26 Ocak 2017 Perşembe

#HAYIR’ın Biriken Enerjisi ve Korkusu

Son yıllarda kimse sorunları açıkça ortaya koyup tartışmaz oldu. Sanki zaaflar, sorunlar ortaya koyulsa, açıkça tartışılsa karşı tarafın eline silah verilecek; ona zayıf yönler gösterilecekmiş gibi bir korku var. Bu gereksiz ve anlamsız bir korkudur. Poliste bütün bildiklerini okuyup da Cezaevinde ifadesini veya iddianameyi arkadaşlarından gizlemek gibi bir şeydir.
Aslında korkunun ardında, fosilleşmiş örgütlerin açık tartışmadan, eleştiriden ölümü görmüşçe kaçışları bulunmaktadır.
Bugün sol örgütlerin ve hatta ülkenin entelektüel hayatının tepesindekilerin hepsi demeyelim ama ezici çoğunluğu, korkunç tutucudur ve var olanı yıkma değil, onu savunma modundadırlar, daha açık ifadeyle çürüme modundadırlar.
Dinamik bir #HAYIR hareketinin oluşabilmesi ve başarıya ulaşabilmesi için, bu hareketin her şeyden önce bu yerleşik sisteme, yapılara ve geleneklere karşı da bir savaş vermesi gerekmektedir. Ancak böyle bir “iç savaşı” göze aldığı takdirde, “dış savaşı”, yani Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı savaşı da kazanabilir. Her iç savaş aynı zamanda bir dış savaşla birlikte yürür. Hazreti Muhammet, savaşların en kutsalı insanın kendine karşı savaşıdır diye boşuna dememiştir. Neredeyse bütün peygamberler ve devrimciler esas mücadelelerini kendileri ile aynı safta görünenlere karşı vermişlerdir. İster İsa, İster Paulus, ister Musa, ister Lut, ister Muhammet, ister Lenin olsun bu kural değişmez.
Bu nedenle, sorunlarımızı, zaaflarımızı, bunların nedenlerine ilişkin görüşlerimizi; bunları aşabilmek için önerdiğimiz yolları açık açık ortaya koyup tartışmalıyız.
Bu eylemin kendisi bizzat var olan yapılara, yerleşik kültüre karşı fiili bir itiraz ve savaş anlamına gelir zaten nesnel olarak.
Bir seri yazıda, #HAYIR cephesinin handikaplarını, sorunlarını, zayıflıklarını ele almaya çalışalım.
*
#HAYIR cephesi, bugün çok özgül nitelikleri olan bir politikleşme, radikalleşme, enerji biriktirme eğilimi gösteriyor.
Ama önce olgu olarak böyle bir eğilim gerçekten var mı ona bakalım.
Önce aşağıya Bekir Ağırdır’ın Cumhuriyet’te yayınlanmış söyleşisinden bir gözlemi aktaralım.
“Bunu başarıp başarmayacağını da göreceğiz. Burada şöyle bir dinamik olduğunu da gözlüyorum ben. Hani o laik kesimler, seküler hayat tarzsına sahip kesimler, illa CHP’li, HDP’li de olmayabilir, hayat tarzı olarak seküler kesimlerin, 12 yıldır bütün seçimlerde, referandumlardaki mağlubiyetten ve özellikle 1 Kasım’dan sonraki çaresizlik duyguları, benim gözlediğim, kırılıyor artık, tersine dönüyor. Bundan daha dibi yok çünkü. Şimdi herkes ‘ben de bu ülkede olduğuma göre bu ülke için daha aktif, etkin olmalıyım’ arayışında. Dolayısıyla bütün bu arayışlar doğru bir enerjiye, stratejiye dönüşebilirse o zaman referandumda hayır çıkma ihtimali de vardır yani.” (Cumhuriyet, Konda Genel müdürü Bekir Ağırdır: HAYIR başarabilir)
*
İlginç bir şekilde epeydir benzer bir gözlemi biz de yapıyoruz. Ama daha çarpıcı bir grafik ile bunu göstermeyi deneyelim.
Yazılarımı yayınladığım “Demir’den Kapılar” adlı bir bloğum var.
Bloğun kendi sayaçları girenlerin sayılarını, hangi yazıların ne kadar okunduğunu, nereden girdiklerini, hangi işletim sistemi kullandıklarını vs. akla gelebilecek her şeyi kaydediyor ve özet olarak gösteriyor.
(Yani İnternette her hangi bir yazıyı okuyan, bir yere tıklayan herkes müthiş bir veri yığınını da ardında bırakıyor aynı zamanda. Yani aslında gizlilik artık anlamını da yitirmiş durumda. Ve bu bırakılan veri yığınları çok büyük olduğunda çok gerçekçi profiller çıkarma, çok isabetli öngörüler yapma oranı korkunç yükselmektedir. Buna “Big Data” (Büyük Veri) deniyor ve önümüzdeki dönemin belki de Petrolden bile daha kıymetli madeni bu. Bu konuyu nicedir ele almayı düşünüyoruz ama önce şu Erdoğan işini halletmek için tüm enerjiyi oraya yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu nedenle bu geçer ayak dokunuştan sonra yine konumuza dönelim.)
Benzer blokları, siteleri olanlar bilirler. Toplumun adeta tansiyonunu ölçebilirsiniz. Kritik anlarda, toplumun birden bire gerildiği, politize olduğu, arayışa yöneldiği anlarda sitelere girişler adeta patlama yapar. Geçenlerde Medyaskop’un birinci yılı vesilesiyle bir yayında Ruşen Çakır da bu olguya ve gözlemine dikkati çekmişti.
Ama sadece anlık ve günlük toplumdaki titreşimleri algılamazsınız. Aynı zamanda okuyucunun ne kadar yüzeysel şeylere meraklı olduğun da görürsünüz. En kaliteli, en üzerine düşünülmüş, en temel sorunlara yönelik yazılar en az okunanlardır; en yüzeysel, olgulara yönelik; hatta kişisel tartışmalara giren yazılar ise her zaman çok okuyucu bulur. Bu gibi sonuçlar uzatılabilir. Biz bu yazının konusu bakımında genel bir eğilime ve bu bağlamda #HAYIR için toplumun nasıl bir psikolojide bulunduğuna ilişkin verilere bakalım.
Yanda bir grafik yer alıyor. Grafikte Demir’den Kapılar bloğunda yazmaya başladığım günden beri bloğa aylık girişler yer alıyor. Bu girişlere bakınca ne görüyoruz?
Toplumdaki en önemli olaylar aynen girişlerde de görülebiliyor.
Bloğu açtığım 2011’den 2013’e kadar hafif bir yükseliş varken, tam Gezi sürecinde ani bir yükseliş görülüyor.
İkinci ani yükseliş Kobani savaşı esnasında oluyor ve Gezi sırasındaki girişin iki katı aşılıyor.
Üçüncüsü 7 Haziran seçimleri ile tam anlamıyla bir zirve. 7 Haziran aslında seçim kampanyası biçiminde bir Gezi sayılabilirdi.
Yani 2013 Mart’ında Öcalan’ın mesajı ve “Barış süreci” denen ateşkesle birlikte bir “Devrimci Yükseliş Fazı” diyebileceğimiz bir dönem var. Politize olma oranı giderek artan oranlarda yükseliyor.
Ancak Haziran zaferini hızlı bir düşüş izliyor ve sadece Kasım seçimlerinde son bir gayretle bir yükseliş görülüyor ondan sonra düşüş eğilimi devam ediyor.
Ancak Aralık 2016’dan beri yavaş bir yükseliş başlıyor ama önce Aralıkta yavaşça başlayan, Ocak ayında ortada hiçbir şey yokken. Aksine tam bir yılgınlık, korku ve umutsuzluk ortalığa egemen iken bütün diğer yükselişleri bile aşan bir yükseliş görülüyor.
Bu çok ilginç bir durum olduğunun göstergesidir. Üstelik henüz daha ayın 25’i muhtemelen ay sonuna kadar Diğer yükselişin yarısı kadar aşması bile mümkündür.
Bu nicel veriler nasıl yorumlanmalıdır?
*
Ancak sadece bu kadar değil. Bir de bu okuyucuların profili hakkında verilere bakalım.
Bilenler bilir. Benim esas okuyucularım Kürtlerdir.
Ben kendim Marksist olmama rağmen Türk sosyalistlerinin genellikle pek okumadığı bir insanım.
Eleştirel bir Marksist olduğumdan, neredeyse bütün Stalinist sosyalistler okumaz. Troçkistler beni Doktorcu görür okumaz. Doktorcular Troçkist olup Doktor’a ihanet etti diye okumaz. Ama aydınlar da okumaz. Çünkü onlar Marksizm’in hiçbir değerinin olmadığı, ölü köpek muamelesi gördüğü post-modern bir dünyada ve ideolojik iklimde büyüdüklerinden onlara benim dilim, kavramlarım, yaklaşımlarım arkaik nesli tükenmeye yüz tutmuş bir dinozorunki gibi gelir. O nedenle bu görünüşe aldanıp, onlar da okumazlar.
Kürtler okur ama aslında sadece politik durumlara ilişkin tavırlarımdan dolayı, Kürt hareketini destekleyen bir Türk diye okurlar. Böyle okudukları için de aslında tartıştıklarımı anlamazlar. Çünkü benim en politik yazılarımın bile konusu aslında politika değil, Marksist metodolojidir. Politik tavır ve analizler sadece temel metodolojik ve teorik sorunların ele alınışında bir örnek işlevi görürler.
Yazılarımı birazcık da İslamcılar okur. İslam'ı çok takdir eden, Hazreti Muhammet’i çok devrimci bulan bir laik ve Marksist bulmak zordur. Onlar da biraz Kürtler gibi, karşı taraftan bir destekçi diye okurlar, kendi konumlarının doğru olduğuna karşı taraftan gelen bir kanıt diye okurlar. Zaten he iki kesim de Marksist kavram sistemine kapalıdırlar.
Kültürel olarak kotlarım çoğu laik şehirli olan Kemalistlerinkine yakınsa da, Kürtler ve Müslümanlar karşısında onlarınkine tamamen zıt politik tutumum nedeniyle o kesimler açısından da lanetli ve okunmayan bir insanımdır.
Bu genel bilgiden sonra o yükselişlerde siteye girenlerin politik ve kültürel ağırlıklarının değişimi hakkında bir şeyler söylenebilir.
Gezi sırasındaki yükselişi sağlayanların büyük bölümü muhtemelen şehirli ve genç insanlardır. Ortalama gezi tipleridir büyük olasılıkla.
Kobani’deki yükselişteki artışı ise yüzde yüzünün Kürt okuyucuların girişinden kaynaklandığı kanısındayım.
Ancak 2015 Haziran yükselişinde her iki kesimin de yer aldığını düşünüyorum.
Son bir aylık yükselişi sağlayanların profili ise kanımca bütün diğerlerinden farklı bir özellik sunuyor.
Birincisi ortada bir “devrimci Kabarış” diyebileceğimiz Gezi, Kobani savaşı ve zaferi, 7 Haziran zaferi ve bu zafer öncesi coşkunluk gibi bir durum yok. Aksine morallerin bozuk olduğu bir dönemdeyiz.
Peki, bu yükselişi sağlayan okuyucu profilinin özelliği ne? Ben bunun büyük ölçüde laik kesimlerden, şehirli kesimlerden, şimdiye kadar yazılarıma soğuk durmuş kesimlerden kaynaklandığı izlenimine sahibim.
Bu sonucu şuradan çıkarıyorum. Yazılarıma özelden yazılan yankı, soru, eleştiri veya övgülerin neredeyse hepsi bu kesimden. Ayrıca gelen arkadaşlık teklifleri, Facebook’taki yine izleyicilerin profilleri vs. de bunu doğruluyor. Eskiden bana neredeyse sadece Kürtlerden arkadaşlık teklifleri gelirdi. Şimdi ise Kürtler mutlak rakam olarak azalmış olmasa bile, oran olarak, şehirli ve laik kesimler o kadar artmış durumda ki çok küçülmüş durumdalar.
Kanımca bu veriler Bekir Ağırdır’ın gözlemleriyle tam bir uyum halindedir. Laik ve şehirliler bir şey yapmaya hazır durumda, ölümden öte köy yok diyerek hızla politize ve radikalize olmuş durumdalar.
*
Ancak bu radikalize olma, bloğu her gün binlerce kişinin ziyaret edip o yazıları okuması ile tam bir zıtlık içinde başka bir olgu daha var.
Ben yazılarımı Bloğumda yayınladıktan sonra Facebook ve Twitter’de de paylaşırım. Çünkü orada başkalarını da paylaşımı aracılığıyla sürekli yeni okuyucular da gelir. Hemen hemen her yazımı paylaşan beş on arkadaşımı bir yana bırakırsak, genellikle paylaşanlar yazıya göre değişirler ve Facebook’ta paylaşım arttığında Bloktaki okuyucular da artardı. Oranın ortalama bire yirmi ile yüz arasında oynadığı yönünde bir izlenimim var. Yani Facebook’ta yeni bir kişi paylaştığında genellikle o paylaşımdan bloğuma gelip yazımı okuyan ortalama yirmi ile yüz arası artar. Bu kesin bir rakam değil, ama pek de yanlış olmadığını sandığım bir tahmin.
Ama son bir ayda ne görüyoruz? Sadece paylaşımlar sıfırlanmış değil, beğenmeler de azalmış durumda, yorumlar da. Bunlar da yine genellikle yurt dışında yaşayanlar.
Bloğa girenlerin sayısına bakılırsa, özellikle Facebook’ta yazılarımı paylaşımların yüzlerle, hatta binlerle olması gerekir. Önceki bütün yükselişlerdeki oranlar böyle olması gerektiğini gösteriyor.
Ancak paylaşımlar tümüyle düşmüş durumda. Birkaç eski arkadaşım ve yurt dışında yaşayan okurlar dışında yazılarımı paylaşanlar neredeyse sıfırlanmış bulunuyor. Hele Twitter’de en kötü zamanlarda bile bir iki kişi beğenen veya rt eden çıkardı. Şimdi günlerdir hiçbir şey yok.
Öte yandan istatistikler siteye gelenlerin hangi kanallardan geldiğin de gösteriyor.  Bakıyorum neredeyse hepsi Facebook’tan geliyor. Google arama ile gelenler falan çok az.
O halde buradan çıkacak tek sonuç var, yine Bekir Ağırdır’ın da değindiği gibi, müthiş bir korku iklimi egemen durumda.
Yani bir yanda ortalıkta görünen bir korku var. Bu korku paylaşmama, beğenmeme biçiminde ortaya çıkıyor. Herkes sanki ilgisizce ıslak çalarak geçiyormuş gibi yapıyor.
Ama aynı zamanda korkunç bir politizasyon, radikalleşme ve enerji birikimi var.
Bu biriken enerji, bu radikalleşme, bu politizasyon eğer kendini ifade edeceği, dışa vuracağı bir imkân bulursa, Tüm Türkiye’nin hatta bölgenin kaderini değiştirebilir.
*
Ancak bu dışa vurumun klasik laikçi tepkilerle ve ulusalcı bir renkle gerçekleşmesi halinde hızla tecrit olup bir yenilgiye uğraması ve oradan da tam bir yılgınlığın yerleşmesi tehlikesi bulunmaktadır.
Bu nedenle şehirli, aydın ve laik kesimlerdeki bu radikalleşmenin kendi egemen kültürel ve politik renklerinin damgasını vurmadan bu dışa vurumun gerçekleşmesinin hayati önemi bulunmaktadır.
Bunu CHP yapmaz ve yapamaz. HDP yapamaz çünkü bu kesim onu Kürt partisi olarak görüyor. Bu kesimin dışından.
Sosyalist örgütler de aslında bu kesimden sayılır kültürel kotlarıyla. Onlar ise hiç yapamaz çünkü gerçeklik duygularını yitirmişlerdir bütün küçük örgütlerde olduğu gibi. Kaldı ki ne teorik hazırlıkları ve birikimleri vardır; ne de kültürel kotları, dilleri buna uygundur.
Ama yine de bir umut olduğu söylenebilir.
Gezi’nin Taksim’den sürüldükten ve Parklara çekildikten sonra gösterdiği radikalleşme çizgisi, burada bir deney ve umut olarak ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, Gezi, İhsan Eliaçık ve arkadaşlarının Gezi’de namaz kılmalarına koruma sağlayarak, birlikte yeryüzü sofraları ve sokak iftarları yaparak, klasik laikçi duruş, kültür ve politikayla arasına sınır çekmiş ve böylece Erdoğan’ın oyununu bozmuştu.
Gezi aynı şekilde, Kürtlerin bir siyasi hareket olarak uzak, sembolik olarak orada halay çekmekle yetinmelerine rağmen, Türk Milliyetçilerinin Kürt düşmanı tavrına da sınır çekmiş, özellikle Lice’deki olayın ardından Yoğurtçu’daki Geziciler protesto için Kadıköy sokaklarını doldurmuş, yaşlı Kemalist teyzeler bile “Biji Apo” diye Kürtçe sloganlar atar hale gelmişti.
Elbette bu tüm Türkiye'de böyle olmadı. Alevilerin yoğun olduğu semtlerde veya İzmir ve Ege’de Gezi bu kadar net ve hızlı bir evrim geçirmedi ama bu yönde bir evrime de kapalı olmadı. Hatta bu evrimin devam ettiğini ve meyvelerinin 7 Haziran’da görüldüğünü bile söyleyebiliriz.
O halde, istatistiklere yansıyan bu radikalleşme ve enerji toplamanın Gezi’nin ileriki dönemindeki “Laikçi” ve Türkçü politik çizgiye mesafe koymuş çizgisi ile ortaya çıkması halinde; en zıt kesimlerin birliğini sağlayabilir; sadece Kürtleri kazanmakla kalmaz; aynı zamanda Müslüman ve muhafazakâr Sünni kesimden de çok ciddi bir destek alabilir. Erdoğan’ın bütünüyle Kürt – Türk; Sünni Müslüman – Alevi ve Laik bölünmesine ve gerilimine dayanan stratejisini başarısızlığa uğratabilir ve 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi belli bir coşku ve seferberlik yaratabilir.
Evet, hızla radikalleşen veya harekete geçmek için enerji toplayan “laik yaşam tarzındaki” şehirli ve de Alevi kesimde duruma uygun bir örgüt ve önderlik belki ama bir şekilde yazılmamış hafızaya geçmiş bir deney de var. Buna Gezi’nin Ruhu diyelim. Bu ruh egemen direnişe damgasını vurursa başarı mümkündür.
Ama Gezinin başarısızlığının ve adeta buharlaşmasının en önemli nedeni adeta örgütlenmenin gereğini reddetmesiydi. Bu nedenle Örgütlenme konusunda ciddi bir handikap olduğu düşünülebilir ama bunun bir eksiklik ve yanlış olduğu fikrinin de epeyce yerleştiğini kişisel gözlem ve konuşmalardan çıkarabiliyorum.
Ama bu örgütlenme konusuna daha sonra ayrıca girmek gerekecek. Dünkü “Kritik Kütle” başlıklı yazıda kısmen değindik; daha da ele almak gerekiyor. Burada geçelim.
*
Peki, bu nasıl olacak?
Yani Erdoğan’ın stratejisinin dayanacağı; birbirini iten; genellikle “Fay hatları” denen kültürel ve politik ayrımlar nasıl bir arada bulunabilir?
Bunun iki yolu vardır. Biri Hazreti Nuh’un yoludur, diğeri Hazreti Muhammet’in yoludur.
Ama tek mümkün yol, Hazreti Muhammet’in yoludur.
Hazreti Muhammet, her biri diğeriyle rekabet halendeki, her birinin ayrı putu olan kabileleri bir araya getirmeyi denemedi. Putları yıktı ve hepsini bir Allah’ın kulluğunda eşitledi. İnsanların kabileleri onların ilişkilerini düzenleme işlevini yitirdi, adeta kişisel sorunları haline geldi; yani gerçekten laik bir düzende dinin kişilerin özel sorunu olması gibi oldu kabile ilişkileri. Veya gerçekten dil körü bir demokratik cumhuriyette dilin bir politik sorun olmaması herkesin ana dilinde eğitimin bir hak olması gibi oldu.
İşte bunun benzeri, #HAYIR direnişinde de yapılabilir.
Yani örgütler, sloganlar, bayraklar, hepsi en temel haklarına dayanan Yurttaşlar olarak bir tek politik #HAYIR bayrağı ve parolası altında bir araya gelirler. Bir araya gelişin dışında elbette herkes kendi rengiyle, sözüyle yine isterse bildiğini okuyabilir.
Böyle bir tek bayrak, parola, somut hedef etrafında bir ağ gibi birleşme, bir denenmiş önderlik yokluğunun zaafını giderebilir.
Ayrıca somut bir tek #HAYIR etrafında birleşilen eylem, eylemin dışında herkesin olabildiğince renkli ve kendi gerekçeleriyle istediği gibi propaganda çalışması yapmasıyla çelişmez.
Çünkü herkes bilir ki, evet farklıyız ama somut eyleme gelirken bir tek somut talepten ibaret bir tek politik hedefi ifade etmekte ve yığınsallaşmakta yoğunlaşacağız.
Bunun biçimini diğer yazılarımızda ayrıntısıyla anlattık. Tekrar edelim.
Tamamen temel haklar alanında; toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanına girmeyecek biçimde kalarak; yani sessiz, bayraksız, pankartsız ve göğsünde, basit pankart sayılamayacak bir #Hayır yazısıyla, her gün aynı yerde aynı saatlerde buluşmak.
Bir tek bu biçim altında milyonlar her gün meydanları fiilen doldurup, sessizliği ile çok şey söyleyen; renksizliği ile tüm renkleri toplayan mitingler ülkedeki bütün dengeleri değiştirip; kim bilir belki oradan aldığı hızla, bu orta doğuya yüzlerce yıl sonra demokrasiyi tekrar getirebilir.
Bu bir hayal değildir.
Bir kere başlanırsa hızla büyüyecektir. Grafiklerin gösterdiği budur. Yeter ki insanlar bu biçimin mümkün ve gerekli biricik biçim olduğunu görsünler ve kabullensinler.
Bu nedenle bıkmadan bu öneriyi ve konuyu; bu biçimi sürekli gündeme alarak tartışmak; duyurmak, insanların aklına düşürmek gerekiyor.
Gelecek yazılarda Erdoğan’ın stratejini dayandırdığı iten kuvvetlere karşı birleştiren kuvvetlerin üstünlüğü nasıl sağlanabilir ve örgütlenmenin sorunlarına girelim.
26 Ocak 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona

25 Ocak 2017 Çarşamba

#HAYIR ve Kritik Kütle

#HAYIR’ın kazanabilmesi için #HAYIR’ın bir kitle hareketi olması gerekiyor. Ama bu da yetmez, bir büyük sosyal hareket haline gelmesi gerekiyor.
Ancak o zaman (Erdoğan diktatörlüğünün kendisine dayanarak evet almayı planladığı) taşlaşmış ve bu merkezi bürokratik oligarşinin egemenliğini sürdürmek için sürekli beton döktüğü, “kültürel fay hatlarını” aşabilir ve toplumdaki temel güçler arasında tektonik hareketlere, kıtaların yer değiştirmelerine yol açabilir.
Ve ancak kitlesel bir sosyal hareket olduğunda ev ev dolaşmalar, kampanyalar, seferberlikler vs. başarı getirebilir; sandıklar ve referandum sonuçları kontrol edilebilir.
Ama bir kitle hareketinin oluşması için önce başlayacak bir kritik kütle gerekir; büyümesi de belli bir kritik kütleyi aştıktan sonra tüm dengeleri sarsabilir.
Ama bunun için de bu kavramların ve bu kavrayışın bir şekilde bilinmesi, yayılması ve üzerine düşünülmesi, gerekiyor.

24 Ocak 2017 Salı

#HAYIR Cephesinde “Eleştiri Silahı” ve “Silahların Eleştirisi”

Anayasa değişikliği teklifi Meclis’ten geçmiş bulunuyor. Değişikliğin kararlaştırılmasını geciktirmeye yönelik çok değerli olanaklar ve zaman yitirilmiş bulunuyor.
Eğer bundan sonra aynı şekilde hareket edilmeye devam edilirse, #HAYIR cephesinin referandumda ağır bir yenilgi alacağı şimdiden öngörülebilir.
Bu nedenle biz bütün eleştirilerimizi ve enerjimizi #HAYIR cephesindeki yanlışlara yöneltmek gerektiğini düşünüyoruz.
Ve bir akım, bir görüş, bir örgüt bize ne kadar yakınsa veya biz ne kadar kendimizi ona yakın görüyorsak eleştirilerimiz o ölçüde sert olacaktır.
İnsanların eşitliğinin düşmanları, kendilerine ve yakınlarına karşı fazlasıyla anlayışlı; hatta kayırıcı; kendilerine uzak ve karşı olanlara karşı acımasız ve gaddar olurlar.
Sosyalistler ise, peygamberler ve evliyalar gibi, kendilerine ve dostlarına karşı acımasız; kendilerine uzak olanlara ve hatta düşmanlarına karşı anlayışlı ve toleranslı olurlar.

23 Ocak 2017 Pazartesi

PKK’ya Açık ve Acil bir Çağrı

Hiç lafı uzatmadan damardan girelim.
PKK derhal, TAK veya benzerlerinin yapacağı şiddet hareketlerinin, Erdoğan’a; kurmak istediği İslamcı-faşist dikta rejimine ve Türk devletindeki faşist, ırkçı ve de Ergenekoncu güçlere hizmet edeceğini; yapılacak böyle hareketleri tasvip etmeyeceğini; kendisiyle hiçbir bağı olmayacağını; bu tür eylemlerin doğrudan Erdoğan’ın ve şu an Erdoğan’la ittifak halinde bulunan Türk devletinin içindeki en inkârcı, ırkçı faşist ve kanun dışı güçlerin provokasyonları olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıkça ilan etmelidir.
Ve bunu hiç geciktirmeden yapmalıdır.
PKK böyle bir açıklama yaptığı takdirde, Türkiye’deki demokratik güçlerin; gelen faşist dikta rejimine hayır diyenlerin ve demek isteyenlerin, önümüzdeki iki ay içinde verecekleri ölüm kalım mücadelesinde, en azından olumsuz bir işlev görmekten kendini korumuş olur.

22 Ocak 2017 Pazar

#HAYIR! Şimdi “Ev Ev Dolaşma Zamanı” Değildir

Bugün için, dengeyi tersine değiştirebilecek tek güç, HDP ve diğer sosyalist örgütlerdir.
Onların duruşu, CHP’nin duruşunu değiştirmesine yol açar. Bu da dengelerin değişmesinin yolunu açar.
HDP ve Sosyalist örgütlerin, aydınların, demokratların gücünün az olması önemli değildir.
Duruş, politika, strateji ve taktikler eğer doğru olursa, bu diğer güçlerin konumlanışlarını da etkilerler.
Tarih güçsüz ama kıvrak olanın güçlü ama hantal olanın örnekleriyle doludur. Bu, Davut’un Golyat’ı yenmesi biçiminde kutsal kitaplara bile geçmiştir. İslam’ın nenedeyse yarı peygamber gibi değerlendirdiği İskender (Zülgarneyn, Çit boynuzlu) koca uygarlıkların (Mısır, Pers, Hindistan) devasa ordularını, küçük güçlerle ama akıllıca bir stratejiye ve taktiklere dayanarak yendiğinin en çarpıcı örneklerini sunmuştur.
Ne var ki, eğer bu örgütler, bugün Evrensel’deki haberde yansıyan anlayışla hareket edeceklerse, bu referandumdan #HAYIR çıkmayacağına kesin gözüyle bakılabilir.
Çünkü uluslararası sosyalist ve işçi hareketinin, yeni sosyal hareketlerin son iki yüz yıllık deneylerinin sonuçları yokmuş gibi hareket ediliyor.
Siyaset sanatının alfabesi bile unutuluyor.
PKK’nın “İsyanla oynanmaz” ilkesini çiğneyince, o mücadeleci Kürt kitlelerini nasıl felç ettiği; dinamizmini nasıl yok ettiği ve şimdi içinde bulunduğumuz kritik duruma düşmemize yol açtığı ortada.
Öyle görülüyor ki, şimdi de legal alandaki parti ve örgütlerin benzer yanlışları ile ikinci bir ağır yenilgi bizleri bekliyor.
Ve bu yenilginin sonuçları sadece bu ülkedeki değil; bütün bölgedeki dengeleri de değiştirecek kadar ağır olacak ve on yıllara yayılacaktır.
Bu nedenle bıkmadan uyarılarımızı ve eleştirilerimizi yapmaya devam edelim.
(Bu uyarılar, artık yetmişine dayanmış bir kişinin uyarıları değildir. Bu kişi yarım yüzyıldır Türkiye’deki mücadelede yer almış; onlarca yılını hapis ve sürgünlerde geçirmiş; onlarca kitap yazmış; sadece boş vakitlerini değil; yirmi dört saatini ve ömrünü insanların eşitliği davasına vakfetmiş; son iki yüz yılın işçi, sosyalist ve diğer sosyalist hareketlerin derslerini sistemli olarak öğrenmeye çalışmış ve onlardan bazı sonuçlar çıkarmış; bir birikimi özümlemeye çalışmış bir devrimcinin, bir sosyalistin uyarılarıdır. Bizim örgütümüzün, gücümüzün olmamasına bakıp bu uyarı ve eleştiriler küçümsenmemelidir. Hele hakkımızda orada burada dile getirilen saçma sapan ve yalan yanlış ön ve bön yargılara bakıp çiğnenmemelidir. Onlar fikirlerimizin gücü karşısında cevap veremeyenlerin savaş hilelerinden başak bir şey değildirler.)
Hangi dersler unutuluyor ve ne gibi yanlışlar yapılıyor?
Bu yazıda sadece birini, başlıktaki “evlere gitme” imgesinde ifade edileni, örnek olarak ele alalım.
Ama önce alfabetik bir önerme.
Strateji yanlış ise, bu yanlışlığın oluşturduğu handikaplar doğru taktiklerle telafi edilemez.
Adorno’nun “yanlış bir hayat doğru yaşanamaz” önermesi, bu temel ilkenin daha genel bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Genel ve temel sorunlardan kaçılamaz. Genel ve temel sorunlarda yaptığınız bir hatalar her zaman sizden hızlı koşarlar ve tam onları aştığınızı sandığınız anda, aşılmaz bir duvar olarak karşınıza dikilirler.
*
#HAYIR cephesi, #HAYIR mücadelesini bir strateji sorunu olarak tartışmıyor.
Temel yanlışı bu.
Onu sadece taktik, mücadele biçimleri ve örgütlenmelere ilişkin bir sorunmuş gibi ele alıyor.
İkinci temel yanlışı da bu.
Ama böyle ele aldığında da önerdikleri tamamen ve kategorik olarak yanlış oluyor.
Bunu somut olarak görelim.
Ancak bunun için önce sosyal hareketlerin ve işçi hareketinin, Marksizm’in ve sosyalist hareketin tarihinden bir dersi; temel bir sorunu ve yanlışı hatırlatmak gerekiyor. Çünkü yapılan yanlış tamı tamına budur.
Yukarıda değinilen genel ve temel sorunlardan kaçış, genellikle çok temel ve hayati bir takım işlerin acil ve temel görev gibi sunulması biçiminde ortaya çıkar ve aslında böylece yanlış bir görev tanımı yapılmış; yanlış bir strateji izlenmiş olur.
*
Ne demektir bu?
Örneğin, yemek, içmek, soluk almak. Hayati işevlerdir. Bunlar olmazsa yaşayamayız.
Ama bir insanın görevlerini belirlerken, bunları bu temel önemlerinden hareketle görev olarak öne koyması, aslında başka görevlerden kaçması anlamına gelir.
Daha da somutlayalım.
Bir siyasi örgüt için, “ev ev dolaşmak”, görüşlerini yaymak, anlatmak, kampanyalar yapmak; halkı örgütlemeye çalışmak; toplantılar tertiplemek; bildiriler dağıtmak vs. gibi işler, tıpkı bir insanın yemek yemesi, soluk alması, su içmesi gibi; olmazsa olmaz, ona hayatiyetini veren, onu o yapan şeylerdir.
Bu nedenle özel bir siyasi görev oluşturmazlar.
Ama can alıcı bir durumda, ortada bir strateji yokken, bunları sanki o duruma uygun bir strateji, acil görev, çözüm yolu gibi ortaya koymak; aslında gerçek acil görevden, bir strateji yokluğu gerçeğinden kaçmak, ya da fiilen tamamen yanlış bir strateji önermek anlamına gelir.
*
Şimdi, can alıcı bir Anayasa referandumu var. Fazla bir zaman kalmamış. Bu hayati noktada, nasıl bir strateji izlemek gerektiği konusunda öneriler de var. En azından bizim yaptığımız öneri var.
Bu noktada, bu öneriyi duymazdan gelerek veya kendiniz nasıl bir strateji izlemek gerekir gibi bir soruyu ortaya atmayıp ondan kaçarak; görevimiz “ev ev dolaşmaktır”, “hayır kampanyası yapmaktır”; “yaratıcı şeyler yapmaktır”; “hayır toplantıları yapmak”; “hayır meclisleri kurmaktır” derseniz, aslında spesifik bir siyasi görev olmayan işleri bir siyasi görev olarak koymuş ve gerçek günün acil görevlerinin ne olduğu sorusunu gündeme almaktan kaçmış olursunuz.
Bu gibi bir görev belirlemesi, ilkelliği ebedileştirmektir. Yani politika yapmayı, bir siyasi organizasyonunun, onu o yapan en temel işlevlerine indirmektir.
Bu da elbet bir strateji olarak kabul edilebilir. Yani O en temel işlevlerin içeriği olması gereken, politika ve stratejinin gündeme gelmesini engellemek, için bir stratejidir.
*
Son iki yüz yılın deneylerini unutmuş olan bugünkü kuşaklar bilmez belki ama bu aşağıda aktaracağımız örgütler (CHP Hariç) Sosyalist ve Marksist olma iddiasını sürdürdüklerinden onlara sosyalist hareketin tarihindeki bir örneği ve dersi hatırlatalım.
Lenin ile Ekonomistler arasındaki tartışmanın özü bir bakıma tam da buydu. Ekonomistler, “işçilere gitmek, onları örgütlemek” çok önemlidir diyerek, bir siyasi örgütün oluşturulması sorunundan kaçıyorlardı.
Lenin de onlara evet baylar elbet ilk tahsil orta veya yüksek tahsilden önemlidir, ama bunu yüksek tahsilin yapmayı gündemden kaldırmanın gerekçesi olarak ve özel bir görev olarak öne çıkarmak ilkelliği ebedileştirmektir diyordu. Rus sosyalist hareketinin jargonunda da bu ilkelliği ebedileştirmenin adı “ekonomizm” idi.
İşte bizim sosyalistlerin ve hatta genel olarak demokratik muhalefet diyeceğimiz nebulanın temel yanlışı budur.
Sorunu bir strateji ve politika olarak tartışacak ve bu düzeyde öneriler getirip, uygulamaya geçecek yerde; en temel, özel bir politik görev olmayan işleri, özel bir politik görevmiş gibi koyarak, aslında ilkelliği ebedileştiriyorlar ve günün görevlerinden kaçmış oluyorlar.
Böylece kendilerini ve hepimizi yenilgiye mahkûm ettiklerini görmüyorlar.
*
Bu hataya yol açan gizli bir varsayım olan başka hatalar da var sonra her biri ayrıntısıyla ele alınması gereken. Geçerayak ikisine değinilebilir.
Birinci temel hata referandum sandığına kilitlenmiş olmaları; referandum’u bir kitle hareketinin aracı olarak değerlendirmek gibi bir sorunları olmaması; esas savaşın referandum sandığında değil, öncesinde ve (evlerde değil) meydanlarda verileceğini görmemeleridir.
İkinci temel hata, referandumdaki oyları bir “seferberlik”lerle, “kampanya”larla anlatarak sonucu değiştirebilecekleri varsayımıdır. Bir tür reklamcı yaklaşımı.
Üçüncü temel hata: bir kitle hareketi örgütlemedikçe, sokaklara ve gündeme egemen olmadıkça, güç dengelerinin değiştirilemeyeceği ve referandumun kaybedileceğini anlamak istememeleridir.
Bütün bunlara bağlı olarak da bir kitle hareketi nasıl yaratılabilir? Güçler, konumları, biçimleri nelerdir sorularını tartışmaktan kaçıyorlar veya bu konuda yapılmış önerileri görmezden geliyorlar.
İşte bu temel hatalar üzerinde, iş bir “seferberlik” veya “kampanya” yapmaya ve bunun nasıl yapılacağı noktasına (“evlere gitmek”) “geliyor.
Bu ise yenilginin daha baştan ilanı demektir.
Birincisi iktidarın bütün bu alanlardaki gücü kat be kat fazladır.
Bizzat iktidar savaşı güçlü olduğu bu alanda kabul etmeyi ister. Savaşın birinci kuralı ise, savaşı düşmanın istediği koşullarda kabul etmemektir.
İkincisi, insanların anlatılanlarla fikir değiştireceğine inanmak ise, burjuva rasyonalizminin bir yanılgısından baka bir şey değildir. Değişimleri doğru fikirler değil; toplumsal güçler, onların çıkarları ve konumlanışları belirler.
Marksistler, sosyalistler, eğer insan çıkarlarına aykırı ise, matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olurlar önermesinden yola çıkarlar. Marksizm’in doğarken ağzından çıkan ilk çığlık, düşüncelerin varlığı değil, varlığın düşünceleri belirlediği olmuştur.
Üçüncüsü, geniş yığınların anlatmalarla değil, bizzat eylem içinde kendilerini değiştirebileceklerini, bunu hızla ve kitlesel olarak yapabilecekleri gerçeğini unutmaktır.
Bütün bu alfabetik dersler unutulmuş bulunuyor. Buyurun şu en iri sol örgütlerin sözcülerinin dilinden referandumda #HAYIR çıkmasını sağlayacağı düşünülen stratejileri veya reçeteleri okuyalım.
Bugünkü Evrensel’de “HDP, CHP, EMEP, ÖDP VE Halkevleri: Ev ev dolaşma zamanı” başlığı altında tam da bu eleştirdiğimiz konu sanki bir marifetmiş gibi öne çıkarılıyor. Evrensel haberinin sıralamasına göre aynen aktaralım.
CHP Genel başkan yardımcısı Bülent Tezcan:
Referandum için çalışmalara hemen başlayacaklarını söyleyen Tezcan “Yapacağımız tek bir yol var, ulaşabildiğimiz bütün kanalları kullanacağız.Bire bir temas önemli. Her noktada Türkiye’de bütün milletvekillerimizi, parti kadrolarımızı harekete geçireceğiz her yerde. Dağılacağız, Anadolu’nun, Trakya’nın dört bir yanına dağılacağız. Yüz yüze anlatacağız” dedi.
Hadi Tezcan CHP’li, o “fıtratı gereği” geniş yığınların kendi deneyleriyle hızla ve kitleler halinde siyasi eğitiminden korkar. Bizim sosyalistler ondan farklı bir şey söylüyorlar mı?
EMEP’ten Genel Başkan yardımcısı Şükran Doğan:
“Partimiz bu süreçte işçilere emekçilere, halklara neden hayır demeleri gerektiğini anlatmak için yoğunluk bir seferberlik içinde olacaktır.”
Aferin!
ÖDP Başkanlar Kurulu üyesi Alper Taş:
“Ev ev, kapı kapı dolaşacağız. Demokrasi güçleriyle eşzamanlı olarak örgütleyeceğiz bu süreci. ÖDP'de üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek. Haziran Hareketi üzerinden dışarıya dönük çalışma yapacağız. ÖDP olarak da bazı çalışmalarımız olacak. Sol, emekten yana hayır güçleriyle eşgüdümlü yürüteceğimiz çalışmalarla karanlığa geçit vermemek için gereken tüm çabayı göstereceğiz. Bir hafta içinde yürüteceğimiz kampanyayı, söylemlerimizi dilimizi ortaya koyacağız. Böyle bir çalışmayı da sol ve demokrasi güçlerinin koordinasyonu içerisinde sürdüreceğiz”
Alper Taş’a da kocaman bir aferin.
Halkevleri Genel başkanı Oya Ersoy:
“Örgütlü kesimler, siyasi partiler, emek güçleri, sendikalar, köy dernekleri başta olmak üzere ‘hayır’ diyen herkes komşuna köylüsüne, arkadaşına, iş arkadaşına, lise arkadaşına  'Evet' demekle ne belaların açılacağını anlatacağı ve ikna etmek üzere çalışacağı 3 ay var. ‘Hayır’ diyen herkes üzerine görev yaparsa bu anayasa geçmez. ‘Hayır’ diyen herkesi kendi sokağında, mahallesinde, ‘hayır’ meclislerini kurmaya, halk seferberliğine davet ediyoruz.”
Ersoy’a da yıldızlı aferin.
Başlıkta HDP da olmasına rağmen haberde HDP yok. O nedenle HDP’ye şimdilik bir aferin veremiyoruz.
Olmaması ya bir unutkanlık (yani bilinçaltının dışa vurumu, güdük fiil) olarak da yorumlanabilir elbet. Ama belki bugün HDP yönetim organlarında tam da bu konu görüşüleceği için alınmamış da olabilir. Her heyse.
Zaten HDP’yi ayrıca ele almak gerekir. Ama HDP’nin de farklı bir şey söylemeyeceğini ve Aferin alacağını şimdiden tahmin edebiliriz. Zaten “herkesin #hayır’ı kendine” parolası da farklı bir şey söylenmeyeceğinin ipuçlarını sunuyor.
*
Peki, biz ne diyoruz?
Önerimizi tekrar ediyoruz:
1)      Gelen sıradan bir tehlike değildir. Başkanlık rejimine geçildiği andan sonra bu örgütlerin HDP dâhil hiç biri kalmayacaktır. Hala sanki sonrasında da bugünkü gibi ama biraz daha zor koşullarda devam edecekmiş gibi; sorunu bir nicelik değişimi gibi ele alarak düşünülüp davranılamaz.
2)      Bu tehlikeyi önlemek için referandum aslında bir şanstır da. Ama bunu kullanmayı bilmek gerekir.
3)      Referandum sonucunu, temel sosyal ve politik güçlerin konumlanışı; ona da sokağa egemen olan yığınlar belirler.
4)      Soru şudur: OHAL koşullarında, devletin bütün baskı aygıtının desteğine; lümpenlerden örgütlenen ve hızla hazırlanan çetelere rağmen muhalefet nasıl meydanlara egemen olup gündemi belirleyebilir.
5)      Bunun şartı kitlesel ve yasal olanakları kullanan, politik alana girmeyen bir politik harekettir. Kitlesellik, politik alana girmeme, şiddetsizlik ve doğru ve toparlayıcı bir parola veya bayrak birbirinden ayrılmaz. Biri eksik olunca diğerleri de mümkün olmaz.
6)      Herkesin altında kendini bulacağı somut, kısa ve öz parola, bayrak sadece sade bir #HAYIR olabilir.
7)      Geniş katılım için, devletin şiddetine olanak tanımamak gerekir.
8)      Bunun tek yolu, politik özgürlükler alanına girmeden, yani hiçbir bayrak, pankart açmadan, slogan atmadan, toplu halde yürümeden, toplu halde durmadan, toplu halde oturmadan her gün aynı yerde aynı saatlerde durmak, oturmak, yürümek, yani olağan günlük davranışları sürdürmek ama aynı zamanda göğsümüzde bir düğmede, bir kâğıt parçasında, çocuğumuzu balonunda vs. bir #HAYIR’ı da taşımaktır. Ancak böyle bir hareket Erdoğan’ı can evinden vurur ve gerçek bir kitle katılımı sağlar. Belki Referandum’a bile varmadan, Gambiya’nın seçimi kaybeden devlet başkanı gibi, uçağa atlayıp kaçabilir.
9)      Elbette herkes kendi propagandasında, evinde, sokakta, ev ziyaretlerinde, kendi “#Hayır” gerekçelerini anlatır. Ama tabiri caiz ise bu herkesin kendi “özel sorunu” olur. Genel direniş bir tek parolada ifadesini bulur: #HAYIR
Kısaca özetlediğimiz bu öneriyi yineliyoruz.
Herkesi üzerine tartışmaya, düşünmeye çağırıyoruz.
Bu öneriyi yanlış mı görüyorsunuz?
Susmayın.
Neresi Yanlış? Neden yanlış? Bunu açıklayın ve kendi önerilerinizi ortaya koyun.
22 Ocak 2017 Pazar
Demir Küçükaydın
@demiraltona