Önce Uzun Aranın Hesabını Verme Gereği Üzerine
Zaman ve Enerjiyi Kullanmada Optimum Çözüm Arayışları
Politik Alanda Tarihsel Bir Olanak ve Felaket Tehlikesi
Bilanço: “Boşa Giden Bir Emek ve Zaman” mı?
Geçmişten Birkaç Örnek (Hep Aynı Örüntü)
Seçim Bozgunu ve Olası Yeni Bozgunlar
Dil Sorunu, Projemiz ve Sınırlarımız
Teorik Sorunlar ve Çevre Gereği
Teorik Görevler ve Kapasite Arasındaki Uçurum
Bilmediğini Bilmemek ve Bilmediğini Bilmek
Ve Yapay Zeka Türkçe de Öğrendi
Bir Sekreter veya Yardımcı: “Dil Modeli”
Yürürken (ve Yüzerken) Dinleyerek Okuma
Açıklama ve Araştırma Yöntemlerinin Zıtlığı ve Didaktik
Yöntem
Ulus ve Ulusçuğun Kendisinde Görünümden Öze Gidiş
Birinci Kitabın Eleştirisi Olarak İkinci Kitap
Din Kavramı: Toplum Bilimin veya Marksizm’in Atomu
Toplum ve Doğa’da Bilgi ve Nesnesi
Gösteren ve Gösterilen İlişkisinin Sorunları
Dördüncü Kitap: Toplumsal Varlık ve Ortaya çıkışı
Yazmaya Varlık’tan Başlayarak Devam Etmenin Nedeni
Sadece Yeni Alanlar Değil, Kaynakları Kaynağından Okumak
Yazarın Çalışmalarına Ulaşmak ve Kitaplarını İndirmek İçin
Linkler
Yazarın Basılı Olarak Yayınlanmış Kitapları
Dijital Kitaplar ve Derlemeler
(“Marksizm’in Yeniden İnşası”nda)
Nerede Kalmıştık?
Önce
Uzun Aranın Hesabını Verme Gereği Üzerine
“Marksizm’in Yeniden İnşası” projesinin birinci kitabı olan “Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş”[1]i
parça parça yazma ve “Demir’den Kapılar”[2]
isimli bloğumuzda yayınlama işi, yuvarlak hesap 2022’nin ilk altı ayının
sonunda bitmişti (Tam tarih: 25 Temmuz 2022). Şimdi bu satırları yazarken
tarih: 7 Şubat 2024.
Yani aradan bir buçuk yıl gibi oldukça uzun bir zaman geçmiş
bulunuyor.
Keza, 2022 ilk yarısının sonunda biten bu yazıları kitap
olarak derleme ve indirmek için internete koyma 2022 yıl sonunu bulmuştu (Tam
tarih: 6 Aralık 2022).
Yani birinci kitabı, dijital kitap olarak yayınlamanın
üzerinden de bir yılı aşkın zaman geçmiş.
Bu kadar uzun bir zaman sonra elbette birinci kitapta
yazdıklarımız unutulmuş olabilir.
Bu nedenle kısa da olsa bir hatırlatma yapmak gerekir
elbette. Bunu ilerde bu yazının içinde yaparız.
Ama bu uzun aranın nedenlerini açıklamak ve bir “hesap
vermek” de gerekiyor. “Hesabı” verelim.
Çünkü biz sadece boş zamanlarını veya yaşamının bir dönemini
değil, tüm zamanımızı ve yaşamımızı devrimci mücadeleye adamış bir insanız.
Sanki bir hesap isteyen varmış gibi, ezilenlere hesap
vermemiz de gerekir. En azından kendimize karşı.
Zaten hayatımızın her anı aynı zamanda böyle kendimize karşı
da hesap vererek geçer. Tıpkı gerçekten inanmış bir dindar kişinin, “Ben bugün ne hayır işledim?” diyerek
kendine hesap sorması ve vermesi gibi, biz de her an “Ben bugün ezilenlerin kurtuluş mücadelesine, kendi koşullarım, gücüm ve
olanaklarım içinde, azami katkıda bulunmak için ne yaptım ve neler yapmalıyım?”
sorusunun gözaltında yaşarız.
*
Birinci Kitap ve bundan sonra yazmak istediğimiz İkinci Kitap
arasında bu kadar uzun bir boşluk olmasının iki temel ve farklı nedeni var.
Birinci neden, Türkiye
politikasında ortaya çıkan kritik durum ve olanaklar ile ilgiliydi.
İkinci neden, teknikteki
gelişmelere bağlı olarak, ortaya çıkan yeni olanaklar, bu olanaklara bağlı olarak ortaya çıkan yeni alanlar ve
kaynaklarda en azından bir fikir sahibi olacak okumalar yapma gereği ve
bunların da çalışmanın bundan sonra izleyeceği yolda yol açtığı
değişikliklerle ilgilidir.
Aşağıda biraz uzun da olsa bunları açıklamaya çalışalım.
Bu vesileyle de Birinci Kitabı biraz hatırlamış oluruz.
Zaman
ve Enerjiyi Kullanmada Optimum Çözüm Arayışları
Genç bir insanın önünde bitmeyecekmiş
gibi uzun bir hayat vardır. Genç bir insanın, böyle bitmeyecekmiş gibi görünen
bir hayat beklentisinden hareketle, zaman ve enerjiden tasarruf gibi bir
problemi olmadan planlamasını yapar ve her işin bitebilmesi için ona gereken
zaman ve enerjiyi ayırarak plan yapabilir.
Ama biz artık genç değildik.
Bu bizim önümüze ek sorunlar
çıkarıyordu. Biraz bunun yol açtığı sorunlara ve çözüm bulma çabalarımıza
değinelim.
*
Kitabı hazırlamaya başlarken, yaşımızı, dolayısıyla bu
dünyada giderek kısalan zamanımızı ve azalan gücümüzü göz önüne alarak, güncel
politik gelişmelerle uğraşmayı, o konularda yazmayı tamamen bir yana bırakma
kararındaydık.
Maddi varlıklar (para, mallar, eşyalar) “öbür dünyaya”
birlikte götürülemez, “kefenin cebi yoktur”. Ama düşünceler, eğer maddi bir
varoluşa dönüştürülememişlerse, yani yazıya geçirilememişlerse ve
Yayınlanamamışlarsa, bizimle birlikte “öbür tarafa” giderler.
Bu nedenle, yeni bir şeyler söylediğine ve bunun ezilenlerin
mücadelesinde bir işe yarayabileceğine inanan her insan gibi, söylemek
istediklerimizi “birlikte götürmekten” korkuyorduk. Bu dünyada bırakmak
istediğimiz şeyleri bırakamamaktan koruyorduk. (Hala da korkuyoruz.) Bu nedenle
düşüncelerimizi adeta “yangında ilk
kurtarılacaklar” olarak görüyorduk ve görüyoruz.
Bu nedenle beynimizdekileri mümkün olduğunca sağmaya
çalışmayı öne almıştık.
Bunu yapabilmek için de paralel iki işi, optimum bir denge
gözeterek, bir arada götürmeye çalışacaktık.
Birincisi, henüz hala yazabilir durumdayken, yeterli ve tam
olmasına bakmadan, en azından sonradan geleceklere ayak izleri bırakmak ve
onların işini kolaylaştırmak için, ulaştığımız kimi sonuçları, tezler ve/veya varsayımlar olarak, az çok derli toplu
sunabilmek.
Yani, bir ressamın daha sonra boyalarla doldurup son şeklini
vereceği bir resmi önce kara kara kalemle bir taslak, bir eskiz olarak çizmesi
gibi.
İkincisi, eğer yeterince zaman ve güç bulabilirsek elbette sonuçları, tezleri ve/veya varsayımları
en azından akademik ve bilimsel
standartlara uygun bir şekilde derli toplu yayınlamak.
Yani taslağı çizilmiş bir resmi boyalarla tamamlamak.
Ama bu çok zaman alacağından, bir yandan birinci işi
yaparken, işin bu yanının hamallık kısmını yaparak, malzemeleri yığarak ve
okuyarak, ilerde zaman olursa yapılacak işleri azaltmak, kullandığımız resim metaforun
göre, boyaları hazırlamak.
19. Yüzyıl’da tüp boyalar çıkana kadar ressamlar boyaları
kendileri yapıyorlar veya çıraklarına yaptırıyorlardı. Bizim yapmak istediğimiz
işte, başkaları için “tüp boyalar” vardı ama bizim için “tüp boyalar” yoktu. Bu
nedenle boyaları da kendimiz hazırlamak zorundaydık.
Benzetmemize göre “tüp boyalar” olmamasının bir nedeni, var
olan kavram sistemlerini yıkıp yeni baştan kurmaya kalkmamız, olgulara farklı
bir dalga boyundan bakmamızdı. Bizim gördüğümüz dalga boyundan hazır malzeme
elde yoktu.
Bu “tüp boyasızlık” ve bilimin ham maddesi olgular
konusundaki eksikliğin ne olduğu ve önemi “Yapay Zeka İle Bir Sohbet” [3]
başlıklı yazımızda görülebilir.
Bilimin temeli olgulardır. Ama o yazıda görülebileceği gibi,
yapay zekanın bize açıkladığı olgular, bugün tüm topluma ve dolayısıyla yapay zekanın
da veri kaynağı olan internet, egemen olan, başka bir ışık altında, yani ulusçu
bir ışık altında görülmüş, seçilmiş ve kategorize edilmiş olgulardır,
çarpıtılmışlardır. Bu bakımdan onlar, anlattıkları anlattıklarıyla değil,
anlatan bakımından bir olgu veya veri oluştururlar. Onlar olgular hakkındaki bilginin
çarpıtılmışlığının örneği ve delili olan olgulardır. Anlatılanı değil, anlatanı
anlatırlar.
Kameralar aslında gösterdiklerini değil, gösterdiklerini
gösterenleri anlatırlar.
Özellikle Uluslar, Ulusçuluk, Din ve Toplum konularında bu
böyledir.
Bu durum kendileri de olguları yapay zekanın anlattığı gibi
görenlerden farklı olarak, bize ek bir iş çıkarır.
Anlatılan olguları, o çarpıtmalardan arındırıp, bu çarpıtmayı
hesaplayıp öyle ele almak gerekmektedir. Yani bizim için, hazır malzeme (tüp
boya) yoktu, hazır olanlar bizim işimizi görmüyordu. Onlardaki çarpılmayı
hesaplayıp ona göre verileri, “sürtünme”lerden arındırıp, kendi görüşlerimizi
açıklayabilmek için, kullanılabilir hale getirmemiz gerekiyordu. Bu anlamda boyamızı
da kendimiz yapmak zorundaydık.
Bu gibi nedenlerle, Bir yandan hem önümüzde sanki bitmeyecek bir zaman ve enerji varmış gibi de
çalışmaya devam etmek, hem de yarın ölecekmiş ve hiçbir şey bırakamadan
gidecekmiş gibi, kafada ne varsa, kaşı kara gözü kara demeden azamisini burada
bırakmaya çalışmak.
Yani birbiriyle çelişen, iki işi bir arada yapmaya
çalışıyorduk. Halkımızın deyimiyle, “Hiç
ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol”
Bu iki iş çelişkili olduğundan, birinden almadan diğerine
verilemeyeceğinden, sınırlı ve giderek kısalan ve azalan zaman ve gücü, bunlar
arasında dağıtarak, optimum çözümler bulmaya çalışıyorduk.
Her iki iş de esas olarak Teorik
karakterde olduğundan Politik
mücadeleye enerji ve zaman harcamayı bir yana bırakmak gerekiyordu ve
bırakmıştık.
Çünkü daha ilk kitabın ilk bölümünün başındaki “Politik Mücadele ve Bilim (Marksizm) - (Marksizm’in Yeniden İnşası - 01)”[4] başlıklı yazıda da üzerinde
durduğumuz gibi, temel kavramlarda bir değişim, bir ilerleme, bir derinleşme,
bir dakiklik sağlanması olmazsa olmazdı.
Politikadan
Teoriye
Ancak teorik bir devrim yepyeni bir program ve strateji
belirlemeyi sağlayabilir, böyle bir açıklık sağladıktan sonra ezilenlerin
mücadelesi tekrar “sabrın derinliklerini ve coşkunun zirvelerini” harekete
geçirecek bir canlanma ve güç bulabilir.
İnsanlığın, çağın içinde bulunduğu durumda, bir çıkış yolu
için, kısa vadeli ve kısmi olana değil (buna dar anlamıyla, küçük harfle politik diyelim), uzun vadeli ve genel olana
(buna da Teorik veya genel anlamıyla
büyük harfle Politik diyelim) ağırlık
vermek gerekiyordu.
Bu nedenle, Teoriye ağırlık vermek te Politik bir eylemdi ve
eylemdir.
Aslında “politika dışı” bir davranış mümkün değildir. “Politika
dışı” davranış da bir (geniş anlamıyla) Politik eylemdir.
Paradoksal bir ifadeyle, Politik
önceliğimiz politikaya öncelik
vermemektir.
Örneğin Lenin veya Troçki’nin de, geri bir ülkede iktidara
geldikleri için, artık Politik değil Kültürel çalışma önceliğimizdir derken,
aslında kültüre öncelik veren bir Politikayı ifade etmiş olduğu gibi.
Politikadan
Kültüre
Programınız varsa, politik iktidar sorununu
çözmüş iseniz (Lenin ve Troçki gibiler 20’li yıllarda, haklı olarak, durumu en
azından böyle görüyorlar ve algılıyorlardı ve bu nedenle politikaya değil, Kültüre öncelik verme Politikasını, hatta
“Kültürlü Tüccarlar”[5]
olmayı[6] hedef
olarak koyabiliyorlardı.) acil Politik
görevinizi, politika değil Kültür olarak tanımlayabilirdiniz.
Örneğin Lenin şöyle yazıyordu:
“Ne
demek istediğimi açıklayayım. Robert Owen'dan itibaren eski kooperatifçilerin
planları neden fantastikti? Çünkü sınıf mücadelesi, siyasi iktidarın işçi
sınıfı tarafından ele geçirilmesi, sömürücü sınıfın egemenliğinin yıkılması
gibi temel sorunları hesaba katmadan, çağdaş toplumu barışçıl bir şekilde
sosyalizme yeniden biçimlendirmeyi hayal ediyorlardı. Bu nedenle, bu
"işbirlikçi" sosyalizmi tamamen fantastik ve sadece nüfusu işbirlikçi
toplumlarda örgütleyerek sınıf düşmanlarını sınıf işbirlikçilerine ve sınıf
savaşını sınıf barışına (sözde sınıf ateşkesi) dönüştürme hayalini romantik ve
hatta banal olarak görmekte haklıyız.
Kuşkusuz günümüzün temel görevi açısından haklıydık; çünkü sosyalizm,
siyasi iktidar ve devlet için bir sınıf mücadelesi olmaksızın kurulamaz.
Ancak siyasi iktidarın işçi sınıfının eline geçtiği, sömürücülerin siyasi
iktidarının yıkıldığı ve tüm üretim araçlarının (işçi devletinin belirli
koşullarda ve belirli bir süre için sömürücülere imtiyaz şeklinde gönüllü
olarak terk ettikleri hariç) işçi sınıfının mülkiyetine geçtiği şu anda işlerin
nasıl değiştiğine bir bakın.
Şimdi, bizim için yalnızca işbirliğinin büyümesinin (yukarıda bahsedilen
"küçük" istisna dışında) sosyalizmin büyümesiyle özdeş olduğunu
söylemeye hakkımız var ve aynı zamanda sosyalizme bakış açımızda radikal bir
değişiklik olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu radikal değişiklik şudur; eskiden
temel vurguyu siyasi mücadeleye, devrime, siyasi iktidarın kazanılmasına vs.
yapardık ve yapmak zorundaydık. Şimdi
vurgu değişiyor ve barışçıl, örgütsel, "kültürel" çalışmaya kayıyor.
Uluslararası ilişkilerimiz olmasaydı, dünya ölçeğindeki konumumuz için mücadele
etmek zorunda olmasaydık, vurgunun eğitim çalışmalarına kaydığını
söylemeliydim. Ancak bunu bir kenara bırakır ve kendimizi iç ekonomik
ilişkilerle sınırlarsak, çalışmalarımızdaki vurgu kesinlikle eğitime kayıyor.”[7]
Kültürden Teoriye
Ama bugün
yaşadığımız dünyada çok gerilere gitmek zorundayız. İleriye sıçrayabilmek için
geri gitmek, oku olabildiğince ileri atabilmek için, yayı iyice geri doğru
germek gerekir. Bu nedenle Acil Politik görev, Kültür değil, Politika değil,
Teori ve dolayısıyla Program ve
Strateji olmalıdır diyoruz.
Bugün kendini muhalif saflarda görenler, tıpkı Ütopik
Sosyalistler gibi Devletleri yıkma sorununu görmüyorlar.
19. Yüzyıl Ütopik Sosyalistleri ezilenlerin mücadelesinin
birikimi açısından bir başlangıcı, el yordamıyla yeni alanları keşfetme
çabasını ifade ediyordu.
Ama bugün dünyayı değiştirme adına, bu tür komünal ve çevreci
yaşam kurma denemeleri, “Amerika’yı
yeniden keşfetmek”ten başka bir sonuç vermeyecek bir hafiza kaybını ve
günün acil görevlerinden, gerçek politik görevlerden, yani teoriden kaçmayı
ifade ediyor.
En iyimser bakışla, Troçki’nin kullandığı bir imgeyle, aynı
yolu bu sefer dizleri üzerinde, sürünerek kat etme anlamına geliyor.
Eşitlikçi, dayanışmacı “çevre dostu”, alternatif toplum
hayalleri, dayanışmacı ve çevreci toplum adacıkları kurma hayalleriyle gerçekleşemez.
Bütün bu çabalar, ilk ütopik sosyalistlerinkinden bile daha büyük hayal
kırıklıkları, dağılmalar ve sonunda karşı olduğuna dönüşmeler, yani bir
kapitalist işletmeye dönüşmeler ile sonuçlanacaktır.
Bütün bu çabalar, nesnel olarak bu kapitalist sistemin,
ulusların ve ulusal devetlerin ömrünü uzatan çabalar olmaktadır ve olacaktır.
Biz ise böyle bir dünyada, “Teori”, “Marksizmin Yeniden
İnşası”, “Uluslar ve Ulusçuluğun Teorisi ve Tanımı”, “Din’in tanımı ve teorisi”
diyerek, sanki arkaik bir canlı türü veya türünün son örneği bir canlı gibi
kalıyoruz ve onlar tarafından da öyle görülüyoruz.
Bu nedenle yazdıklarımızın, özellikle yeni kuşaklar arasında,
herhangi bir yankı bulması, yayınlarımızın dalga boyunda rezonans gösterecek
bir alıcı bulunması neredeyse olanaksızdır.
Hele daha önceki, Bektaşi’nin dediği gibi, “namazları kılınmış”,
tüm teorik ve programatik sorunları çözülmüş, eski söylediklerini tekrar eden
kişi ve politik örgütler için, yazdıklarımız ve ele aldığımız konular bile, onların
varoluş koşullarına bir saldırı olarak kavranır ve kavranacaktır. Dolayısıyla
görmezden gelinmek zorundadır.
Çağın ortaya çıkardığı görev, yakalanacak ana halka: Teori, daha
somut olarak, Marksizmin Yeniden İnşası
idi ve bu nedenle sorunumuz, bu teorik görevin nasıl tamamlanacağı, hangi
taktikler ve optimum çözümlerle en kısa zamanda en çok yol alınabileceği gibi
noktalarda yoğunlaşıyordu.
Politik Alanda Tarihsel Bir Olanak ve Felaket
Tehlikesi
Ancak Türkiye’de yaklaşan seçimler, demokratik güçler ve
özellikle Kürt hareketi için olağanüstü uygun bir konumlanış sunuyordu ve bu
olanağı neredeyse hiç kimse görmüyor ya da gören olursa da “akıntıya karşı” duracak güç bulamıyor ve
seslerini çıkaramıyordu.
Bu olağanüstü bir fırsat sunan kritik durumda, ortaya çıkan
olanaklar görülür ve de uygun taktikler izlenebilirse, demokratlar veya
demokrasi eğilimli örgütler, eğilimler, kişiler, sınırlı güçlerinin çok
ötesinde bir etki sağlayabilir ve hem kendilerini tecrit olmaktan kurtulabilir
hem de gelişmelerin gidiş yönünü değiştirebilir ve de bugünkü rejimi
geriletebilirler ve demokratik güçlere (yani kendilerine) daha geniş bir
hareket alanı sağlayabilirlerdi. En azında bir mücadele morali
kazanabilirlerdi.
Elbette burada en örgütlü ve büyük güç olan Kürt Özgürlük
Hareketi ve onun alacağı tavırlar hayati önemde olacaktı.
Türkiye’deki sol ve demokrat denilen kesimlerin, (Özellikle
de HDP’nin) ortaya çıkan olağanüstü uygun durumu görecek ve esnek taktiklerle
değerlendirecek yetenekte olmadığını ve bu tek atımlık barutu yerinde ve
zamanında kullanamayacağını, kullanılmazsa çok olumsuz sonuçlar çıkacağını
gördüğümüzden, gözümüz önünde böyle bir felaketin yaşanmaması ve felaketi
engellemek için, elimizden geleni ardımıza koymamak gerektiği sonucuna ulaştık.
Bu durumda dar anlamıyla politik mücadeleye zaman ve enerjiyi
aktarmak, ona öncelik vermek gerekiyordu. Yani içinde bulunulan politik
konjonktürde, seçim sürecinde,
önceliğimiz, politikaya öncelik vermek oldu.
Böyle bir karar vermemizde, kendi özel konumumuzun da bir
payı oldu.
Her zaman Kürt Özgürlük Hareketini, Türk sosyalistlerinden,
demokratlarından ve liberallerinden tecrit olma bahasına bile desteklemiş bir
insan olarak, sesimizin duyulma ve ciddiye alınma olasılığı olabilirdi. En
azından Kürt hareketinin içindeki etkili bazı kesimlerde görüşlerimizin veya
yazılarımızın izlendiği yönünde izlenimlerimiz ve dolaylı bilgilerimiz vardı.
Bu özel durum nedeniyle, belki önerilerimiz bir reaksiyonun
başlaması için bir katalizör işlevi görebilirdi.
Bu nedenle kitabı yazmaya ara vermeye, güç ve enerjiyi bu
konjonktürel durumun ortaya çıkardığı acil görevlere, yöneltmeye karar verdik.
Teoriden Politikaya
Elbette,
yazdıklarımızı muhtemelen kimsenin ciddiye almayacağını, alanların da
muhtemelen önerdiğimiz ezber bozan esneklikleri savunacak bir cesaret
gösteremeyeceğini, gösteren çıkarsa bunların da anlayamayacağını tahmin
ediyorduk.
Bu öngörüye
rağmen, yine de çırpınmak, tencerenin dibini kazımak, yapılabilecek her şeyi
yapmak gerekirdi.
Çünkü en umutsuz durumlarda bile mücadele etmek gerekir,
sonucu her zaman mücadele belirler ve mücadele ederek yenilmek, bazen mücadele
etmeden bir başarıya ulaşmaktan veya kazanca konmaktan çok daha değerli
olabilir.
Kaldı ki, kimse ciddiye almasa dahi, hiçbir somut etkisi
olmasa dahi, o verili durumda, doğru bir tavır ortaya koymanın ve bir devrimcinin,
bir Marksist’in, doğru ve esnek taktikler izlemesinin örneğini sunmanın veya
sunmaya çalışmanın kendisi de, ezilenlerin gelecekteki mücadeleleri için verili
koşullarda, ezilenlerin mücadelesine azami
bir katkı yapmanın bir yolu olabilirdi.
Ve nihayet, böyle bir davranış, bir devrimcinin, bir Marksist’in,
bir yandan Marksizm’in temellerine inerek, onun en temel kavramlarını yeniden
tanımlamaya çalışıp geliştirmeye çalışırken, yani en soyut, en derin ve en genel teorik sorunlarda yoğunlaşmış,
“Marksizm’in Yeniden İnşası” gibi
iddialı bir çalışmanın içindeyken, yani tümüyle en “saf teori” alanındayken bile, aynı zamanda somut bir politik
mücadeleye, örneğin seçim taktiklerine yönelmesinin, bir bütün olduğunun, somut
bir örneği de olabilirdi.
Bu gibi nedenlerle, 2022’nin ikinci yarısını ve 2023’ün ilk
yarısını, yani yuvarlak hesap bir yılı, seçim sürecinde izlenmesi gereken
taktik ve mücadele biçimlerine ayırdık.
Bu dönemde, yuvarlak hesap yarısı yazı yarısı video olmak
üzere kırka yakın yayın yaptık.
Ayrıca, kişisel bazı girişimlerimiz oldu (Özellikle Kürt
Özgürlük Hareketinde etkili olabilecek kişi ve kesimlere ulaşabilmek,
önerdiğimiz karar alma yöntemlerini somutlamak gibi vs.)[8]
Bunu yaparken elbette diğer çalışmamızı, yani teorik olanı,
temellere, genel olana yönelik çalışmamızı tamamen bir kenara itmedik. Aynı
zamanda, önceki benzetmeye sadık kalırsak, “boyaları hazırlamaya” da devam
ettik.
Yani bu sefer, politik ve teorik arasında bir denge de
tutturmaya çalışıyorduk. Ama teorik çalışmada denge, yazmaktan ziyade okumaya
yönelikti.
Özetle, Türkiye politikasında yaklaşan şeçimler, olanaklar ve
bunun kritik önemi, bizi ilk planımızı ve önceliklerimizi değiştirmeye zorladı.
Ama bu vesileyle bir bilanço da çıkarmak gerekir.
Bilanço: “Boşa Giden Bir Emek ve Zaman” mı?
Öngördüğümüz gibi, yazdıklarımız hiçbir etki göstermedi ama
hem önerilerimizin doğruluğu hem de öngörülerimiz, olaylarca, bizim bile tahmin
edemediğimiz ölçüde ve maalesef parlak bir şekilde doğrulandı.
İşin ilginci, bu doğrulanma, bizim bile beklemediğimiz
kesinlikte ve keskinlikte, önerilerimizi görmezden gelen veya karşı çıkanların,
bir uçtan bir uca savrulmaları biçiminde, gerçekleşti.
Önerilerimize uzak duranlar, yok sayanlar veya “bir Ülkücüyü destekliyor” diyerek alay
edenler veya Meral Danış Beştaş veya HDP gibi, karşı taraftan en fazla oy
alabilecek Yavaş’ın adaylığını “kırmızı
çizgi” ilan edenler, ikinci turda, babadan istihbarat ve özel savaş
elemanı, faşist Ümit Özdağ’a veya Ümit Özdağ’a teslim olmuş Kılıçdaroğlu’na oy
vermek ve istemek zorunda kaldılar.
Yani ortada bir referandum olduğunu ve karşı taraftan en çok
oy alabilecek kişinin aday gösterilmesi gerektiğinin doğru olduğunu fiilen kabul etmek zorunda kaldılar.
Peki bu durumdan ders çıkarma veya yazdıklarımız üzerine en
küçük bir tartışma oldu mu?
Hayır.
Ergun Aydınoğlu’nun, kısa bir süre önce okuduğum, bloğunda[9] yayınladığı, seçim sürecini
değerlendiren seri yazılarında[10]
gösterdiği gibi, bırakalım bizim önerilerimizi bir yana, genel olarak bu
yenilgi ve izlenmiş seçim taktikleri üzerine ne genel olarak muhalefette ne
Kürt hareketinde, ne sosyalistlerde, ne aydınlarda en küçük bir değerlendirme
ve tartışma bile olmadı.
Herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki hep doğru bir çizgi
ve taktik izlenmiş gibi, “eski hamam eski tas” devam etti ve ediyor.
Sanırım Troçki’nin, dediği gibi, yenilgi ve gerileme
dönemlerinde, insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler.
Elbette haklı çıkmanın ve bunu hatırlatmanın veya bundan söz
etmenin, başkalarının gözündeki iticiliğini bilmez değilim. Ortadaki iflası
kimsenin yüzüne de vurmamaya çalıştım. Ama böylesine kör parmağım gözüne bir
durumda, yeri gelince bazı muhataplara, yanıldıklarını hatırlatmaya yönelik
bazı imalarım bile tepkilerle karşılaştı.
Halbuki şimdi bizzat CHP’nin içinden ortalığa saçılan kimi
itiraflarda görüldüğü gibi, CHP Genel Merkezi’nin ve Kılıçdaroğlu’nun
yaptırdığı araştırmalarda bile Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacağın, adı geçen
adaylar arasında en düşük oyu aldığının bilindiği ve buna rağmen
Kılıçdaroğlu’nun adaylığının dayatıldığı ve bu dayatmaya, dolayısıyla
yenilgiye, demokratların, sosyalistlerin ve Kürt hareketinin destek vermiş
olduğu ortaya çıkmış, bulunuyor.
Yani bu yenilginin gerçek sorumlusu, önerilerimizi görmezden
gelen, bunun bir “Erdoğan’a evet mi hayır mı?” şeklinde bir referandum olduğunu görmeyen, görmek
istemeyen, dolayısıyla buna uygun taktiklerin ne olması gerektiği gibi bir
sorunu gündeme bile koymayan, kendi yankı odalarında kendi seslerine aşık olan,
demokratlar, sosyalistler ve Kürt Hareketidir.
Geçmişten Birkaç Örnek (Hep Aynı Örüntü)
Elbette bu, hiç bir şey olmamış gibi, olgularla doğrulanmış
gibi süren tavrın hemen her durumda böyle olduğunu biliyoruz. Kendi
hayatımızdan birkaç örneği zikretmeden geçmeyelim.
Örneğin Dev-Genç
içindeki, 12 Mart öncesindeki bölünmelerde “İşçilerin Sınıf olarak öncülüğü mü,
yoksa onun yerine ikame edilmiş küçük bir aydınlar gurubunun ideolojik öncülüğü
mü?” şeklindeki devrimin hangi güçlere
dayanması, öz ve yedek güçlerin kimler olması gerektiğine dair strateji tartışmasında, biz İşçi Sınıfının fiili öncülüğünü
savunanlardandık.
Neredeyse tüm diğerleri ise “işçi sınıfının ideolojik öncülüğü” veya “köylülük yedek değil temel güç” diyerek, kendilerini ya da
Köylülüğü devrimin temel gücü olarak, işçi sınıfının yerine geçiriyorlardı.
Bizim haklı olduğumuz olaylarca kanıtlandı, ölmeyip de sağ
kalan arkadaşların hiç birisi, 12 Mart dönemi sonrasında, eski akıl
yürütmelerinin sonuçlarını çıkarmaya devam etmediler ve fiilen ayaklarıyla
bizim dediğimizin haklı olduğuna oy verdiler.
Örneğin THKO, Halkın Kurtuluşu ve Emeğin Birliği oldu. Örneğin THKP-C,
Kurtuluş, Dev-Yol vs. oldu. Hiçbiri bir daha Foko yapmaya veya “Suni Denge”yi
bozmaya kalkmadılar.
Türkiye’ye feodal (veya Mihri Belli gibi “Türkiye toprağından feodalizm fışkırıyor”)
diyerek, köylüleri “temel güç” alanlar (TİKKO vs.) da farklı olmadı. Bu
geleneğin kalıntıları ve devamları, defalarca “Türkiye’nin (artık) kapitalist”
olduğunu keşfetmekten ve her keşifte tekrar bölünmekten kendilerini alamadılar.
Ama stratejideki bu yanlışlarının teorik temellerini
eleştiriden ve teorik temellere inen bir özeleştiriden kurtulmak için, bu
yanlışlarını, yapılan strateji tartışması
(Yani hangi güçlere dayanılacağı ve bu güçlerin nasıl konumlanması
gerektiği) sanki o zamanlar taktik ve
mücadele biçimlerine ilişkin bir tartışmaymış gibi koyup, işçi sınıfı temel,
köylülük yedek güçtür diyenleri, yani bizi, “Sovyetik ayaklanmacı” olarak damgalayıp, silahlı mücadeleye başvurarak,
bir “kopuş” başardıkları mitolojisini
yarattılar.
Eğer bu ayrılıklarda bir “kopuş”
var idiyse, bunu yapan bizdik.
Bunu hala kimse bilmez ve kimse de farkında değildir.
Hayatımızı ve çabalarımızı, yaşasalardı çoğunun da kendi
ciddiyetsizlikleriyle dalga geçeceği ve ezilenlerden tecrit olmuş bir şekilde, dağa
çıkmış, hemen devletçe işi bitirilmiş arkadaşlarımızdan farklı olarak, bir
sendika görevlesi ve bürokratı olarak değil, bizzat işçilerin içinde, işçileri
örgütleyerek sürdürdük.
Dayandığımız Teorik Temel de o zamanki bilgilerimiz içinde dünyadaki en gelişmiş ve orijinal teorisyen
olan, Hikmet Kıvılcımlı idi.
Gerçek “kopuş”
buydu[11].
Biz bu “kopuş”un
devamı ve mantık sonucuyuz.
*
Bir başka örnek, yetmişlerin ilk yarısında, 12 Mart dönemi
karanlıklarında, “Doktorcular”
içindeki bölünmede, daha sonra TKP-B (ve onun kuracağı) TSİP’i kuranlarla, yani
burjuva sosyalizmi ile ittifak diyerek, tüm teorik ve ideolojik mevzileri
onlara teslim edenlerle ve burjuva sosyalistleriyle bölündük ve yıllarca hapis
cezası almamızla sonuçlanan Kıvılcım
gazetesini altı hafta kadar çıkarabildik.
Bu ayrılıkta, burjuva sosyalistlerinin (yani TSİP’i oluşturan
genellikle TİP’ten gelmiş, “Sosyalist
Parti İçin Teori ve Pratik Birliği” dergisini çıkarmış akademisyenlerin
(Yalçın Yusufoğlu, Ahmet Kaçmaz, Oya Baydar vs.) aslında Kıvılcımlı’nın
görüşlerini savunur görünüp savunmadıklarını, onu anlamadıklarını ve
bayağılaştırdıklarını söyledik.
Sonradan TKP-B’yi kuranlar veya TSİP’ten ayrılanlar, kendi
teorik çapsızlıklarını güya kullandıklarını söyledikleri akademisyenlerin, Kitle ve İlke gibi dergilerde yayınlanan, çarşaf çarşaf yazılarıyla
kapatmaya çalışıyorlardı.
Dediklerimizin hepsi çıktı. TSİP’liler asıllarına rücu ettiler
üzerlerinde bir eğreti giysi gibi duran Kıvılcımlı’yı attılar, Sovyetler’in
yanına gittiler.
Onları kullanmaya çalışanlar da (TKP-B) Kıvılcımlı’nın teorik
mirasıyla zaten pek az olan ilgilerini kesip, radikal bir söylemle var olmaya
çalıştılar.[12]
Yani aslında doktoru anlamadıklarını ve savunmadıklarını
yaptıklarıyla gösterip eleştirimizin doğru olduğunun somut bir kanıtını
oluşurdular.
Peki en küçük bir özeleştiri görüldü mü?
Yok.
Yıllar ve yıllar sonra ne TSİP, ne TKP-B kalmadıktan sonra,
bir tek, yanılmıyorsam “Teori ve Politika”
dergisinde, Mehmet Güneş’in o döneme ilişkin, Kıvılcımlı’yla ilgili bir
özeleştirisi çıktı. Hepsi o kadar.
*
Yetmişlerin sonunda, Vatan
Partisi içindeki bölünmede, Kıvılcımlı’nın Politik konularda bir Stalinist olduğunu,
Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir rejim olduğunu, Doktor’un Troçki’yi
anlamadığını, Troçki’nin haklı olduğunu vs. gördüğümüzde ve mantık sonuçlarına
gitmekten hiç çekinmeden, Troçkist görüşleri benimsediğimizde, neredeyse
teorisyeni durumunda olduğumuz örgütten ve “doktorcu” denen çevrelerden tecrit
olduk.
Ama olaylar vardığımız sonucun doğruluğunu, Sovyetlerin ve
Duvar’ın çöküşüyle çok dramatik bir biçimde gösterdi.
O zamanlar, bizim “Troçkizm Bataklığına” gittiğimizi
söyleyen, bizim Burjuva sosyalizmini savunduğunu söylediğimiz ve eleştirdiğimiz
diğer taraf, Yani Sosyalist Vatan Partisi
veya daha sonraki SODAP (Mehmet Özler) ve ondan bölünen TÖP (Oğuzhan Kayserilioğlu) ve ondan da bölünen, SYKP (Tuncay Yılmaz) gibi partilerin hiç
biri bu çöküşün nedenleri ve Stalin Troçki bölünmesinde Troçki’nin (dolayısıyla
bizim tutumumuzun) haklılığının tarihsel olarak ve olgularca doğrulandığını
kabul etmediler, sanki hiç Duvar yıkılmamış ve Sovyetler çökmemiş gibi devam
ederek, kendi küçük örgütlerinin yeni kuşaklarından, bu ayrılıkların temelindeki
tartışmaları ve ayrılıkları gizlediler.
Küçük örgütler olarak bürokratlaştılar ve bugün mecliste Kürt
hareketinin bonkörlüğü sayesinde sanırım üçe yakın milletvekilleri bile var.
*
Seksenlerin sonunda, “tarih
bizim haklılığımızı kanıtladı, teorik gücümüz de var. Herkes Troçkist olacak”
havası içinde, Türkiye’deki Troçkistlerin, çavuş talimnamesine benzer
tüzüklerle parti kurmaya çalışmalarına karşı çıktığımızda yine aynı şey oldu.
Bölündüler ve hayalleri battı.
Devam edenler, o hayalleri gerçekmiş gibi küçük mahfiller
olarak aynı bürokratlaşma ve sektleşme sürecine girdiler.
*
Kuruçeşme Tartışmaları’nda yeni sorunların varlığını öne
çıkarıp, gerekli olanın bir birleşme değil, bir reorganizasyon olduğunu, eski örgütlerin birleşmesiyle değil, yeni
bir kompozisyonla (rekompozisyon), eski bölünmelerle bölünerek ancak bir
toparlanma sağlanabileceğini, Sosyalist Birlik tartışmaları ve toplantılarının,
örgütler için bir salhane olması gerektiğini, aksinin çürümekte ve dağılmakta
olan örgütlerin yeniden canlanmasına yol açacağını söylüyorduk.
Kaybedecek örgütü olanlar “uçuyorsun” diyorlardı.
Örgütleri bir araya getirmekten ötesini göremeyen Mahir
Sayın’ın veya Kurtuluş’un, “Dev-Yol olmadan bu iş olmaz”
yaklaşımıyla Kuruçeşme başlangıcını olmamışa çevirmesi, Duvar’ın yıkılışı
altında unutuldu.
Ama tarihin ince alayı o ki, tam da uyardığımız gibi oldu. Kuruçeşme
dağılmakta ve kan kaybetmekte olan örgütlerin yeniden hayat bulmasına yol açtı.
Mahir Sayın daha sonra amacına ulaştı, Kuruçeşme’nin silik
bir kalıntısına katarak, dağılmış Dev-Yol’un ÖDP biçiminde bir reenkarnasyon (Basübadelmevt,
Ölümden sonraki diriliş) yaşamasına yol açtı.
Ve sonra can suyu verdiği tarafından suyu kesildi, Kurumuş
Çeşmeye döndü.
Kimsenin bu gidişi, dar görüşlü politikayı eleştirdiği ve bir
bilanço çıkardığı görüldü mü?
Dediklerimiz ve öngörülerimiz neredeyse tıpı tıpına
gerçekleşti.[13]
*
Bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketine karşı, gerek
doksanlar ve 2000’lerde Kürt Hareketini ve onun içinde de Öcalan’ın önderi
olduğu hareketi destekledik.
Neredeyse, bütün Türk sosyalistlerinden farklı bir çizgi izlediğimiz
için hepsinden tecrit olduk. Öcalan yakalanınca “Davayı sattı, teslim oldu”
diyenlere karşı, bir strateji değişikliği yapıyor dedik.
Kürt hareketinden uzak durup, “aktif Gözlemci” olanlar veya
onun “Çatı Partisi” girişimlerini
Kürt hareketinin “Emeğin Dili”ni
bilmediği ve öğrenmesi gerektiği gerekçesiyle torpilliyenler, Kürt hareketi tek
ayak veya kanatla da olsa belli bir güce erişip mevziler kazanınca, Kürt
Hareketine “Emeğin dili”ni
öğretmekten vaz geçip, beş dilde selam vererek, Kürt hareketinin kanatları
altında, fiilen “kimlik siyaseti” yapmaya başladılar.
Böylece dediklerimizin ve izlediğimiz çizginin doğruluğunu
ayaklarıyla kabul etmiş oldularsa da hiçbir özeleştiri görülmedi.
Sanki Kürt hareketi onların yanına gelmiş, kendileri başından
beri doğru çizgideymişler ve pozisyonlarında hiç bir şey değişmemiş gibi
değişimi açıkladılar.
Veya sonra milletvekili kontenjanlarından pay alanların,
neredeyse istisnasız hepsinin, daha sonra ayaklarıyla dediklerimize gelmelerine
ve Kürt hareketinin kanatları altında bir varlık bulmalarına rağmen, teorik ve
politik olarak, geçmişteki tavırlarına ilişkin, en küçük bir özeleştiri bile
yapmamalarında olduğu gibi, bu filmin yeni bir versiyonunu görecektik ve
gördük.
*
Toparlarsak, aynı
örüntü devam ediyor.
Bu sonuçlara da bakarak, “bu
bir yılı, bunca emeği, politik mücareleye, taktik ve mücadele biçimleri alanına
aktarmış olmaya değer miydi?” diye sorulabilir.
Kanımızca bunu şimdiden değerlendirmek kolay değildir, belli
koşullarda ve yakından bakınca son derece akli görünebilecek davranışlar
uzaktan bakınca önemsiz ve akıl dışı da görülebilir. Çoğu kez tersi de
geçerlidir.
Şimdilik değdiğini düşünüyoruz.
Ama yanılmış olsak bile, bir yanılgı da bir şeyler
öğretebilir. Bunun için de derli toplu el altında bulunabilmesi için, bu seçim
sürecine ilişkin yazdığımız yazı ve videoları kitap olarak derledik ve “Kassandra’nın Laneti (2023 Başkanlık
Seçimleri’nde HDP’nin, Sosyalistlerin ve Demokratların İzlemesi Gereken Yol
Üzerine Doğrulukları Bir Hezimetle Kanıtlanmış Yazılar)” başlığı altında, tüm kitaplarımız gibi,
indirebilmek için, emre amade kıldık.
En
azından bu kalır.
Seçim Bozgunu ve Olası Yeni Bozgunlar
Seçim
süreci 2023’ün ilk yarısının sonunda bitmişti. Daha seçim süreci başlamadan
öngördüğümüz ve engelleyebilmek için elimizden geleni yaptığımız hezimet ve
onun sonuçları gerçekleşiyordu.
Bunu
muhtemelen belediye seçimlerinde ikinci bir yenilgi daha izleyecek ve
seçimlerden sonra rejim hiçbir muhalefet kalıntısı olmadan iyice
rahatlayacaktır.
Muhalefet
için, (tabii eğer kalırsa) uzunca bir süre, bir rövanş için bir vesile (seçim) bile
bulunmayacaktır.
Ama
tam da bu durum, iktidara, muhalefete üçüncü bir hezimet yaşatıp, onu tümüyle
yok edebilmesinin, uzun yıllar muhalefetsiz bir iktidar olmanın olanaklarını
sunar.
Birincisinde,
seçimlerde Muhalefet, ama her şeyden önce demokrat ve sosyalistler ve de Kürt
Hareketi ayağına gelen fırsatı, “gollük
pası” değerlendirememişti.
Ama
muhtemel ikinci bir yenilginin ortaya çıkaracağı “gollük pası” iktidar değerlendirebilir
ve zaferini iyice perçinleyebilir. Bu durumda muhalefetin tam bir çöküşü ve
tümüyle yok oluşu da görülebilir. Hem de hiç tahmin edilmeyen bir biçimde. Ters
köşe olarak.
Belediye
seçimlerinden sonra Erdoğan-Bahçeli ittifakı, şimdiden çelişkinin ipuçları
görüldüğü gibi, bozulabilir. Erdoğan, Bahçelinin rehinesi olmaktan kurtulup
daha geniş bir hareket alanı bulabilir. İyi Parti gibi, ideolojik olarak MHP
ile aynı ama bu sefer kendisinin rehinesi olacak bir müttefik de hazır
bekliyor.
(İyi
Parti buna teşne olduğunun mesajlarını uzun süredir veriyor ve bu aynı zamanda,
devletin derinlerindeki uzun vadeli düşünenlerin eğilimlerini yansıtabilir.
Genellikle, devlet içindeki (İstihbarat örgütleri ve Kurmaylar) olaylara uzun
vadeli ve stratejik açıdan, daha yukarıdan bakarlar ve bugünkü kamplaştırıcı
politikanın ve yol açtığı gerilimlerin, uzun vadede çok riskli sonuçlar doğuracağını
görebilirler ve de muhtemelen görüyorlardır. İyi Parti bu eğilimlerin temsilcisi
bir hükümet ortağı olabilir.)
Yani
Erdoğan, “devlet aklı” içindeki farklı bir strateji isteyenlerle bir ittifak
yapıp, hem seçim sonrası acıtıcı ekonomik tedbirlerle iyice artacak
memnuniyetsizliğin de gazını almak, hem de yere serilmiş muhalefeti de tümüyle
silahsız bırakmak için, belli gevşemelere
gidebilir.
Ve de
bu gevşemeleri, gerilim politikasına son verme, barışma, hukuka ve demokrasiye
dönüşmüş gibi pazarlayabilir.
Böyle
bir hamle, muhalefeti tümüyle yok eder ve Erdoğan’ın iktidarını iyice
güçlendirir.
Mahalli
seçimlerden sonra böyle bir dönüş için koşullar çok uygun olacaktır muhtemelen.
Bu çok
daha konforlu bir iktidar ve geniş bir hareket alanı demektir. Seçim sonrası
artacak memnuniyetsizliği örgütleyecek bir muhalefet olmayacağından böyle bir “barış taarruzu” ile imha harekatı için
tüm koşullar hazır olacaktır.
Erdoğan’ın
“Devlet Aklı”nın da desteğiyle veya onların önünü açmasıyla, önüne çıkan bu
olanağı görüp değerlendirmesi, herkesi ters köşeye yatırması büyük bir
olasılıktır.
Yani
Belediye seçimlerindeki muhtemel yenilgiden sonra Erdoğan’ın muhalefetin bütün
silahlarını da alması, muhalefetin seçim hezimetlerini çok daha ağır bir
yenilginin izlemesi mümkün görünüyor.
Bu da
en azından bugünkü verilerle, muhtemelen, uzun yıllar sürecek, yeni bir
canlanmanın olmayacağı bir dönem demektir.
Kaldı
ki böyle olmasa bile, bizim artık kendi gücümüz ve imkanlarımızla politik
olarak yapabileceğimiz pek bir şey yok.
Gerileme Dönemleri ve Teori
Bir
Marksist ve Devrimci için bu gibi yenilgi, gerileme ve gericilik dönemlerinde
yapılacak bellidir: Teorik hazırlıklara yönelmek, teoride gelişmeler sağlamak.
Örneğin
Marks- Engels, 1848 devriminin yenilgisinden sonra sığındıkları Londra’da
kendilerine her türlü “pratik” faaliyeti bile yasaklamışlar, bir iş bölümü
çerçevesinde, Marks Kütüphaneye kapanmış, Engels de Marks’ın çalışmasına maddi
bir temel sağlamak için babasının fabrikasında ömür tüketmeye gitmişti.
Lenin,
1905 yenilgisini izleyen yıllarda, felsefi konulara yönelmek zorunda kalmıştı,
politik mücadeleyi teorik hatta felsefi konularda yapmak gerekiyordu.
Keza
yine Lenin’in, 1914’de savaş başlayıp, işçiler gönüllü olarak cepheye
gittiklerinde, Felsefe çalışmalarına ağırlık vermiş, çok sonra “Felsefe Defterleri” adıyla yayınlanan
okumalara, en saf ve soyut teoriye yönelmişti. (Ki bu teoriye yönelişin somut
politik sonuçları, “teori gridir dostum
hayatın ağacı yeşil” diyerek sunduğu Nisan
Tezleri’nde görülecekti. Bu olayın da gösterdiği gibi, “Hayatın yeşil ağacı”na giden yol “gri Teori”den geçer.)
Yani Marksizm’in
klasikleri yenilgi ve gerileme dönemlerinde, politik mücadelenin en önemli
aracının politik olmayan, soyut, teorik alanı geliştirmek ve pekiştirmek olacağını
düşünüyorlar ve öyle de davranıyorlardı.
Bu
örneklerin gösterdiği ya da halkımızın dediği gibi “her şerrin bir hayrı vardır” denilebilir. Yenilgi ve gerileme,
bizim için aynı zamanda teorik sorunlara iyice gömülmek için bir fırsat sunuyor
da sayılabilir. Dar anlamıyla politik mücadelenin Sirenlerinin seslerine karşı
kendimizi teorik sorunlar direğine bağlayabiliriz.
*
Bu
arada geçer ayak şunu da belirtelim ki, elbette genel olarak, hala Devrimci ve Marksist olanlar için, teorik
mevzileri güçlendirmeye çalışmanın yanı
sıra, pratik olarak, en küçük bir legalite olanağından bile yararlanarak,
yığınların örgütlenmesine, onların binlerce sorunundan hareketle katkılarda
bulunmak, küçük de olsa kritik bir zamanda kristalize olma veya mayalanma
sağlayacak tohumlar bırakmak ve bu çabalarla kitleler içinde öğretirken
öğrenmek; bürokratik ve dogmatik bir
küçük örgütün tüketiciliği içinde zaman ve güç harcamamak olmazsa olmazdır.
Bunlar
tıpkı soluk almak, su içmek, yemek, uyumak gibi hayatiyetin devamı için sürdürülmesi
gereken, düzenli olarak yapılması gereken, hiçbir
özel görev veya taktik oluşturmayan işlerdir ve bir anlamda bir yaşam
belirtisidir.
(Bunları
özel bir görev veya taktik yakalanacak ana halka olarak öne çıkarmak genellikle
gerçek görevlerden kaçmanın bir aracı olarak ileri sürülür.)
Bu
gibi çabalar, toprağı gübreler, humuslandırır.
Bir
yağmur damlasının oluşması, bir kristalin büyümesi, bir yoğurdun mayalanması
için bile, küçük de olsa bir maya, bir katalizör, bir toz parçacığı, kristalizasyon
sağlayacak “tohum” gerekir.
Keza
milyarlarca bakterinin de yaptığı tam budur. Onlar olmasa, toprağı sürekli
humuslandırmasa, daha yüksek hayat biçimlerinin var olması mümkün değildir.
Zamanı
geldiğinde bakteriler gibi olmayı bilmek, hazır bekleyen humuslu toprakta
büyüyecek bir ağaç değil, ağacın büyümesi için humus oluşturucu bir bakteri
olmayı bilmek ve bunu yapmak da gerekir. Gerçi “Ağaç” (ya da “Parti” de
denebilir) olmak isteyenler de nesnel
olarak böyle bir işlev görürler ama bu çok daha az verimli ve hayal
kırıklıklarıyla dolu olur.
*
Genel
olarak her Devrimci ve her Marksist için böyledir ama, biz artık genç değiliz,
bu nedenle, bizim durumumuzda, herkes için yaşam belirtisi sayılması gereken
işler, neredeyse olanaksız hale gelmiş bulunuyor.
Bu
nedenle, kendi özgül durumumuzdan hareketle, artık tüm güç ve zamanımızı tekrar
Marksizmin Yeniden İnşası’nı taslaklaştırmaya
ayırabilir tekrar bu önceliğe dönebilirdik.
Ama
aradan altı ayı aşkın zaman geçmesine rağmen, dünyadaki gelişmelere (örneğin
Ukrayna, Filistin) ilişkin bir iki kısa yazı ve tekrar yayınlanmış bir iki yazı
hariç tutulursa, yeni bir şey yazmadık.
Neden?
Çünkü
teorik çalışma, okuma ve yazmadaki planımızı değiştirmeye karar verdik.
Ama
planımızı değiştirmeye bizi zorlayan ve ikna eden de bu arada, son bir iki yıl
içinde ortaya çıkan teknolojideki
gelişmeler oldu.
Önce
bu teknolojideki gelişmeleri, sonra da bu gelişmelerin nasıl bir mekanizma ile planımızı değiştirmemize yol açtığını
açıklayalım.
Dil Sorunu, Projemiz ve Sınırlarımız
Uzun
aranın ikinci nedeni, gerçekleşeceğini öngördüğümüz, gerçekleşmesini
beklediğimiz, ama yaşam süremiz içinde görebileceğimizi pek beklemediğimiz,
yepyeni bir olanağın ortaya çıkmasıydı.
Diğer
bir deyişle teknolojideki devrimlerdi.
Marks’a
bir göndermeyle ifade etmek gerekirse, “Üretici
Güçler”deki değişimin “Üretim
İlişkilerinde” ya da bizim teorik ya da entelektüel üretimimizde, konumuzla
ilişkilerimizde yol açtığı muazzam değişimdi.
Yapay zekadaki ilerlemeler ve
buna bağlı olarak çevirilerin
kalitesindeki yükseliş yeni olanaklar,
yeni alanlar açtı ve yeni sorunlara yönelmemize yol açtı.
Bu da
planı değiştirmeye ve yazmaya uzunca bir ara vermeye.
Bunu
biraz açalım.
Elbette, teknikteki gelişmeleri oldukça yakından inceleyen bir insan (ki bu her
devrimcinin de en azından göz ucuyla izleyerek de olsa yapması gereken bir
iştir) olarak, özellikle Yapay Zeka, Derin Öğrenme, Robotik, Blokchain vs. gibi
alanlardaki gelişmeleri yakından izlemeye çalışıyorduk.
Örneğin
Google Alerts her sabah bu konularda
çıkmış tüm haber ve gelişmeleri bir e-mail ile posta kutumuza iletiyordu.
Hatta
2017 yılının sonlarına doğru “Bir Devrimin Eşiğinde” genel başlığı altında, bu yaklaşan devrimi nasıl
ele almak gerektiği üzerine, neredeyse bir kitap dolduracak, bir seri yazılar
yazmıştık.
Bu bağlamda yakın bir zamanda sürücüsüz arabalar ve robotiğin hızla
ilerleyeceği, bunun üretimde ve toplumun üstyapısında ne gibi yeni ilişkilere,
olanaklara ve sorunlara yol açabileceği, yine bu bağlamda Blockchain
teknolojisi ve Bitcoin gibi konulara “Bitcoin’in Ekonomi Politiği (1)” başlıklı yazılarla girmiştik.
(Bu
arada bir okuyucu bir ara sorduğu için, şunu belirteyim ki, sürücüsüz arabalar
arabalar konusunda 2017 sonlarında yazdığım “Bir Devrimin Eşiğinde (2) – “Tipping Point”e
300 Hafta Kala” başlıklı yazıda
belirttiğim, yuvarlak hesap beş yıl (300 Hafta) sonra robot arabalar “Tipping Point”e ulaşır ve bu devrimin
günlük hayatta doğrudan yansımaları görülür, şeklindeki öngörümüz
gerçekleşmedi.
Bunda
hem Yapay Zeka’nın gelişiminde karşılaşılan, hem sensör teknolojisinin tanımada
karşılaştığı teknik problemler, belli bir paya sahip, ama esas sorun hem eski otomobil
tekellerinin, böyle hızlı bir dönüşümde, bütün güçlerini ve rekabet
kapasitelerini kaybetmek tehlikesiyle, bunu engelleme ve geciktirmeye
çalışmaları, hem hükümetlerin bunun yol açacağı muazzam toplumsal dönüşümlerden
korkması, nedeniyle geciktirmek ve yavaşlatmak için, sürücüsüz arabaların
kullanımına çok yüksek ve sert standartlar getirmesi sonucu bu dönüşüm gecikmiş,
bizim zaman öngörümüz henüz gerçekleşmemiş bulunuyor.
Ancak
kanımızca bu engellemeler ve yavaşlatmalar olmasaydı biraz cesaretle, sensörler
ve yapay zekadaki gecikmelere rağmen, bu dönüşüm başlatılabilirdi.
Tüm bu
eksiklere rağmen, bugün trafik kazalarında ölen ve yaralananların sayılarının,
çok çok küçük bir yüzdesine ve çok daha emin bir trafiğe geçilebilir, muazzam
bir çelik, lastik vs. üretimi ve karbon salınımından kurtulunabilirdi.
Bir
kazada kimin sorumlu olacağı sorunu, hukuk sorunu bu hızlı gelişmeyi ve
dönüşümü engelleme, durdurma ve yavaşlatmanın aracı olarak kullanıldı.
Çünkü
var olan arabaların yüzde beşiyle bugünkü taşıma işleri çok daha konforlu ve
risksiz olarak gerçekleştirilebilirdi.
Ayrıca
tüm arabalar veya arabaların çoğu sürücüsüz olunca bunların birbiriyle
haberleşebilmesi de ek olarak riskleri çok büyük oranda azaltır ve yapay
zekanın kendini geliştirebilmesi için çok daha zengin bir veri yığını da (“big
data”) ortaya çıkabilirdi.
Kanımızca,
bütün basın ve hükümetler bu olanaklar alanında susuyor. Bu durum, Firmaların
veya Devletlerin çıkarını öne alan Öznel ya
da Araçsal Aklın, tüm toplumun ve
insanlığın ortak çıkarına, Nesnel Akla,
karşı oluşunun tipik bir örneğidir. Bu nedenle, sanırım sürücüsüz arabalar için
daha biraz beklemek gerekecek.)
Sürücüsüz
arabalar ve robotik konusunda tahminimiz gerçekleşmedi ama dil konusunda biz
daha geç bir tarih beklentisindeydik. Yaşarken göremeyeceğimizi düşünüyorduk. Dönüşümü
engelleyecek veya geciktirecek hukuki gerekçeler olmadığından olsa gerek, yapay
zeka dil alanında en iyimser beklentilerimizi bile aşan bir ilerleme gösterdi.
Teori ve Dil Bilmek
Bugünün
dünyasında İngilizce bilmeden toplumsal, bilimsel, edebi vs. gelişmeleri
izlemek mümkün değildir.
Biz
ise Ortaokul ve Lisede İngilizce okumamıza rağmen, hem derslerin boş geçmesi
veya yetersiz öğretmenler hem de dil konusundaki yeteneksizliğimiz nedeniyle bu
dili öğrenemedik.
Cezaevinde
bir süre kendimiz çalıştıysak da pek ilerlemedi. Yetmişli yılların yükselen
mücadeleleri, içerde bile dil öğrenmeye yoğunlaşmamızı engelliyordu.
12
Eylül sonrası cezaevi yıllarında, değerli insan, “Nato casusu Nahit İmre” gibi
Galatasaray mezunu eski bir diplomatın cezaevi koğuşunda verdiği Fransızca derslerini
de izleyerek, epey bir süre Fransızca da çalışmıştık.
Ama o
da Malatya E Tipi Özel Cezaevi’ne toplu sürgün ve müşahede hücrelerinde geçen
aylarda olmamışa dönmüştü.
Yurt
dışına çıkınca, gerçekten önce Fransa’da mülteci olduk ve Paris’te beş ay kadar
kursa da gittik, epey de ilerlemiştik. Örneğin Le Monde’u iyi kötü okuyabiliyor ve anlayabiliyorduk.
Ama
daha sonra Almanya’ya geçme kararı aldık ve o öğrendiklerimizi de unuttuk.
Almanya’da
ise kısa bir dönem hariç, ne doğru dürüst bir kursa gidebildik ne de istikrarlı
olarak yoğunlaşabildik. Ucuz veya bedava farklı kurslara gittik. Kimi konuları
iyi gördük, kimilerini hiç görmedik, dolayısıyla daha sonra Almanca ilerlese de
hep sorunlu oldu.
Ayrıca
35 yaşından sonra dil öğrenmek de iyice zordu.
Üstüne
üstlük, uzun sürgün yıllarında Türkçeyi de unutmuştuk veya bildiğimiz Türkçe de
epeyce eskimişti.
Bir
bakıma dilsiz sayılırdık.
Ama
öte yandan her zaman teorik sorunların öneminin bilincindeydik ve bunlar her
zaman dikkatimizin merkezinde olmuştu.
Dil bilmemek
bu sorunlarda yoğunlaşmak için çok önemli bir handikap oluşturuyordu ve bizi
adeta araçsız duruma düşürüyordu.
Teorik Sorunlar ve Çevre Gereği
Ayrıca
ömrümüz entelektüel, akademik ve bilimsel ya da aydın çevrelerin de dışında, ya
işçi olarak çalışarak işçilerin, ya da devrimcilerin ve siyasi mahkumların
içinde geçti.
Türkiye’nin
devrimciler ortamı, özellikle yetmişlerden sonra, taşralı ve otodidakt olarak
kendini geliştirmeye çalışan, kendi bölgesinde faşistlere karşı en etkili öz
savunma yapan örgütlerin yayınlarıyla gözlerini dünyaya açmış ne burjuva
uygarlığının ne de klasik antik uygarlıkların ne de Marksizm’in birikiminden
nasibini almamış, bir kuşak önce gelinmiş ve binlerce yılda birikmiş köylülüğün
birikimini de unutmuş, Osmanlı’nın Cihanşumullüğüne (Evrenselliğine) zıt bir
biçimde, Hristiyan nüfusun katliamları ve sürgünleri ile içine kapanma sonucu
iyice taşralılaşmış ve sıradanlaşmış Cumhuriyet Türkiye’sinin cahilleştiren ve aptallaştıran eğitiminden
geçmiş, doğup büyüdükleri gecekondu mahallelerinin de ekstra taşralılığı binmiş
genç insanlar oldukları için ve biz de ömrümüzü bu ortamda geçirdiğimiz ve
kısmen bizzat kendimiz de böyle olduğumuz için, bizi ilerletecek, çok muazzam
zaman ve enerji kayıplarından kurtaracak entelektüel ya da teorik tartışmaların
olabileceği bir ortamdan uzaktık.
Halbuki
bilimsel ilerlemeler, birçok “bilgi sosyologu”nun da dikkati çektiği gibi, en
azından bir çevre, aynı konulara kafa yoran, tartışan, okuyan bir ortam
gerektirir.
Örneğin
68-70 hatta daha geniş olarak 65-70 arası, Türkiye’de tüm aydınları ve
sosyalistleri kapsayan böyle bir ortam vardı. Herkes aynı yazar ve dergileri
okuyor, aynı konuları tartışıyor, büyük bir açlıkla çeviriler yapılıyor, aynı
kitaplar okunuyor, kaybedilmiş yılların açtığı ara kapatılmaya çalışılıyor,
birlikte, okunuyor, tartışılıyor ve gelişiliyordu.
Kitaplar
bu öğrenmenin ihtiyaçlarına göre çevriliyor, yeni çıkan kitaplar, örneğin biz
Dev-Genç’liler arasında, açlıkla okunuyor, tartışılıyor ve hemen yaşamımıza ve
eylemimize yön veriyorlar, pratikte deneniyorlardı. Osmanlının toprak düzeni
gibi en soyut ve günle ilgisiz gibi tartışmalar bile, doğrudan politik
mücadeleye bağlı olarak, bir strateji tartışması ve onun dayandığı yanlış veya
doğru varsayımlara bağlı olarak, politik mücadele bağlamında okunuyordu.
O
zamanlar dünya çapında da böyle bir durumdan bile söz edilebilirdi.
Bir
daha böyle bir dönem olmadı bizim yaşamımızda.
Bundan
sonra hem Türkiye’de hem Dünya’da uzun ve birbirini izleyen yıllarda, sadece
yenilgiler, teorik sorunlardan uzaklaşma, genelleme yeteneğinin yitirilmesi
vardı.
Hiçbir
devrimci kuşak bizler gibi uzun ve birbirini izleyen yenilgiler dönemi
yaşamadı.
Marks-Engels,
1848 devriminin yenilgisinden sonra 1860’larda yeni bir yükseliş yaşadılar. Yani
en fazla 10-15 yıl sürdü yeni bir yükselişin başlaması. Bunu Almanya’daki işçi
hareketinin yükselişi izledi. Zaten bugün bile okunmalarını bu yükselişe
borçludurlar. Yoksa sürgünde ölmüş varlığını kimselerin bilmediği insanlar
olarak kalırlardı. Marks öldüğünde cenazesine gelenler iki elin parmaklarını
aşmıyordu.
Lenin’e
gelirsek, 1907’de 1905 devriminin yenilgisinden sonra, 1912’lerde yükseliş
başladı, 1914’de savaşın patlaması geçici bir gerileme yarattı ise de, üç yıl
sonra, 1917’de devrim patladı. Yani hep 3 veya 5 yılı aşmayan gerileme
dönemleri.
En
talihsiz Kıvılcımlı’da bile, 1920’lerin ortasına kadar süren devrimci yükseliş,
kırkların ortalarına kadar bir gerileme ve 40’lardan sonra, yani en fazla yirmi
yıl sürmüş bir uzun gericilik yaşadı. On yıl da ellili yılların gericiliğini
saysak, altmışlarda yine yükseliş gördü.
Bizler
ise, yetmişlerin ortalarından beri, yarım yüzyıldır (2024-1974= 50)
yenilgilerin yenilgileri izlediği bir gerileme yaşıyoruz.
Yeni
teorik bir gelişim için ne dünyada ne de Türkiye’de hiç bir koşul yoktur adeta.
*
Bu
vesileyle şunu da belirtelim.
Yetmişli
yıllarda, faşistlere karşı öz savunma içinde radikalleşmiş sosyalizme ve Marksizm’e
yönelmiş, sonra da hapse düşmüş, binlerce devrimcinin, hapishanelerde,
kendilerini bu kısıtlı olanaklar ve dar ufuk içinde geliştirmek için
harcadıkları muazzam ve takdir edilesi çabalar pek az ele alınmış bir konudur.
Denebilir
ki, Türkiye’de, en azından 60 sonrasında, burjuva kültürü ve uygarlığı ile
ilişki, burjuvazinin düşmanı bilinen Marksizm aracılığıyla, kısıtlı
olanaklarıyla Marksizm’i öğrenmeye çalışan devrimci ve Marksistler aracılığıyla
oluşmuştur.
Tarihin
ince alaylarından biri odur ki, burjuvazinin politik egemenliğine son vermek
isteyen Marksizm, nesnel olarak,
kültürel veya entelektüel olarak, burjuva uygarlığının yayılmasına hizmet
etmiştir. Geri bir ülkede, iktidara gelmiş bir partinin veya hareketin,
kültürel gelişime politik önceliği verme politikasından farklıdır bu olgu.
Politik
mücadele için yapılan işlerin nesnel sonucu, burjuva iktidarı altında toplumun
kültürel dönüşümüne katkı sunmak, dolayısıyla nesnel olarak yıkmak istediğini
modernleştirmek, canlandırmak ve ona hizmet etmek olmuştur.
Bu da
pek kötü bir şey sayılmaz. Burjuva uygarlığı, küçük üreticiliğin, köylülüğün
dar dünyasına, küçük rekabetler içinde kendini tüketen küçük burjuvalığa göre
muazzam bir ileri atılım sayılabilir.
Ama hapisteyken
kendini geliştirmek için çabalayan ve okuyanların, hapisten çıkınca tekrar
hayat gailesine yönelmeleri. Bu kültürel dönüşümün büyük ölçüde yarım kalmasına
ve bunun bile olmamışa dönmesine yol açtı.
*
Ayrıca
kendimiz her zaman, bilinçli bir seçimle,
esas olarak emekçi insanlar içinde, onlarla dirsek teması içinde yaşamayı
tercih ettik.
Ezilen
ve emekçi insanların içgüdülerine ve tepkilerine daima önem verdik ve onları
anlamaya çalıştık. Onlarla bu temasın, bizi sirenlerin seslerinin başta
çıkarıcılığına karşı koruyan bir bağ oluşturduğunu düşündük.
Bu
bağlar, aydınların hayat ve toplumdan kopuşmuşlukları, önemliyi gözden
kaçırmaları, önemsizi önemli görmeleri karşısında, bizim ayaklarımızın yerden
kopmasını engelleyen bir sigorta işlevi de görüyordu kanımızca.
Ne var
ki, bir yerden almadan başka yere veremezsiniz. Teorik ilgilerimiz ve
çabalarımız ile bu yaşam ve ilişkiler elbet aynı zamanda bir çelişki içindeydi.
Ve bu çelişkiyle yaşamak gerekiyordu.
Teorik Görevler ve Kapasite Arasındaki Uçurum
Özetle,
gerek içinde yaşadığımız ve soluk aldığımız ortamlar gerek entelektüel kapasite
ve olanaklarımız her zaman çok sınırlı, bizi ileriye iten, önümüzde ufuklar
açan değil, bizi sürekli geri çeken, ufkumuzu daraltan bir özellik taşıdı.
Hayatımız
boyunca hep bu çıkmazdan kurtulma çabası içinde de olduk.
Bir
kişinin bize gösterebileceği bir kaynak, bir öneri, pek ala aylar hatta
yıllarca kendi çabamızla bulmaya ve çözmeye çalıştığımız sorunları, yıldırım
hızıyla aşmamızı sağlayabilirdi. Ama neredeyse yoktu böylesi. Her şeyi yeniden
kendi başımıza bulmak, “Amerika’yı yeniden keşfetmek” zorunda kalıyorduk.
Bu
çıkmazdan biraz olsun kurtulmanın biricik yolu da İngilizce veya diğer bilim
dillerinden birini iyi bilmekti ama artık bu durumda değildik. Duvarın yıkılışından
sonra da genel ideolojik gerileme döneminde, birçok özel sorun da kuşatmıştı ve
onlar da buna bir olanak tanımıyordu.
Bu
yaştan sonra zaten hiçbir yeteneğimizin de olmadığı üzere bir dil öğrenemezdik.
Bu
bizi sadece Türkçe ve kısmen de Almanca kaynaklarla yetinmek zorunda
bırakıyordu.
Halbuki
yapmaya çalıştığımız iş çok iddialıydı.
İddialı
proje ile bizim olanak ve yeteneklerimiz arasında, sırf bu dilsizlik nedeniyle
bile, bir uçurum bulunuyordu.
Dünyadaki
bilimsel araştırmaların neredeyse hepsi İngilizcede idi. İngilizce bilmeden
böyle bir işe girişmek, ancak birtakım hipotezler
ortaya koymak ve onları destekleyecek bazı örnekler vermekten öteye
gidemezdi.
Gerçi
bu zaafımızı bildiğimizden, yazdıklarımız ve yazacaklarımız, daha çok bizden
sonra gelip araştırmak isteyeceklere
birer ipucu olmakta, araştıracak hipotezler sunmaktan öteye bir anlam
taşımıyordu ve bunu da her yeri geldikçe belirtiyorduk.
Ayrıca
bu öznel yetersizliklerimiz olmasa bile, elde kalan az zaman ve enerji ile,
neredeyse 150 yıldır birikmiş, o muazzam olgular, veriler ve genellemeler
yığınını okumak, hazmetmek ve varsayımlarımızı kontrol etmek için zaman yoktu.
Geç
kalmıştık.
Yirmili
yaşlarda yapılacak işi, yarım yüzyıl gecikmeyle yetmişinde yapmaya
çalışıyorduk.
Bu da
hep bir panik duygusu içinde yangından mal kaçırırca yazmaya ve yaşamaya yol
açıyordu.
Çok ve
uzun yazdığımızdan yakınanlar çok oluyor. Bizim bunlara cevabımız hep: “Kısa yazacak kadar zamanım yok” oluyor.
Soruna
sadece okuyanın (aslında okumayanın, okusalar böyle itirazlar yapmazlardı) değil
bir de yazanın açısından bakmak gerekir.
Bilmediğini Bilmemek ve Bilmediğini Bilmek
Ama
yine de okuyamasak bile, bir kitabın içindekiler bölümüne bakmak, kaynakçalara
biraz göz atmak, yarı yarıya okumak kadar bilgi verir. İnsan en azından neyin
nerede olduğu, nelerin olup nelerin olmadığı hakkında bir izlenim edinir.
Bir
şeylerin varlığını veya yokluğunu bilmek bile muazzam bir bilgidir. Esas devrimleri
bu tür bilgiler yapar zaten.
Bilinen
bir örneği vermek gerekirse. Gelişmiş teleskoplar çıkana kadar, tüm evren bizim
Samanyolu galaksisinden ibaret sanılıyordu. Bir de “bulutsu” veya “nebula”
denen objeler gözlemlenmişti, ama bunların da Samanyolu içinde garip,
tanımlanamamış nesneler olduğu düşünülüyordu. Hubble’ın gözlemlerinden sonra
birden onların da Samanyolu gibi birer galaksi olduğu ve bizim galaksimizden
uzaklaştığı (veya Andromeda gibi yakın olanların yaklaştığı) görüldü. Ve her
biri yüz milyarlarca yıldızdan oluşan yüz milyarlarca galaksinin varlığı, tüm
evrenimizi oluşturduğunu sandığımız galaksimizin yüz milyarlarca galaksiden
biri olduğunu görmek bile, evren kavrayışımızda birdenbire büyük bir altüstlük
oluşturdu.
Başka
bir örnek. Bugün Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’nin ne olduğunu bilmiyoruz.
Ama en
azından bunların ne olduğunu bilmesek bile, varlığını biliyoruz.
Evrenin
yüzde doksan beşinin ne olduğu hakkında bir fikrimiz olmadığını biliyoruz.
Evrenin
yüzde yüzünü bildiğini sanmaktansa, yüzde doksan beşi hakkında bir fikri
olmadığını bilmek, yani bir kuyunun içinde kuyuya düşmemek için önüne
bakmaktansa, kuyunun içinde olduğunu bilip ağzına bakmak, çok daha büyük ve
derin bir bilgidir.
Ve Yapay Zeka Türkçe de Öğrendi
Sonra
garip bir şey oldu.
Biz
artık dil öğrenemeyecekken, yapay zekalar büyük bir hızla dil öğrenmeye
başladı. Önceleri muhtemelen yeterince gelişmediğinden Türkçe yoktu sonra
çıktıysa da çeviri kalitesi çok kötüydü.
Ama
buna da şükürdü, en azından İngilizceleri Almanca’ya çevirterek İngilizce
kaynaklar hakkında bir fikir sahibi olmaya başlamıştık.
Gerçi
Almancayı yeterince iyi öğrenemediğimizden, Almanca üzerinden okuma bizim için
yavaş ve yorucu oluyordu. Ama buna da şükürdü.
Ve
yapay zekalar öyle hızlı gelişti ki, bir yılı aşkın bir süre önce, en iyi
çeviri programı olan, Türkçeye çeviri yapmasını da sabırsızlıkla beklediğimiz DeepL Türkçe çeviri de sunmaya başladı.
Bu
arada Google’un çevirilerinin
kalitesi de çok yükselmişti.
Çeviriler
edebiyat için yetersiz olabilir ama biz bilim alanındaydık. Kavramlar daha
netti. Okunan rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Çevrilmiş metinlerde nerede
yanlışlık olduğunu da genellikle görebiliyorduk.
*
Bu,
bizim için, yetmişini aşmışken, sihirli bir el değmişce onlarca dilde
okuyabilmek gibi, Alâeddin’in Lambası’ndan çıkan bir Cin’in bizim dileklerimizi
bir el çırpmasıyla gerçekleştirmesi gibi bir mucizeydi.
Onlarca
yılın açlığıyla kıtlıktan çıkmış birinin kendini mükemmel bir ziyafet masasının
başında bulduğunda, büyük bir aç gözlülükle tüm yiyeceklere saldırması gibi,
tüm kitaplara saldırmaya başladık. Birinden birkaç lokma alırken, acaba
öbürünün tadı nasıl diye öbürüne saldırıyorduk, ona bakarken diğerinin adı ve
konusu daha ilginç geliyor ona atlıyorduk.
(Benzerini
MP3 ve Napster ile yaşamıştık. Çeyrek yüzyıl önce, yine teknolojideki
gelişmeler sayesinde, birdenbire tüm dünya müziğine erişmek mümkün hale
gelmişti. Günler ve gecelerce her türlü müziği indiriyor, ertesi gece taksi
sürerken veya ilerde bir gün, dinlemek üzere gigabaytlarcasını emniyete alıyor,
kasetlere geçiriyorduk. Yıllarca neredeyse Türkiye’den veya Türkçe hiçbir müzik
dinlemedik. Tüm dünya müziğini dinliyor bambaşka dünyalara açılıyorduk.)
Ama en
önemlisi, Türkçe ve Almanca’ya hapsolmuşluktan kurtulmuştuk. Başta İngilizce
olmak üzere, bütün belli başlı Avrupa dillerinde kaynakları okuyabilecektik.
Zaten esas olarak sadece İngilizce bile neredeyse her türlü ihtiyacı
karşılamaya yetiyordu.
“Körün
istediği bir göz, Allah vermiş iki göz”.
Birdenbire
önümüzde sonsuz olanaklar açılmıştı.
Ama
aynı zamanda artık çok geçti.
Bunca
kaynağı okuyacak ne zaman ne de enerji yoktu.
Bir Sekreter veya Yardımcı: “Dil Modeli”
İkinci
önemli, ama bizim için daha az önemli, gelişme, yine yapay zekaya dayanan, Open AI adlı “dil modeli”nin ortaya çıkışıydı.
Elbette
Google aracılığıyla arama yaparak
birçok kaynak bulmak veya kontrol yapmak mümkündü.
Ama Open AI bir tür sekreter gibiydi,
hamallıkları azaltan veya hamallıktan kurtaran. Hala eski alışkanlıklarla bu
yardımcıdan gereğince yararlanamıyoruz ama en azından artık böyle bir olarak ta
var.
Open
AI ile başka olanaklar da var ama biz daha onları bile denemeye fırsat
bulamadık ve işin doğrusu henüz pek denemeye ihtiyaç ve zaman da olmadı.
Özetle
Türkçeye Çeviri olanağı ve araştırmanın hamallık işlerinde adeta bir elektronik
sekreter işlevi gören ve görebilecek bir “Dil
Modeli” önümüzde yepyeni ufuklar açtı.
Yürürken (ve Yüzerken) Dinleyerek Okuma
Bu
arada, bunlar kadar önemli olmasa da okuma veya çalışma yoğunluğumuzu ve
süremizi arttırma olanağı sağlayan üçüncü bir gelişme daha oldu. Yazılı bir
metni okuma programları, bir zamanların bilim kurgu filmlerinin metalik sesli
robotlarının akustiğini bıraktılar ve neredeyse analog insan seslerinin
kalitesine ulaştılar.
Çalışma
kapasitemizi sürdürebilmek ve uzatabilmek için her gün en azından birkaç saat
(on kilometreye yakın) yürümemiz gerekiyor. Yürürken okunmuyor. Bir bakıma
bizim için boş geçen bir zaman oluyordu.
Bu boş
zamanı okuduklarımızı düşünerek değerlendirmeye çalışıyorduk ama bu yetersiz
geliyordu.
Analog
olarak seslendirilmiş kitaplar vardı ama bunlar arasında bizim okumak
istediklerimiz bulunmuyordu.
Ama
şimdi, ilgi duyduğumuz kitabı biz yürürken gayet güzel okuyan bir yardımcımız
vardı artık. Yürürken dinleyerek kitap “okumak” da mümkün hale geldi. Böylece
kısalan zamanı daha yoğun değerlendirme olanağı da ortaya çıkmıştı.
Tabii
yürürken “okuma”da daha ziyade “hafif” kitapları, biyografiler, popüler bilim
kitapları vs. seçiyoruz.
Hasılı
bu üç teknik devrim bizim planımızı konumuzla ilişkilerimizi değiştirmemizin
maddi temelini oluşturdu.
Yanlış
hatırlamıyorsam Umberto Eco bir kitabında, Ortaçağ’da insanların otuzlarında,
kırklarında normal gözlerdeki bozulma, yakını görememe nedeniyle okuyamaz hale
geldiğinden, daha sonra ilkel de olsa merceklerin geliştirilmesiyle bu sürenin
uzamasının adeta bir devrim etkisi yaptığını yazıyordu.
Yaşadığımız
işte böyle bir devrimdi.
Bu
durumda yeni ve bol kaynaklara baktıkça, okudukça, ilk plan iyice dallanıp
budaklanmaya başladı.
Ama
neyi neden değiştirdiğimizi açıklamak için kısaca ilk planı özetleyelim.
Böylece
uzun ara sonucu ilk kitabı özetleme ve hatırlatma işini de aradan çıkarmış
oluruz.
İlk Plan
Marksizm’in Yeniden İnşası’nda
izleyeceğimiz yolu ikinci yazıda ““Terra incognita”ya Uzaydan Bir Bakış
(Marksizmin Yeniden İnşası – 02)[14]” dört kıta imgesiyle kısaca açıklamışktık: Ulus ve Ulusçuluk, Din, Toplum ve Varlık kıtaları.
Ve
bununla da yetinmemiş, bu kıtaların aynı zamanda iç içe geçen Matruşkalar gibi olduğunu, en içteki, en küçük, ama aynı zamanda, Öz’ün (Varlık) en dışındaki, Matruşka olan Ulus ve Ulusçuluktan başlayarak, en
dıştaki Matruşka olan Varlık'a, yani
en genel olana, Öz’e doğru gideceğimizi belirtmiştik.
Söyle
yazıyorduk:
“Uzaydan çekilen bu fotoğrafta görülen
bir şey daha var.
Evet bunlar ayrı kıtalar ama Matruşkalar gibi birbirinin içindeler.
Varlığın içinde Toplum, Toplum’un içinde Din, Din’in içinde Ulus ve
Ulusçuluk var.
Ancak bu Matruşkaları bir tanrı gibi dışından içine doğru açamayız,
insanlar, daha doğrusu bugünkü toplum, en içteki en küçük matruşkanın içinde ve
bir matruşkanın içinde olduğunu bilmiyor.
Tıpkı bir kuyunun içinde olup, kuyuya düşmemek için sürekli önüne bakan
bir insan gibiler.[15] ”
İşte
ilk amacımız, en azından, en iç ve küçük Matruşka’dakilere (yani ulusçu
olduğunu bilmeyen ve kendini ulusçuluğa karşı sananlara ulusçu olduklarını,
ulusçuların ulusçuluk tanımına göre ulusçu olmadıklarını düşündüklerini,
aslında karşı olduklarını düşündükleri ulusçuluğu tanımlarken ulusçuların ulus
tanımına dayandıklarını, bir kendine
gönderme yaptıklarını, yani bir öz
referans sorunu olduğunu ve ulusçuluğu yeniden ürettiklerini) göstermekti.
Yapmak
istediğimiz, ilk önce, Marksistlere ve sosyalistlere, bir kuyunun içinde
bulunduklarını göstermek ve onlara kuyudan çıkabilecek bir merdiven uzatmak
şeklinde formüle edilebilirdi.
Bu
bizim araştırmalarımızın da izlediği yoldu bir bakıma.
Kuyunun
içinde olduğunu bilmeyen okuyucuyla birlikte, kendi izlediğimiz yolu tekrar kat
ederek, onun da benzeri bir yol kat ekmesini ve böylece sorunu daha iyi ve
kolay kavrayacağını, durumunu daha kolaylıkla görebileceğini düşünüyorduk.
Bu
aynı zamanda didaktik bir yöntemdi.
Didaktik
yöntem görünümden öze, kısmi olandan genele, somuttan soyuta gider.
Açıklama ve Araştırma Yöntemlerinin Zıtlığı ve
Didaktik Yöntem
Elbette,
Araştırma ve Açıklama yöntemleri farklı, hatta zıt bir yol izlemelidir.[16]
Araştırma Tümevarım, yani en temel
kategori ve kavramlara ulaşma, Açıklama Tümdengelim,
yani en genel ve temel kategorilerden, araştırma sonucu varılmış en soyut
olandan, başlayarak, somuta, dıştakine, görünüme doğru giderek, farklı
soyutlamalar düzeyinde yeniden inşa etmek.
Marks
da Kapital’de böyle yapar. Ekonomi
Politiğin konusunun, kendisiyle birlikte ortaya çıktığı, en genel, en soyut Meta kategorisinden başlar. Tam da bu
nedenle Marks’ın bizzat kendisi de ilk bölümlerin en zor bölümler olduğunu
belirtir.
Meta kategorisi iki insan
ya da kabile iki ürünü değiştirdikleri,
ürünler böylece bir metaya dönüştükleri, kullanım değerleri bir değişim değeri
kazandığı anda ortaya çıkar (Zuhur, Emergenz).
Yani
Ekonomi Politiğin konusunun var oluşu,
ortaya çıkışı, zuhuru, orada başlar, bu aynı zamanda en genel olandır.
Ekonomi
politikteki Meta, Matruşkalar
analojisinde, bu en dıştaki Matruşkadan, yani Varlık’tan başlamaya karşılık
gelir. Çünkü Toplum, Din, Ulus vs. hepsinin en derindeki özü Varlığın bir biçimi veya Toplumsal Varlık olmalarıdır.
Varlık
hepsinin özü, hepsinde bulunan, en genel olandır.
*
Akademik
ya da bilimsel standartlarla yazılan çalışmalarda, açıklamada, elbet bu yöntem öncelik taşır.
Ama didaktik yolun böyle olması gerekmez,
hatta tam da araştırmanın izlediği yolu izleyebilir ve izlemelidir.
Biz de
Mandel’in Marksist Ekonomi El Kitabı’nda
izlediğine benzer bir yol izlemenin[17],
yani araştırmanın izlediği yolu okuyucuyla birlikte, ama bu sefer daha yeni ve
zengin verilerle birlikte, kat etmenin, daha iyi olacağını düşünmüştük.
Didaktik
yolda, araştırmaların izlediği yol izlenmeli, yüzeyde olandan, görünür olandan,
öze, en derin olana doğru gidilmelidir.
Marks’ın
da dediği gibi, “öz ve görünüm aynı
olsaydı bütün bilim gereksiz olurdu”.
Bilim
demek görünümden öze doğru yol almak demektir.
Ayrıca
şunu da belirtelim ki, didaktik bir yol izlememizde, elbette bu çalışmayı
bitirmeye yetecek enerji ve zamanımızın olup olmadığını bilmememiz de bir
nedendi. Yani Ulus ve Ulusçuluğun asgari de olsa açıklanmasının politik
aciliyeti de bir nedendi.
Ulus ve Ulusçuğun Kendisinde Görünümden Öze Gidiş
Böylece
daha politik olandan, dıştakinden, görünümden, ulus ve ulusçuluktan başlamış
oluyorduk.
Ama
ulus ve ulusçuluğun kendisini incelerken de yine görünümden öze doğru bir yol
izlememiz gerekiyordu.
Bunu
ulusun ve ulusçuluğun tanımı
üzerinden yapacaktık.
Birinci
kitapta, ulusçuluğun ortak
özelliklerinden hareketle yapılan bir tanımından yola çıkıp, sonra ikinci
kitapta, ulusçuluğun hangi kategoriden bir toplumsal varoluş olduğu, tanımın
buna göre yapılması gerektiği sorununa geçerek, birinci kitaptaki tanımın
yüzeyselliğini ve yanlışlığını göstermeyi düşünüyorduk.
Tekrar
hatırlatalım, birinci kitapta, ulusun ve
ulusçuluğun bir tanımının yapılamadığını ve yapılamadığının, neredeyse konu
üzerine kafa yoran herkesçe kabul edildiğini, hatta bir tanımının yapılamayacağına dair bile görüşler olduğunu
gösterdikten sonra, geçici bir çözüm olarak, Gellner’in, Benedikt Anderson ve
Eric Hobsbawm tarafından da paylaşılan, ulusçuluğun, bütün ulusçuluklarda ortak
olanla yapılan tanımlamasını, (“Ulusçuluk ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesini savunmaktır”) hareket noktası olarak kabul etmiş, bu tanımın anlamını ele almış ve bu tanımdan çıkan
sonuçların en ilginç ve önemlilerine kısaca değinmiştik.
Birinci
kitap esas olarak bu tanım, anlamı ve sonuçları üzerineydi.
Örneğin,
sadece bu tanımdan hareketle bile, Marks dahil Marksistlerin aslında ulusçu
olduklarını; ulusçuluğa değil, ulusçuluğun dayandığı ilkenin ihlaline karşı
çıktıklarını; ulusçuluk tanımlarının özünde ulusçuların ulusçuluk tanımı olduğunu;
Enternasyonalizmin ulusçulukla aynı ilkeye dayandığını ve ulusçuluğu yeniden
ürettiğini, ulusçuluğun dünya çapındaki zaferini, kendilerini ulusçuluk karşıtı
sayan Marksistler sayesinde kazandığını, çelişik gibi görünen bu olgunun
çelişik olmadığını vs. göstermiştik.
Ama bu
kadarı da ulusçuluğun henüz görünümüydü, ulusun ve ulusçuluğun hangi kategoriden bir toplumsal olgu
olduğu sorusu henüz sorulmamış ve cevap aranmamıştı.
Birinci Kitabın Eleştirisi Olarak İkinci Kitap
Bir
bakıma, ikinci kitapta birinci kitabın eleştirisini yapacaktık. Yani birinci
kitaptaki tanımın hem ulusçuluğun ve ulusun hangi
kategoriden bir olgu olduğunu tanımlayamadığını ya da “ulusçuluk veya ulus hangi kategoriden bir olgudur?” sorusuna bir
cevap vermek bir yana bu soruyu bile soramadığını, gerçek tanımların ise, her
şeyden önce ele aldıkları olgu ve nesnelerin hangi kategoriden olduklarını
belirleyip, o kategori içindeki ayırıcı özelliklerini belirtmesi gerektiğini,
birinci kitaptaki tanımın tam da bunu yapamadığını ele alacaktık.
Bunu
da ulusçuluğun dayandığı, “Politik ve
ulusal olanın çakışması ilkesi” tanımında, hem tanımdaki ulusal kavramının, fiilen bunu
kullananların ve bizzat bu tanımı yapan ve benimseyenlerin dilinde, ulusal
olanı bir dil, din, tarih, kültüre vs. göre anlama ve tanımlama yanlışı
içerdiğini; yani gerici, demokratik olmayan, yani bir dil, din, tarih, kültür
körü olmayan ulusçuluğun ulusal kavramı olduğunu (ki bunu birinci kitapta
göstermiştik); ama aynı zamanda tanımdaki politik
kavramının da analitik değil, normatif
bir kavram, ulusu açıklayan değil ulusu ve ulusçuluğu var eden bir kavram
olduğunu, dolayısıyla bu tanımın da ulusçuların bir ulusçuluk tanımı olduğunu,
ulusçuluğu ve ulusları yeniden ürettiğini gösterecektik.
Normatif
kavramlara değil de analitik kavramlara dayanan bir tanımın, ulus ve ulusçuluk hangi toplumsal kategoriden bir olgudur sorusuna cevapla ortaya
çıkabileceğine gelecektik.
Tanımdaki
Politik kavramının anlamının, yani politikaya ilişkin anlamıyla, sosyolojik veya analitik anlamıyla değil, normatif,
yani hukuki bir kavram olarak politik
anlamına geldiğini gösterecektik.
Çünkü
toplum denen varlık biçiminin kendisinde, hukuki olarak ayrılmış politik veya
özel gibi alanlar yoktur, bunlar ancak sosyolojik bir analizin kavramlarıyla
ayrı alanlar olarak tanımlanabilir veya sınıflandırılabilir. Ama “Politik
olanla ulusal olanın çakışması ilkesi” biçimindeki tanım, modern toplum
toplumsal yaşamı ve toplumsal olguları politik veya özele ilişkin olarak iki
ayrı alanla tanımlamaktadır. Politik tam da bu ayrı bir hukuki alan
anlamındadır.
Ama
bizzat toplumsal hayatı Politik Olan ve Politik Olmayan (Özel) diye ayırmanın kendisinin, hukuken politik
diye bir alan belirlemenin kendisinin analitik olarak Politik (burada politikaya ilişkin) olduğunu
gösterecektik.
Hukuken
Politik, devlete ilişkin olarak tanımlanan alanın ulus ile çakışması ilkesi,
yani bu çakışmayı kabul etmeyenler üzerindeki bu diktatörlük, hukuken Politik
olmayan olarak, özel veya inanç olarak tanımlanan alan ise, fikir ve inanç özgürlüğü
alını olarak tanımlanır.
Ve
burada özgürlük kavramının ve iddiasının nasıl aslında bir diktatörlüğün, yani
modern toplumun örgütlenmesinin, dininin bir kategorisi olduğu gibi konuları da
ele alacaktık.
Bu da
bizi bu toplumsal hayatı politik olan ve olmayan olarak bölmenin niçin ve nasıl
ortaya çıktığı ve aslında dinin tanımı üzerinden bir din oluşturmanın ta
kendisi olduğu sorununa getirecekti.
Bu
normatif ayrımın kendisi, politik olmayan, özel olarak tanımladığı ve özgürlük
bahşettiği alana, dinleri koyarak, bir din, yani dinin tanımı üzerinden bir din,
bir hukuki sistem olduğunu göstererek Ulusların ve Ulusçuluğun aslında Din
kategorisinden bir olgu olduğunu sonucuna ve tanımına gelecektik. Sosyolojik olarak Dinler tam da modern
toplumun bu ayrım aracılığıyla yaptığı işi yaparlar. Toplumun üstyapısını, hukukunu
ve diğer ilişkilerini şekillendirirler. Ancak modern toplumda bunu yapmadıkları
takdirde Din olabilirler.
Bu
nedenle, bugün dünyada dinler değil, bir
tek din, toplumsal yaşamı özel ve politik diye iki ayrı alana bölen bir din
vardır. Din denilenler artık sosyolojik olarak din değildirler ve modern
topluma göre hukuken din olarak tanımlanmış, hukuki kategorilerdir.
Bu
ayrım, Din’leri özel alana atarak din olmaktan çıkarma, Aydınlanma’da
kapitalizm öncesinin statü farklarını kaldırmanın ve insanların hukuki
eşitliğini sağlamanın aracıyken (Çünkü Statü farkları özünde Din farklarıdır
kapitalizm öncesi toplumlarda), ulusçuluk karşı devrimiyle birlikte, yani politik olanın ulusal olanla
çakışması ilkesinin gelişiyle birlikte, bir karşı devrimle, insanların eşitliği
yerine ulusların eşitliğini getirerek ama ulusların ve ulusal devletlerin
eşitliğini sağlayacak hukuki bir yaptırım mekanizması da olmadığından ve olamayacağından,
hem ulusal eşitsizliklerin, hem devletlerin varoluşunun ve güçlenmesinin ve
insanların devletlere göre ulus diye bölünmesinin, hem de statü
farklılıklarının ulusal devletler arasındaki farklar biçiminde yeniden oraya
çıkmasına yol açar.
Bütün
bu nedenlerle, uluslar ve ulusal devletler, içinde hukuki ve/veya ekonomi
eşitlik için mücadele edilebilecek tarafsız ortamlar değil, insanların biçimsel
bir eşitliği için bile yıkılması ve yok edilmesi gereken karşı-devrimci
yapılardır.
Ve
tezimizi, ulusçuluğun ve ulusların aslında Din
kategorisinden bir toplumsal olgu olduğu tezini böylece gösterdikten sonra.
Din’in hangi kategoriden bir olgu olduğu
sorusuna gelecektik.
Ve din
konusunu da tıpkı ulusçuluk gibi, aşama aşama derine giderek, önce analiz
ederek gösterdiklerimizin sonra yanlış ve eksikliğini göstererek yapacaktık.
Üçüncü Kitap: Din
Din’in
hangi kategoriden bir olgu olduğu da üçüncü kitabın konusu olacaktı.
Tabii
burada da gerek klasik Marksizm’de gerek Sosyolojide gerek Antropolojide, yani
var olan tüm “Sosyal Bilim”de Din’in
de ne olduğunun tanımlanamadığını, yani ne olduğunun bilinemediğini, ama
ulusçuluktan farklı olarak özellikle Marksistler arasında tanımlanamadığının da
bilinmediğini, yani bilinmediğinin de bilinmediğini gösterecektik.
Gerek
ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilinememesi ve tanımının
yapılamamasının, ama yapılamadığının, tanımlanamadığının bilinmesinin, gerek
Din’in tanımının yapılamamasının ve ne olduğunun ve tanımının yapılamadığının,
bilinmediğinin bilinememesinin ardında temel bir metodolojik yanlışın, bir öz referans sorununun, bir kendine gönderme, bir kendi üstüne kapanma, bir antinomi, bir paradoks bulunduğunu gösterecektik.
Bilinmemesinin
nedeni olarak da Marksizm dahil, bütün “Sosyal
Bilim”in Din kavramının da aslında modern
toplumun dininin din kavramı olduğu, dolayısıyla, Marksistlerin öznel
olarak tıpkı ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürken, ulusçuların ulus
kavramlarına göre ulusçuluğu tanımladıkları için ulusçu olduklarını
gösterdiğimiz gibi, bu sefer de öznel olarak dinsiz olduklarını düşünürlerken
veya Devletin Din alanına karışmamasını savunurlarken, modern toplumun dininin
yayıcıları ve pekiştiricileri olduğunu gösterecektik.
Marksizm
dahil bütün akademik veya burjuva Sosyoloji ve Antropolojilerinin Din
kavramının, toplumsal bir olgu olarak Din’i değil ve onun analitik kavramlarla,
hangi ilişkileri nasıl düzenlediğini değil, modern toplumda normatif olarak Din
olarak kabul edilen anlamını, yani modern toplumun ilişkilerini düzenleyen, Modern
toplumda din olarak tanımlanabilmek için koşulların ifadesi olan, politik alana
bulaşmamak, özele ilişkin olmayı kabullenmek
anlamını esas aldığını ve bunun bizzat Din olgusunu gözlemenin ve Din’i
anlamayı sağlayabilecek analizin bir engeli olduğunu ve bizzat bu durumun da,
bu modern toplumun ilişkilerini düzenleyen din kavramının, modern toplumun
dininin egemenliğine ve yayılmasına hizmet ettiğini ele alacaktık.
Daha
sonra da, bu öz referans durumunun varlığının deşifre edilememesi nedeniyle, hem
bu modern toplumu hem de tarihi, yani diğer toplumları ve “dinleri” anlamayı da
olanaksızlaştırdığı gibi konuları ele alacaktık.
Din Kavramı: Toplum Bilimin veya Marksizm’in Atomu
Matematikçiler, Asal Sayıların
matematiğin atomu olduğunu söylerler, bu analojiye bağlı olarak, toplum
biliminin atomunun da Din kavramı olduğu söylenebilir. Din kavramını
parçalamadan, yani analiz etmeden, toplumu ele alan bilimin gerçekten bir bilim
olması olanaksızdır.
Marksizm, Din olgusunu anlayamadığını
anlayamadığı ve dolayısıyla Din olgusunda din teorimiz var anlamında “bizim
namazımız kılındı” havasında olduğundan, Din’i adeta burjuva sosyolojilerine
bırakmıştır. Bütün Burjuva sosyolojisi Din kavramı ve olgusunu açıklama
çabasından doğmuştur denebilir. Durkheim ve Weber iki örnektir. En önemli ve
temel eserleri Din’i tanımlama ve açıklama çabasıdır.
Ama bu çabalar nesnel olarak, bu
toplumun bir teolojisi, onun paradigmalarının yaygın ve egemen hale getirilmesinin
bir aracıdır. Yani onların bu toplumun dininin din kavramlarıyla Din denen
olguyu açıklamaya çalıştığı gibi konulara girecektik.
Bu nedenle Burjuva sosyolojisinin ve
Antopolojisinin (kısaca “sosyal bilim”inin) eleştirisi de dinden başlamak ve
dinin eleştirisi olmak zorunda olduğunu sonucunu gösterip sonra Marksizm’in Din
olgusunu nasıl ele aldığını ve burjuvazinin ufku dışına çıkamayıp, onu yeniden
ürettiğini gösterecektik.
Klasik Marksizm bu konu üzerine pek
kafa yormamış, Din’i tam da burjuva toplumunun tanımıyla, ya akılla zıtlık
içinde inanç olarak, yani bir epistemolojik sorun olarak, ya da politik alanla
zıtlık içinde özele ilişkin hukuki bir sorun olarak ele almıştır.
Epistemolojik ele alış çerçevesinde
Din’e karşı bilimi (“inanca” karşı “deneyi” ve “aklı”) savunmayı, hukuki
anlamıyla da dinin özel bir sorun olmasını ve “inanç özgürlüğünü” savunmak
olarak görevlerini belirlemiştir.
Marksizm bir de sınıf mücadelesi
bağlamında, bir parti ve ideoloji olarak Din üzerinde durmuştur.
Bunu da kendisinin dini açıkladığının
bir kanıtı gibi görmüştür.
Ama aslında bunlar tam anlamıyla
sosyolojik olarak Din olgusu üzerine bir analiz oluşturmazlar, Din görünümlü ya
da kendilerini dini olarak tanımlamış olgular üzerinde dururlar. Ama toplumsal
bir olgu olarak Din nedir, hangi toplumsal ilişkileri düzenler sorusu ve bunun
cevabı yoktur.
Ernst Bloch gibi sonrakiler de esas
olarak bu temelde derinleşmişlerdir.
Klasik Marksizm’de hem bu çerçevede
kalan hem de klasik uygarlıklar ve uygarlık öncesi (Komün) esas ilgi alanı olan
Hikmet Kıvılcımlı, bu anlamlarının dışında fiilen din’in bu alanlarla sınırlı
olmadığını ve Din’in öneminin ciddi biçimde farkına varmıştır.
Ama Kıvılcımlı da din’in önemini
vurgulamak isterken, ona “insan beyninin derinliklerinde”
diyerek, Dini organik bir temele bağlayarak, bu önemi açıklamaya çalışmış,
aslında mantık sonuçlarına varıldığında, Din’i neredeyse “Din Geni” ile “açıklamış” sayılabilir.
Antropoloji de esas olarak Din (ve
akrabalık) üzerine bir literatür ve gözlemler yığını olarak tanımlanabilir.
Dolayısıyla Din üzerine üçüncü
kitapta, hem klasik Marksizm’in, hem de burjuva veya akademik sosyal bilim
denilebilecek sosyoloji, antropolojinin eleştirisinden başlayacaktık.
Bundan sonra Din’in bilimsel bir tanımının
metodolojik sorunlarını ele alacaktık.
Bu da adım adım bizi Toplumsal varlık
konusuna doğru getirecekti.
Toplum ve Doğa’da Bilgi ve Nesnesi
Daha sonra bilimsel bir din tanımının
sorunları bağlamında Doğa ve Toplumda nesne ve onun bilgisinin birbirinden
tamamen farklı bir karakter taşıdığını, doğada bilgi (epistemoloji) ve nesnesi (ontoloji)
arasında diyalektik bir ilişki, ama toplumda toplumsal olgu hakkında bilgi veya
bilgisizliğin, ya da epistemolojinin ontolojik olarak bir varlık ve yokluk
ilişkisi biçiminde oraya çıkabildiğini ele alacaktık.
Ama bunun ardında da toplumsal
varlığın özgüllüğünün bulunduğunu, toplumsal varlığın cansız ve canlı varlıktan
temel farklarını, toplumsal varlığın insanlar bir şeyin varlığını kabul
ediyorlarsa veya ona inanıyorlarsa var olabildiğini. Ama onu kabul edenlerin
kendi gerekçeleri ve açıklamalarının o toplumsal varlığın anlaşılmasını
sağlamayacağını, toplumsal varlıkların, hangi toplumsal ilişkilerin ifadesi ve
aracı olup toplumsal ilişkileri nasıl şekillendirdiklerinin incelenmesi
gerektiğini ele alacaktık.
Burada da Din kavramının bütün
toplumlarda bulunmadığını, modern toplumun o toplumlardaki, kendi din tanımına
uygun kimi olguları Din olarak tanımladığını ve o toplumlara birer din
atadığını ama daha sonra da, din diye bir kavramı olmayan toplumların bile
modern toplumun bu din tanımlamasını kabul ettiklerini, bunun nedeninin de
aslında artık yeryüzünde sadece bir tek din olduğunu gösterecektik.
Buradan bugün dünyada dinsel denen hareketlerin
aslında modern partiler veya uluslar ve ulusçuluklar olduğu konusuna
girecektik.
Gösteren ve Gösterilen İlişkisinin Sorunları
Tarihte ve yakın zamana kadar başka
toplumlarda Din diye bir kavramın bile olmamasına rağmen sosyolog, tarihçi,
antropologların onlardaki kimi olguları Din kategorisinden olgular olarak öyle
tanımlamasının ve bu tanımla yapılan gözlemlerin ve yazılan rapor ve
kitapların, gösteren ve gösterilen ilişkisini nasıl ele almayı gerektirdiğini,
aslında tarihçi, Antropolog ve sosyologların gerçekliği kendi Din tanımları ve
anlayışlarıyla çarpıttıklarını ele alacaktık
Bütün bu rapor ve kitapların,
neredeyse bütün antropoloji ve tarih literatürünün, anlattıkları tarihi ve
toplumları değil, kendilerini, kendi dinlerinin din tanımını yansıttıklarını,
onların anlattığı bütün verilerin, raporların, tarihlerdeki bu çarpıtma
hesaplanarak belki bir miktar anlattıklarının daha az çarpılmış bir resmine
varılabileceğini ele alacaktık.
Başka toplumlarda bir Din kavramı
bulunmamasının aynı zamanda Dinin evrensel olarak geçerli bir toplumsal olgu
olmadığını, bir toplumun üstyapı ilişkilerini düzenlemenin aracı olarak Din
kavramı ve tanımının modern toplumun bir özelliği olduğunu, modern toplumun
dini de tüm üstyapıyı şekillendirdiği için, din tümüyle üstyapı ilişkilerini
düzenler önermesinin bu anlama geldiğini, birçok toplumda üstyapı ilişkilerinin
bir din kavramı olmadan da olabileceğini ve olduğunu ele alacaktık.
Buradan da Toplumsal Varlığın nasıl
bir varlık olduğu konusuna Ulus ve Tanrı olguları örneğini ele alarak bir netlik
kazandırmaya çalışacaktık.
Dördüncü Kitap: Toplumsal Varlık ve Ortaya çıkışı
Bundan sonra da dördüncü Kitapta
toplumsal varlığın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını ele alabilmek için, onun
canlı varlıktan ortaya çıkışını açıklayabilmek için, burjuva sosyolojisinin Toplum ve Antropolojinin Kültür kavramlarının yanlışlığını ele
alacaktık.
Onların yanlışlığını göstermek için
de biyolojide organ kavramının
yeniden tanımının gerektiği, organların organik olmasının gerekmediği gibi
konulara girecektik.
Canlı Varlıktan Toplumsal varlığa, bir
varoluş biçiminden diğer bir varoluş biçimine geçişi (örneğin cansızdan canlıya
geçiş veya canlıdan topluma geçiş), yeni varoluş biçiminin ortaya çıkışını açıklayabilmek
için kavramsal araçların bir incelenmesine geçecektik.
Özetle çalışma aşağı yukarı böyle bir
şemaya göre yazılacaktı.
Tabii bu kısaca özetlenen şema o
zaman ele alınacak sorunlar hakkında hemen hiçbir fikir vermez.
Aslında bu yazıyı yazarken, böyle çok
kısa bir şemanın hiçbir fikir vermeyeceğini bildiğimizden, asgari bir fikir
vermek için, burada birer cümleyle geçtiğimiz sorunları açıklayan daha uzun bir
versiyon da yazmıştık.
Ama yazarken yazı, bizden
bağımsızlaştı ve adeta tekrar ayrı bir kitap olmaya doğru yöneldi.
Bunun üzerine onu bir kenara atıp,
böyle kısa bir taslakla yetinip, esas konumuz olan gecikmenin nedenleri
konusuna girmeye karar verdik.
O bir kenara attığımız taslaklardan
belik birkaç bağımsız yazı çıkarıp bu arada yayınlayabiliriz.
*
Görüldüğü
gibi bu program çok büyük emek ve zaman gerektirir. Tam da bu nedenle, sonradan
geleceklere birtakım izler bırakmaya öncelik veriyorduk.
Aslında
yazılarımızı dikkatlice okumuş bulunan okuyucular, burada yazdıklarımızın
neredeyse tamamını, çeşitli yazılarımızda fragmanlar halinde ele almış
bulunduğumuzu hatırlayabilirler.
Buraya
kadar kısaca da olsa kafamızdaki taslağı ve izleyeceğimiz yolu, bazı noktalarda
dalıp giderek, biraz daha ayrıntılı özetlemeye çalıştık.
Ama
şimdi bu planı değiştireceğiz Bundan sonra büyük bir atlama yapıp, şimdiye
kadar izlediğimiz ve burada tekrar açıklamaya çalıştığımız planda en sona
kalmış olanlardan başlayacağız.
Yani
açıklama veya sunuşun izlediği yolu izleyeceğiz ama bunu ilk planımızdaki gibi
akademik veya bilimsel standartlara uygun biçimde değil, araştırmanın izlediği
yol biçiminde, ilk kitapta olduğu gibi sunacağız.
Yazmaya Varlık’tan Başlayarak Devam Etmenin Nedeni
Yani buraya kadar anlattığımız sırayı ve yolu terk ederek,
(Ki bunun için bazı noktalarda ayrıntıya girdik) varlıktan ya da genelden
başlayarak özele (Uluslara ve Ulusçuluğa) doğru gitme planına geçeceğiz.
Bu
durumda Din konusu ve Din kategorisinden bir olgu olarak Ulus ve Ulusçuluğun
tanımı en sona geçmiş oluyor.
Bu
değişikliği yapmamızın temel nedeni, Din konusunda daha çok okumak için zaman
kazanabilmek.
Antropologlar
gidip gözlemledikleri “ilkel” toplumları anlatırken, burada kısaca geçilen
konularda yığınla malzeme yığmış durumdalar. En azından bunun bir kısmını ele
almalı.
Onların
anlattıkları resimleri değil, aslında kendilerinin bakışını kameranın
arkasındakini göstermek, dolayısıyla bu şekilde modern toplumun bilim ve din kavramlarını
daha kapsamlı ele almak gerekiyor.
Bunun
benzerini Tarih alanında veya diğer toplumların “Dinleri” alanında da yapmak
gerekiyor.
Öte
yandan onların anlattıklarında yaptıkları çarpıtmayı hesaplayıp düşerek o
toplumlar hakkında daha gerçeğe yakın bir resme ulaşmak gerekiyor. Bunlar da
daha geniş bir okumayı.
Yeni Alanlar ve Sorunlar
Diğer
bir neden de yeni alanlarla ve sorunlarla karşılaşmam. Daha doğrusu bu
alanlarla daha önce karşılaşmış ve yüzeysel bir izlenim edinmiştim ama şimdi daha
geniş kaynaklara ulaşma olanağı çıktığından biraz daha fikir sahibi olmam
gerekiyor.
Örneğin
son yıllarda Ortaya Çıkış (Zuhur,
Emergenz) denen “disiplinler arası”
bir konu veya araştırma alanı (ki bu da tanımlanabilmiş değil) var. Bu alandaki
çalışmalar Toplumun, Yaşamın, İnsanın ortaya çıkışını ele almak ve açıklamak
için yeni kavramsal araçlar sunabilir.
Sunup
sunmadığını bilmiyoruz. Ama en azından bir fikir sahibi olmak gerekir.
Tabii
bu Emergenz konusu da Komplekslik araştırmalarıyla bağlantılı.
Oldukça
yüzeysel bilgim olan bu alanda da geniş bir literatür ve artık buna ulaşma
olanağım var.
Bu
alanda da bir fikir sahibi olmak gerekiyor.
Ama Karmaşıklık araştırmaları konusunda bir fikir sahibi
olabilmek için, çok daha geniş başka
konular ve alanlar gündeme geliyor. Örneğin Ağlar,
Kaos Teorisi, Kendi Kendine Örgütlenmeler, Sürü Zekaları gibi konulara
girmek gerekiyor.
Tabii bu konularda en azından biraz olsun okuduğunu
anlayabilmek için, Matematik bilgisi
de gerekiyor
Önceleri bu gibi konularda pek kaynak bulamıyorduk.
Ama çeviri programları iyileşince, muazzam bir kaynak yığını
ortaya çıktı.
En azından bunlara bir göz atmak, konudaki tartışmalar
hakkında bir fikir sahibi olmak gerekiyor.
*
Bu dallanıp budaklanmaya ve yeni alanlara bir örnek verelim.
Toplumsal varlığın ortaya çıkışı sorunu alturizm (özgecilik,
diğerkamlık) sorunuyla bağlıdır. Yani kendini feda etme, parçayı bütüne
tabi kılma.
Ama doğal seçilim bireysel düzeydedir. Bir canlı kardeşi ya
da türdeşi için kendini feda ederse, kendini feda ettiği için, genlerini
aktaramaz, dolayısıyla doğal seçilimin alturizme karşı çalışması gerekir.
Alturizm ortaya çıkamaz, tesadüfen bir canlıda ortaya çıkarsa
da o canlı kendini feda ettiğinden diğer kuşaklara bu özelliğini aktaramaz.
Ama eğer böyleyse, örneğin Arılar, Karıncalar, Termitler vs.
gibi canlıların, hatta çok hücreli canlıların var olmaması gerekir.
Ama bunlar var.
Ve bunlar tıpkı çok hücreli bitki ve hayvanlar gibi bir tek
canlıya dönüşmüş durumdalar. Aslında örneğin arı, karınca, termit vs. diye tek
olarak var olabilecek bir canlı yoktur. “Arı kolonisi” bir tek canlıdır. İşçi,
erkek, savaşçı, kraliçe adılar o canlının organlarıdır.
Bu dönüşüm, nasıl açıklanacak ve bu paradoks nasıl
aşılabilir?
Buna yönelik olarak akraba seçilimi gibi teoriler var ama
bunların hepsinin yanlışlıkları daha sonra ortaya çıkarılmış.
Toplumsal varlık, daha ziyade karmaşıklık ve ağ konuları
çerçevesinde ele alınabilen bir “Schwarm”,
bir Sürü ya da Çete gibi değil, merkezsiz bir örgütlenme değil, bir tür karınca
veya arı “kolonisi” gibi var oluştur. Tabiri caiz ise, Toplum, parçanın bütüne
tabi olduğu, karınca veya arılar gibi, kendisi ayrı bir “canlı türü”dür. Bu
anlamda Toplum’da artık bir canlı türü olarak, insan yoktur. Nasıl tek arılar
ayrı bir canlı türü olarak arı veya canlı değil ise öyle. Çünkü hiç bir arı tek
olarak var olamaz, kendini sürdüremez. İnsan da öyledir. Toplum dışı bir insan
var olamaz.
Ama bu “Toplum” denen “canlı türü” artık canlı değildir,
toplumun evrimi ve farklı toplum türlerinin ortaya çıkışı Darwin yasalarına,
canlıların evriminin yasalarına bağlı değildir. Toplum bütün canlıların aksine
üremez. Üremediği için Darwin yasalarına bağlı değildir değişimi.
Toplum Üretir. Üretim toplumla birlikte ortaya çıkar. Bu
nedenle Toplum üretim ilişkilerini değiştirerek değişir. Yani Toplumsal varlık,
Darwin’in değil, Marks ve İbni Haldun’un Marks ve İbni Haldun’un tanımladığı
yasaları bağlıdır.
Gerek biyolojinin gerek fiziğin kavramları toplum söz konusu
olduğunda hiçbir işe yaramaz. Onun kendi
kavramları vardır ve geliştirilmelidir. Zaten yapmaya çalıştığımız da budur.
Toplumun tanımı da, ona geçiş te, “sosyal” canlılarla kıyas
içinde yapılabilir ve bu geçiş daha iyi anlaşılabilir. Toplum’un ortaya
çıkışını anlayabilmek için bu canlılar ilginç ipuçları sunabilir.
Bu da örneğin bu “sosyal hayvanlar” denen canlı türleri
hakkında ve bunların ortaya çıkışı hakkında oldukça geniş bir literatürü
okumayı gerektiriyor.
Sadece bu da değil, bu soruna (alturizm sorununa) matematik
modeller ve bilgisayar simülasyonları aracılığıyla da çözümler aranıyor.
Bu da hemen hepsi “Mahkum
İkilemi”yle başlayan, soğuk savaş döneminde geliştirilmiş oyun teorilerini ve onlar hakkında biraz
olsun bilgi sahibi olmayı gerektiriyor.
Tabii bu da asgari ölçüde olsun biraz matematik bilmeyi
gerektiriyor.
İşte daha böyle yığınla örnek verilebilir.
*
Geçmişten bir başka örnek.
İlk kitabın sonunda da, “Bir Ulusçuluk ve Ulus Teorisi
Bulunmamasının Ardında Bulunan Mantıksal Yanlış: Kendine Referans (Paradokslar,
Antinomiler, Kendine Referanslar, Sonsuz Döngüler, Aksiyomatik Sistemler ve
Marksizm)” başlıklı
son yazıda da, yaşadığımız benzer bir süreci kısaca anlatmıştık.
Ulus ve ulusçuluğa ilişkin görüşlerimizi ilk yazmaya
başladığımızda, yirmi yıl önce, 2004 yılları civarında, öz referans, (kendine
gönderme) diye bir kavram bilmediğimizden, anlatmaya çalıştığımız uluslar
ve ulusçuluğun varlığı ile uluslar ve ulusçuluğun bilgisinin yokluğu arasındaki
ilişkiyi, imgelerle, özellikle de
Escher’in imgeleriyle (Resimleriyle) veya bazı çocuk tekerlemeleriyle anlatmaya
çalışıyorduk.
Sonra tesadüfen Douglas R. Hofstadter’in Gödel Escher Bach kitabında bizim resimleri aracılığıyla derdimizi
anlatmaya çalıştığımız Escher’in adının kitabın adında geçmesinden hareketle,
kitabın ilginç olabileceğini düşünerek konuya girmiştik. Tabii önce kitap bize
birkaç numara büyük gelmişti. Sonra zorlaya zorlaya, Kendine Gönderme, Öz
referans, Antinomi, Paradoks gibi konulara girmiş, imgelerle anlattığımızın
kavramsal karşılığını bulmuştuk.
Ama onlara girince de çok kabaca da olsa matematiğe,
matematik tarihine, Mantık ve Matematik ilişkisine, Küme Teorilerine,
Aksiyomatik sistemlere, Gödel’e, Eksiklik Teoremlerine, Alan Turing’e, Karar
teoremlerine vs. girmek durumunda kalmıştık.
Ki bu o zamanlar sınırlı Türkçe ve Almanca kaynaklarla
olmuştu.
Bütün bunları kör bir insanın el yordamıyla yol bulması gibi
bulmuştuk. Bize böyle yıllar ve muazzam enerjiye mal olan bu konuları bilen
biri olsa veya böyle konuları tartışan, kafa yoran, böyle konuların varlığından
haberi olan insanların bulunduğu bir ortamda olsak, bu yolları hızlıca kolayca
anlayarak geçmek mümkün olabilirdi.
İşte yapay zeka çevirilerinin ortaya çıkardığı olanaklar ve
bu gibi dallanıp budaklanmalar, karşımıza artık rahatça okuyabileceğimiz
alanlar gibi sorunlar çıkardı.
Elbette bu konulara egemen olamayız. Ne alt yapımız, ne
birikimimiz, ne de zaman ve enerjimiz var.
Ama en azından bizim kafa yorduğumuz konulara başka kafa
yoran var mıdır?
Diğer konularda bu konuya bir açılım sunabilecek bir düşünce,
bir kavramsal araç var mıdır diye de var olan kaynaklara hiç olmazsa bir bakmak
gerektiği ortaya çıkıyor.
Sadece Yeni Alanlar Değil, Kaynakları Kaynağından
Okumak
Bu konuya yukarıda kısaca değinmiştik ama tekrar değinelim.
Ayrıca yeni alanlar bir yana, Din konusunu ele alabilmek için
çeşitli toplumların din tanım ve kavramları, böyle kavram ve tanımları olup
olmadığı, din olgusunun karşılığı ne gibi davranışlar içinde olduklarını
göstermek gerekir.
Ama bunun için de çeşitli toplumlardan özellikle
Antropologların raporlarının kendisini, otantik metinlerini okumalı. Buna
özellikle o toplumların çarpılmamış bir resmine ulaşabilmek için gerek var.
Yani kaynakların kaynakları gibi bir sorun var.
Çünkü o gidip içinde yaşadıkları veya gözlemledikleri ve
bunların raporlarını çıkardıkları, kitaplarını yazdıkları kabilelerde
gördüklerinden sonuç çıkaranlar, yani özellikle Antropologlar, olguları modern
toplumdan bir insanın ya da modern toplumun dininin tanımının gözlükleriyle
gözlemleyip, sınıflayıp değerlendirmişlerdir.
Onların olguları seçişi, tanımlayışı, bakışı çarpıktır.
Anlattıkları anlattıklarından çok anlatanı, yani kendilerini anlatır.
Din analizimizin doğruluğunu iyice, ayrıntılarıyla
gösterebilmek için, kabilelerin veya başka toplum ve uygarlıkların kendileri
hakkındaki ham bilgiye ama aynı zamanda, Antropologların yorumlarından
olabildiğince sıyrılmış, ham bilgiye, olgular hakkında olabildiğince otantik ve
imkansız olsa da yorumdan arınmış bilgiye ihtiyaç var.
Dolayısıyla önce antropologları incelemek, sonra onların
gördüklerini nasıl göreceklerini veya göremeyeceklerini az çok taslaklaştırmak,
sonra onların anlattıklarından, gözlemlerinden, onların kendi bakışlarıyla
çarpıtılmış olanı hesaplayarak, mümkün olduğunca Antropologların bakışıyla
çarpıtılmamış ya da çarpıtılmaları minimuma indirilmiş gerçek olgulara
ulaşabilmek gerekiyor.
Bu ise antropoloji ve antropologlar hakkında epeyce bir okuma
yapmayı gerektiriyor.
Marks Engels’in işi nispeten kolay sayılabilirdi. Daha
Antropoloji doğmamıştı ve Morgan gibi ilk birkaç Antropoloğun yazdıklarını veri
alarak buradan genellemelere gidiyorlardı.
O veriler bugün tamamen eskimiş bulunuyor ama daha önemlisi, bugün
binlerce antropolog ve yazdıkları var. Bunlar hiç olmazsa küçük ve esaslı bir
yüzdesini okumak gerekir.
Ama o küçük ve esaslı olanı da bulmak, cevheri tüvenandan
ayırabilmek için, keçiboynuzu yer gibi, bir gram bal için bir eşek yükü odun da
yemek gerekir.
Keza klasik uygarlık “dinlerini”, bunların kendi kavram
sistemlerini ele almak ve tüm bunlar aracılığıyla bunların üstyapısının niçin
nasıl şekillendiğini göstermek gerekiyor.
Tabii buna buna bağlı olarak, bir yığın sosyoloğun bu
konularda yazdıklarını da incelemek, klasik “dinler tarihi” gibi konulara girip
bu alanda da geniş bir literatürü incelemek gerekiyor.
Tabii dinden dine geçişler, bunların mekanizmaları, Dinlerin
yayılışları gibi konular da var.
İşte bu gibi nedenlerle, yani karşılaştığımız, toplumun var
oluşunu ele almak için karşımıza çıkan yeni alanlar nedeniyle veya özellikle
toplumsal alanda ve dünyadaki dinler hakkında daha geniş bir okuma yapabilmek
için, Din konusuna gireceğimiz ikinci ve üçüncü kitabı sona atıp, önce Varlık,
cansızdan canlıya geçiş, insanın ortaya çıkışı, toplumun ortaya çıkışı,
toplumsal varlığın nasıl bir şey olduğu gibi konuları öne almak gerekiyor.
Ama bu genelden başlayışta, ilk başta açıklama yöntemiyle
yapmayı düşündüğümüz gibi, bilimsel ve akademik standartlara uygun bir biçimde
yazmayı değil, birinci kitaptaki gibi, eldekini bir an önce derli toplu yazıya
geçirme biçimini izleyeceğiz.
Ayrıca fragmanlar biçiminde, arada okuduğumuz
belli konularda, bağımsız ama “Marksizmi
Yeniden İnşa”nın bütünlüğüne uygun yazılar da yazabiliriz.
Şimdilik durum budur.
Bu bilgileri eğer olur da ilerde
böyle bir işi yapmaya niyetlenenler çıkarsa onların işini kolaylaştırmak için yazmak
gerekiyordu.
18 Şubat 2024 Pazar
Demir Küçükaydın
Aydınoğlu,
Ergun. “Pirandello’yu Hatırlarken”.
Küçükaydın,
Demir. “Demir'den Kapılar”. Ulussuz, Eşetlikçi ve Dayanışmacı Bir Dünya İçin. ed. Demir
Küçükaydın. https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Küçükaydın, Demir. Kassandra Laneti: 2023
Başkanlık Seçimleri’nde HDP’nin, Sosyalistlerin ve Demokratların İzlemesi
Gereken Yol Üzerine Doğrulukları Bir Hezimetle Kanıtlanmış Yazılar. Köxüz
Yayınları.
Küçükaydın,
Demir. “Politik Mücadele ve Bilim (Marksizm)”. (Marksizmin Yeniden İnşası - 01).
kapilar.blogspot.com/2022/01/politik-mucadele-ve-bilim-marksizm.html
Küçükaydın,
Demir. TSIP ve
TKP-B'nin Tarihöncesinin Tarihine Katkı: (Arkeolojik Bir Kazı). İnternet:
Köxüz Yayınları, 2008.
Lenin, Vladimir
Ilyich. “On Cooperation”.
Mandel, Ernest. Marksist ekonomi el kitabı.
thk. Orhan Suda. Ankara: Maki Basın Yayın, 3. Basım, 2008.
Marx, Karl. Kapital: Ekonomi politiğin
eleştirisi. İstanbul: Yordam Kitap, 4. Basım, 2013-.
Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş.
Erişim 16 Ocak 2024.
Yazar Hakkında Bilgi
Demir Küçükaydın (10.06.1949)
1949’da Savaştepe’de doğdu, ilk ve orta okulları
Soma’da, Liseyi Balıkesir ve İzmir Karşıyaka Erkek Lisesi’nde okudu. İstanbul
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji (Gece) bölümüne girdi.
Çetin Altan’ın yazılarıyla ve babası aracılığıyla
Sosyalist düşünceyle tanıştı ve 1965 yılından beri kendini bir sosyalist olarak
tanımlamaya başladı.
Balıkasir Lisesi son sınıfta, “Ana dilinizi niçin seversiniz?” kampazisyon
sorusuna, soru benim sevdiğimi varsayıyor, yanlıştır, ana dilimi sevmek zorunda
değilim, dediğinden okuldan atılmamak içirn tazdikname alıp lisenin son üç
ayında Karşıyaka Erkek Lisesine geçti.
Bir yıl beklemede kaldı. İzmir’de Şark sanayi
Mensucat ve Soma’da Garp Linyitleri İşletesi’nde çalıştı. Türkiye İşçi Partisi
Karşıyaka ilçesinde çalışmaya başladı.
Sosyoloji (gece) bölümünde okurken gündüzleri bir
muhasebecide boğa tokluğuna çalıştı. Üniversite işgallerine katıldı.
1968 yılında, Samsun Ankara yürüyüşüyle birlikte
devrimci mücadeleye atıldı, hayatını ezilenlerin davasına adama ve verolan
düzenle tüm gemileri yakmak için, bilinçli bir tercihle üniversiteyi bitirmeme
kararı aldı.
Devrimci Öğrenci
Birliği (DÖB), Türkiye Devrimci Gençlik
Federasyonu (Dev-Genç), Yapı İşçileri
Sendikası (YİS) gibi öğrenci ve işçi örgütlerinde militan ve yönetici
olarak çalıştı.
Üç arkadaşıyla birlikte, Emperyalizme karşı
savaşabilmek için Filistin’e gitti ve Fedayi oldu. Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nde gerilla eğitimi
gördü.
Dönerken hudutta Cerablus-Kargamış arasında
arkadaşlarıyla yakalandı.
İşkence gördü. Nizip
ve Antep cezaevlerinde hapis
yattı.
Çıkınca Bir önceki yaz örgütlenmesinde çalıştığı,
Aliağa’daki işçi direniş ve grevlerinin örgütlenmesi için efsanevi işçi lideri
İsmet Demir ve öldürülen Necmettin Giritlioğlu ile çalıştı.
Ayrıca Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesinin örgütlenmesine katıldı.
12 Mart döneminde Dev-Genç davasından İstanbul
Bölge Yürütme Kurulu üyeliğinden hapis yattı.
Çeşitli firmalarda soğuk demirci ve montajcı
olarak çalıştı.
12 Mart döneminin sonlarında Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi Programı temelinde Türkiye Komünist Partisi’nin reorganizasyon kongresini topladı ve
yönetiminde yer aldı.
Bu partinin legalde çıkardığı Kıvılcım gazetesini yönetti. Tutuklandı.
Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından arkadaşlarıyla
birlikte yargılandı ve gazetede çıkan yazılardan dolayı, 17 Yıla mahkûm oldu.
İstanbul
Toptaşı, Niğde Kapalı ve Malatya E Tipi Özel cezaevlerinde (15 ay
müşahade hücresinde) 10 yıla yakın hapis yattı.
Hapisteyken çeşitli yazılar ve Mihri Belli ve Murat Belge’nin Eleştirileri gibi kitaplar yazdı.
Vatan Partisi’ni eleştirileriyle destekledi. Kıvılcım dergisinin çıkan dört sayısının
ve Sosyalist gazetesinin son on
sayısının neredeyse bütün yazılarını (çeşitli isimlerle) yazdı.
Niğde’de arkadaşlarıyla birlikte tünel kazarak kaçma
girişiminde bulundu. Tünel patladı. Tüneli üstlenen ekipte yer aldı. Hücre
cezasına çarptırıldı.
Hapisten çıkınca mevcutlu olarak askere alındı.
Askerden firar etti ve yurt dışına kaçtı.
Fransa’da iltica etti.
Sonra Almanya’ya geçti.
Fransa ve Almanya’da Dördüncü Enternasyonal’in Fransa (LCR) ve Almanya (GIM)
seksiyonlarında çalıştı.
Alman seksiyonunun Soz Magazin adlı teorik organının yazı kurulunda yer aldı.
Yine aynı dönemde Türkiyeli göçmen işçilere yönelik Ne Yapmalı dergisini çıkardı.
Türkiye’ye yönelik Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı teorik ve politik
derginin yazı kurulunda yer aldı.
İsveç’te çıkan Kürdistan
Press ve Türkiye’de çıkan Özgür
Gündem gazetelerine yazılar yazdı.
Avrupa’da yabancılar hareketinde yer aldı.
Türkiyeli sosyalistlerin başlattığı Sosyalist Forum tartışmalarına katıldı.
Türkiye’deki Birlik
Tartışmaları’nın (“Kuruçeşme Süreci”)
Avrupa’da yapılan paraleline katıldı, bildiri ve değerlendirmelerini
arkadaşlarıyla birlikte “Birlik mi
Rekompazisyon mu?” başlıklı kitapta yayınladı.
Avrupa’da yabancılar hareketinde yoğunlaştı.
Hamburg’ta ikinci kuşak göçmen gençlerin oluşturduğu
Köxüz çevresinde yer aldı.
Avrupa’da yaşayan mültecilerin çıkardığı Sosyalizmin Sorunları dergisinin yayın
kurulunda yer aldı.
Avrupada çıkan
Yeni Zamanlar dergisinde yazıları yayınlandı.
İsveç’teki Hikmet
Kıvılcımlı Arşivi’nin, Amsterdam
Sosyal Tarih Enstitüsü’ne verilebilmesi için arşivi databanka geçirdi.
Taksi şoförü olarak çalışmaya başladı.
Abdullah Öcalan kaçırıldığında “Abdullah Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi”nin
kuruluşunda ve çalışmalarında yer aldı.
2000’lerin başından itibaren Kürt ulusal hareketini
desteklemek için, Türkiye ve Avrupa’da çıkan yayınlarında (2000’de Yeni Gündem, Özgür Gündem, Özgür Politika, Medya TV)
yazılar yazdı Televizyon programlarına katıldı.
2001 yılında yapılan Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nun örgütlenmesinde yer aldı ve “Tarihin, Marksizmin ve Kıvılcımlı’nın Kayıp
Halkası: Komün” başlıklı bildirisini sundu.
Demir’den
Kapılar isimli sitesinde yazı, yorum ve kitaplarını paylaşmaya başladı.
İnternet forumlarında yazılar yazdı.
İsmail Beşikçi’nin görüşlerini Tersinden Kemalizm adlı kitapta eleştirip, Ulus, Ulusçuluk ve Din
konularında bunların Marksist bir teorisini oluşturmakta yoğunlaştı.
Arkadaşlarıyla birlikte Köxüz sitesini kurdu ve onu yönetti.
2005 yılında taksi söförlüğünden malulen emekli
oldu.
2007’den sonra Türkiye’ye gidebilmeye başladı.
Politik çalışmalara katıldı.
2008 yılında Türkiye’de yapılan bir Kıvılcımlı
Sempozyumu’na “Tarihsel Maddecilikte Yapı
ve Özne Sorunu – Kıvılcımlı’nın Katkıları ve Eleştirisi” başlıklı
bildirisini sundu.
Arkadaşlarının maddi ve manevi destekleriyle Marksizmin Marksist Eleştirisi, Geleceği
Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler, Bir Devrimcinin Teorik ve
Politik Otobiyografisi kitaplarını yayınladı.
Çatı Partisi, Halkların Demokratik Kongresi, HDP
gibi Kürt hareketinin başlatmaya çalıştığı girişim ve örgütlenmeleri yazı ve
eylemleriyle desteklemeye çalıştı.
Gezi Hareketine katıldı ve neredeyse günü gününe
yazılar yazdı. Bu yazıları yine
arkadaşlarının desteğiyle, Gezi Direnişi
Yazıları başlığı ile kitap olarak yayınlandı.
Daha sonra Yoğurtçu
Parkı ve Don Kişot İşgal Evi’ndeki
çalışmaları katıldı.
2013 yılında arkadaşlarıyla birlikte, Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nu örgütledi ve “Kıvılcımlı’nın Marksizme Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi”
başlıklı bildirisini sundu.
Arkadaşlarının maddi ve manevi destekleriyle Kıvılcımlı Sempozyumu Bildirileri ve
İsmet Demir’in Anılar ve Deneyler
isimli kitabının ikinci baskısının yapılmasını sağladı.
AKP iktidarına karşı birçok girişimler (“Radikal Demokrasi”, “HDP’ye Oy Ver, Barajı Yık, Diktatörü Durdur,
Barışı Kur”, “Ìstifa”, “Hayır” gibi
girişimlerin örgütlenmesinde ve çalışmalarında yer aldı, bir çok yazılar
yayınladı.
Barış İçin Akademislenler’in
topladığı imza kampanyasına katıldı.
2016 Temmuz darbesinde tıbbi kontroller için
Almanya’daydı, döndüğü takdirde tutuklanacağından ikinci kez sürgün yaşamına
başladı.
Arkadaşlarıyla Berliner
Forum ve orada yapılan çeşitli sunum ve tartışmaların örgütlenmesine
katıldı.
Covid 19 salgını döneminde Youtube kanalında Koronik başlığı altında birçok videolar
yaptı ve yayınladı.
Bundan sonra, özellikle Ulus ve Din’in ne olduğuna,
toplumsal varlığın ne olduğuna ve ne zamandan beri var olduğuna ilişkin
konuları ele alacak Marksizmin Yeniden
İnşası adını vermeyi düşündüğü kitabını kabaca da olsa tamamlamayı ve
Otobiyografisini yazmayı planlıyor.
Tüm kitap ve yazıları kamu malıdır.
Bilim, Politika, Sanat ve Hukuk’un kişinin geçimi
ile ilgisi olmaması prensibine bağlıdır.
“Ahlakım
politik politikam ahlakidir; politikam bilimsel, bilimim politiktir; bilimim
ahlaki, ahlakım bilimseldir” yaklaşımına uygun bir yaşam sürmeye çalışır.
Demir Küçükaydın
6 Haziran 2023 Salı
Yazarın Çalışmalarına Ulaşmak
ve Kitaplarını İndirmek İçin Linkler
e-mail
Demir’den Kapılar (Blog)
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube Kanalı:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast:
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitapları İndirmek İçin Linkler:
https://disk.yandex.com.tr/d/MP0-52MFdgdqBg
https://disk.yandex.com.tr/d/2Vez45Mg7W7wzA
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Yazarın Basılı Olarak Yayınlanmış Kitapları
(Kitaplar dijital olarak yukarıda
verilmiş lnklerden indirilebilir)
1976 Kıvılcım Dava Savunması
1976 Emekçi ve Birikim’in Eleştirilerinin Eleştirisi
1978 İşçinin El Kitabı
1989 Birlik mi Rekompazisyon mu? (Ortak)
2004 Tersinden Kemalizm – İsmail Beşikçi Eleştirisi (Alevilik, Din, Bilim
ve Politika Üzerine)
2005 Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji (Ortak)
2006 Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı (Ortak)
2007 Marksizmin Marksist Eleştirisi
2009 Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi
2010 Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler
2013 Kıvılcımlı Sempozyumu Bildiriler (Ortak)
2013 İsmet Demir – Grevler ve Direnişler Üzerine (Anılar ve Deneyler
(Ortak)
2013 Gezi Direnişi Yazıları
2015 Ortadoğu Demokrasi Manifestosu
Dijital Kitaplar ve Derlemeler
·
1 Mayıs Yazıları
·
11 Eylül ve Politik İslam
·
12 Eylül Üzerine
·
2000’de Yeni Gündem’e Yazılar
·
2002 Seçimleri Yazıları
·
Açılım’ın Gerçek Hikayesi
·
Adalet Yürüyüşü Yazıları
·
Aleviler ve Alevilik Üzerine
·
Almanca’ya Çevrilmiş Yazılar
·
Avni Olarak Yazılar
·
Avni’nin Gerçek Hikayesi
·
Avrupa Birliği Üzerine
·
Avrupa Merkezcilik Üzerine
·
Azınlıklar Sorunu Üzerine
·
Çatı Partisi Tartışmaları
·
Ciguli’nin Kardeşi
·
Demokrasi ve Sol
·
Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Niçin Savunulmalıdır?
·
Deniz Gezmiş Üzerine Yazılar
·
Deniz Gezmiş ve Kürt Sorunu Üzerine
·
Ermeni Katliamı ve Sorunu Üzerine
·
Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk
·
Geçiş Programı Üzerine
·
Gezi Dersleri ve Analizi
·
Gidenlerin Ardından
·
Göçmenler ve Siyah Hareketi Üzerine
·
HDK Üzerine Yazılar
·
İlk Yazılar
·
Karaburun Bilim Kngresi’ne Bildiriler
·
Kassandra Laneti
·
Kıvılcım Gazetesine Yazılar
·
Kıvılcımlı’nın, Marksizmin ve Tarihin Kayıp Halkası:
Komün
·
Kıvılcımlı Üzerine Yazılar (1975-2012)
·
Komplo Üzerine Yazılar
·
Korona Pandemisi ve Sosyalist Politika
·
Kültür Üzerine
·
Kürdistan Press’e Yazılar ve Mektuplar
·
Kürdistan’da Sosyalizmin Sorunları
·
Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları
·
Marksist Demokrasi Teorisine Katkı
·
Marksizm – Kemalizm – Türk Solu
·
Marksizm ve Sosyalizmin Sorunları
·
Marksizm Uluslar ve Ulusçuluk
·
Mihri Belli Üzerine Yazılar
·
Öcalan ve PKK Üzerine Yazılar
·
Öcalan’a Mektuplar
·
Öcalan’ın Kaçırılışı Üzerine Yazılar
·
ÖDP Üzerine Yazılar
·
On Yıl Öncesinden Yazılar
·
Özgür Gündem’e Yazılar
·
Seçimler Üzerine Yazılar
·
TKP-B ve TSİP’in Tarih Öncesinin Tarihi Üzerine
·
Yapı ve Özne Sorunu
[1]
[2]
[3]
[4]
[5]
[6]
Örneğin Lenin şöyle yazıyordu:
“Şimdi yapılması
gereken şey, sergilediğimiz ve bolca sergilediğimiz ve tam bir başarıyla
taçlandırdığımız geniş devrimci eylem yelpazesini, devrimci coşkuyu
birleştirmeyi öğrenmektir - bunu iyi bir işbirlikçi olmak için yeterli olan
verimli ve yetenekli bir tüccar olma becerisiyle birleştirmeyi öğrenmektir
(neredeyse söylemeye meyilliyim). Tüccar olma becerisi derken, kültürlü bir tüccar olma becerisini
kastediyorum. Ticaret yaptıkları için iyi tüccar olduklarını düşünen Ruslar ya
da köylüler bunu kafalarına iyice soksunlar. Bu hiç de öyle değil. Ticaret
yapıyorlar ama kültürlü tüccarlar olmaktan çok uzaklar. Şimdi Asyatik bir
tarzda ticaret yapıyorlar, ama iyi bir tüccar olmak için Avrupalı tarzda
ticaret yapmak gerekir. Bu konuda bütün bir çağın gerisindeler.
[7]
[8]
Bütün bu yayın ve girişimler hem bloğumuzda bulunuyor hem de kitap olarak
derledik ve indirmeye amade kıldık.
[9]
[10]
Ergunoğlu “Türkiye Siyasetine Seçimlerin
Aynasından Bakmak” başlıklı bu uzun yazısinde neredeyse bütün sol muhalefetin
tavırlarını ayrı başlıklar altında analiz ediyor. Yazıların başlıkları ve
linkleri şöyle:
Kürt
hareketinin Anlaşılması Zor Kılıçdaroğlu Aşkı
Sol
Entelektüeller ve Seçim Sonuçları
‘Altılı
Masa’ Partileri ve Muhalefetin Cumhurbaşkanı Adayı Konusu
Türkiye
İşçi Partisi ve Kürt Hareketi
Kılıçdaroğlu’nun
Adaylığının CHP’li Destekçileri
[11]
Kıvılcımlı bizim yazmak isteyebileceğmiz her şeyi zaten yazdığı ve de ondan
öğrendiğimiz için o zaman yazı yazan bir militan değildik, Mahir ve İbrahim
gibi yazan arkadaşlarımızdan farklı olarak. Bu nedenle 12 Mart önvesi döneme
ilişkin ayrılıklardaki görüşlerimizi ifade eden yazımız, neredeyse yoktur. Ama
Hikmet Kıvılcımlı’nın peşpeşe yayınladığı üçleme (“Halk Savaşının Planları”, “Oportunizm
Nedir?”, “Devrim Zorlaması Demokratik
Zortlama”, ikinci baskısını yaptığı diğer kitapları (Örneğin “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı
– TİP’e Teklifler” ve Sosyalist
gazetesindeki yazıları bizim de görüşlerimizdi.
Ancak Yine de o zamanki yaklaşımımız hakkında bir
fikir verebilecek, Oktay Etiman’ın yıllar sonra okuduğunda “Altmışların
devrimcileri nasıl insanlardır hakkında: (...) belge niteliğinde” diyerek
paylaştığı, Sosyalist gazetesinin birinci ve ikinci sayılarında Ali Kaynakçı imzasıyla
yayınlanmış “İzmir Aliağa’da İşçi Olaylarının Nedeni”
başlıklı yazı bulunmaktadır.
[12]
Bu dönemi anlattığımız kitap şudur:
[13]
“Kuruçeşme Süreci” de denilen bu
“Birlik Tarışmaları”na sunduğumuz bildiri ve değerelendimeleri içeren kitap
şudur:
[14]
[15]
[16]
“Şüphesiz, sunuş tarzının araştırma tarzından
şekil olarak ayniması gerekir. Araştırma sırasında, malzemenin tüm aynntılanyla
ele alınması, farklı gelişim biçimlerinin çözümlenmesi ve bunlann iç
bağlantısının keşfedilmesi gerekir. Gerçek hareket, ancak bu işin yapılmasından
sonra, uygun şekilde betimlenebilir. Bu başarıldığında ve malzemenin yaşamının
aynadaki gibi ideal bir yansımasma ulaşıldığında, a priorit bir yapıyla karşı
karşıya olunduğu sanılabilir.”
[17]
Mandel şöyle yazıyor:
“ Marksist ekollerde Marksist ekonomik düşüncenin gelişiminin durmasının
tali bir sebebi de Marksist yöntemin kendisinin yanlış anlaşılmasıdır. Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözündeki ünlü pasajda Marx, ekonomi politik
alanında bilimsel bir açıklamanın izlemesi gereken yöntemi belirtir: somuta
varabilmek için soyuttan hareket etmek (13). Elkitabı yazarlarının çoğu,
Marx’in geçen yüzyıldaki ispatlamalarını, kısaltılmış ve genellikle yetersiz
bir şekilde, her seferinde yeniden ileri sürmek için bu pasajdan ve Kapital'in
üç cildinden esinlenmişlerdir. Oysa yorumlama yöntemi ile bilginin doğuşunu
birbirine karıştırmamak gerektir. Marx, somutun ilkin, kendisini meydana
getiren soyut ilişkilere aynştırılmaksızın anlaşılmayacağı üzerinde ne kadar
ısrar ediyorsa, bu ilişkilerin sadece dâhiyane bir sezginin ya da üstün bir
soyutlama yeteneğinin sonucu olamayacağı üzerinde de o kadar ısrar etmektedir.
Bu soyut ilişkiler, her bilimin ham maddesi olan ampirik veriler incelenerek
ortaya konulmalıdır. Marx’in böyle düşündüğünü anlamak için, Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı'nın önsözünde yöntem hakkında söylediklerini, Kapital'in 2.
baskısına yazdığı Önsöz’deki şu pasajla karşılaştırmak yeter: “Bununla beraber
yorumlama yöntemi ile bilimsel araştırma yöntemi kesinlikle birbirine
karıştırılmamalıdır.. Bilimsel araştırma konuyu ayrıntılarıyla ele almalı,
farklı gelişme formlarını tahlil etmeli ve bunlar arasındaki içbağlantıyı
bulmalıdır. Ancak bu çalışmayı yaptıktan sonradır ki, gerçek gelişme tam
anlamıyla açıklanabilir. Bu başarılırsa, incelenen konunun hayatiyeti tastamam
yansıtılırsa, a priori bir yapılanma karşısında bulunulduğu izlenimi
yaratılabilir” (belirtmeler bizden)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder