEŞKİLAT: Bu işleri yapacak Kürt proletaryasının bir
Genel Kurmayı teşkil edilmelidir: Kürdistan Komünist Partisi. Fakat böyle bir
örgütün kurulması için, deyim yerinde ise, ağabeylik vazifesi Türkiye Komünist
Partisine düşer. Türkiye Komünist Partisi, uzun siyasi tecrübelerini,
Kürdistan'ın içinde yaşadığı şartlara adapte ederekten bu vazifeyi yapabilir.
Partimize bu bakımdan düşen iki önemli yetiştirici ve hazırlayıcı rol vardır:
1- İdeoloji rolü, 2- Örgüt rolü.”
Kitapta daha böyle birçok satır vardır.
İşte ben sanırım bu kitap üzerine veya Kürt Sorunu üzerine
yazdığım bir yazıda (Bu yazı bende yok. Başlığı neydi? Hiçbirini
hatırlayamıyorum.) Kıvılcımlı’nın dediğinden de ileri bir adım atarak, tarihin
çok başka bir yol izleyebileceğinden, teorik bir olasılık olarak, Kürt
hareketinin Türklere de ağabeyilik yapabileceğinden ediyordum.
Bunu yazarken buna bir ihtimal verdiğim için değil, teorik
olarak böyle bir olasılık da olduğunu belirtmek için yazmıştım bunları. Amacım
Marksist metodoloji açısından her şeyin zıddına dönebileceğine, bugün doğru
olanın yarın yanlış olabileceğine vurgu yapmaktı.
Teorik bir olasılığa ve metodolojiye vurgu yapmamın nedeni, o
zamanlar, yani yetmişlerin sonlarında, Türkiye sosyalist hareketi -yavaş yavaş
yorgunluk emareleri gösterse de bunu görecek kimse yoktu- zirvesinde bulunuyordu.
Bugün geriye bakınca, bu teorik olasılığın çoktan bir gerçek
olduğunu görüyoruz. Öyle ki, aslındra
Türkiye’de sosyalist adını almaya layık hangi kişi, grup, parti veya çevre
varsa, bunlar bir bakıma PKK’nın oluşturduğu hareketin kanatları altında varlıklarını
sürdürecek ve yaşayacak bir niş bulabilmektedirler.
Her neyse, İşte Orhan Kotan’ın dikkatini çekip benden yazı
istemesine yol açan böyle bir ihtimalden söz etmiş olmammış. Bu nedenle bana
çok övgüler yapmıştı.
Ben yazımı belli bir örgütü kastederek değil, genel olarak
Kürt Ulusal hareketini kastederek yazmıştım. Yani yazım ne PKK’ya ne Rızgari’ye
veya başka bir harekete yönelik değildi. Genel olarak Kürt Ulusal Hareketine
yönelikti.
Orhan Kotanla konuşmamız daha sonra diğer yazılarıma gelmiş
ve daha kısa yazmamı teorik konulara girmememi önermişti. O zaman önerdiğim
stratejinin hoş karşılanmadığını anladım. Çünkü biçimsel itirazların ardında
daima içeriksel itirazlar yatar. Ama yazıları topluca yolladağımdanonların
yayınlanacağını sanıyordum.
Ancak daha sonra konuşmamız PKK’ya kaydı, orada aramızda
soğuk rüzgarlar esti. Ben PKK’nın bir yoksullara dayanan bir plep hareketi
olduğundan söz ettim, Orhan kotan ise, PKK’nın ve Apo’nun MİT ajanı hatta CIA
Ajanı olduğundan söz etti.
PKK’yı değerlendirmede tamamen karşı saflardaydık.
Aramız epeyce soğudu ama ben yine de bu gibi fikir ayrılıklarının
olabileceğini bunun yazılarımı yayınlamayı etkilemeyeceğini düşünüyordum.
Kürdistan Press’in sonraki sayılarını hepsini görmediğimden
hangi yazımın yayınlandığını pek bilmiyorum. Ama sanırım Strateji üzerine ilk
yazım yayınlandı, onu bir eleştiri olarak Lokman Polat isimli yazı da
yayınlandı ama benim ona yazdığım yazı yayınlanmadı.
Her neyse.
İşte Kürdistan Press’e yolladığım ve bu derlemede şimdi
tekrar yayınladığım yazılarda, aslında Öcalan’ın doksanların başından itibaren
yapmaya çalıştığı şeyi, Kürt hareketin öneriyordum. Nesnel koşullar bunu
dayatıyor diyordum.
Bugün bu önerim, benim önerilerimden bağımsızca muhtemelen Öcalan’ın
kendi evrimiyle büyük ölçüde gerçekleşmiş sayılabilir.
Yani Öcalan benden bağımsızca, tamamen farklı bir kavramsal
çerçeveye dayanarak benim o zamanlar Kürt hareketine önerdiğim strateji ve
programı benimsemiş bulunuyor.
(Tabii benim önerdiğim programın kavramsal çerçevesi ve programımın
somut biçimi ile Öcalan’ın kavramsal çerçevesi ve programının somut biçimi çok
farklıdır ama burada genel eğilimden söz ediyoruz. İçeriksel farklar bir çok
yazımda somut olarak ele alınmıştır.)
*
Ancak ben o zamanlar ulus ve ulusçuluk konusunda klasik
görüşlerden ötesine sahip değildim ve onları savunuyordum. Savunduklarımın Marks-Engels-Lenin’in
otantik görüşleri olduğunu, bu görüşlerin Marksistlerce hiç anlaşılmadığını
söylüyordum.
Bu dediklerim elbette doğruydu. Ama Marks-Engels-Lenin’in
aslında bir çelişkiyi içlerinde taşıdıklarını bir yandan Demokratik bir Cumhuriyeti
savunurken bir yandanbir dile, dine, soya vs. dayanan bir ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkını savunmanın birbiriyle uzlaşmayacağını göremediklerini,
çelişki içinde bulunduklarını ve aslında milliyetçi olduklarını göremiyordum.
Bu noktaya 2000’leri başında varabilecektim.
Marks-Engels-Lenin-Troçki-Kıvılcımlı’nın bu çelişkisi ve milliyetçiliklerine
ilişkin eleştirilerim örneğin Marksizmin Yeniden İnşası, Uluslar ve
Ulusçuluk Teorisine Giriş gibi kitaplarımda bulunmaktadır.
Bu öneri ve öngörülere sadece bir arkadaşım dikkat etmiş ve mealen
şöyle bir eleştiride bulunmuştu: “Kürt hareketinin limitlerini (Sınırlarını) küçümsüyorsun.
Bunu önermek hayaldir.”
Aslında ben de Lokman Polat’a yazdığım cevapta, benim
önerimin bu açıdan eleştirilebileceğini yazıyor ve şöyle diyordum:
“Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki
önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden, Kürtlerin ayrılma hakkını ya da
Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek gibi bir anlam
çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi
strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır.
Yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin
küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete, potansiyellerinin ve
limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal
Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir.
Yazıyı yazarken, okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması
gerektiğini düşünmüştüm.
Bu yaklaşım
oldukça yenidir.”
Ve önerimi
mantık sonuçlarına götürerek, Kıvılcımlı’nın Kürt sorununu Türk sosyalist
hareketini yedek gücü olarak tanımlamasına karşı, böyle bir stratejinin Türkiye’deki
ezilenleri Kürtlerin Yedek gücü olarak tanımlaması gerektiğini söylüyordum. Ve
örneğin Şöyle yazıyordum:
“Bugün
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sol hareketini eleştirirken haklı olarak,
burjuvazinin kuyruğuna takılmakla ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin devrimci
potansiyelini görmemekle eleştiriyor. Ama tam da bu eleştiriyi yaparken,
kendini, ezen ulusların proletaryasının mücadelesinin bir nesnesi ve yedeği
olarak görmüş oluyor. Getirilen ve tartışılmak istenen teze göre ise, Kürtleri
ezen ulusların proletaryası ve köylüleri, Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşı içindeki
proleter ve sosyalist kanadın, ve bu kanadın öncülük yapması halinde, Ulusal
Kurtuluş Hareketinin yedeği ve nesnesi olarak getiriliyor.
Birbirini
tamamlayan bu zıtlığı daha da göze batırmak için şöyle diyelim. Kürtleri ezen
ulusların sosyalistleri, Ulusal sorunu, Proletaryanın yedek gücü olarak görür.
Örneğin Dr. H. Kıvılcımlı'nın kitabı, yeni Türkçe'yle "Yedek Güç:Ulusal
Sorun" başlığım taşır, böyle bir kitabın muhatabı: Türkiye
Proletaryasıdır. Ama Kürdistan Proletaryası için, Kürdistan'ın Kurtuluş
Savaşında, sosyalist bir kanadın başarısı için yazan bir sosyalist, kitabına
şöyle bir başlık koymalıdır: "Yedek Güç:Ezen Ulusların
Ezilenleri".”
Kürt hareketi
sadece önerdiğimiz programı benimsemedi ve ya kendisi keşfetmedi, aynı zamanda önerdiğimiz
stratejiyi de benimsedi. Türk ezilenlerini ve demokratlarını ve işçilerini
yedeğine almaya çalışıyor.
Öcalan’ın “Demokratik
Cumhuriyet Partisi” önerisi, hatta enternasyonal kurmaktan söz etmesi tamı
tamına böyle bir stratejinin ve bakışın ifadesidir.
Ve bizim
yazılarımız ezen ulustan bir Devrimci ve Marksist’in ne yapması gerektiğini
gösteren somut bir örnektirler. Şu an b.u yazıyı yayınlayarak da bu işi yapmaya
devam ediyoruz.
Bu yazılar bugünkü “Süreç”i kavramak için kırk yıl önceden
yazılmış yazılardır.
Demir Küçükaydın
11 Ağustos 2025 Pazartesi
Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi
Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi
yollarından biri de geçmiş üzerine ama günümüzde yazılanları yani tarihleri
okumaktır. Çünkü, sanılanın aksine, Tarih, Tarih'ten ziyade bugünle ilgilidir.
Onlar, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile kanıtlama
çabasından başka bir şey değildirler. Bunun içindir ki, Tarih'i pek değil ama
günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama yaşanan Tarih'i; bu Tarih içihde
çatışan güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en iyi
yollarından biri de Tarih kitaplarını okumaktan geçer. Keza, yaşanmış bulunan
Tarih de, en keskin çizgileriyle, Tarih'in Tarihinden çıkarılabilir.
Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi,
diğer uluslar üzerindeki sömürü ve egemenliğini haklı gösterebilmek için, o
halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar. Oryantalistik'ten
Antropolojiye kadar, tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde bilimlerin
kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle,
sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten
incelenmeye değer bir konudur.)
Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen
ulusların burjuvazisi de, kendi Tarihini yeniden yazar. Bu Tarihler,
sömürenlerin iddialarının aksini , yani
ne kadar uygar olduklarını ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını
anlatır. Bütün bunlar doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük
uygarlık beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da yarı, yeni sömürgesi
olmuşlardır.
Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen
ulusun tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve varsayımlarını paylaşmış olur, onun
ufkuna hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken
zımnen kendisini ezenlerin şu varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar
ya da "yüksek bir kültürden" gelmeyenler,
medenileştirilmelidirler.
Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A.
Cabral'ın bir yazısını okuyordum. Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir
zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık bulunduğunu anlatmaya
çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına daha bir
haklılık kazandıracakmış gibi.
Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu
çabalarıyla, farkına bile varmadan, kendilerini ezenlerin ölçülerini,
değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu.
Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya
hariç - hemen hiç bir medeniyet varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan
bir tarihi yaratmak zorunda kalıyordu. Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar
Siyah Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin çeşitli aşamalarındaki
topluluklardan oluşuyordu.
Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye
utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek
tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl
kadar önce, Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında,
bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi?...
Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor.
Kürt burjuva ve küçük burjuva tarihleri, egemen ulusların tarihçiliğine,
onların varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor. Bu eğilim Kürt
tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği,
dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile
anmayı affedilmez bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde
şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin Med'ler ve diğer birçok Ön Asya medeniyetleri
Kürt yapılıyor.
Kürtlerin ya da Türklerin ya da Herhangi bir ulusun hiç
bir medeniyet kurmamış olması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya
da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için,
daha önce bir veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi
gerekmez.
Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar
burjuvazisinin varsayımları çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya
çalışılması, Kürdistan burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin konumundan ve
çıkarlarından kaynaklanır. Ve bu anlayış, potansiyel olarak, koşullar
değiştiğinde, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin
temellerini oluşturur.
Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva
ideolojisinin egemenliğinin bir ifadesi olmakla kalmaz, aynı zamanda,
Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir yandan,
Kürdistan'da, hiç de küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan
azınlıkları, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan,
ayrılma hakkını, sadece ulus olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve
savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt Tarihi örneğinde, gerçeği değiştirdiği için,
düşmanlarının eline silah verir.
Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih
Anlayışının metodolojisi ile, Kürtlerin ve Kürdistan'ın tarihini yazmaktır;
Tarih'i tahrif eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın kurtuluş
mücadelesini zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir.
Kürdistan sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek
ve bu mücadeleye gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel
zaferlere ihtiyacı vardır.
17.9.1986
Bu yazıya ilişkin not:
Bu yazı Celal Aydın imzasıyla yazıldı.
Kürdistan Press'de yayınlanıp yayınlanmadığını hatırlamıyorum. Aşağı yukarı
aynı, bazı değişiklikler içeren başka bir versiyonu daha sonra Özgür
Gündem'de yayınlardı.
05 Şubat 1999 Cuma 17:13
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları
Kürdistan Press,
Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak;
bu mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün,
bir metodun, bir programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek
netleşmesine ve ağırlığının artmasına katkıda bulunmak için çıkıyor.
Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan
sonra daha ne kadar da oluşturacak olan Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel
olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl bir yere sahiptir?
Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve
çabalarına anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede
bulunmaktadır?
Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu
soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği cevapla diğer eğilimlerle ayrım
çizgilerini çizebilir.
Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan
bakmak; ya da başka bir ifadeyle, Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın
kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih
içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için olmazsa olmaz ön
koşuldur.
Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel"
(Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve evrensel Tarih
bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada
bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel
olarak var olabildiği için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir
sınıf değildir. Evrensel ölçüde var olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir
bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası olarak kaldığı
sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program
geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun
ezilenlerinin mücadelesini örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o
ulusun proletaryası olmaktan çıkmak, Marks-Engels'in bir zamanlar övünçle
kendilerini tanımladıkları gibi: Kozmopolit olmak, ancak bundan sonra,
bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş mevziinde yerini almak
zorundadır. Yani inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde, ulusun diğer
sınıfları karşısında bir karşı kutup, bir alternatif yaratıp ideolojik bir
hegemonya kurabilir.
Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş
mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce, Dünya Tarihsel bir metot ve dünya
görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı vardır. Bu da kendi
mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk adım
atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel
Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır.
***
Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde,
üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel
görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle
yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal
Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama
değildirler.
Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi
kavramak gerekiyor. Var olması nesnel olarak zorunlu bir aşama, ne demektir?
Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek medeniyetinden direk kapitalizme
fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta üretiminin yaygınlık
düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini ve Avrupa
derebeyliğini, dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak
tanımlayamayız.
Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En
azından Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel
nedenlerine dayanan bir aşama içinde değildir. Bugün yaşanan Tarih, yaşanması
zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir yol, bilimsel sosyalizmin
kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu durumda,
milyonlarca insanın, birkaç kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal
Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı.
Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları,
emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi başarabilseydi, sömürge ve
yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş
ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden
bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan
şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya
cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı
sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını Avrupa
Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir
yeryüzü" kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış
olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir.
Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin
yeterince olgunlaşmamış olmasından, ne de proletaryanın Antik Tarihin köle ya
da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum kuracak nesnel yeteneği
olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki ihanetler nedeniyle
bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir.
Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel
yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin edici karakteristiğini anlamamalarında
yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi mücadelelerinin ekseninden
baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin ekseninden
bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi
görüyorlar, dolayısıyla Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya
diktatörlüklerinin kurulması mücadelesini, tarihin geçilmesi zorunlu bir
aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam da bu noktada, mantıki sonuçlarıyla,
farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş oluyorlar.
Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım,
nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek;
ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş savaşlarını, dolayısıyla Emperyalizmi
ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi zorunlu bir aşamasıymış
gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden kaynaklandığını
kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri reddetmek
anlamına gelir.
Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle
akmasına yol açan? Üretici güçlerin sosyalizm için olgunlaşmadığı ya da başka
bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda
emperyalizm yani çürüme çağına girmediği...
Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun dayandığı tüm Marksist ekonomi politiğin
yanlışlığı demektir.
Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme
çağına girmiş olmasına rağmen, köle ya da serfler gibi, üstün bir düzen kurma
yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir sınıf olmadığı olabilir. Bu da
Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir.
Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve
zorunlu bir aşama olarak görmek, kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına
dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol açar. Madem ki güçler sosyalizm için
olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil bir sorunu değildir.
Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa
dayanmaktadırlar.
İkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş,
proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf olmadığı, ya da artık bu vasfını
kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak başka bir güç aranması
sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya halkları,
kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte,
küçük burjuva ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir.
Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da
gizli varsayımların anlamadıkları ya da göremedikleri bir şey var: eğer
Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada, doğanın tahribi
korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom
silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur.
Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir
de, çünkü eğer insanlık yok olsa bile, bu Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya
sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya koyup, bu yok oluş
tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler olmuştur. Ve
bu Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve
ihanetlerin onun görevini yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin
zorunlu bir dönemden geçmediğinin kanıtı. Marksistlerin "ya
barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu yaşatan.
İnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin
bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu kaderin ne olacağına dair tayin edici
kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir.
Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan
sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış görüyoruz: Batı Avrupa ve
Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya ülkeleri ve Sömürgeler
bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek
zayıflayacak olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak,
ondan sonra da emperyalist ülkeler proletaryası ayaklanacak.
Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci
kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü akışını zorunlu görmüş olmuyorlar,
ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde, böyle uzun bur
çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar.
İnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş
olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor. Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, eğer
emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri ülkeler proletaryasına
biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman
kazandırabilirse ne mutlu.
İlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan
özelinde sanki mücadele azmini baltalarmış gibi görünebilir.
"Eğer sonuç ileri ülkelerde
belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızsa,
kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var"
diye düşünülebilir. Ancak, büyük devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır.
Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç düzeyine henüz hiç bir
ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus emekçilerini
kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda
bulundukları için o destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini,
Kendilerini kurtarmaları için değil, ayaklanan alman bahriyelilerine destek
olmak için ayaklanmaya çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş Mücadelesini bütün
gücümüzle destekleyeceğiz, onda yer
alacağız, ama insanlığın battığı bir dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir
anlam taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir katkıda bulunabilmek
için.
19.09.1986
Celal Aydın
Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları
Kürt ulusu,
sadece bağımsızlığı için savaşırsa, belli dengeler ortamında belki bu
bağımsızlığı kazanabilir. Ancak, yıllardır süren Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının
ortaya çıkardığı bir gerçek vardır: sadece Kürtlerin ulusal bağımsızlığı için
savaşmak, Kürdistan'ın kurtuluşunu geciktirmekte, gerçek müttefikleriyle bağlar
kurmasını engellemekte, yenilgilere ve moral bozukluklarına yol açmaktadır.
İlk bakışta,
şöyle bir akıl yürütme, son derece mantıki gibi görünmektedir. Ulusal kurtuluş hedefi en geniş cepheyi
kurmayı sağlar, ondan sonra ikincil sorunlar gündeme gelir. Bu anlayışın
programatik ifadesi, nasıl bir ekonomi temeli ve üstyapı (devlet vs.)
sorularını açık bırakarak, bağımsız bir Kürt devleti için savaşmak olmaktadır.
Ne yazık ki, ya
da çok şükür, Tarih, düz ya da metafizik mantığa göre hareket etmiyor. Bağımsız
bir Kürt devleti uğruna mücadele, Kürt sosyalistlerini Kürt burjuvazisinin
kuyruğuna takmakta, dolayısıyla küçük ve cılız ve korkak Kürt burjuvazisini
kazanayım derken,
en geniş müttefiklerini kaybetmesine, proletaryanın kendi bağımsız programını
geliştirememesine yol açmaktadır. Sonuçta, burjuvazinin tüm korkaklıkları,
yalpalamaları, uzlaşmaları Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesine damgasını vurmakta,
yenilgiler ve umutsuzluklar birbirini izlemektedir.
Kürdistan
sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama
Demokratik bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının
engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları
takdirde, belki Kürt burjuvazisini kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri
kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun otomatik yan ürünü olacaktır.
Bugün Irak ve
İran'ın bir bölümü Kürt gerillaların elindedir. İran, Irak ve Türkiye'de
binlerce devrimci, aydın, sosyalist kendi burjuvazilerinin saldırıları
karşısında mülteci olarak, bu bölgelere değil de Avrupa'ya kaçıyor. Niçin?
Çünkü, bağımsız bir Kürt devleti şeklindeki program, demokratik cumhuriyetin önüne geçmiş
durumda. Kürdistan'ın
dağlık bölgelerine hakim olan gerillalar, İran'da, Türkiye'de ve
Irak'ta, gerçekten demokratik
cumhuriyetler için savaşsalar, buralar tüm devrimcilerin toplaşıp güçlerini
düzenledikleri birer çekim merkezi haline gelirler.
Kürdistan'da
birçok azınlıklar bulunmaktadır. Bunlar Kürdistan nüfusunun hiç de
küçümsenemeyecek bir
bölümünü oluşturmaktadır. Bu azınlıklar için de, aynı nedenlerle, bağımsız bir
Kürt devleti kurma savaşı bir çekim merkezi oluşturmuyor. Bu azınlıkların genç kuşakları Avrupa'ya
sığınıyor.
Kürt
sosyalistleri, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi, kendi bağımsız programlarını
geliştirmeyi göze aldıkları takdirde, kendilerini ezen ulusların işçi ve
köylülerini, Kürdistan'daki azınlıkları kazanabilirler. Kürtlerin kurtuluşu,
Kürtlerin, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmayı
hedeflemelerinden geçer.
Bağımsız bir Kürt
Devleti programı, ne ezen ulusun işçi ve köylülerini ne de Kürdistan'ın
azınlıklarını harekete geçiremez. Bu yığınlar, Enternasyonalist
görevlerinin
hatırlatılmasıyla seferber edilemez ve örgütlenemez. Bunun tek yolu, ezen ulusun ezilenlerine,
onların can yakan
sorunlarına cevap veren alternatif bir program geliştirmektir.
Kürdistan'daki
azınlıkları kazanmanın da tek yolu budur. Gerçekten Demokratik
Bir Cumhuriyet, planlı ekonomi,
toprak reformu, tüm bu güçleri mücadeleye
kazanabilir. Egemen ulusların burjuvazisi ancak böyle tecrit edilebilir.
Kürdistan'da
burjuva ve proleter programların farkı budur. Küçük burjuvazi ise bağımsız bir
program geliştiremiyor. Burjuvazinin programını benimsiyor ve sadece mücadele
biçimlerinde
radikal olarak ayrım çizgisini çekmeye çalışıyor.
17.09.1986
Celal
Aydın
Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2)
Kürdistan Press'e
daha yayınına başlamadan, birbirini tamamlayan ama farklı sorunları ele alan
bir seri makale yollamıştım. Bunlardan yukarıdaki başlığı taşıyan biri de 2. sayıda yayınlandı. Bu makaleleri yazıp
yollamaktaki amacım, Kürdistan Press'in sadece Kürdistan ve Kürt Ulusal
Kurtuluş Mücadelesindeki olay ve gelişmelerin aktarıldığı bir gazete olmakla
kalmayıp, aynı zamanda Ulusal Kurtuluş Mücadelesine ilişkin temel programatik
ve stratejik sorunların tartışıldığı bir forum fonksiyonu da görmesine katkıda
bulunmaktı.
Yazıyı yazarken, onun yanlış anlaşılacağını ve
söylemediği şeylerden ötürü epey eleştiri çekeceğini tahmin ediyordum. Fakat,
ancak, yanlış da olsa, eleştiriler geldiği takdirde fiilen bu forum
gerçekleşmiş olur ve yanlış anlamalar giderilebilirdi.
Beklenen oldu. Kürdistan Press'in 9. sayısında, hem yazının anlaşılmadığını, hem
de yaygın önyargıları yansıtan Lokman Polat imzalı ve "Kürdistan
Kurtuluşunun Sorunları Metafizik Mantıkla İzah Edilemez" başlıklı
eleştiri yayınlandı. Bu eleştirinin yayınlanmış olmasına herhalde hiç kimse
eleştiriye uğrayandan daha fazla memnun olmamıştır. Çünkü, umut ediyoruz ki, bu vesileyle, Kürdistan'ın kurtuluşunun temel
sorunları üzerine bir program ve strateji tartışması başlar.
***
L. Polat'ın eleştirisinin şahsımla ilgili ve yanlış
bilgilerle dolu kısımlarına girmeyi gereksiz görüyorum. Bu tür iğne
batırışlarından rahatsız olmayacak derecede kalın bir derim var. Ama, şahsım
vesile edilerek H. Kıvılcımlı ve "Troçkizm" hakkında bazı
peşin yargılar sıralanıyor ki, esas konuya geçmeden önce kısaca bunlara
değinmek gerekiyor.
Kıvılcımlı hakkındaki küçümseyici ve hor görücü ifadeler
ancak onun hakkındaki tam bir cehaletin ürünü olabilirler. Kıvılcımlı'nın
l93O'lu yıllarda yazdığı "İhtiyat Kuvvet: Milliyet" adlı eseri
yayınlanalı yedi yıldan fazla oluyor.
Acaba L. Polat ya da başka bir yazar, aradan yarım asır geçmiş olmasına rağmen,
ne Türkiyeli ne de Kürdistanlı sosyalistler arasında bu ayarda bir eser ortaya
çıkarılabilmiş olduğunu iddia edebilir mi?
H. Kıvılcımlı, özellikle l96O-7O'li yıllarda Ulusal Sorun
konusunda zaman zaman susmuştur da. Ama bunun kaynağı, onun Sovyetlerin
politikasının sadık bir takipçisi olmasındadır. Bu vesileyle Kürdistan Press
sayfalarında Türk Solunun hastalığı olarak ve
de haklı olarak belirtilen milliyetçiliğin, sadece Türk Solunun değil ama
l926'dan sonra III. Enternasyonal ve Sovyet çizgisinin, dolayısıyla
uluslararası bir hastalık olduğunun görmezden gelinişine de değinmek gerekir.
Aynı hastalık Kürt Solunda da vardır, ama Kürt ulusunun Kurtuluş Savaşı verdiği
bugünkü koşullarda, milliyetçiliğin ilerici yanı dolayısıyla Türk Solu'nda
olduğu kadar sırıtmamaktadır.
Gelelim "Troçkizm"e. L. Polat "Troçkist"lerin
Lenin'i bir referans noktası olarak görmedikleri gibi çok yanlış bir önyargıya
sahip. Aynen şöyle yazıyor: "Dedik ki,
C. Aydın bir Troçkistdir; eğer bir Leninist olsaydı Lenin'in ezilen halkların
ulusal kurtuluş savaşlarıyla ve de ulusal demokratik devrimlerle ilgili
söylediği bir çok sözlerin ve Üçüncü Enternasyonal'in bu konuyla ilgili bir çok
kararını buraya aktarırdık".
Bildiğimiz kadarıyla "Troçkist"ler
kendilerini' "Troçkist" diye tanımlamazlar, "Devrimci
Marksist" ya da "Bolşevik Leninist" olarak
tanımlarlar ve onlar, Marks, Engels, Lenin'in geleneğinin en sadık, en Ortodoks
ve en tutarlı izleyicileri oldukları iddiasındadırlar ve / veya en azından
böyle olmaya çalışırlar. Böyle olup olamadıkları ayrı bir sorun, ama L. Polat
arkadaşın sandığının aksine Marks-Engels-Lenin ve III. Enternasyonal'in ilk
dört kongresinin kararlarını referans alarak her zaman "Troçkist'lerle
tartışmaya girebilirsiniz, çünkü onlar zaten bu referans noktalarından hareket
etmektedirler.
Bu vesileyle L. Polat'ın karıştırdığı bir noktaya daha
değinelim. Bir görüşün taraftarı, taraftarı olduğu görüşü her zaman hakkıyla ve
doğru olarak savunamayabilir ve onu rezil edebilir. Bu durumda, o toy
savunucuya bakarak, o görüş hakkında bir karar vermeye ya da o görüşü
eleştirmeye kalkmak metodolojik olarak yanlış, ahlaki olarak da bir köylü
kurnazlığının ifadesi olur. C. Aydın da, taraftan olduğu görüşün toy ve onu
rezil edici bir savunucusu olabilir. Belki ileri sürdüğü öneriler, savunduğunu
iddia ettiği görüşlerle ilgisiz olabilir. Bu durumda, C. Aydın'ın yazdıklarından
hareketle, onun kendisini taraftar kabul ettiği çizgiyi mahkum etmeye kalkmak,
en hafif bir ifadeyle bilimsel bir sorumsuzluğu yansıtır.
L. Polat arkadaşımız muhakkak ki Marksizm-Leninizm'e
inanıyor olsa gerek. Ama bu örneğin gösterdiği gibi, bu inancını çok toyca ve
inandığı fikri rezil ederek savunuyor. Şimdi birinin çıkıp da, L. Polat'ın
dediklerinden hareketle Marks veya Lenin'in düşüncesini çürütmeye kalkması
saçma olur. Aynı saçmalığa düşmemeyi, herhalde başkalarının da L. Polat'tan
bekleme hakkı olsa gerek.
***
L. Polat'ın
eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt
Ulusu bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler
için savaşmalıdır." ya da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için,
kendini ezen ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır."
Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle
somutlanmaktadır:
"Kürdistan sosyalistleri ve
proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik bir
cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği
gerçekten demokratik bir cumhuriyet için"
savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin gerekçelendirilişi ve
taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketini yedek güç olarak gören
Türkiye Proletaryası, nasıl bu yedek olarak gördüğü gücü kazanmak için somut
bir program ortaya koymak zorundaysa, aynı şekilde, tersinden, kendini ezen
ulusların ezilenlerini yedek güç olarak gören, Kürdistan Proletaryası da,
bunları kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundadır. Yazıda bu
programın ne olacağı tartışılmaktadır.
Anlaşılırlığı sağlamak için yapılan bu kısa açıklamadan
sonra, gelelim L. Polat'ın eleştirilerine:
l) "Toplumsal kurtuluş
adına Ulusal Kurtuluşu reddeden. köylülüğü inkar eden saf proleter bir devrim
Kürdistan'ın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda uygulanamaz ve en önemlisi
bugün Kürdistan'da gündemde olan sosyalist bir devrim değil, ulusal demokratik
bir devrimdir."
Yazımızın hiç bir yerinde ve yukarıda daha da açıklanan
temel fikirlerinde "toplumsal kurtuluş" ya da "saf
proleter bir devrim" den söz edilmiş değildir. Söylediğim sadece
"demokratik cumhuriyet"tir. Söylemediğim şeylerden hareketle
eleştirilmiş olmuyor muyum?
Ama L. Polat'ın böyle eleştirmesinin anlaşılmayacak bir
yanı yoktur. O bir yerlerden duymuştur ki
"Troçkistler köylülüğü reddeder" ve "saf bir proleter
devrim" için uğraşır. Eh, C. Aydın da "Troçkist"
olduğundan, ancak bunu savunuyor olabilir diye çıkarsamayı hemen yapmıştır. Ne
yazık ki, L. Polat böyle yaparak D.
Perincek gibi burjuva sosyalistlerinin yargılarını tekrarlamış olmakta, hatta
D. Perincek'in "bir iktidarsızlık doktrini olan troçkizm" gibi
yargılarını benimsemekte bir mahzur görmemektedir. Doğrusu ilginç bir
yakınlaşma.
2) L. Polat, "Demokratik
Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir
yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı
aktarıyor, ama, benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden
sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın yanlış anlamalara olanak vermemek
için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken çıkardığı cümlecik
şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının
engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet."
Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir,
gerek Kürt gerek Türk soluna son derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen
hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor. Çünkü, bu fikirden hareketle,
bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği çıkarsamasını
yapıyorum.
Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak
ulus olunca sahip olunabilecek bir şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız
devlet kurma hakkım savunmak için hep Kürtlerin bir ulus olduğu kanıtlanmaya
çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için Kürtlerin bir
ulus olduğunu açıkça belirtelim.) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden,
ulus olmayan, tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine
ulus olduğuna dair bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız
bir devlet kurma hakkından söz edilemeyeceği varsayımını içerir.
Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde
başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar doğuracak bu varsayımın yanlışlığım
göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için ulus, milliyet vs. olmak
gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in Demokratik
Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette,
isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli
ve bunu engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır.
Örneğin Lenin, Devlet ve İhtilal'de Engels'ten
alıntı yapıyor:
"O
halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan
başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den
l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre,
tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur.
Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl
vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci
Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor." (s.95)
Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu:
"Engels bakımından, merkeziyetçilik,
'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi arzularıyla (a.b.ç.)
savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan 'buyurma'yı
söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla
bertaraf etmez" (s.95)
Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının
ulus olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir.
Türkler açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet
kurma hakkı demektir, Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız
bir Kürt devletine karşı olması diye bir şey söz konusu değildir. Otomatikman
bunu da içerir.
Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı
devlet kurma hakkı değil, ama aynı zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini
ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi yüklenmiş olur. Ama böyle bir
program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir şeydir. Bağımsız bir
devlet kurma programı, bu devletin
alabileceği somut biçimleri ele almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir
devleti de güçleştirir.
Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü
topluluğun kendi özgür iradeleriyle birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne
gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır?
Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi,
böyle bir programı savunan bir öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun
ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve programı uğruna mücadele için
örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen ulusların
bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir.
Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer
ulusları da yanına kazanabilir. Örneğin İran'da Azeriler de ezilen bir
ulusturlar. Ama bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri, Kürt Devleti
uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların mücadelesini
de ateşleyip, ivmelendirebilir.
Böyle bir program, Kürdistan'daki azınlıkları da aktif
olarak mücadeleye çeker. Unutmayalım, Kürdistan'daki Kürt olmayan azınlıklar,
nüfusun neredeyse yarıya yakınını kapsamaktadır. Sadece bağımsız bir Kürt
Devleti programı, bu azınlıkların mücadeleye girmesi için çekici değildir,
çünkü ayrılmayı ulus olmaya bağlamaktadır. Ama yukarıdaki gibi bir program
Kürdistan'daki azınlıklara şunu demiş olur: "Sizler, Süryaniler,
Keldaniler, Nasturiler, Yezidiler, Araplar, Azeriler, Türkler vb., bizim
programımıza göre, eğer istediğiniz takdirde, bir tek köy bile olsanız ve
ayrılmayı istiyorsanız ayrılabilirsiniz."
Ama Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği böyle bir program
için savaşmadı ve savaşmıyor. Bundan dolayı da, Kürt ulusunu son derece geniş
potansiyel müttefiklerinden yoksun bırakıyor. Ve tam da bu nedenle, sadece
bağımsız bir Kürt devleti için savaştığından dolayı, bağımsız bir Kürt
Devletini kuramıyor.
Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının, kendini ezen ulusların
emekçilerini de kurtarmak gibi bir programı olmazsa, başarıya ulaşması zordur.
("Olanaksızdır" demiyorum. Belli dengeler ortamında olabilir. Ama bu
fiilen yeni bir Yalta demektir). Paradoksal bir ifadeyle, Kürtler, kendilerini
ezen ulusların emekçilerini kurtarmaya kalkarlarsa kendilerini de
kurtarabilirler. Ama böyle bir programı da ancak, Kürdistan Proletaryası ortaya
koyabilir. Bunun şimdiye kadar ortaya koyulamaması, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İran, Irak, Türkiye arasındaki
üçgene, yani aynı zamanda Kürdistan'ın en geri, Proletaryanın en zayıf olduğu
yere sıkışmış olmasındandır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi bu çelişkinin içinde
bunalıyor. Buralarda güçlü olan akımlar, yukarıdaki gibi bir program
geliştiremediği, kendini ezenlerin ezilenlerini de kurtarma mücadelesine
girmediği için, daima devletler arası çelişkilere dayanmak zorunda kalıyorlar.
Ve tam da bu nedenle, daima ihanete uğruyorlar ve Kürt Ulusu binlerce evladını
yitirip acılar içinde kıvranmaya devam ediyor. Tarihten çıkarılacak ders budur.
L. Polat da, Kürt ulusunu yenilgilere mahkum eden bu
anlayışı, bizi eleştirirken en açık biçimde şöyle ifade ediyor:
"Kürt sosyalistleri bağımsız bir devlet kurmadan
demokratik cumhuriyeti nasıl oluştururlar?"
Kıymetli eleştirmen, bizi metafizik mantıkla suçluyor
ama, tam da metafizik yaklaşımı kendisi ifade etmiş oluyor. Tarih ve sosyoloji
bunun tersinin doğru olduğunu göstermiştir. Yani "Kürt sosyalistleri,
demokratik bir cumhuriyet programı ve bunun ürünü olan bir ittifaklar manzumesi
kurup Ulusal Kurtuluş hareketine öncülük etmeden, Kürtler'in bağımsız bir
devlet kurması çok zordur."
İşte ortada iki ayrı stratejinin iki özlü ifadesi. Her
ikisi de Kürtlerin Ulusal Kurtuluş Savaşının başarısını amaçlıyor ama ayrı
program ve stratejiler öneriyor. Burada, kolaycılığa kaçmadan tartışılması
gereken bu iki ayrı program ve stratejidir. Kürdistan Press, aynı
zamanda bu can alıcı konunun tartışıldığı bir forum olmalıdır.
L. Polat, yukarıda aktarılan satırlarıyla, bizi
eleştirirken farkına varmadan iddiamızı da doğrulamış olmaktadır. Yani kendisi
bir sosyalist olarak, Kürdistan'da egemen olan tüm akımlarla aynı görüşü
paylaşmış oluyor: "önce bağımsız bir devlet". Bizim iddiamız
da, şimdiye kadar mücadelenin bu amaç için yürütüldüğüydü.
L. Polat, ne demek istediğimi anlamak için kafa
yormadığından, söylemediğimiz şeylerden dolayı bizi eleştiriyor. Bir iki örnek
verelim:
"Kürt, Arap, Fars ya da Türk hangi
devrimci kurtarılmış bölgelere gitmiş de oradan kovulmuştur?" diye
soruyor. Yazımın hiç bir yerinde kimsenin kovulduğundan söz etmedim.
Kurtarılmış bölgelerin bir çekim merkezi olmadığından söz ettim. Yani oraya
gitmiyorlar ki kovulsunlar. Bu gitmeyiş de o insanların niyetleriyle,
mücadeleden kaçmalarıyla vs. açıklanamaz. Gerçekte bu insanlar ancak
önerdiğimiz türden bir program için oraya gidip savaşırlar. Ancak öyle bir
program, bu insanlarda coşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini harekete
geçirebilir.
Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün Kürdistan'ın
kurtarılmış bölgelerinde bir demokrasiden değil ama belki paternalist bir
hoşgörüden söz edilebilir. Elbette bunun nesnel temelleri vardır. Ama gerçek de
budur. Ve bu gerçek, örneğin bir İspanya İç Savaşına bütün dünya ilerici entelijansiyasının akması gibi bir coşkunun
harekete geçişinin önünde bir engel olmaktadır.
Aynı şey Kürdistan'daki azınlıklar için de geçerli. Bu
insanların da Egemen devletlerin baskısı karşısında Kürdistan'ın kurtarılmış
bölgelerine değil de Avrupa'ya gittiğini ya da Ezen ulusların işbirliğine
yöneldiğini görmezden gelemeyiz. Onlar, "Kürtler savaştığı için
Avrupa'ya kaçıyorlar" demedim. Sorarım L. Polat'a, Hangi Kürt partisi
Kürdistan'daki azınlıklara, kendi kaderini tayin hakkını garanti eden bir
program sunuyor? Yok böyle bir parti. Kürt bağımsızlık hareketi, Kürdistan'daki
azınlıklara da paternalist bir hoşgörüyle yaklaşmaktadır. Ama böyle bir
yaklaşım, o güçlerin enerjisini ve fedakarlığını harekete geçiremez.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, her yaptığını
alkışlayanların değil, bir yandan kendisiyle dayanışırken, diğer yandan
kendisine en ağır eleştirileri yöneltenlerin gerçek dostları olduğunu
anlamalıdır. Kürt yoldaşlarımıza: onlarda yanlış gördüklerimizi söylemeyerekten,
onların sempatisini kazanmak istemiyoruz ve gerçek Kürt sosyalistlerinin de
eleştirenleri düşman gibi görmeyecek bir olgunluk içinde olduğuna inanıyor ve
bizlerden bunu beklediğini sanıyoruz.
l8.02.l987
C. Aydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder