İnsanın ara sıra eski yazdıklarını gözden geçirip bir sağlama yapması; nerelerde neden yanlış yaptım diye düşünmesi gerekir.
Bir yıl önce bugün, yani 1 Haziran günü, yazdığımız yazı noktasına, virgülüne bile dokunmadan, acele yazılmış olmanın bütün uslup ve ifade bozukluklarıyla aşağıda yer alıyor. Okuyucu karar versin.
Gezi boyunca neredeyse hemen her gün bir yazı yazdık. Bu yazılardan en önemlilerini de bir kitap olarak yayınladık. Aslında kitap Gezi üzerine çıkmış kitapların, hem de gezi boyunca yazılmış, Gezi ile diyalektik bir ilişki içindeki en önemli örneğidir. Ancak kitap biraz geç basılabildiği için; zengin ve güçlü yayınevleri reklamını yapmadığı için; hatta bir dağıtıcı bile bulamadığı için bilinmez kaldı. Bu vesileyle Gezi’yi yapan her biri birer bilgisayar veya akıllı telefona sahip olan ve onu gayet etkili kullanabilen genç arkadaşların dikkatine bu kitabı çekmek isteriz. Kitabı, pdf, epub, mobi gibi dijital kitap okuyucularında veya akıllı telefonlarda kolaylıkla okunabilecek formatlarla, isteyenin indirmesi için internete de koyduk. Şu adresten hepsi indirilebilir:
İndirin, okuyun, paylaşın ve tartışın.
01 Haziran 2014 Pazar
“Gezi Parkı” Direnişi Notları ve Dersleri
Aslında biraz uzunca bir demokratik birikim ve hazırlık yapılmış olsa bir demokratik devrime bile yol açabilecek saatlerde yaşıyoruz.
Ama demokratik bir devrim olmayacak, olamaz. Çünkü bu birikimi ve hazırlığı yok. Örgütsel değil, fikri hazırlığı yok her şeyden önce. Michelet, Fransız İhtilalı Tarihini anlatırken, devrimin aslında çok önceden nasıl kafalarda olgunlaşıp gerçekleştiğini çok güzel anlatır.
Devrimler önce insanların kafasında olur, sonra gerçekleşirler. Türkiye’de insanlar henüz demokrat değil . Bu nedenle olmayacak.
Ama olaylar demokratik bir devrimin olabilirliğinin bir göstergesi ve belki bir habercisi.
*
Mısır’da Tahrir’de olanları El Cezire’nin canlı yayınlarından izleyerek neredeyse dakikası dakikasına yorumlar yapmış, sonradan neredeyse hepsinin doğruluğu ortaya çıkan, öngörülerde bulunmuştuk.
O zaman olaylardan çok uzakta çok dolaylı bilgilere dayanıyorduk ve yazdıklarımızın dil farkı nedeniyle herhangi bir şekilde olaylar üzerinde etki yapması olasılığı neredeyse sıfırdı.
Şimdi ise durum birazcık farklı.
Birincisi İstanbul’da yaşıyoruz. Dolayısıyla doğrudan görme, içine katılma, doğrudan izlenimler edinme, nabzını daha doğrudan tutma şansımız var.
İkincisi ise dil bariyerleri, engelleri yok. Küçük de olsa yazılanların bir etkide bulunması olasılığı bulunuyor.
*
Yıllardır İşçi hareketinin ve Yeni Sosyal Hareketlerin eğilimlerini, derslerini incelemeye sistemleştirmeye, hafızaya kaydetmeye çalıştım. Şimdi yine onları bir kontrol etmenin, sağlamanın zamanı.
Bu nedenle olaylar devam ederken, hem ağaçlardan ormanı kaybetmeyen, hem küçük belirtilerden genel eğilimleri çıkarmaya çalışan analizler yapmaya çalışalım.
Her halde gelişmelere en iyi katkıyı böyle yapabilirim diye düşünüyorum.
Şu an gitsem Beyoğlu’na ya da her yerde kendiliğinden ortaya çıkan toplanma yerlerinden birine, belki egemen ruh hali hakkında daha fazla doğrudan gözlemim olabilir, ama orada artık “amca sen kenarda dur” diyen gençlerin yanında ayak bağı veya sadece bir tek birey olmaktan öteye giden bir şey yapamam. Ama bilgisayarın başında oturarak, bir şeyler yazarak, bazı şeyleri paylaşarak, yayılmasına ve duyurulmasına katkıda bulunarak; kimi küçük yorumlarla insanların aklına belki bir fikir düşürmeye çalışarak daha fazla katkıda bulunabilirim gibi geliyor.
Tabii bunun da bir optimum dengesini bulmak gerekiyor. Olayların da nabzını elden bırakmamalı, nefesini de hissetmeyi boşlamamalı. Fazla da eve tıkılmamalı.
*
Ancak dün gece ev bile biraz sokak gibiydi.
Oturduğum ev Kadıköy’de, ‘Tepe Nautilus’ denen bir AVM’ye yakın. Aslında Kadıköy’ün merkezine yakın, ama aynı zamanda hem anayolların ortasında, hem de biraz mahalle gibi bir yerde. Minibüslerin egzoz sesinden ve gerekli gereksiz çaldıkları düdüklerden başka bir şey duyulmaz normal olarak.
Kadıköy genellikle şehir orta sınıflarının eğilimlerinin en açık biçimde yansıdığı ve örgütlü olduğu yer. Güçlü bir CHP ve ulusalcı etki her yerde duyuluyor.
Ankara’ya giden E-5 karayolunun üstü, iç kısmı, yoksulların semtleridir, AKP’ye oylarını verirler. Tabii Kürtlerin olduğu yerlerden BDP’ye de çıkar. Altı, denize yakın tarafı, CHP’li.
Üsküdar ve Kadıköy birer sembol olarak alınabilir. Üsküdar Müslüman’dır, Kadıköy Türk. Üsküdar Türk’tür, Kadıköy kozmopolit. Üsküdar Kadıköy’dür, Kadıköy Beyoğlu.
Dün gece sanırım saat iki civarı Beyoğlu’ndan eve geldim. Televizyonu ve İnternet’i açarak haberlere bakıyordum. Kim neyi nasıl veriyor, bilip duymadığımız neler olmuş öğrenmek için.
(Gündüz berbattı bu bizim cenahın alternatif geçinen televizyonları. Çünkü böyle zamanlarda aslında Mısır ayaklanmasında El Cezire’nin gördüğü türden bir işlev bile görebilecek olan IMC TV ve Hayat TV gibi televizyonlar gün boyu, normal, gereksiz ve içeriksiz programlarını yapmaya devam ediyorlardı bürokratik bir vurdumduymazlık içinde. Hâlbuki gündüz canlı yayınlar ve bağlantılar ile hareketlenmeye hız ve güç verebilirler, herkes için iyi bir bilgilenme ve haberleşme kaynağı olabilirlerdi. Diğer televizyonlar zaten hak getire. Bereket internet ve sosyal medya var. Eksikliği bunlar doldurdu biraz olsun. Temel örgütlenme ve haberleşme kaynağı internet ve sosyal medya. İnternette en işlevsel olan, Facebook’taki “Ötekilerin Postası” sayfası idi. İnsanlar cep telefonlarından kısa mesajlarla bulundukları yer ve saatte ne gibi gelişmeler olduğunu doğrudan bildiriyorlardı. Aslında olaylar hakkında en doğrudan (biraz akıllıca elenirse hatta güvenilir) bilgi ve haberleşme kaynağı internet. Hükümet ara ara sosyal medyayı da durduruyor. Dün gece çeyrek saat kadar Facebook’ta haberleşme kesilmişti. Ve şu an itibarıyla bile IMC ve Hayat, bu olayların gelişimine nasıl bir katkıda bulunuruz diyen bir paradigma açısından bir yayın yapmıyorlar.)
IMC ve Hayat TV geç de olsa biraz ayıkmışlardı. Türkiye’nin ve İstanbul’un farklı yerlerinden insanların hala sokaklarda olduğuna dair haberler ve bağlantılar yayınlanıyordu.
Kadıköy’de de bir toplanma ve gösteriler olduğunu duymuştuk. İskele’nin oralarda toplanılmış. Oradan burası yürüyerek çeyrek saat. Birden dışarıdan sesler gelmeye başladı sabahın üçü ya da üç buçuğu. Beş yüz kadar kişilik bir kalabalık, arkasında bir de araba konvoyu, Koşuyolu tarafından gelip, Kadıköy’e gidiyorlardı sloganlar atarak. Aralarında birkaç Türk bayrağı vardı, ulusalcıların simgesi, ama sloganlar genellikle antifaşist idiler. Tabii anti-AKP sloganlar da vardı. Ama daha ilginci evlerden gelen yankıydı. Göstericiler geçerken evlerin ışıkları yanıyor ve destek için tencere çalanlar oluyordu. Birkaç kişi de Türk bayrağı astı. Sonra yavaş yavaş uzaklaştılar.
Türkiye’de ilk kez, bir şehirde ve bir yerde değil, her yerde ve birçok şehirde insanlar sokaklarda ve bütün bunlar sabaha karşı oluyor. Böyle bir şey olmadı daha önce.
*
Gösterilere şehir orta sınıfları damga vuruyor. Onların şehirli, modern ve demokratik karakterli kültürü özellikle biçimlerde etkisini hissettiriyor, ama bunlar aynı zamanda şimdi politik olarak oldukça tutucu ve hatta gerici özelliklere sahipler. Bu onların demokratik özlemleri olmadığı anlamına gelmiyor. Bu özlemler bir iki sorun üzerinde yoğunlaşınca ve demokratik hedeflerle birleşmeyince demokratik bir karakterden yoksun oluyor.
Kürt hareketinde ise, demokratik özlemler nispeten daha derin ve sistematik sayılabilir, ama orada da şehirli, modern ve demokratik bir kültürün eksikliği hissediliyor.
Bu durum bir doku uyuşmazlığı yaratıyor. İki türlü sentez olabilir. Şehir orta sınıflarının gerici ve anti demokratik programı ve sloganları ile Kürt hareketinin köylü, ataerkil kültürünün ittifakı. Bu bir felaket olur.
Ama eğer şehir orta sınıflarının veya Batı’nın demokratik ve modern kültürü ile Kürt hareketinin demokratik program ve hedefleri birleşebilirse bir devrim olabilir.
Bu olasılığın çıktığı an, ortada neredeyse Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’den başka kimse olmaması bir rastlantı mı? Değil. Ancak ne Kürt hareketi bunu değerlendirecek basireti gösterebiliyor ne de şehir orta sınıfları, ama bu köprübaşı çok önemli. Buradan çıkabilir bir şeyler çıkacaksa.
*
Bu Erdoğan’ın aptallığından Allah razı olsun. Daha önce yazmıştık Erdoğan’ın aslında kendi sınıfının çıkarları açısından bile çok kötü ve başarısız bir politikacı olduğunu, olayların ona yardım ettiğini, şanslı olduğunu . Şimdi daha net görülüyor.
Önce 1 Mayıs’ı yasaklayarak ve İstanbul’un dört bir yanında bağlantıları kapayıp her yerde gaz bombası atarak, 1 Mayıs’ta sadece Taksim’i değil, bütün mekânı, bütün İstanbul’un yaşamını, bu yaşamın damarlarını politikleştirdi ve bugünkü politikleşmenin yolunu açtı.
Sonra insanların içkisini politikleştirdi.
Sonra köprünün adıyla Alevileri.
Sonra sermaye ve zenginlikten başka bir şey düşünmeyen sözü ve eylemiyle Müslümanların bir kısmını.
Kürtler zaten radikalleşmiş bekliyorlardı.
Ve en son, “ben karar verdim, yaparım” diyerek, en sıradan demokratik hakkını kullanan insanları şiddetle sindirmeye çalışarak, vicdanları yaraladı.
Artık mazlum değildi, bir zalime dönüşmüştü.
Böylece farklı demokratik sorunlardan dolayı duyarlılık gösterip de birleşemeyenleri birleştirdi ve öfkeyi biriktirdi. Ama bunlar bile yetmeyebilirdi böyle bir mobilizasyona. Birçok koşul daha üst üste geldi.
Sırrı Süreyya’nın dozerin önüne atlaması ve durdurması hem zaman kazandırdı hem de insanlara değişik bir politika ve politikacının örneğini sundu. Sırrı Süreyya, hem Kürt hareketinin demokratik eğilimlerinin hem de 60’lı ve 70’li yılların demokratik hareketlerinin ve yükselişlerinin bir armağanıydı. Bu yeni yükselişe hem öncü hem de katalizör oldu.
Aslında Recep Tayyip akıllıca taktikler uygulasa, hatta hiçbir şey yapmasa, üzerine ölü toprağı örtülmüş bu insanlar hiç yerinden kımıldamazlardı. Taksim’de hiçbir şey yapmaması yeterdi. Orada direnenler bir süre sonra yorulur. Yaz tatili başlar eylemciler başka yerlere gider ve eylem tavsar istediğini yapabilirdi AKP.
Keza bundan sonra çıkıp, direnişçilerle görüşeceğiz, yerel halka soracağız, vs., gibi bir şeyler söyleseydi bile yatıştırabilir ve tecrit edebilirdi direnişçileri.
Hatta Cuma sabahı saldırmayıp, Pazartesi’ye kadar bekleyip, taktik olarak biraz akıllıca yöntemlerle saldırsa, mesela gaz atmadan o şiddet kullanmayanları karga tulumba götürse falan, hem muhtemelen hafta sonu orada oluşacak panayır havasının fotoğraflarıyla dünyaya Türkiye’nin ne kadar demokratik bir ülke olduğu propagandasını yapabilir karnesine bir puan daha attırabilir; hem de pazartesi herkes işine gücüne gideceğinden böylesine bir tepkinin örgütlenmesinin fizik koşulları da bulunmazdı.
Ama ne oldum delisi olunca ve bir de zerrece demokratik bir gelenek ve özlem olmayınca böyle olur; bir de acele edince, işe böyle şeytan karışır.
Cuma sabahı saldırınca Cuma, Cumartesi ve Pazar gibi koca üç günü bir derinişin örgütlenmesi ve kendini göstermesi için adeta bir altın kâse içinde sundu direnenlere.
İnsanın, iyi ki böyle aptal düşmanlarımız var, yoksa bizleri tekrar ayağa kaldıracak, sokakları şenlendirecek bir olanağı kırk yıl beklesek bulamazdık diyeceği geliyor .
*
Evet, RT Erdoğan aslında her biri demokratik bir özlemden kaynaklanan farklı tepkileri birleştirdi, ama Erdoğan’ın bu fiilen birleştirdiklerinin birleşmiş bir demokrasi programları, tahayyülleri ve kavrayışları yok.
1 Mayıs yasaklanıyor, ama 1 Mayıs’a gelenler ve o gün mücadele edenler, 24 Nisan hakkında susuyorlar. Aleviler, Yavuz Sultan Selim’e kızıyor, ama bir Türk padişahı da olduğu için köprüye o ismin verilmiş olduğu gerçeği karşısında susup bu yönden de bir eleştiri yapmıyorlar. Kültürel olarak tanımlanmış bir Türk Milliyetçiliği, yani biyolojik, ırkçı ve Orta Asya’dan gelmeye dayanmayan; daha modern ve esnek, kültürel, yani buranın binlerce yıllık halk ve uygarlıklarının mirasçısıyız diyecek bir Türk milliyetçiliği bile, örneğin, “niye Fatih’ten sonra Yavuz koydunuz da niye Jüstinyen ya da Kostantin koymadınız” diye karşı çıkabilirdi mesela böyle bir köprü adına. Ama Aleviler, sadece kendi duyarlılıkları açısından tepki gösterdiler. Demokratik bir duyarlılık açısından hiçbir şey söylemediler. Bu yokluk, demokratik bir programdan ve hedeflerden yoksunluğun bir yansımasıydı.
BDP’liler bir öneride bulundular, Yunus Emre olsun diye. Bu bile demokratik bir eleştiri değildi ve “Türk tarihi”yle adlandırılmasında bir sorun görmüyorlardı.
Gerçekten demokrat hedefleri olanlar ise bir dille, kültürle, ırkla tanımlanmış bir ulusun değil, demokrasinin ve aydınlanmanın tarihi üzerinden, Sokrates, Buda, Lumumba, Kant veya Bach köprüsü olmaması bakımından eleştirip karşı çıkabilirlerdi pekâlâ. Bu tür eleştiri ve yaklaşımların, böyle bir tarih anlayışının yokluğu, demokratik bir program ve anlayışın bulunmamasının bir yansımasıdır. Bu düşünceler tüm bu farklı duyarlılığı olan muhalefetlerin hiç birinin içine işlememişti. Bunun için bir demokratik program ve düşünce altyapısı yoktu.
Bu hareketi demokratik bir zemine çekebilecek tek odak Kürt Hareketinin demokratik kanadı (PKK ve Öcalan) olabilir, ama Kürt hareketi öylesine milliyetçiliğin baskısı altında ve kültürel olarak modern şehirli insanların dünyasına öylesine uzak ki, buna en yakın iki kişinin (Sırrı ve Ertuğrul) sağladığı çok elverişli çıkış noktası ve köprübaşına rağmen, tam bir körlük ve çapsızlık içinde kaldı. Bari şimdi biraz uyanıp bir şeyler yapsalar.
Dün olaylar olurken Selahattin Demirtaş veya başka birinden tek bir söz yoktu. Elbette karşı değillerdir ve memnundurlar, ama olayı etkileme, daha radikal ve devrimci demokratik bir zemine çekme, Kürtler ve şehir orta sınıfları arasındaki oluşmuş uçurumu kapatmak için bu imkândan yararlanma ve bunun için derhal inisiyatif gösterme yeteneği gösteremedi zerrece. Örneğin dün İstanbul’daki bütün Kürtleri bu hareketi desteklemeye çağırabilirdi. Ulusalcıların bayrakları ve faşistlerin elleriyle yaptıkları bozkurt işaretlerinin yanında Apo’nun da resimleri, Kürtlerin renkleri de olabilirdi örneğin.
Elbette birçok insan vardı olaylarda Kürt hareketinden veya bu hareketi destekleyen, ama politik olarak yoktu Kürt hareketi. Bugün bu saatlerde bile hala yok. Ahmet Türk’ün rezalet bir beyanatından başka bir şey yok. Hâlbuki böyle dönemde bütün Kürtlere de seslenmesi gerekmez mi Taksim’de buluşalım diye? Yani demokratik bilinci en gelişmiş, başka sorunlara en duyarlı hareket bile iki eski 68’li ve 78’li vekili olmasa ortada yok.
*
Ancak Türkiye’deki insanlar henüz demokrat değil. Elbette hepsi özünde bilinçsizce demokratik özlemlere sahiptirler, ama bunu sistematik ve genel bir programa dönüştüremedikleri, bu anlayış insanların anlayışlarının, düşüncelerinin derinliğine iyice nüfuz etmediği için ne farklı güçler birleşebilmekte ne de belli konjonktürlerde bir araya geldiğinde devrimci ve demokratik dönüşümlere yol açmadan yok olup gitme eğiliminde olmaktadır. Bu sefer de muhtemelen böyle olacak gibi görünüyor.
Böyle olmaması için ise, bir bilgisayar, bir internet bağlantısı ve yazılarımızı yayınladığımız birkaç grup ve blogtan başka bir araç yok elimizde.
01.06.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder