19 Şubat 2024 Pazartesi

(“Marksizm’in Yeniden İnşası”nda) Nerede Kalmıştık?

  (“Marksizm’in Yeniden İnşası”nda) Nerede Kalmıştık?

Önce Uzun Aranın Hesabını Verme Gereği Üzerine. 6

Zaman ve Enerjiyi Kullanmada Optimum Çözüm Arayışları 8

Politikadan Teoriye. 12

Politikadan Kültüre. 12

Kültürden Teoriye. 14

Politik Alanda Tarihsel Bir Olanak ve Felaket Tehlikesi 16

Teoriden Politikaya. 17

Bilanço: “Boşa Giden Bir Emek ve Zaman” mı?. 19

Geçmişten Birkaç Örnek (Hep Aynı Örüntü) 22

Seçim Bozgunu ve Olası Yeni Bozgunlar

29

Gerileme Dönemleri ve Teori 31

Dil Sorunu, Projemiz ve Sınırlarımız. 34

Teori ve Dil Bilmek. 37

Teorik Sorunlar ve Çevre Gereği 38

Teorik Görevler ve Kapasite Arasındaki Uçurum.. 42

Bilmediğini Bilmemek ve Bilmediğini Bilmek. 44

Ve Yapay Zeka Türkçe de Öğrendi 45

Bir Sekreter veya Yardımcı: “Dil Modeli” 47

Yürürken (ve Yüzerken) Dinleyerek Okuma. 47

İlk Plan. 49

Açıklama ve Araştırma Yöntemlerinin Zıtlığı ve Didaktik Yöntem.. 50

Ulus ve Ulusçuğun Kendisinde Görünümden Öze Gidiş. 53

Birinci Kitabın Eleştirisi Olarak İkinci Kitap. 54

Üçüncü Kitap: Din. 57

Din Kavramı: Toplum Bilimin veya Marksizm’in Atomu. 59

Toplum ve Doğa’da Bilgi ve Nesnesi 61

Gösteren ve Gösterilen İlişkisinin Sorunları 62

Dördüncü Kitap: Toplumsal Varlık ve Ortaya çıkışı 63

Yazmaya Varlık’tan Başlayarak Devam Etmenin Nedeni 64

Yeni Alanlar ve Sorunlar 65

Sadece Yeni Alanlar Değil, Kaynakları Kaynağından Okumak. 70

Kaynakça. 73

Yazar Hakkında Bilgi 75

Yazarın Çalışmalarına Ulaşmak ve Kitaplarını İndirmek İçin Linkler  82

Yazarın Basılı Olarak Yayınlanmış Kitapları 83

Dijital Kitaplar ve Derlemeler. 84


 

(“Marksizm’in Yeniden İnşası”nda)
Nerede Kalmıştık?

 

Önce Uzun Aranın Hesabını Verme Gereği Üzerine

Marksizm’in Yeniden İnşası” projesinin birinci kitabı olan “Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş[1]i parça parça yazma ve “Demir’den Kapılar[2] isimli bloğumuzda yayınlama işi, yuvarlak hesap 2022’nin ilk altı ayının sonunda bitmişti (Tam tarih: 25 Temmuz 2022). Şimdi bu satırları yazarken tarih: 7 Şubat 2024.

Yani aradan bir buçuk yıl gibi oldukça uzun bir zaman geçmiş bulunuyor.

Keza, 2022 ilk yarısının sonunda biten bu yazıları kitap olarak derleme ve indirmek için internete koyma 2022 yıl sonunu bulmuştu (Tam tarih: 6 Aralık 2022).

Yani birinci kitabı, dijital kitap olarak yayınlamanın üzerinden de bir yılı aşkın zaman geçmiş.

Bu kadar uzun bir zaman sonra elbette birinci kitapta yazdıklarımız unutulmuş olabilir.

Bu nedenle kısa da olsa bir hatırlatma yapmak gerekir elbette. Bunu ilerde bu yazının içinde yaparız.

Ama bu uzun aranın nedenlerini açıklamak ve bir “hesap vermek” de gerekiyor. “Hesabı” verelim.

Çünkü biz sadece boş zamanlarını veya yaşamının bir dönemini değil, tüm zamanımızı ve yaşamımızı devrimci mücadeleye adamış bir insanız.

Sanki bir hesap isteyen varmış gibi, ezilenlere hesap vermemiz de gerekir. En azından kendimize karşı.

Zaten hayatımızın her anı aynı zamanda böyle kendimize karşı da hesap vererek geçer. Tıpkı gerçekten inanmış bir dindar kişinin, “Ben bugün ne hayır işledim?” diyerek kendine hesap sorması ve vermesi gibi, biz de her an “Ben bugün ezilenlerin kurtuluş mücadelesine, kendi koşullarım, gücüm ve olanaklarım içinde, azami katkıda bulunmak için ne yaptım ve neler yapmalıyım?” sorusunun gözaltında yaşarız.

*

Birinci Kitap ve bundan sonra yazmak istediğimiz İkinci Kitap arasında bu kadar uzun bir boşluk olmasının iki temel ve farklı nedeni var.

Birinci neden, Türkiye politikasında ortaya çıkan kritik durum ve olanaklar ile ilgiliydi.

İkinci neden, teknikteki gelişmelere bağlı olarak, ortaya çıkan yeni olanaklar, bu olanaklara bağlı olarak ortaya çıkan yeni alanlar ve kaynaklarda en azından bir fikir sahibi olacak okumalar yapma gereği ve bunların da çalışmanın bundan sonra izleyeceği yolda yol açtığı değişikliklerle ilgilidir.

Aşağıda biraz uzun da olsa bunları açıklamaya çalışalım.

Bu vesileyle de Birinci Kitabı biraz hatırlamış oluruz.

Zaman ve Enerjiyi Kullanmada Optimum Çözüm Arayışları

Genç bir insanın önünde bitmeyecekmiş gibi uzun bir hayat vardır. Genç bir insanın, böyle bitmeyecekmiş gibi görünen bir hayat beklentisinden hareketle, zaman ve enerjiden tasarruf gibi bir problemi olmadan planlamasını yapar ve her işin bitebilmesi için ona gereken zaman ve enerjiyi ayırarak plan yapabilir.

Ama biz artık genç değildik.

Bu bizim önümüze ek sorunlar çıkarıyordu. Biraz bunun yol açtığı sorunlara ve çözüm bulma çabalarımıza değinelim.

*

Kitabı hazırlamaya başlarken, yaşımızı, dolayısıyla bu dünyada giderek kısalan zamanımızı ve azalan gücümüzü göz önüne alarak, güncel politik gelişmelerle uğraşmayı, o konularda yazmayı tamamen bir yana bırakma kararındaydık.

Maddi varlıklar (para, mallar, eşyalar) “öbür dünyaya” birlikte götürülemez, “kefenin cebi yoktur”. Ama düşünceler, eğer maddi bir varoluşa dönüştürülememişlerse, yani yazıya geçirilememişlerse ve Yayınlanamamışlarsa, bizimle birlikte “öbür tarafa” giderler.

Bu nedenle, yeni bir şeyler söylediğine ve bunun ezilenlerin mücadelesinde bir işe yarayabileceğine inanan her insan gibi, söylemek istediklerimizi “birlikte götürmekten” korkuyorduk. Bu dünyada bırakmak istediğimiz şeyleri bırakamamaktan koruyorduk. (Hala da korkuyoruz.) Bu nedenle düşüncelerimizi adeta “yangında ilk kurtarılacaklar” olarak görüyorduk ve görüyoruz.

Bu nedenle beynimizdekileri mümkün olduğunca sağmaya çalışmayı öne almıştık.

Bunu yapabilmek için de paralel iki işi, optimum bir denge gözeterek, bir arada götürmeye çalışacaktık.

Birincisi, henüz hala yazabilir durumdayken, yeterli ve tam olmasına bakmadan, en azından sonradan geleceklere ayak izleri bırakmak ve onların işini kolaylaştırmak için, ulaştığımız kimi sonuçları, tezler ve/veya varsayımlar olarak, az çok derli toplu sunabilmek.

Yani, bir ressamın daha sonra boyalarla doldurup son şeklini vereceği bir resmi önce kara kara kalemle bir taslak, bir eskiz olarak çizmesi gibi.

İkincisi, eğer yeterince zaman ve güç bulabilirsek elbette sonuçları, tezleri ve/veya varsayımları en azından akademik ve bilimsel standartlara uygun bir şekilde derli toplu yayınlamak.

Yani taslağı çizilmiş bir resmi boyalarla tamamlamak.

Ama bu çok zaman alacağından, bir yandan birinci işi yaparken, işin bu yanının hamallık kısmını yaparak, malzemeleri yığarak ve okuyarak, ilerde zaman olursa yapılacak işleri azaltmak, kullandığımız resim metaforun göre, boyaları hazırlamak.

19. Yüzyıl’da tüp boyalar çıkana kadar ressamlar boyaları kendileri yapıyorlar veya çıraklarına yaptırıyorlardı. Bizim yapmak istediğimiz işte, başkaları için “tüp boyalar” vardı ama bizim için “tüp boyalar” yoktu. Bu nedenle boyaları da kendimiz hazırlamak zorundaydık.

Benzetmemize göre “tüp boyalar” olmamasının bir nedeni, var olan kavram sistemlerini yıkıp yeni baştan kurmaya kalkmamız, olgulara farklı bir dalga boyundan bakmamızdı. Bizim gördüğümüz dalga boyundan hazır malzeme elde yoktu.

Bu “tüp boyasızlık” ve bilimin ham maddesi olgular konusundaki eksikliğin ne olduğu ve önemi “Yapay Zeka İle Bir Sohbet[3] başlıklı yazımızda görülebilir.

Bilimin temeli olgulardır. Ama o yazıda görülebileceği gibi, yapay zekanın bize açıkladığı olgular, bugün tüm topluma ve dolayısıyla yapay zekanın da veri kaynağı olan internet, egemen olan, başka bir ışık altında, yani ulusçu bir ışık altında görülmüş, seçilmiş ve kategorize edilmiş olgulardır, çarpıtılmışlardır. Bu bakımdan onlar, anlattıkları anlattıklarıyla değil, anlatan bakımından bir olgu veya veri oluştururlar.  Onlar olgular hakkındaki bilginin çarpıtılmışlığının örneği ve delili olan olgulardır. Anlatılanı değil, anlatanı anlatırlar.

Kameralar aslında gösterdiklerini değil, gösterdiklerini gösterenleri anlatırlar.

Özellikle Uluslar, Ulusçuluk, Din ve Toplum konularında bu böyledir.

Bu durum kendileri de olguları yapay zekanın anlattığı gibi görenlerden farklı olarak, bize ek bir iş çıkarır.

Anlatılan olguları, o çarpıtmalardan arındırıp, bu çarpıtmayı hesaplayıp öyle ele almak gerekmektedir. Yani bizim için, hazır malzeme (tüp boya) yoktu, hazır olanlar bizim işimizi görmüyordu. Onlardaki çarpılmayı hesaplayıp ona göre verileri, “sürtünme”lerden arındırıp, kendi görüşlerimizi açıklayabilmek için, kullanılabilir hale getirmemiz gerekiyordu. Bu anlamda boyamızı da kendimiz yapmak zorundaydık.

Bu gibi nedenlerle, Bir yandan hem önümüzde sanki bitmeyecek bir zaman ve enerji varmış gibi de çalışmaya devam etmek, hem de yarın ölecekmiş ve hiçbir şey bırakamadan gidecekmiş gibi, kafada ne varsa, kaşı kara gözü kara demeden azamisini burada bırakmaya çalışmak.

Yani birbiriyle çelişen, iki işi bir arada yapmaya çalışıyorduk. Halkımızın deyimiyle, “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol

Bu iki iş çelişkili olduğundan, birinden almadan diğerine verilemeyeceğinden, sınırlı ve giderek kısalan ve azalan zaman ve gücü, bunlar arasında dağıtarak, optimum çözümler bulmaya çalışıyorduk.

Her iki iş de esas olarak Teorik karakterde olduğundan Politik mücadeleye enerji ve zaman harcamayı bir yana bırakmak gerekiyordu ve bırakmıştık.

Çünkü daha ilk kitabın ilk bölümünün başındaki “Politik Mücadele ve Bilim (Marksizm) - (Marksizm’in Yeniden İnşası - 01)[4] başlıklı yazıda da üzerinde durduğumuz gibi, temel kavramlarda bir değişim, bir ilerleme, bir derinleşme, bir dakiklik sağlanması olmazsa olmazdı.

Politikadan Teoriye

Ancak teorik bir devrim yepyeni bir program ve strateji belirlemeyi sağlayabilir, böyle bir açıklık sağladıktan sonra ezilenlerin mücadelesi tekrar “sabrın derinliklerini ve coşkunun zirvelerini” harekete geçirecek bir canlanma ve güç bulabilir.

İnsanlığın, çağın içinde bulunduğu durumda, bir çıkış yolu için, kısa vadeli ve kısmi olana değil (buna dar anlamıyla, küçük harfle politik diyelim), uzun vadeli ve genel olana (buna da Teorik veya genel anlamıyla büyük harfle Politik diyelim) ağırlık vermek gerekiyordu.

Bu nedenle, Teoriye ağırlık vermek te Politik bir eylemdi ve eylemdir.

Aslında “politika dışı” bir davranış mümkün değildir. “Politika dışı” davranış da bir (geniş anlamıyla) Politik eylemdir.

Paradoksal bir ifadeyle, Politik önceliğimiz politikaya öncelik vermemektir.

Örneğin Lenin veya Troçki’nin de, geri bir ülkede iktidara geldikleri için, artık Politik değil Kültürel çalışma önceliğimizdir derken, aslında kültüre öncelik veren bir Politikayı ifade etmiş olduğu gibi.

Politikadan Kültüre

Programınız varsa, politik iktidar sorununu çözmüş iseniz (Lenin ve Troçki gibiler 20’li yıllarda, haklı olarak, durumu en azından böyle görüyorlar ve algılıyorlardı ve bu nedenle politikaya değil, Kültüre öncelik verme Politikasını, hatta “Kültürlü Tüccarlar”[5] olmayı[6] hedef olarak koyabiliyorlardı.) acil Politik görevinizi, politika değil Kültür olarak tanımlayabilirdiniz.

Örneğin Lenin şöyle yazıyordu:

Ne demek istediğimi açıklayayım. Robert Owen'dan itibaren eski kooperatifçilerin planları neden fantastikti? Çünkü sınıf mücadelesi, siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi, sömürücü sınıfın egemenliğinin yıkılması gibi temel sorunları hesaba katmadan, çağdaş toplumu barışçıl bir şekilde sosyalizme yeniden biçimlendirmeyi hayal ediyorlardı. Bu nedenle, bu "işbirlikçi" sosyalizmi tamamen fantastik ve sadece nüfusu işbirlikçi toplumlarda örgütleyerek sınıf düşmanlarını sınıf işbirlikçilerine ve sınıf savaşını sınıf barışına (sözde sınıf ateşkesi) dönüştürme hayalini romantik ve hatta banal olarak görmekte haklıyız.

Kuşkusuz günümüzün temel görevi açısından haklıydık; çünkü sosyalizm, siyasi iktidar ve devlet için bir sınıf mücadelesi olmaksızın kurulamaz.

Ancak siyasi iktidarın işçi sınıfının eline geçtiği, sömürücülerin siyasi iktidarının yıkıldığı ve tüm üretim araçlarının (işçi devletinin belirli koşullarda ve belirli bir süre için sömürücülere imtiyaz şeklinde gönüllü olarak terk ettikleri hariç) işçi sınıfının mülkiyetine geçtiği şu anda işlerin nasıl değiştiğine bir bakın.

Şimdi, bizim için yalnızca işbirliğinin büyümesinin (yukarıda bahsedilen "küçük" istisna dışında) sosyalizmin büyümesiyle özdeş olduğunu söylemeye hakkımız var ve aynı zamanda sosyalizme bakış açımızda radikal bir değişiklik olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu radikal değişiklik şudur; eskiden temel vurguyu siyasi mücadeleye, devrime, siyasi iktidarın kazanılmasına vs. yapardık ve yapmak zorundaydık. Şimdi vurgu değişiyor ve barışçıl, örgütsel, "kültürel" çalışmaya kayıyor. Uluslararası ilişkilerimiz olmasaydı, dünya ölçeğindeki konumumuz için mücadele etmek zorunda olmasaydık, vurgunun eğitim çalışmalarına kaydığını söylemeliydim. Ancak bunu bir kenara bırakır ve kendimizi iç ekonomik ilişkilerle sınırlarsak, çalışmalarımızdaki vurgu kesinlikle eğitime kayıyor.”[7]

Kültürden Teoriye
Ama bugün yaşadığımız dünyada çok gerilere gitmek zorundayız. İleriye sıçrayabilmek için geri gitmek, oku olabildiğince ileri atabilmek için, yayı iyice geri doğru germek gerekir. Bu nedenle Acil Politik görev, Kültür değil, Politika değil, Teori ve dolayısıyla Program ve Strateji olmalıdır diyoruz.

Bugün kendini muhalif saflarda görenler, tıpkı Ütopik Sosyalistler gibi Devletleri yıkma sorununu görmüyorlar.

19. Yüzyıl Ütopik Sosyalistleri ezilenlerin mücadelesinin birikimi açısından bir başlangıcı, el yordamıyla yeni alanları keşfetme çabasını ifade ediyordu.

Ama bugün dünyayı değiştirme adına, bu tür komünal ve çevreci yaşam kurma denemeleri, “Amerika’yı yeniden keşfetmek”ten başka bir sonuç vermeyecek bir hafiza kaybını ve günün acil görevlerinden, gerçek politik görevlerden, yani teoriden kaçmayı ifade ediyor.

En iyimser bakışla, Troçki’nin kullandığı bir imgeyle, aynı yolu bu sefer dizleri üzerinde, sürünerek kat etme anlamına geliyor.

Eşitlikçi, dayanışmacı “çevre dostu”, alternatif toplum hayalleri, dayanışmacı ve çevreci toplum adacıkları kurma hayalleriyle gerçekleşemez. Bütün bu çabalar, ilk ütopik sosyalistlerinkinden bile daha büyük hayal kırıklıkları, dağılmalar ve sonunda karşı olduğuna dönüşmeler, yani bir kapitalist işletmeye dönüşmeler ile sonuçlanacaktır.

Bütün bu çabalar, nesnel olarak bu kapitalist sistemin, ulusların ve ulusal devetlerin ömrünü uzatan çabalar olmaktadır ve olacaktır.

Biz ise böyle bir dünyada, “Teori”, “Marksizmin Yeniden İnşası”, “Uluslar ve Ulusçuluğun Teorisi ve Tanımı”, “Din’in tanımı ve teorisi” diyerek, sanki arkaik bir canlı türü veya türünün son örneği bir canlı gibi kalıyoruz ve onlar tarafından da öyle görülüyoruz.

Bu nedenle yazdıklarımızın, özellikle yeni kuşaklar arasında, herhangi bir yankı bulması, yayınlarımızın dalga boyunda rezonans gösterecek bir alıcı bulunması neredeyse olanaksızdır.

Hele daha önceki, Bektaşi’nin dediği gibi, “namazları kılınmış”, tüm teorik ve programatik sorunları çözülmüş, eski söylediklerini tekrar eden kişi ve politik örgütler için, yazdıklarımız ve ele aldığımız konular bile, onların varoluş koşullarına bir saldırı olarak kavranır ve kavranacaktır. Dolayısıyla görmezden gelinmek zorundadır.

Çağın ortaya çıkardığı görev, yakalanacak ana halka: Teori, daha somut olarak, Marksizmin Yeniden İnşası idi ve bu nedenle sorunumuz, bu teorik görevin nasıl tamamlanacağı, hangi taktikler ve optimum çözümlerle en kısa zamanda en çok yol alınabileceği gibi noktalarda yoğunlaşıyordu.

Politik Alanda Tarihsel Bir Olanak ve Felaket Tehlikesi

Ancak Türkiye’de yaklaşan seçimler, demokratik güçler ve özellikle Kürt hareketi için olağanüstü uygun bir konumlanış sunuyordu ve bu olanağı neredeyse hiç kimse görmüyor ya da gören olursa da “akıntıya karşı” duracak güç bulamıyor ve seslerini çıkaramıyordu.

Bu olağanüstü bir fırsat sunan kritik durumda, ortaya çıkan olanaklar görülür ve de uygun taktikler izlenebilirse, demokratlar veya demokrasi eğilimli örgütler, eğilimler, kişiler, sınırlı güçlerinin çok ötesinde bir etki sağlayabilir ve hem kendilerini tecrit olmaktan kurtulabilir hem de gelişmelerin gidiş yönünü değiştirebilir ve de bugünkü rejimi geriletebilirler ve demokratik güçlere (yani kendilerine) daha geniş bir hareket alanı sağlayabilirlerdi. En azında bir mücadele morali kazanabilirlerdi.

Elbette burada en örgütlü ve büyük güç olan Kürt Özgürlük Hareketi ve onun alacağı tavırlar hayati önemde olacaktı.

Türkiye’deki sol ve demokrat denilen kesimlerin, (Özellikle de HDP’nin) ortaya çıkan olağanüstü uygun durumu görecek ve esnek taktiklerle değerlendirecek yetenekte olmadığını ve bu tek atımlık barutu yerinde ve zamanında kullanamayacağını, kullanılmazsa çok olumsuz sonuçlar çıkacağını gördüğümüzden, gözümüz önünde böyle bir felaketin yaşanmaması ve felaketi engellemek için, elimizden geleni ardımıza koymamak gerektiği sonucuna ulaştık.

Bu durumda dar anlamıyla politik mücadeleye zaman ve enerjiyi aktarmak, ona öncelik vermek gerekiyordu. Yani içinde bulunulan politik konjonktürde,  seçim sürecinde, önceliğimiz, politikaya öncelik vermek oldu.

Böyle bir karar vermemizde, kendi özel konumumuzun da bir payı oldu.

Her zaman Kürt Özgürlük Hareketini, Türk sosyalistlerinden, demokratlarından ve liberallerinden tecrit olma bahasına bile desteklemiş bir insan olarak, sesimizin duyulma ve ciddiye alınma olasılığı olabilirdi. En azından Kürt hareketinin içindeki etkili bazı kesimlerde görüşlerimizin veya yazılarımızın izlendiği yönünde izlenimlerimiz ve dolaylı bilgilerimiz vardı.

Bu özel durum nedeniyle, belki önerilerimiz bir reaksiyonun başlaması için bir katalizör işlevi görebilirdi.

Bu nedenle kitabı yazmaya ara vermeye, güç ve enerjiyi bu konjonktürel durumun ortaya çıkardığı acil görevlere, yöneltmeye karar verdik.

Teoriden Politikaya

Elbette, yazdıklarımızı muhtemelen kimsenin ciddiye almayacağını, alanların da muhtemelen önerdiğimiz ezber bozan esneklikleri savunacak bir cesaret gösteremeyeceğini, gösteren çıkarsa bunların da anlayamayacağını tahmin ediyorduk.

Bu öngörüye rağmen, yine de çırpınmak, tencerenin dibini kazımak, yapılabilecek her şeyi yapmak gerekirdi.

Çünkü en umutsuz durumlarda bile mücadele etmek gerekir, sonucu her zaman mücadele belirler ve mücadele ederek yenilmek, bazen mücadele etmeden bir başarıya ulaşmaktan veya kazanca konmaktan çok daha değerli olabilir.

Kaldı ki, kimse ciddiye almasa dahi, hiçbir somut etkisi olmasa dahi, o verili durumda, doğru bir tavır ortaya koymanın ve bir devrimcinin, bir Marksist’in, doğru ve esnek taktikler izlemesinin örneğini sunmanın veya sunmaya çalışmanın kendisi de, ezilenlerin gelecekteki mücadeleleri için verili koşullarda, ezilenlerin mücadelesine azami bir katkı yapmanın bir yolu olabilirdi.

Ve nihayet, böyle bir davranış, bir devrimcinin, bir Marksist’in, bir yandan Marksizm’in temellerine inerek, onun en temel kavramlarını yeniden tanımlamaya çalışıp geliştirmeye çalışırken, yani en soyut, en derin ve en genel teorik sorunlarda yoğunlaşmış, “Marksizm’in Yeniden İnşası” gibi iddialı bir çalışmanın içindeyken, yani tümüyle en “saf teori” alanındayken bile, aynı zamanda somut bir politik mücadeleye, örneğin seçim taktiklerine yönelmesinin, bir bütün olduğunun, somut bir örneği de olabilirdi.

Bu gibi nedenlerle, 2022’nin ikinci yarısını ve 2023’ün ilk yarısını, yani yuvarlak hesap bir yılı, seçim sürecinde izlenmesi gereken taktik ve mücadele biçimlerine ayırdık.

Bu dönemde, yuvarlak hesap yarısı yazı yarısı video olmak üzere kırka yakın yayın yaptık.

Ayrıca, kişisel bazı girişimlerimiz oldu (Özellikle Kürt Özgürlük Hareketinde etkili olabilecek kişi ve kesimlere ulaşabilmek, önerdiğimiz karar alma yöntemlerini somutlamak gibi vs.)[8]

Bunu yaparken elbette diğer çalışmamızı, yani teorik olanı, temellere, genel olana yönelik çalışmamızı tamamen bir kenara itmedik. Aynı zamanda, önceki benzetmeye sadık kalırsak, “boyaları hazırlamaya” da devam ettik.

Yani bu sefer, politik ve teorik arasında bir denge de tutturmaya çalışıyorduk. Ama teorik çalışmada denge, yazmaktan ziyade okumaya yönelikti.

Özetle, Türkiye politikasında yaklaşan şeçimler, olanaklar ve bunun kritik önemi, bizi ilk planımızı ve önceliklerimizi değiştirmeye zorladı.

Ama bu vesileyle bir bilanço da çıkarmak gerekir.

Bilanço: “Boşa Giden Bir Emek ve Zaman” mı?

Öngördüğümüz gibi, yazdıklarımız hiçbir etki göstermedi ama hem önerilerimizin doğruluğu hem de öngörülerimiz, olaylarca, bizim bile tahmin edemediğimiz ölçüde ve maalesef parlak bir şekilde doğrulandı.

İşin ilginci, bu doğrulanma, bizim bile beklemediğimiz kesinlikte ve keskinlikte, önerilerimizi görmezden gelen veya karşı çıkanların, bir uçtan bir uca savrulmaları biçiminde, gerçekleşti.

Önerilerimize uzak duranlar, yok sayanlar veya “bir Ülkücüyü destekliyor” diyerek alay edenler veya Meral Danış Beştaş veya HDP gibi, karşı taraftan en fazla oy alabilecek Yavaş’ın adaylığını “kırmızı çizgi” ilan edenler, ikinci turda, babadan istihbarat ve özel savaş elemanı, faşist Ümit Özdağ’a veya Ümit Özdağ’a teslim olmuş Kılıçdaroğlu’na oy vermek ve istemek zorunda kaldılar.

Yani ortada bir referandum olduğunu ve karşı taraftan en çok oy alabilecek kişinin aday gösterilmesi gerektiğinin doğru olduğunu fiilen kabul etmek zorunda kaldılar.

Peki bu durumdan ders çıkarma veya yazdıklarımız üzerine en küçük bir tartışma oldu mu?

Hayır.

Ergun Aydınoğlu’nun, kısa bir süre önce okuduğum, bloğunda[9] yayınladığı, seçim sürecini değerlendiren seri yazılarında[10] gösterdiği gibi, bırakalım bizim önerilerimizi bir yana, genel olarak bu yenilgi ve izlenmiş seçim taktikleri üzerine ne genel olarak muhalefette ne Kürt hareketinde, ne sosyalistlerde, ne aydınlarda en küçük bir değerlendirme ve tartışma bile olmadı.

 

Herkes sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki hep doğru bir çizgi ve taktik izlenmiş gibi, “eski hamam eski tas” devam etti ve ediyor.

Sanırım Troçki’nin, dediği gibi, yenilgi ve gerileme dönemlerinde, insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler.

Elbette haklı çıkmanın ve bunu hatırlatmanın veya bundan söz etmenin, başkalarının gözündeki iticiliğini bilmez değilim. Ortadaki iflası kimsenin yüzüne de vurmamaya çalıştım. Ama böylesine kör parmağım gözüne bir durumda, yeri gelince bazı muhataplara, yanıldıklarını hatırlatmaya yönelik bazı imalarım bile tepkilerle karşılaştı.

Halbuki şimdi bizzat CHP’nin içinden ortalığa saçılan kimi itiraflarda görüldüğü gibi, CHP Genel Merkezi’nin ve Kılıçdaroğlu’nun yaptırdığı araştırmalarda bile Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacağın, adı geçen adaylar arasında en düşük oyu aldığının bilindiği ve buna rağmen Kılıçdaroğlu’nun adaylığının dayatıldığı ve bu dayatmaya, dolayısıyla yenilgiye, demokratların, sosyalistlerin ve Kürt hareketinin destek vermiş olduğu ortaya çıkmış, bulunuyor.

Yani bu yenilginin gerçek sorumlusu, önerilerimizi görmezden gelen, bunun bir “Erdoğan’a evet mi hayır mı?” şeklinde bir referandum olduğunu görmeyen, görmek istemeyen, dolayısıyla buna uygun taktiklerin ne olması gerektiği gibi bir sorunu gündeme bile koymayan, kendi yankı odalarında kendi seslerine aşık olan, demokratlar, sosyalistler ve Kürt Hareketidir.

Geçmişten Birkaç Örnek (Hep Aynı Örüntü)

Elbette bu, hiç bir şey olmamış gibi, olgularla doğrulanmış gibi süren tavrın hemen her durumda böyle olduğunu biliyoruz. Kendi hayatımızdan birkaç örneği zikretmeden geçmeyelim.

Örneğin Dev-Genç içindeki, 12 Mart öncesindeki bölünmelerde “İşçilerin Sınıf olarak öncülüğü mü, yoksa onun yerine ikame edilmiş küçük bir aydınlar gurubunun ideolojik öncülüğü mü?” şeklindeki devrimin hangi güçlere dayanması, öz ve yedek güçlerin kimler olması gerektiğine dair strateji tartışmasında, biz İşçi Sınıfının fiili öncülüğünü savunanlardandık.

Neredeyse tüm diğerleri ise “işçi sınıfının ideolojik öncülüğü” veya “köylülük yedek değil temel güç” diyerek, kendilerini ya da Köylülüğü devrimin temel gücü olarak, işçi sınıfının yerine geçiriyorlardı.

Bizim haklı olduğumuz olaylarca kanıtlandı, ölmeyip de sağ kalan arkadaşların hiç birisi, 12 Mart dönemi sonrasında, eski akıl yürütmelerinin sonuçlarını çıkarmaya devam etmediler ve fiilen ayaklarıyla bizim dediğimizin haklı olduğuna oy verdiler.

Örneğin THKO, Halkın Kurtuluşu ve Emeğin Birliği oldu. Örneğin THKP-C, Kurtuluş, Dev-Yol vs. oldu. Hiçbiri bir daha Foko yapmaya veya “Suni Denge”yi bozmaya kalkmadılar.

Türkiye’ye feodal (veya Mihri Belli gibi “Türkiye toprağından feodalizm fışkırıyor”) diyerek, köylüleri “temel güç” alanlar (TİKKO vs.) da farklı olmadı. Bu geleneğin kalıntıları ve devamları, defalarca “Türkiye’nin (artık) kapitalist” olduğunu keşfetmekten ve her keşifte tekrar bölünmekten kendilerini alamadılar.

Ama stratejideki bu yanlışlarının teorik temellerini eleştiriden ve teorik temellere inen bir özeleştiriden kurtulmak için, bu yanlışlarını, yapılan strateji tartışması (Yani hangi güçlere dayanılacağı ve bu güçlerin nasıl konumlanması gerektiği) sanki o zamanlar taktik ve mücadele biçimlerine ilişkin bir tartışmaymış gibi koyup, işçi sınıfı temel, köylülük yedek güçtür diyenleri, yani bizi, “Sovyetik ayaklanmacı” olarak damgalayıp, silahlı mücadeleye başvurarak, bir “kopuş” başardıkları mitolojisini yarattılar.

Eğer bu ayrılıklarda bir “kopuş” var idiyse, bunu yapan bizdik.

Bunu hala kimse bilmez ve kimse de farkında değildir.

Hayatımızı ve çabalarımızı, yaşasalardı çoğunun da kendi ciddiyetsizlikleriyle dalga geçeceği ve ezilenlerden tecrit olmuş bir şekilde, dağa çıkmış, hemen devletçe işi bitirilmiş arkadaşlarımızdan farklı olarak, bir sendika görevlesi ve bürokratı olarak değil, bizzat işçilerin içinde, işçileri örgütleyerek sürdürdük.

Dayandığımız Teorik Temel de o zamanki bilgilerimiz içinde dünyadaki en gelişmiş ve orijinal teorisyen olan, Hikmet Kıvılcımlı idi.

Gerçek “kopuş” buydu[11].

Biz bu “kopuş”un devamı ve mantık sonucuyuz.

*

Bir başka örnek, yetmişlerin ilk yarısında, 12 Mart dönemi karanlıklarında, “Doktorcular” içindeki bölünmede, daha sonra TKP-B (ve onun kuracağı) TSİP’i kuranlarla, yani burjuva sosyalizmi ile ittifak diyerek, tüm teorik ve ideolojik mevzileri onlara teslim edenlerle ve burjuva sosyalistleriyle bölündük ve yıllarca hapis cezası almamızla sonuçlanan Kıvılcım gazetesini altı hafta kadar çıkarabildik.

Bu ayrılıkta, burjuva sosyalistlerinin (yani TSİP’i oluşturan genellikle TİP’ten gelmiş, “Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik Birliği” dergisini çıkarmış akademisyenlerin (Yalçın Yusufoğlu, Ahmet Kaçmaz, Oya Baydar vs.) aslında Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunur görünüp savunmadıklarını, onu anlamadıklarını ve bayağılaştırdıklarını söyledik.

Sonradan TKP-B’yi kuranlar veya TSİP’ten ayrılanlar, kendi teorik çapsızlıklarını güya kullandıklarını söyledikleri akademisyenlerin, Kitle ve İlke gibi dergilerde yayınlanan, çarşaf çarşaf yazılarıyla kapatmaya çalışıyorlardı.

Dediklerimizin hepsi çıktı. TSİP’liler asıllarına rücu ettiler üzerlerinde bir eğreti giysi gibi duran Kıvılcımlı’yı attılar, Sovyetler’in yanına gittiler.

Onları kullanmaya çalışanlar da (TKP-B) Kıvılcımlı’nın teorik mirasıyla zaten pek az olan ilgilerini kesip, radikal bir söylemle var olmaya çalıştılar.[12]

Yani aslında doktoru anlamadıklarını ve savunmadıklarını yaptıklarıyla gösterip eleştirimizin doğru olduğunun somut bir kanıtını oluşurdular.

Peki en küçük bir özeleştiri görüldü mü?

Yok.

Yıllar ve yıllar sonra ne TSİP, ne TKP-B kalmadıktan sonra, bir tek, yanılmıyorsam “Teori ve Politika” dergisinde, Mehmet Güneş’in o döneme ilişkin, Kıvılcımlı’yla ilgili bir özeleştirisi çıktı. Hepsi o kadar.

*

Yetmişlerin sonunda, Vatan Partisi içindeki bölünmede, Kıvılcımlı’nın Politik konularda bir Stalinist olduğunu, Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir rejim olduğunu, Doktor’un Troçki’yi anlamadığını, Troçki’nin haklı olduğunu vs. gördüğümüzde ve mantık sonuçlarına gitmekten hiç çekinmeden, Troçkist görüşleri benimsediğimizde, neredeyse teorisyeni durumunda olduğumuz örgütten ve “doktorcu” denen çevrelerden tecrit olduk.

Ama olaylar vardığımız sonucun doğruluğunu, Sovyetlerin ve Duvar’ın çöküşüyle çok dramatik bir biçimde gösterdi.

O zamanlar, bizim “Troçkizm Bataklığına” gittiğimizi söyleyen, bizim Burjuva sosyalizmini savunduğunu söylediğimiz ve eleştirdiğimiz diğer taraf, Yani Sosyalist Vatan Partisi veya daha sonraki SODAP (Mehmet Özler) ve ondan bölünen TÖP (Oğuzhan Kayserilioğlu) ve ondan da bölünen, SYKP (Tuncay Yılmaz) gibi partilerin hiç biri bu çöküşün nedenleri ve Stalin Troçki bölünmesinde Troçki’nin (dolayısıyla bizim tutumumuzun) haklılığının tarihsel olarak ve olgularca doğrulandığını kabul etmediler, sanki hiç Duvar yıkılmamış ve Sovyetler çökmemiş gibi devam ederek, kendi küçük örgütlerinin yeni kuşaklarından, bu ayrılıkların temelindeki tartışmaları ve ayrılıkları gizlediler.

Küçük örgütler olarak bürokratlaştılar ve bugün mecliste Kürt hareketinin bonkörlüğü sayesinde sanırım üçe yakın milletvekilleri bile var.

*

Seksenlerin sonunda, “tarih bizim haklılığımızı kanıtladı, teorik gücümüz de var. Herkes Troçkist olacak” havası içinde, Türkiye’deki Troçkistlerin, çavuş talimnamesine benzer tüzüklerle parti kurmaya çalışmalarına karşı çıktığımızda yine aynı şey oldu.

Bölündüler ve hayalleri battı.

Devam edenler, o hayalleri gerçekmiş gibi küçük mahfiller olarak aynı bürokratlaşma ve sektleşme sürecine girdiler.

*

Kuruçeşme Tartışmaları’nda yeni sorunların varlığını öne çıkarıp, gerekli olanın bir birleşme değil, bir reorganizasyon olduğunu, eski örgütlerin birleşmesiyle değil, yeni bir kompozisyonla (rekompozisyon), eski bölünmelerle bölünerek ancak bir toparlanma sağlanabileceğini, Sosyalist Birlik tartışmaları ve toplantılarının, örgütler için bir salhane olması gerektiğini, aksinin çürümekte ve dağılmakta olan örgütlerin yeniden canlanmasına yol açacağını söylüyorduk.

Kaybedecek örgütü olanlar “uçuyorsun” diyorlardı.

Örgütleri bir araya getirmekten ötesini göremeyen Mahir Sayın’ın veya Kurtuluş’un, “Dev-Yol olmadan bu iş olmaz” yaklaşımıyla Kuruçeşme başlangıcını olmamışa çevirmesi, Duvar’ın yıkılışı altında unutuldu.

Ama tarihin ince alayı o ki, tam da uyardığımız gibi oldu. Kuruçeşme dağılmakta ve kan kaybetmekte olan örgütlerin yeniden hayat bulmasına yol açtı.

Mahir Sayın daha sonra amacına ulaştı, Kuruçeşme’nin silik bir kalıntısına katarak, dağılmış Dev-Yol’un ÖDP biçiminde bir reenkarnasyon (Basübadelmevt, Ölümden sonraki diriliş) yaşamasına yol açtı.

Ve sonra can suyu verdiği tarafından suyu kesildi, Kurumuş Çeşmeye döndü.

Kimsenin bu gidişi, dar görüşlü politikayı eleştirdiği ve bir bilanço çıkardığı görüldü mü?

Dediklerimiz ve öngörülerimiz neredeyse tıpı tıpına gerçekleşti.[13]

*

Bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketine karşı, gerek doksanlar ve 2000’lerde Kürt Hareketini ve onun içinde de Öcalan’ın önderi olduğu hareketi destekledik.

Neredeyse, bütün Türk sosyalistlerinden farklı bir çizgi izlediğimiz için hepsinden tecrit olduk. Öcalan yakalanınca “Davayı sattı, teslim oldu” diyenlere karşı, bir strateji değişikliği yapıyor dedik.

Kürt hareketinden uzak durup, “aktif Gözlemci” olanlar veya onun “Çatı Partisi” girişimlerini Kürt hareketinin “Emeğin Dili”ni bilmediği ve öğrenmesi gerektiği gerekçesiyle torpilliyenler, Kürt hareketi tek ayak veya kanatla da olsa belli bir güce erişip mevziler kazanınca, Kürt Hareketine “Emeğin dili”ni öğretmekten vaz geçip, beş dilde selam vererek, Kürt hareketinin kanatları altında, fiilen “kimlik siyaseti” yapmaya başladılar.

Böylece dediklerimizin ve izlediğimiz çizginin doğruluğunu ayaklarıyla kabul etmiş oldularsa da hiçbir özeleştiri görülmedi.

Sanki Kürt hareketi onların yanına gelmiş, kendileri başından beri doğru çizgideymişler ve pozisyonlarında hiç bir şey değişmemiş gibi değişimi açıkladılar.

Veya sonra milletvekili kontenjanlarından pay alanların, neredeyse istisnasız hepsinin, daha sonra ayaklarıyla dediklerimize gelmelerine ve Kürt hareketinin kanatları altında bir varlık bulmalarına rağmen, teorik ve politik olarak, geçmişteki tavırlarına ilişkin, en küçük bir özeleştiri bile yapmamalarında olduğu gibi, bu filmin yeni bir versiyonunu görecektik ve gördük.

*

Toparlarsak, aynı örüntü devam ediyor.

Bu sonuçlara da bakarak, “bu bir yılı, bunca emeği, politik mücareleye, taktik ve mücadele biçimleri alanına aktarmış olmaya değer miydi?” diye sorulabilir.

Kanımızca bunu şimdiden değerlendirmek kolay değildir, belli koşullarda ve yakından bakınca son derece akli görünebilecek davranışlar uzaktan bakınca önemsiz ve akıl dışı da görülebilir. Çoğu kez tersi de geçerlidir.

Şimdilik değdiğini düşünüyoruz.

Ama yanılmış olsak bile, bir yanılgı da bir şeyler öğretebilir. Bunun için de derli toplu el altında bulunabilmesi için, bu seçim sürecine ilişkin yazdığımız yazı ve videoları kitap olarak derledik ve Kassandra’nın Laneti (2023 Başkanlık Seçimleri’nde HDP’nin, Sosyalistlerin ve Demokratların İzlemesi Gereken Yol Üzerine Doğrulukları Bir Hezimetle Kanıtlanmış Yazılar) başlığı altında, tüm kitaplarımız gibi, indirebilmek için, emre amade kıldık.

En azından bu kalır.

Seçim Bozgunu ve Olası Yeni Bozgunlar

Seçim süreci 2023’ün ilk yarısının sonunda bitmişti. Daha seçim süreci başlamadan öngördüğümüz ve engelleyebilmek için elimizden geleni yaptığımız hezimet ve onun sonuçları gerçekleşiyordu.

Bunu muhtemelen belediye seçimlerinde ikinci bir yenilgi daha izleyecek ve seçimlerden sonra rejim hiçbir muhalefet kalıntısı olmadan iyice rahatlayacaktır.

Muhalefet için, (tabii eğer kalırsa) uzunca bir süre, bir rövanş için bir vesile (seçim) bile bulunmayacaktır.

Ama tam da bu durum, iktidara, muhalefete üçüncü bir hezimet yaşatıp, onu tümüyle yok edebilmesinin, uzun yıllar muhalefetsiz bir iktidar olmanın olanaklarını sunar.

Birincisinde, seçimlerde Muhalefet, ama her şeyden önce demokrat ve sosyalistler ve de Kürt Hareketi ayağına gelen fırsatı, “gollük pası” değerlendirememişti.

Ama muhtemel ikinci bir yenilginin ortaya çıkaracağı “gollük pası” iktidar değerlendirebilir ve zaferini iyice perçinleyebilir. Bu durumda muhalefetin tam bir çöküşü ve tümüyle yok oluşu da görülebilir. Hem de hiç tahmin edilmeyen bir biçimde. Ters köşe olarak.

Belediye seçimlerinden sonra Erdoğan-Bahçeli ittifakı, şimdiden çelişkinin ipuçları görüldüğü gibi, bozulabilir. Erdoğan, Bahçelinin rehinesi olmaktan kurtulup daha geniş bir hareket alanı bulabilir. İyi Parti gibi, ideolojik olarak MHP ile aynı ama bu sefer kendisinin rehinesi olacak bir müttefik de hazır bekliyor.

(İyi Parti buna teşne olduğunun mesajlarını uzun süredir veriyor ve bu aynı zamanda, devletin derinlerindeki uzun vadeli düşünenlerin eğilimlerini yansıtabilir. Genellikle, devlet içindeki (İstihbarat örgütleri ve Kurmaylar) olaylara uzun vadeli ve stratejik açıdan, daha yukarıdan bakarlar ve bugünkü kamplaştırıcı politikanın ve yol açtığı gerilimlerin, uzun vadede çok riskli sonuçlar doğuracağını görebilirler ve de muhtemelen görüyorlardır. İyi Parti bu eğilimlerin temsilcisi bir hükümet ortağı olabilir.)

Yani Erdoğan, “devlet aklı” içindeki farklı bir strateji isteyenlerle bir ittifak yapıp, hem seçim sonrası acıtıcı ekonomik tedbirlerle iyice artacak memnuniyetsizliğin de gazını almak, hem de yere serilmiş muhalefeti de tümüyle silahsız bırakmak için, belli gevşemelere gidebilir.

Ve de bu gevşemeleri, gerilim politikasına son verme, barışma, hukuka ve demokrasiye dönüşmüş gibi pazarlayabilir.

Böyle bir hamle, muhalefeti tümüyle yok eder ve Erdoğan’ın iktidarını iyice güçlendirir.

Mahalli seçimlerden sonra böyle bir dönüş için koşullar çok uygun olacaktır muhtemelen.

Bu çok daha konforlu bir iktidar ve geniş bir hareket alanı demektir. Seçim sonrası artacak memnuniyetsizliği örgütleyecek bir muhalefet olmayacağından böyle bir “barış taarruzu” ile imha harekatı için tüm koşullar hazır olacaktır.

Erdoğan’ın “Devlet Aklı”nın da desteğiyle veya onların önünü açmasıyla, önüne çıkan bu olanağı görüp değerlendirmesi, herkesi ters köşeye yatırması büyük bir olasılıktır.

Yani Belediye seçimlerindeki muhtemel yenilgiden sonra Erdoğan’ın muhalefetin bütün silahlarını da alması, muhalefetin seçim hezimetlerini çok daha ağır bir yenilginin izlemesi mümkün görünüyor.

Bu da en azından bugünkü verilerle, muhtemelen, uzun yıllar sürecek, yeni bir canlanmanın olmayacağı bir dönem demektir.

Kaldı ki böyle olmasa bile, bizim artık kendi gücümüz ve imkanlarımızla politik olarak yapabileceğimiz pek bir şey yok.

Gerileme Dönemleri ve Teori

Bir Marksist ve Devrimci için bu gibi yenilgi, gerileme ve gericilik dönemlerinde yapılacak bellidir: Teorik hazırlıklara yönelmek, teoride gelişmeler sağlamak.

Örneğin Marks- Engels, 1848 devriminin yenilgisinden sonra sığındıkları Londra’da kendilerine her türlü “pratik” faaliyeti bile yasaklamışlar, bir iş bölümü çerçevesinde, Marks Kütüphaneye kapanmış, Engels de Marks’ın çalışmasına maddi bir temel sağlamak için babasının fabrikasında ömür tüketmeye gitmişti.

Lenin, 1905 yenilgisini izleyen yıllarda, felsefi konulara yönelmek zorunda kalmıştı, politik mücadeleyi teorik hatta felsefi konularda yapmak gerekiyordu.

Keza yine Lenin’in, 1914’de savaş başlayıp, işçiler gönüllü olarak cepheye gittiklerinde, Felsefe çalışmalarına ağırlık vermiş, çok sonra “Felsefe Defterleri” adıyla yayınlanan okumalara, en saf ve soyut teoriye yönelmişti. (Ki bu teoriye yönelişin somut politik sonuçları, “teori gridir dostum hayatın ağacı yeşil” diyerek sunduğu Nisan Tezleri’nde görülecekti. Bu olayın da gösterdiği gibi, “Hayatın yeşil ağacı”na giden yol “gri Teori”den geçer.)

Yani Marksizm’in klasikleri yenilgi ve gerileme dönemlerinde, politik mücadelenin en önemli aracının politik olmayan, soyut, teorik alanı geliştirmek ve pekiştirmek olacağını düşünüyorlar ve öyle de davranıyorlardı.

Bu örneklerin gösterdiği ya da halkımızın dediği gibi “her şerrin bir hayrı vardır” denilebilir. Yenilgi ve gerileme, bizim için aynı zamanda teorik sorunlara iyice gömülmek için bir fırsat sunuyor da sayılabilir. Dar anlamıyla politik mücadelenin Sirenlerinin seslerine karşı kendimizi teorik sorunlar direğine bağlayabiliriz.

*

Bu arada geçer ayak şunu da belirtelim ki, elbette genel olarak, hala Devrimci ve Marksist olanlar için, teorik mevzileri güçlendirmeye çalışmanın yanı sıra, pratik olarak, en küçük bir legalite olanağından bile yararlanarak, yığınların örgütlenmesine, onların binlerce sorunundan hareketle katkılarda bulunmak, küçük de olsa kritik bir zamanda kristalize olma veya mayalanma sağlayacak tohumlar bırakmak ve bu çabalarla kitleler içinde öğretirken öğrenmek; bürokratik ve dogmatik bir küçük örgütün tüketiciliği içinde zaman ve güç harcamamak olmazsa olmazdır.

Bunlar tıpkı soluk almak, su içmek, yemek, uyumak gibi hayatiyetin devamı için sürdürülmesi gereken, düzenli olarak yapılması gereken, hiçbir özel görev veya taktik oluşturmayan işlerdir ve bir anlamda bir yaşam belirtisidir.

(Bunları özel bir görev veya taktik yakalanacak ana halka olarak öne çıkarmak genellikle gerçek görevlerden kaçmanın bir aracı olarak ileri sürülür.)

Bu gibi çabalar, toprağı gübreler, humuslandırır.

Bir yağmur damlasının oluşması, bir kristalin büyümesi, bir yoğurdun mayalanması için bile, küçük de olsa bir maya, bir katalizör, bir toz parçacığı, kristalizasyon sağlayacak “tohum” gerekir.

Keza milyarlarca bakterinin de yaptığı tam budur. Onlar olmasa, toprağı sürekli humuslandırmasa, daha yüksek hayat biçimlerinin var olması mümkün değildir.

Zamanı geldiğinde bakteriler gibi olmayı bilmek, hazır bekleyen humuslu toprakta büyüyecek bir ağaç değil, ağacın büyümesi için humus oluşturucu bir bakteri olmayı bilmek ve bunu yapmak da gerekir. Gerçi “Ağaç” (ya da “Parti” de denebilir) olmak isteyenler de nesnel olarak böyle bir işlev görürler ama bu çok daha az verimli ve hayal kırıklıklarıyla dolu olur.

*

Genel olarak her Devrimci ve her Marksist için böyledir ama, biz artık genç değiliz, bu nedenle, bizim durumumuzda, herkes için yaşam belirtisi sayılması gereken işler, neredeyse olanaksız hale gelmiş bulunuyor.

Bu nedenle, kendi özgül durumumuzdan hareketle, artık tüm güç ve zamanımızı tekrar Marksizmin Yeniden İnşası’nı taslaklaştırmaya ayırabilir tekrar bu önceliğe dönebilirdik.

Ama aradan altı ayı aşkın zaman geçmesine rağmen, dünyadaki gelişmelere (örneğin Ukrayna, Filistin) ilişkin bir iki kısa yazı ve tekrar yayınlanmış bir iki yazı hariç tutulursa, yeni bir şey yazmadık.

Neden?

Çünkü teorik çalışma, okuma ve yazmadaki planımızı değiştirmeye karar verdik.

Ama planımızı değiştirmeye bizi zorlayan ve ikna eden de bu arada, son bir iki yıl içinde ortaya çıkan teknolojideki gelişmeler oldu.

Önce bu teknolojideki gelişmeleri, sonra da bu gelişmelerin nasıl bir mekanizma ile planımızı değiştirmemize yol açtığını açıklayalım.

Dil Sorunu, Projemiz ve Sınırlarımız

Uzun aranın ikinci nedeni, gerçekleşeceğini öngördüğümüz, gerçekleşmesini beklediğimiz, ama yaşam süremiz içinde görebileceğimizi pek beklemediğimiz, yepyeni bir olanağın ortaya çıkmasıydı.

Diğer bir deyişle teknolojideki devrimlerdi.

Marks’a bir göndermeyle ifade etmek gerekirse, “Üretici Güçler”deki değişimin “Üretim İlişkilerinde” ya da bizim teorik ya da entelektüel üretimimizde, konumuzla ilişkilerimizde yol açtığı muazzam değişimdi.

Yapay zekadaki ilerlemeler ve buna bağlı olarak çevirilerin kalitesindeki yükseliş yeni olanaklar, yeni alanlar açtı ve yeni sorunlara yönelmemize yol açtı.

Bu da planı değiştirmeye ve yazmaya uzunca bir ara vermeye.

Bunu biraz açalım.
Elbette, teknikteki gelişmeleri oldukça yakından inceleyen bir insan (ki bu her devrimcinin de en azından göz ucuyla izleyerek de olsa yapması gereken bir iştir) olarak, özellikle Yapay Zeka, Derin Öğrenme, Robotik, Blokchain vs. gibi alanlardaki gelişmeleri yakından izlemeye çalışıyorduk.

Örneğin Google Alerts her sabah bu konularda çıkmış tüm haber ve gelişmeleri bir e-mail ile posta kutumuza iletiyordu.

Hatta 2017 yılının sonlarına doğru “Bir Devrimin Eşiğinde” genel başlığı altında, bu yaklaşan devrimi nasıl ele almak gerektiği üzerine, neredeyse bir kitap dolduracak, bir seri yazılar yazmıştık.
Bu bağlamda yakın bir zamanda sürücüsüz arabalar ve robotiğin hızla ilerleyeceği, bunun üretimde ve toplumun üstyapısında ne gibi yeni ilişkilere, olanaklara ve sorunlara yol açabileceği, yine bu bağlamda Blockchain teknolojisi ve Bitcoin gibi konulara “
Bitcoin’in Ekonomi Politiği (1)” başlıklı yazılarla girmiştik.

(Bu arada bir okuyucu bir ara sorduğu için, şunu belirteyim ki, sürücüsüz arabalar arabalar konusunda 2017 sonlarında yazdığım “Bir Devrimin Eşiğinde (2) – “Tipping Point”e 300 Hafta Kala” başlıklı yazıda belirttiğim, yuvarlak hesap beş yıl (300 Hafta) sonra robot arabalar “Tipping Point”e ulaşır ve bu devrimin günlük hayatta doğrudan yansımaları görülür, şeklindeki öngörümüz gerçekleşmedi.

Bunda hem Yapay Zeka’nın gelişiminde karşılaşılan, hem sensör teknolojisinin tanımada karşılaştığı teknik problemler, belli bir paya sahip, ama esas sorun hem eski otomobil tekellerinin, böyle hızlı bir dönüşümde, bütün güçlerini ve rekabet kapasitelerini kaybetmek tehlikesiyle, bunu engelleme ve geciktirmeye çalışmaları, hem hükümetlerin bunun yol açacağı muazzam toplumsal dönüşümlerden korkması, nedeniyle geciktirmek ve yavaşlatmak için, sürücüsüz arabaların kullanımına çok yüksek ve sert standartlar getirmesi sonucu bu dönüşüm gecikmiş, bizim zaman öngörümüz henüz gerçekleşmemiş bulunuyor.

Ancak kanımızca bu engellemeler ve yavaşlatmalar olmasaydı biraz cesaretle, sensörler ve yapay zekadaki gecikmelere rağmen, bu dönüşüm başlatılabilirdi.

Tüm bu eksiklere rağmen, bugün trafik kazalarında ölen ve yaralananların sayılarının, çok çok küçük bir yüzdesine ve çok daha emin bir trafiğe geçilebilir, muazzam bir çelik, lastik vs. üretimi ve karbon salınımından kurtulunabilirdi.

Bir kazada kimin sorumlu olacağı sorunu, hukuk sorunu bu hızlı gelişmeyi ve dönüşümü engelleme, durdurma ve yavaşlatmanın aracı olarak kullanıldı.

Çünkü var olan arabaların yüzde beşiyle bugünkü taşıma işleri çok daha konforlu ve risksiz olarak gerçekleştirilebilirdi.

Ayrıca tüm arabalar veya arabaların çoğu sürücüsüz olunca bunların birbiriyle haberleşebilmesi de ek olarak riskleri çok büyük oranda azaltır ve yapay zekanın kendini geliştirebilmesi için çok daha zengin bir veri yığını da (“big data”) ortaya çıkabilirdi.

Kanımızca, bütün basın ve hükümetler bu olanaklar alanında susuyor. Bu durum, Firmaların veya Devletlerin çıkarını öne alan Öznel ya da Araçsal Aklın, tüm toplumun ve insanlığın ortak çıkarına, Nesnel Akla, karşı oluşunun tipik bir örneğidir. Bu nedenle, sanırım sürücüsüz arabalar için daha biraz beklemek gerekecek.)

Sürücüsüz arabalar ve robotik konusunda tahminimiz gerçekleşmedi ama dil konusunda biz daha geç bir tarih beklentisindeydik. Yaşarken göremeyeceğimizi düşünüyorduk. Dönüşümü engelleyecek veya geciktirecek hukuki gerekçeler olmadığından olsa gerek, yapay zeka dil alanında en iyimser beklentilerimizi bile aşan bir ilerleme gösterdi.

Teori ve Dil Bilmek

Bugünün dünyasında İngilizce bilmeden toplumsal, bilimsel, edebi vs. gelişmeleri izlemek mümkün değildir.

Biz ise Ortaokul ve Lisede İngilizce okumamıza rağmen, hem derslerin boş geçmesi veya yetersiz öğretmenler hem de dil konusundaki yeteneksizliğimiz nedeniyle bu dili öğrenemedik.

Cezaevinde bir süre kendimiz çalıştıysak da pek ilerlemedi. Yetmişli yılların yükselen mücadeleleri, içerde bile dil öğrenmeye yoğunlaşmamızı engelliyordu.

12 Eylül sonrası cezaevi yıllarında, değerli insan, “Nato casusu Nahit İmre” gibi Galatasaray mezunu eski bir diplomatın cezaevi koğuşunda verdiği Fransızca derslerini de izleyerek, epey bir süre Fransızca da çalışmıştık.

Ama o da Malatya E Tipi Özel Cezaevi’ne toplu sürgün ve müşahede hücrelerinde geçen aylarda olmamışa dönmüştü.

Yurt dışına çıkınca, gerçekten önce Fransa’da mülteci olduk ve Paris’te beş ay kadar kursa da gittik, epey de ilerlemiştik. Örneğin Le Monde’u iyi kötü okuyabiliyor ve anlayabiliyorduk.

Ama daha sonra Almanya’ya geçme kararı aldık ve o öğrendiklerimizi de unuttuk.

Almanya’da ise kısa bir dönem hariç, ne doğru dürüst bir kursa gidebildik ne de istikrarlı olarak yoğunlaşabildik. Ucuz veya bedava farklı kurslara gittik. Kimi konuları iyi gördük, kimilerini hiç görmedik, dolayısıyla daha sonra Almanca ilerlese de hep sorunlu oldu.

Ayrıca 35 yaşından sonra dil öğrenmek de iyice zordu.

Üstüne üstlük, uzun sürgün yıllarında Türkçeyi de unutmuştuk veya bildiğimiz Türkçe de epeyce eskimişti.

Bir bakıma dilsiz sayılırdık.

Ama öte yandan her zaman teorik sorunların öneminin bilincindeydik ve bunlar her zaman dikkatimizin merkezinde olmuştu.

Dil bilmemek bu sorunlarda yoğunlaşmak için çok önemli bir handikap oluşturuyordu ve bizi adeta araçsız duruma düşürüyordu.

Teorik Sorunlar ve Çevre Gereği

Ayrıca ömrümüz entelektüel, akademik ve bilimsel ya da aydın çevrelerin de dışında, ya işçi olarak çalışarak işçilerin, ya da devrimcilerin ve siyasi mahkumların içinde geçti.

Türkiye’nin devrimciler ortamı, özellikle yetmişlerden sonra, taşralı ve otodidakt olarak kendini geliştirmeye çalışan, kendi bölgesinde faşistlere karşı en etkili öz savunma yapan örgütlerin yayınlarıyla gözlerini dünyaya açmış ne burjuva uygarlığının ne de klasik antik uygarlıkların ne de Marksizm’in birikiminden nasibini almamış, bir kuşak önce gelinmiş ve binlerce yılda birikmiş köylülüğün birikimini de unutmuş, Osmanlı’nın Cihanşumullüğüne (Evrenselliğine) zıt bir biçimde, Hristiyan nüfusun katliamları ve sürgünleri ile içine kapanma sonucu iyice taşralılaşmış ve sıradanlaşmış Cumhuriyet Türkiye’sinin  cahilleştiren ve aptallaştıran eğitiminden geçmiş, doğup büyüdükleri gecekondu mahallelerinin de ekstra taşralılığı binmiş genç insanlar oldukları için ve biz de ömrümüzü bu ortamda geçirdiğimiz ve kısmen bizzat kendimiz de böyle olduğumuz için, bizi ilerletecek, çok muazzam zaman ve enerji kayıplarından kurtaracak entelektüel ya da teorik tartışmaların olabileceği bir ortamdan uzaktık.

Halbuki bilimsel ilerlemeler, birçok “bilgi sosyologu”nun da dikkati çektiği gibi, en azından bir çevre, aynı konulara kafa yoran, tartışan, okuyan bir ortam gerektirir.

Örneğin 68-70 hatta daha geniş olarak 65-70 arası, Türkiye’de tüm aydınları ve sosyalistleri kapsayan böyle bir ortam vardı. Herkes aynı yazar ve dergileri okuyor, aynı konuları tartışıyor, büyük bir açlıkla çeviriler yapılıyor, aynı kitaplar okunuyor, kaybedilmiş yılların açtığı ara kapatılmaya çalışılıyor, birlikte, okunuyor, tartışılıyor ve gelişiliyordu.

Kitaplar bu öğrenmenin ihtiyaçlarına göre çevriliyor, yeni çıkan kitaplar, örneğin biz Dev-Genç’liler arasında, açlıkla okunuyor, tartışılıyor ve hemen yaşamımıza ve eylemimize yön veriyorlar, pratikte deneniyorlardı. Osmanlının toprak düzeni gibi en soyut ve günle ilgisiz gibi tartışmalar bile, doğrudan politik mücadeleye bağlı olarak, bir strateji tartışması ve onun dayandığı yanlış veya doğru varsayımlara bağlı olarak, politik mücadele bağlamında okunuyordu.

O zamanlar dünya çapında da böyle bir durumdan bile söz edilebilirdi.

Bir daha böyle bir dönem olmadı bizim yaşamımızda.

Bundan sonra hem Türkiye’de hem Dünya’da uzun ve birbirini izleyen yıllarda, sadece yenilgiler, teorik sorunlardan uzaklaşma, genelleme yeteneğinin yitirilmesi vardı.

Hiçbir devrimci kuşak bizler gibi uzun ve birbirini izleyen yenilgiler dönemi yaşamadı.

Marks-Engels, 1848 devriminin yenilgisinden sonra 1860’larda yeni bir yükseliş yaşadılar. Yani en fazla 10-15 yıl sürdü yeni bir yükselişin başlaması. Bunu Almanya’daki işçi hareketinin yükselişi izledi. Zaten bugün bile okunmalarını bu yükselişe borçludurlar. Yoksa sürgünde ölmüş varlığını kimselerin bilmediği insanlar olarak kalırlardı. Marks öldüğünde cenazesine gelenler iki elin parmaklarını aşmıyordu.

Lenin’e gelirsek, 1907’de 1905 devriminin yenilgisinden sonra, 1912’lerde yükseliş başladı, 1914’de savaşın patlaması geçici bir gerileme yarattı ise de, üç yıl sonra, 1917’de devrim patladı. Yani hep 3 veya 5 yılı aşmayan gerileme dönemleri.

En talihsiz Kıvılcımlı’da bile, 1920’lerin ortasına kadar süren devrimci yükseliş, kırkların ortalarına kadar bir gerileme ve 40’lardan sonra, yani en fazla yirmi yıl sürmüş bir uzun gericilik yaşadı. On yıl da ellili yılların gericiliğini saysak, altmışlarda yine yükseliş gördü.

Bizler ise, yetmişlerin ortalarından beri, yarım yüzyıldır (2024-1974= 50) yenilgilerin yenilgileri izlediği bir gerileme yaşıyoruz.

Yeni teorik bir gelişim için ne dünyada ne de Türkiye’de hiç bir koşul yoktur adeta.

*

Bu vesileyle şunu da belirtelim.

Yetmişli yıllarda, faşistlere karşı öz savunma içinde radikalleşmiş sosyalizme ve Marksizm’e yönelmiş, sonra da hapse düşmüş, binlerce devrimcinin, hapishanelerde, kendilerini bu kısıtlı olanaklar ve dar ufuk içinde geliştirmek için harcadıkları muazzam ve takdir edilesi çabalar pek az ele alınmış bir konudur.

Denebilir ki, Türkiye’de, en azından 60 sonrasında, burjuva kültürü ve uygarlığı ile ilişki, burjuvazinin düşmanı bilinen Marksizm aracılığıyla, kısıtlı olanaklarıyla Marksizm’i öğrenmeye çalışan devrimci ve Marksistler aracılığıyla oluşmuştur.

Tarihin ince alaylarından biri odur ki, burjuvazinin politik egemenliğine son vermek isteyen Marksizm, nesnel olarak, kültürel veya entelektüel olarak, burjuva uygarlığının yayılmasına hizmet etmiştir. Geri bir ülkede, iktidara gelmiş bir partinin veya hareketin, kültürel gelişime politik önceliği verme politikasından farklıdır bu olgu.

Politik mücadele için yapılan işlerin nesnel sonucu, burjuva iktidarı altında toplumun kültürel dönüşümüne katkı sunmak, dolayısıyla nesnel olarak yıkmak istediğini modernleştirmek, canlandırmak ve ona hizmet etmek olmuştur.

Bu da pek kötü bir şey sayılmaz. Burjuva uygarlığı, küçük üreticiliğin, köylülüğün dar dünyasına, küçük rekabetler içinde kendini tüketen küçük burjuvalığa göre muazzam bir ileri atılım sayılabilir.

Ama hapisteyken kendini geliştirmek için çabalayan ve okuyanların, hapisten çıkınca tekrar hayat gailesine yönelmeleri. Bu kültürel dönüşümün büyük ölçüde yarım kalmasına ve bunun bile olmamışa dönmesine yol açtı.

*

Ayrıca kendimiz her zaman, bilinçli bir seçimle, esas olarak emekçi insanlar içinde, onlarla dirsek teması içinde yaşamayı tercih ettik.

Ezilen ve emekçi insanların içgüdülerine ve tepkilerine daima önem verdik ve onları anlamaya çalıştık. Onlarla bu temasın, bizi sirenlerin seslerinin başta çıkarıcılığına karşı koruyan bir bağ oluşturduğunu düşündük.

Bu bağlar, aydınların hayat ve toplumdan kopuşmuşlukları, önemliyi gözden kaçırmaları, önemsizi önemli görmeleri karşısında, bizim ayaklarımızın yerden kopmasını engelleyen bir sigorta işlevi de görüyordu kanımızca.

Ne var ki, bir yerden almadan başka yere veremezsiniz. Teorik ilgilerimiz ve çabalarımız ile bu yaşam ve ilişkiler elbet aynı zamanda bir çelişki içindeydi. Ve bu çelişkiyle yaşamak gerekiyordu.

Teorik Görevler ve Kapasite Arasındaki Uçurum

Özetle, gerek içinde yaşadığımız ve soluk aldığımız ortamlar gerek entelektüel kapasite ve olanaklarımız her zaman çok sınırlı, bizi ileriye iten, önümüzde ufuklar açan değil, bizi sürekli geri çeken, ufkumuzu daraltan bir özellik taşıdı.

Hayatımız boyunca hep bu çıkmazdan kurtulma çabası içinde de olduk.

Bir kişinin bize gösterebileceği bir kaynak, bir öneri, pek ala aylar hatta yıllarca kendi çabamızla bulmaya ve çözmeye çalıştığımız sorunları, yıldırım hızıyla aşmamızı sağlayabilirdi. Ama neredeyse yoktu böylesi. Her şeyi yeniden kendi başımıza bulmak, “Amerika’yı yeniden keşfetmek” zorunda kalıyorduk.

Bu çıkmazdan biraz olsun kurtulmanın biricik yolu da İngilizce veya diğer bilim dillerinden birini iyi bilmekti ama artık bu durumda değildik. Duvarın yıkılışından sonra da genel ideolojik gerileme döneminde, birçok özel sorun da kuşatmıştı ve onlar da buna bir olanak tanımıyordu.

Bu yaştan sonra zaten hiçbir yeteneğimizin de olmadığı üzere bir dil öğrenemezdik.

Bu bizi sadece Türkçe ve kısmen de Almanca kaynaklarla yetinmek zorunda bırakıyordu.

Halbuki yapmaya çalıştığımız iş çok iddialıydı.

İddialı proje ile bizim olanak ve yeteneklerimiz arasında, sırf bu dilsizlik nedeniyle bile, bir uçurum bulunuyordu.

Dünyadaki bilimsel araştırmaların neredeyse hepsi İngilizcede idi. İngilizce bilmeden böyle bir işe girişmek, ancak birtakım hipotezler ortaya koymak ve onları destekleyecek bazı örnekler vermekten öteye gidemezdi.

Gerçi bu zaafımızı bildiğimizden, yazdıklarımız ve yazacaklarımız, daha çok bizden sonra gelip araştırmak isteyeceklere birer ipucu olmakta, araştıracak hipotezler sunmaktan öteye bir anlam taşımıyordu ve bunu da her yeri geldikçe belirtiyorduk.

Ayrıca bu öznel yetersizliklerimiz olmasa bile, elde kalan az zaman ve enerji ile, neredeyse 150 yıldır birikmiş, o muazzam olgular, veriler ve genellemeler yığınını okumak, hazmetmek ve varsayımlarımızı kontrol etmek için zaman yoktu.

Geç kalmıştık.

Yirmili yaşlarda yapılacak işi, yarım yüzyıl gecikmeyle yetmişinde yapmaya çalışıyorduk.

Bu da hep bir panik duygusu içinde yangından mal kaçırırca yazmaya ve yaşamaya yol açıyordu.

Çok ve uzun yazdığımızdan yakınanlar çok oluyor. Bizim bunlara cevabımız hep: “Kısa yazacak kadar zamanım yok” oluyor.

Soruna sadece okuyanın (aslında okumayanın, okusalar böyle itirazlar yapmazlardı) değil bir de yazanın açısından bakmak gerekir.

Bilmediğini Bilmemek ve Bilmediğini Bilmek

Ama yine de okuyamasak bile, bir kitabın içindekiler bölümüne bakmak, kaynakçalara biraz göz atmak, yarı yarıya okumak kadar bilgi verir. İnsan en azından neyin nerede olduğu, nelerin olup nelerin olmadığı hakkında bir izlenim edinir.

Bir şeylerin varlığını veya yokluğunu bilmek bile muazzam bir bilgidir. Esas devrimleri bu tür bilgiler yapar zaten.

Bilinen bir örneği vermek gerekirse. Gelişmiş teleskoplar çıkana kadar, tüm evren bizim Samanyolu galaksisinden ibaret sanılıyordu. Bir de “bulutsu” veya “nebula” denen objeler gözlemlenmişti, ama bunların da Samanyolu içinde garip, tanımlanamamış nesneler olduğu düşünülüyordu. Hubble’ın gözlemlerinden sonra birden onların da Samanyolu gibi birer galaksi olduğu ve bizim galaksimizden uzaklaştığı (veya Andromeda gibi yakın olanların yaklaştığı) görüldü. Ve her biri yüz milyarlarca yıldızdan oluşan yüz milyarlarca galaksinin varlığı, tüm evrenimizi oluşturduğunu sandığımız galaksimizin yüz milyarlarca galaksiden biri olduğunu görmek bile, evren kavrayışımızda birdenbire büyük bir altüstlük oluşturdu.

Başka bir örnek. Bugün Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’nin ne olduğunu bilmiyoruz.

Ama en azından bunların ne olduğunu bilmesek bile, varlığını biliyoruz.

Evrenin yüzde doksan beşinin ne olduğu hakkında bir fikrimiz olmadığını biliyoruz.

Evrenin yüzde yüzünü bildiğini sanmaktansa, yüzde doksan beşi hakkında bir fikri olmadığını bilmek, yani bir kuyunun içinde kuyuya düşmemek için önüne bakmaktansa, kuyunun içinde olduğunu bilip ağzına bakmak, çok daha büyük ve derin bir bilgidir.

Ve Yapay Zeka Türkçe de Öğrendi

Sonra garip bir şey oldu.

Biz artık dil öğrenemeyecekken, yapay zekalar büyük bir hızla dil öğrenmeye başladı. Önceleri muhtemelen yeterince gelişmediğinden Türkçe yoktu sonra çıktıysa da çeviri kalitesi çok kötüydü.

Ama buna da şükürdü, en azından İngilizceleri Almanca’ya çevirterek İngilizce kaynaklar hakkında bir fikir sahibi olmaya başlamıştık.

Gerçi Almancayı yeterince iyi öğrenemediğimizden, Almanca üzerinden okuma bizim için yavaş ve yorucu oluyordu. Ama buna da şükürdü.

Ve yapay zekalar öyle hızlı gelişti ki, bir yılı aşkın bir süre önce, en iyi çeviri programı olan, Türkçeye çeviri yapmasını da sabırsızlıkla beklediğimiz DeepL Türkçe çeviri de sunmaya başladı.

Bu arada Google’un çevirilerinin kalitesi de çok yükselmişti.

Çeviriler edebiyat için yetersiz olabilir ama biz bilim alanındaydık. Kavramlar daha netti. Okunan rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Çevrilmiş metinlerde nerede yanlışlık olduğunu da genellikle görebiliyorduk.

*

Bu, bizim için, yetmişini aşmışken, sihirli bir el değmişce onlarca dilde okuyabilmek gibi, Alâeddin’in Lambası’ndan çıkan bir Cin’in bizim dileklerimizi bir el çırpmasıyla gerçekleştirmesi gibi bir mucizeydi.

Onlarca yılın açlığıyla kıtlıktan çıkmış birinin kendini mükemmel bir ziyafet masasının başında bulduğunda, büyük bir aç gözlülükle tüm yiyeceklere saldırması gibi, tüm kitaplara saldırmaya başladık. Birinden birkaç lokma alırken, acaba öbürünün tadı nasıl diye öbürüne saldırıyorduk, ona bakarken diğerinin adı ve konusu daha ilginç geliyor ona atlıyorduk.

(Benzerini MP3 ve Napster ile yaşamıştık. Çeyrek yüzyıl önce, yine teknolojideki gelişmeler sayesinde, birdenbire tüm dünya müziğine erişmek mümkün hale gelmişti. Günler ve gecelerce her türlü müziği indiriyor, ertesi gece taksi sürerken veya ilerde bir gün, dinlemek üzere gigabaytlarcasını emniyete alıyor, kasetlere geçiriyorduk. Yıllarca neredeyse Türkiye’den veya Türkçe hiçbir müzik dinlemedik. Tüm dünya müziğini dinliyor bambaşka dünyalara açılıyorduk.)

Ama en önemlisi, Türkçe ve Almanca’ya hapsolmuşluktan kurtulmuştuk. Başta İngilizce olmak üzere, bütün belli başlı Avrupa dillerinde kaynakları okuyabilecektik. Zaten esas olarak sadece İngilizce bile neredeyse her türlü ihtiyacı karşılamaya yetiyordu.

“Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz”.

Birdenbire önümüzde sonsuz olanaklar açılmıştı.

Ama aynı zamanda artık çok geçti.

Bunca kaynağı okuyacak ne zaman ne de enerji yoktu.

Bir Sekreter veya Yardımcı: “Dil Modeli”

İkinci önemli, ama bizim için daha az önemli, gelişme, yine yapay zekaya dayanan, Open AI adlı “dil modeli”nin ortaya çıkışıydı.

Elbette Google aracılığıyla arama yaparak birçok kaynak bulmak veya kontrol yapmak mümkündü.

Ama Open AI bir tür sekreter gibiydi, hamallıkları azaltan veya hamallıktan kurtaran. Hala eski alışkanlıklarla bu yardımcıdan gereğince yararlanamıyoruz ama en azından artık böyle bir olarak ta var.

Open AI ile başka olanaklar da var ama biz daha onları bile denemeye fırsat bulamadık ve işin doğrusu henüz pek denemeye ihtiyaç ve zaman da olmadı.

Özetle Türkçeye Çeviri olanağı ve araştırmanın hamallık işlerinde adeta bir elektronik sekreter işlevi gören ve görebilecek bir “Dil Modeli” önümüzde yepyeni ufuklar açtı.

Yürürken (ve Yüzerken) Dinleyerek Okuma

Bu arada, bunlar kadar önemli olmasa da okuma veya çalışma yoğunluğumuzu ve süremizi arttırma olanağı sağlayan üçüncü bir gelişme daha oldu. Yazılı bir metni okuma programları, bir zamanların bilim kurgu filmlerinin metalik sesli robotlarının akustiğini bıraktılar ve neredeyse analog insan seslerinin kalitesine ulaştılar.

Çalışma kapasitemizi sürdürebilmek ve uzatabilmek için her gün en azından birkaç saat (on kilometreye yakın) yürümemiz gerekiyor. Yürürken okunmuyor. Bir bakıma bizim için boş geçen bir zaman oluyordu.

Bu boş zamanı okuduklarımızı düşünerek değerlendirmeye çalışıyorduk ama bu yetersiz geliyordu.

Analog olarak seslendirilmiş kitaplar vardı ama bunlar arasında bizim okumak istediklerimiz bulunmuyordu.

Ama şimdi, ilgi duyduğumuz kitabı biz yürürken gayet güzel okuyan bir yardımcımız vardı artık. Yürürken dinleyerek kitap “okumak” da mümkün hale geldi. Böylece kısalan zamanı daha yoğun değerlendirme olanağı da ortaya çıkmıştı.

Tabii yürürken “okuma”da daha ziyade “hafif” kitapları, biyografiler, popüler bilim kitapları vs. seçiyoruz.

Hasılı bu üç teknik devrim bizim planımızı konumuzla ilişkilerimizi değiştirmemizin maddi temelini oluşturdu.

Yanlış hatırlamıyorsam Umberto Eco bir kitabında, Ortaçağ’da insanların otuzlarında, kırklarında normal gözlerdeki bozulma, yakını görememe nedeniyle okuyamaz hale geldiğinden, daha sonra ilkel de olsa merceklerin geliştirilmesiyle bu sürenin uzamasının adeta bir devrim etkisi yaptığını yazıyordu.

Yaşadığımız işte böyle bir devrimdi.

Bu durumda yeni ve bol kaynaklara baktıkça, okudukça, ilk plan iyice dallanıp budaklanmaya başladı.

Ama neyi neden değiştirdiğimizi açıklamak için kısaca ilk planı özetleyelim.

Böylece uzun ara sonucu ilk kitabı özetleme ve hatırlatma işini de aradan çıkarmış oluruz.

İlk Plan

Marksizm’in Yeniden İnşası’nda izleyeceğimiz yolu ikinci yazıda ““Terra incognita”ya Uzaydan Bir Bakış (Marksizmin Yeniden İnşası – 02)[14]” dört kıta imgesiyle kısaca açıklamışktık: Ulus ve Ulusçuluk, Din, Toplum ve Varlık kıtaları.

Ve bununla da yetinmemiş, bu kıtaların aynı zamanda iç içe geçen Matruşkalar gibi olduğunu, en içteki, en küçük, ama aynı zamanda, Öz’ün (Varlık) en dışındaki, Matruşka olan Ulus ve Ulusçuluktan başlayarak, en dıştaki Matruşka olan Varlık'a, yani en genel olana, Öz’e doğru gideceğimizi belirtmiştik.

Söyle yazıyorduk:
Uzaydan çekilen bu fotoğrafta görülen bir şey daha var.

Evet bunlar ayrı kıtalar ama Matruşkalar gibi birbirinin içindeler.

Varlığın içinde Toplum, Toplum’un içinde Din, Din’in içinde Ulus ve Ulusçuluk var.

Ancak bu Matruşkaları bir tanrı gibi dışından içine doğru açamayız, insanlar, daha doğrusu bugünkü toplum, en içteki en küçük matruşkanın içinde ve bir matruşkanın içinde olduğunu bilmiyor.

Tıpkı bir kuyunun içinde olup, kuyuya düşmemek için sürekli önüne bakan bir insan gibiler.[15]

İşte ilk amacımız, en azından, en iç ve küçük Matruşka’dakilere (yani ulusçu olduğunu bilmeyen ve kendini ulusçuluğa karşı sananlara ulusçu olduklarını, ulusçuların ulusçuluk tanımına göre ulusçu olmadıklarını düşündüklerini, aslında karşı olduklarını düşündükleri ulusçuluğu tanımlarken ulusçuların ulus tanımına dayandıklarını, bir kendine gönderme yaptıklarını, yani bir öz referans sorunu olduğunu ve ulusçuluğu yeniden ürettiklerini) göstermekti.

Yapmak istediğimiz, ilk önce, Marksistlere ve sosyalistlere, bir kuyunun içinde bulunduklarını göstermek ve onlara kuyudan çıkabilecek bir merdiven uzatmak şeklinde formüle edilebilirdi.

Bu bizim araştırmalarımızın da izlediği yoldu bir bakıma.

Kuyunun içinde olduğunu bilmeyen okuyucuyla birlikte, kendi izlediğimiz yolu tekrar kat ederek, onun da benzeri bir yol kat ekmesini ve böylece sorunu daha iyi ve kolay kavrayacağını, durumunu daha kolaylıkla görebileceğini düşünüyorduk.

Bu aynı zamanda didaktik bir yöntemdi.

Didaktik yöntem görünümden öze, kısmi olandan genele, somuttan soyuta gider.

Açıklama ve Araştırma Yöntemlerinin Zıtlığı ve Didaktik Yöntem

Elbette, Araştırma ve Açıklama yöntemleri farklı, hatta zıt bir yol izlemelidir.[16] Araştırma Tümevarım, yani en temel kategori ve kavramlara ulaşma, Açıklama Tümdengelim, yani en genel ve temel kategorilerden, araştırma sonucu varılmış en soyut olandan, başlayarak, somuta, dıştakine, görünüme doğru giderek, farklı soyutlamalar düzeyinde yeniden inşa etmek.

Marks da Kapital’de böyle yapar. Ekonomi Politiğin konusunun, kendisiyle birlikte ortaya çıktığı, en genel, en soyut Meta kategorisinden başlar. Tam da bu nedenle Marks’ın bizzat kendisi de ilk bölümlerin en zor bölümler olduğunu belirtir.

Meta kategorisi iki insan ya da kabile iki ürünü değiştirdikleri, ürünler böylece bir metaya dönüştükleri, kullanım değerleri bir değişim değeri kazandığı anda ortaya çıkar (Zuhur, Emergenz).

Yani Ekonomi Politiğin konusunun var oluşu, ortaya çıkışı, zuhuru, orada başlar, bu aynı zamanda en genel olandır.

Ekonomi politikteki Meta, Matruşkalar analojisinde, bu en dıştaki Matruşkadan, yani Varlık’tan başlamaya karşılık gelir. Çünkü Toplum, Din, Ulus vs. hepsinin en derindeki özü Varlığın bir biçimi veya Toplumsal Varlık olmalarıdır.

Varlık hepsinin özü, hepsinde bulunan, en genel olandır.

*

Akademik ya da bilimsel standartlarla yazılan çalışmalarda, açıklamada, elbet bu yöntem öncelik taşır.

Ama didaktik yolun böyle olması gerekmez, hatta tam da araştırmanın izlediği yolu izleyebilir ve izlemelidir.

Biz de Mandel’in Marksist Ekonomi El Kitabı’nda izlediğine benzer bir yol izlemenin[17], yani araştırmanın izlediği yolu okuyucuyla birlikte, ama bu sefer daha yeni ve zengin verilerle birlikte, kat etmenin, daha iyi olacağını düşünmüştük.

Didaktik yolda, araştırmaların izlediği yol izlenmeli, yüzeyde olandan, görünür olandan, öze, en derin olana doğru gidilmelidir.

Marks’ın da dediği gibi, “öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz olurdu”.

Bilim demek görünümden öze doğru yol almak demektir.

Ayrıca şunu da belirtelim ki, didaktik bir yol izlememizde, elbette bu çalışmayı bitirmeye yetecek enerji ve zamanımızın olup olmadığını bilmememiz de bir nedendi. Yani Ulus ve Ulusçuluğun asgari de olsa açıklanmasının politik aciliyeti de bir nedendi.

Ulus ve Ulusçuğun Kendisinde Görünümden Öze Gidiş

Böylece daha politik olandan, dıştakinden, görünümden, ulus ve ulusçuluktan başlamış oluyorduk.

Ama ulus ve ulusçuluğun kendisini incelerken de yine görünümden öze doğru bir yol izlememiz gerekiyordu.

Bunu ulusun ve ulusçuluğun tanımı üzerinden yapacaktık.

Birinci kitapta, ulusçuluğun ortak özelliklerinden hareketle yapılan bir tanımından yola çıkıp, sonra ikinci kitapta, ulusçuluğun hangi kategoriden bir toplumsal varoluş olduğu, tanımın buna göre yapılması gerektiği sorununa geçerek, birinci kitaptaki tanımın yüzeyselliğini ve yanlışlığını göstermeyi düşünüyorduk.

Tekrar hatırlatalım, birinci kitapta, ulusun ve ulusçuluğun bir tanımının yapılamadığını ve yapılamadığının, neredeyse konu üzerine kafa yoran herkesçe kabul edildiğini, hatta bir tanımının yapılamayacağına dair bile görüşler olduğunu gösterdikten sonra, geçici bir çözüm olarak, Gellner’in, Benedikt Anderson ve Eric Hobsbawm tarafından da paylaşılan, ulusçuluğun, bütün ulusçuluklarda ortak olanla yapılan tanımlamasını, (“Ulusçuluk ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır”) hareket noktası olarak kabul etmiş, bu tanımın anlamını ele almış ve bu tanımdan çıkan sonuçların en ilginç ve önemlilerine kısaca değinmiştik.

Birinci kitap esas olarak bu tanım, anlamı ve sonuçları üzerineydi.

Örneğin, sadece bu tanımdan hareketle bile, Marks dahil Marksistlerin aslında ulusçu olduklarını; ulusçuluğa değil, ulusçuluğun dayandığı ilkenin ihlaline karşı çıktıklarını; ulusçuluk tanımlarının özünde ulusçuların ulusçuluk tanımı olduğunu; Enternasyonalizmin ulusçulukla aynı ilkeye dayandığını ve ulusçuluğu yeniden ürettiğini, ulusçuluğun dünya çapındaki zaferini, kendilerini ulusçuluk karşıtı sayan Marksistler sayesinde kazandığını, çelişik gibi görünen bu olgunun çelişik olmadığını vs. göstermiştik.

Ama bu kadarı da ulusçuluğun henüz görünümüydü, ulusun ve ulusçuluğun hangi kategoriden bir toplumsal olgu olduğu sorusu henüz sorulmamış ve cevap aranmamıştı.

Birinci Kitabın Eleştirisi Olarak İkinci Kitap

Bir bakıma, ikinci kitapta birinci kitabın eleştirisini yapacaktık. Yani birinci kitaptaki tanımın hem ulusçuluğun ve ulusun hangi kategoriden bir olgu olduğunu tanımlayamadığını ya da “ulusçuluk veya ulus hangi kategoriden bir olgudur?” sorusuna bir cevap vermek bir yana bu soruyu bile soramadığını, gerçek tanımların ise, her şeyden önce ele aldıkları olgu ve nesnelerin hangi kategoriden olduklarını belirleyip, o kategori içindeki ayırıcı özelliklerini belirtmesi gerektiğini, birinci kitaptaki tanımın tam da bunu yapamadığını ele alacaktık.

Bunu da ulusçuluğun dayandığı, “Politik ve ulusal olanın çakışması ilkesi” tanımında, hem tanımdaki ulusal kavramının, fiilen bunu kullananların ve bizzat bu tanımı yapan ve benimseyenlerin dilinde, ulusal olanı bir dil, din, tarih, kültüre vs. göre anlama ve tanımlama yanlışı içerdiğini; yani gerici, demokratik olmayan, yani bir dil, din, tarih, kültür körü olmayan ulusçuluğun ulusal kavramı olduğunu (ki bunu birinci kitapta göstermiştik); ama aynı zamanda tanımdaki politik kavramının da analitik değil, normatif bir kavram, ulusu açıklayan değil ulusu ve ulusçuluğu var eden bir kavram olduğunu, dolayısıyla bu tanımın da ulusçuların bir ulusçuluk tanımı olduğunu, ulusçuluğu ve ulusları yeniden ürettiğini gösterecektik.

Normatif kavramlara değil de analitik kavramlara dayanan bir tanımın, ulus ve ulusçuluk hangi toplumsal kategoriden bir olgudur sorusuna cevapla ortaya çıkabileceğine gelecektik.

Tanımdaki Politik kavramının anlamının, yani politikaya ilişkin anlamıyla, sosyolojik veya analitik anlamıyla değil, normatif, yani hukuki bir kavram olarak politik anlamına geldiğini gösterecektik.

Çünkü toplum denen varlık biçiminin kendisinde, hukuki olarak ayrılmış politik veya özel gibi alanlar yoktur, bunlar ancak sosyolojik bir analizin kavramlarıyla ayrı alanlar olarak tanımlanabilir veya sınıflandırılabilir. Ama “Politik olanla ulusal olanın çakışması ilkesi” biçimindeki tanım, modern toplum toplumsal yaşamı ve toplumsal olguları politik veya özele ilişkin olarak iki ayrı alanla tanımlamaktadır. Politik tam da bu ayrı bir hukuki alan anlamındadır.

Ama bizzat toplumsal hayatı Politik Olan ve Politik Olmayan (Özel) diye ayırmanın kendisinin, hukuken politik diye bir alan belirlemenin kendisinin analitik olarak Politik (burada politikaya ilişkin) olduğunu gösterecektik.

Hukuken Politik, devlete ilişkin olarak tanımlanan alanın ulus ile çakışması ilkesi, yani bu çakışmayı kabul etmeyenler üzerindeki bu diktatörlük, hukuken Politik olmayan olarak, özel veya inanç olarak   tanımlanan alan ise, fikir ve inanç özgürlüğü alını olarak tanımlanır.

Ve burada özgürlük kavramının ve iddiasının nasıl aslında bir diktatörlüğün, yani modern toplumun örgütlenmesinin, dininin bir kategorisi olduğu gibi konuları da ele alacaktık.

Bu da bizi bu toplumsal hayatı politik olan ve olmayan olarak bölmenin niçin ve nasıl ortaya çıktığı ve aslında dinin tanımı üzerinden bir din oluşturmanın ta kendisi olduğu sorununa getirecekti.

Bu normatif ayrımın kendisi, politik olmayan, özel olarak tanımladığı ve özgürlük bahşettiği alana, dinleri koyarak, bir din, yani dinin tanımı üzerinden bir din, bir hukuki sistem olduğunu göstererek Ulusların ve Ulusçuluğun aslında Din kategorisinden bir olgu olduğunu sonucuna ve tanımına gelecektik.  Sosyolojik olarak Dinler tam da modern toplumun bu ayrım aracılığıyla yaptığı işi yaparlar. Toplumun üstyapısını, hukukunu ve diğer ilişkilerini şekillendirirler. Ancak modern toplumda bunu yapmadıkları takdirde Din olabilirler.

Bu nedenle, bugün dünyada dinler değil, bir tek din, toplumsal yaşamı özel ve politik diye iki ayrı alana bölen bir din vardır. Din denilenler artık sosyolojik olarak din değildirler ve modern topluma göre hukuken din olarak tanımlanmış, hukuki kategorilerdir.

Bu ayrım, Din’leri özel alana atarak din olmaktan çıkarma, Aydınlanma’da kapitalizm öncesinin statü farklarını kaldırmanın ve insanların hukuki eşitliğini sağlamanın aracıyken (Çünkü Statü farkları özünde Din farklarıdır kapitalizm öncesi toplumlarda), ulusçuluk karşı devrimiyle  birlikte, yani politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesinin gelişiyle birlikte, bir karşı devrimle, insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini getirerek ama ulusların ve ulusal devletlerin eşitliğini sağlayacak hukuki bir yaptırım mekanizması da olmadığından ve olamayacağından, hem ulusal eşitsizliklerin, hem devletlerin varoluşunun ve güçlenmesinin ve insanların devletlere göre ulus diye bölünmesinin, hem de statü farklılıklarının ulusal devletler arasındaki farklar biçiminde yeniden oraya çıkmasına yol açar.

Bütün bu nedenlerle, uluslar ve ulusal devletler, içinde hukuki ve/veya ekonomi eşitlik için mücadele edilebilecek tarafsız ortamlar değil, insanların biçimsel bir eşitliği için bile yıkılması ve yok edilmesi gereken karşı-devrimci yapılardır.

Ve tezimizi, ulusçuluğun ve ulusların aslında Din kategorisinden bir toplumsal olgu olduğu tezini böylece gösterdikten sonra. Din’in hangi kategoriden bir olgu olduğu sorusuna gelecektik.

Ve din konusunu da tıpkı ulusçuluk gibi, aşama aşama derine giderek, önce analiz ederek gösterdiklerimizin sonra yanlış ve eksikliğini göstererek yapacaktık.

Üçüncü Kitap: Din

Din’in hangi kategoriden bir olgu olduğu da üçüncü kitabın konusu olacaktı.

Tabii burada da gerek klasik Marksizm’de gerek Sosyolojide gerek Antropolojide, yani var olan tüm “Sosyal Bilim”de Din’in de ne olduğunun tanımlanamadığını, yani ne olduğunun bilinemediğini, ama ulusçuluktan farklı olarak özellikle Marksistler arasında tanımlanamadığının da bilinmediğini, yani bilinmediğinin de bilinmediğini gösterecektik.

Gerek ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilinememesi ve tanımının yapılamamasının, ama yapılamadığının, tanımlanamadığının bilinmesinin, gerek Din’in tanımının yapılamamasının ve ne olduğunun ve tanımının yapılamadığının, bilinmediğinin bilinememesinin ardında temel bir metodolojik yanlışın, bir öz referans sorununun, bir kendine gönderme, bir kendi üstüne kapanma, bir antinomi, bir paradoks bulunduğunu gösterecektik.

Bilinmemesinin nedeni olarak da Marksizm dahil, bütün “Sosyal Bilim”in Din kavramının da aslında modern toplumun dininin din kavramı olduğu, dolayısıyla, Marksistlerin öznel olarak tıpkı ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürken, ulusçuların ulus kavramlarına göre ulusçuluğu tanımladıkları için ulusçu olduklarını gösterdiğimiz gibi, bu sefer de öznel olarak dinsiz olduklarını düşünürlerken veya Devletin Din alanına karışmamasını savunurlarken, modern toplumun dininin yayıcıları ve pekiştiricileri olduğunu gösterecektik.

Marksizm dahil bütün akademik veya burjuva Sosyoloji ve Antropolojilerinin Din kavramının, toplumsal bir olgu olarak Din’i değil ve onun analitik kavramlarla, hangi ilişkileri nasıl düzenlediğini değil, modern toplumda normatif olarak Din olarak kabul edilen anlamını, yani modern toplumun ilişkilerini düzenleyen, Modern toplumda din olarak tanımlanabilmek için koşulların ifadesi olan, politik alana bulaşmamak, özele ilişkin olmayı kabullenmek  anlamını esas aldığını ve bunun bizzat Din olgusunu gözlemenin ve Din’i anlamayı sağlayabilecek analizin bir engeli olduğunu ve bizzat bu durumun da, bu modern toplumun ilişkilerini düzenleyen din kavramının, modern toplumun dininin egemenliğine ve yayılmasına hizmet ettiğini ele alacaktık.

Daha sonra da, bu öz referans durumunun varlığının deşifre edilememesi nedeniyle, hem bu modern toplumu hem de tarihi, yani diğer toplumları ve “dinleri” anlamayı da olanaksızlaştırdığı gibi konuları ele alacaktık.

Din Kavramı: Toplum Bilimin veya Marksizm’in Atomu

Matematikçiler, Asal Sayıların matematiğin atomu olduğunu söylerler, bu analojiye bağlı olarak, toplum biliminin atomunun da Din kavramı olduğu söylenebilir. Din kavramını parçalamadan, yani analiz etmeden, toplumu ele alan bilimin gerçekten bir bilim olması olanaksızdır.

Marksizm, Din olgusunu anlayamadığını anlayamadığı ve dolayısıyla Din olgusunda din teorimiz var anlamında “bizim namazımız kılındı” havasında olduğundan, Din’i adeta burjuva sosyolojilerine bırakmıştır. Bütün Burjuva sosyolojisi Din kavramı ve olgusunu açıklama çabasından doğmuştur denebilir. Durkheim ve Weber iki örnektir. En önemli ve temel eserleri Din’i tanımlama ve açıklama çabasıdır.

Ama bu çabalar nesnel olarak, bu toplumun bir teolojisi, onun paradigmalarının yaygın ve egemen hale getirilmesinin bir aracıdır. Yani onların bu toplumun dininin din kavramlarıyla Din denen olguyu açıklamaya çalıştığı gibi konulara girecektik.

Bu nedenle Burjuva sosyolojisinin ve Antopolojisinin (kısaca “sosyal bilim”inin) eleştirisi de dinden başlamak ve dinin eleştirisi olmak zorunda olduğunu sonucunu gösterip sonra Marksizm’in Din olgusunu nasıl ele aldığını ve burjuvazinin ufku dışına çıkamayıp, onu yeniden ürettiğini gösterecektik.

Klasik Marksizm bu konu üzerine pek kafa yormamış, Din’i tam da burjuva toplumunun tanımıyla, ya akılla zıtlık içinde inanç olarak, yani bir epistemolojik sorun olarak, ya da politik alanla zıtlık içinde özele ilişkin hukuki bir sorun olarak ele almıştır.

Epistemolojik ele alış çerçevesinde Din’e karşı bilimi (“inanca” karşı “deneyi” ve “aklı”) savunmayı, hukuki anlamıyla da dinin özel bir sorun olmasını ve “inanç özgürlüğünü” savunmak olarak görevlerini belirlemiştir.

Marksizm bir de sınıf mücadelesi bağlamında, bir parti ve ideoloji olarak Din üzerinde durmuştur.

Bunu da kendisinin dini açıkladığının bir kanıtı gibi görmüştür.

Ama aslında bunlar tam anlamıyla sosyolojik olarak Din olgusu üzerine bir analiz oluşturmazlar, Din görünümlü ya da kendilerini dini olarak tanımlamış olgular üzerinde dururlar. Ama toplumsal bir olgu olarak Din nedir, hangi toplumsal ilişkileri düzenler sorusu ve bunun cevabı yoktur.

Ernst Bloch gibi sonrakiler de esas olarak bu temelde derinleşmişlerdir.

Klasik Marksizm’de hem bu çerçevede kalan hem de klasik uygarlıklar ve uygarlık öncesi (Komün) esas ilgi alanı olan Hikmet Kıvılcımlı, bu anlamlarının dışında fiilen din’in bu alanlarla sınırlı olmadığını ve Din’in öneminin ciddi biçimde farkına varmıştır.

Ama Kıvılcımlı da din’in önemini vurgulamak isterken, ona “insan beyninin derinliklerinde” diyerek, Dini organik bir temele bağlayarak, bu önemi açıklamaya çalışmış, aslında mantık sonuçlarına varıldığında, Din’i neredeyse “Din Geni” ile “açıklamış” sayılabilir.

Antropoloji de esas olarak Din (ve akrabalık) üzerine bir literatür ve gözlemler yığını olarak tanımlanabilir.

Dolayısıyla Din üzerine üçüncü kitapta, hem klasik Marksizm’in, hem de burjuva veya akademik sosyal bilim denilebilecek sosyoloji, antropolojinin eleştirisinden başlayacaktık.

Bundan sonra Din’in bilimsel bir tanımının metodolojik sorunlarını ele alacaktık.

Bu da adım adım bizi Toplumsal varlık konusuna doğru getirecekti.

Toplum ve Doğa’da Bilgi ve Nesnesi

Daha sonra bilimsel bir din tanımının sorunları bağlamında Doğa ve Toplumda nesne ve onun bilgisinin birbirinden tamamen farklı bir karakter taşıdığını, doğada bilgi (epistemoloji) ve nesnesi (ontoloji) arasında diyalektik bir ilişki, ama toplumda toplumsal olgu hakkında bilgi veya bilgisizliğin, ya da epistemolojinin ontolojik olarak bir varlık ve yokluk ilişkisi biçiminde oraya çıkabildiğini ele alacaktık.

Ama bunun ardında da toplumsal varlığın özgüllüğünün bulunduğunu, toplumsal varlığın cansız ve canlı varlıktan temel farklarını, toplumsal varlığın insanlar bir şeyin varlığını kabul ediyorlarsa veya ona inanıyorlarsa var olabildiğini. Ama onu kabul edenlerin kendi gerekçeleri ve açıklamalarının o toplumsal varlığın anlaşılmasını sağlamayacağını, toplumsal varlıkların, hangi toplumsal ilişkilerin ifadesi ve aracı olup toplumsal ilişkileri nasıl şekillendirdiklerinin incelenmesi gerektiğini ele alacaktık.

Burada da Din kavramının bütün toplumlarda bulunmadığını, modern toplumun o toplumlardaki, kendi din tanımına uygun kimi olguları Din olarak tanımladığını ve o toplumlara birer din atadığını ama daha sonra da, din diye bir kavramı olmayan toplumların bile modern toplumun bu din tanımlamasını kabul ettiklerini, bunun nedeninin de aslında artık yeryüzünde sadece bir tek din olduğunu gösterecektik.

Buradan bugün dünyada dinsel denen hareketlerin aslında modern partiler veya uluslar ve ulusçuluklar olduğu konusuna girecektik.

Gösteren ve Gösterilen İlişkisinin Sorunları

Tarihte ve yakın zamana kadar başka toplumlarda Din diye bir kavramın bile olmamasına rağmen sosyolog, tarihçi, antropologların onlardaki kimi olguları Din kategorisinden olgular olarak öyle tanımlamasının ve bu tanımla yapılan gözlemlerin ve yazılan rapor ve kitapların, gösteren ve gösterilen ilişkisini nasıl ele almayı gerektirdiğini, aslında tarihçi, Antropolog ve sosyologların gerçekliği kendi Din tanımları ve anlayışlarıyla çarpıttıklarını ele alacaktık

Bütün bu rapor ve kitapların, neredeyse bütün antropoloji ve tarih literatürünün, anlattıkları tarihi ve toplumları değil, kendilerini, kendi dinlerinin din tanımını yansıttıklarını, onların anlattığı bütün verilerin, raporların, tarihlerdeki bu çarpıtma hesaplanarak belki bir miktar anlattıklarının daha az çarpılmış bir resmine varılabileceğini ele alacaktık.

Başka toplumlarda bir Din kavramı bulunmamasının aynı zamanda Dinin evrensel olarak geçerli bir toplumsal olgu olmadığını, bir toplumun üstyapı ilişkilerini düzenlemenin aracı olarak Din kavramı ve tanımının modern toplumun bir özelliği olduğunu, modern toplumun dini de tüm üstyapıyı şekillendirdiği için, din tümüyle üstyapı ilişkilerini düzenler önermesinin bu anlama geldiğini, birçok toplumda üstyapı ilişkilerinin bir din kavramı olmadan da olabileceğini ve olduğunu ele alacaktık.

Buradan da Toplumsal Varlığın nasıl bir varlık olduğu konusuna Ulus ve Tanrı olguları örneğini ele alarak bir netlik kazandırmaya çalışacaktık.

Dördüncü Kitap: Toplumsal Varlık ve Ortaya çıkışı

Bundan sonra da dördüncü Kitapta toplumsal varlığın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını ele alabilmek için, onun canlı varlıktan ortaya çıkışını açıklayabilmek için, burjuva sosyolojisinin Toplum ve Antropolojinin Kültür kavramlarının yanlışlığını ele alacaktık.

Onların yanlışlığını göstermek için de biyolojide organ kavramının yeniden tanımının gerektiği, organların organik olmasının gerekmediği gibi konulara girecektik.

Canlı Varlıktan Toplumsal varlığa, bir varoluş biçiminden diğer bir varoluş biçimine geçişi (örneğin cansızdan canlıya geçiş veya canlıdan topluma geçiş), yeni varoluş biçiminin ortaya çıkışını açıklayabilmek için kavramsal araçların bir incelenmesine geçecektik.

Özetle çalışma aşağı yukarı böyle bir şemaya göre yazılacaktı.

Tabii bu kısaca özetlenen şema o zaman ele alınacak sorunlar hakkında hemen hiçbir fikir vermez.

Aslında bu yazıyı yazarken, böyle çok kısa bir şemanın hiçbir fikir vermeyeceğini bildiğimizden, asgari bir fikir vermek için, burada birer cümleyle geçtiğimiz sorunları açıklayan daha uzun bir versiyon da yazmıştık.

Ama yazarken yazı, bizden bağımsızlaştı ve adeta tekrar ayrı bir kitap olmaya doğru yöneldi.

Bunun üzerine onu bir kenara atıp, böyle kısa bir taslakla yetinip, esas konumuz olan gecikmenin nedenleri konusuna girmeye karar verdik.

O bir kenara attığımız taslaklardan belik birkaç bağımsız yazı çıkarıp bu arada yayınlayabiliriz.

*

Görüldüğü gibi bu program çok büyük emek ve zaman gerektirir. Tam da bu nedenle, sonradan geleceklere birtakım izler bırakmaya öncelik veriyorduk.

Aslında yazılarımızı dikkatlice okumuş bulunan okuyucular, burada yazdıklarımızın neredeyse tamamını, çeşitli yazılarımızda fragmanlar halinde ele almış bulunduğumuzu hatırlayabilirler.

Buraya kadar kısaca da olsa kafamızdaki taslağı ve izleyeceğimiz yolu, bazı noktalarda dalıp giderek, biraz daha ayrıntılı özetlemeye çalıştık.

Ama şimdi bu planı değiştireceğiz Bundan sonra büyük bir atlama yapıp, şimdiye kadar izlediğimiz ve burada tekrar açıklamaya çalıştığımız planda en sona kalmış olanlardan başlayacağız.

Yani açıklama veya sunuşun izlediği yolu izleyeceğiz ama bunu ilk planımızdaki gibi akademik veya bilimsel standartlara uygun biçimde değil, araştırmanın izlediği yol biçiminde, ilk kitapta olduğu gibi sunacağız.

Yazmaya Varlık’tan Başlayarak Devam Etmenin Nedeni

Yani buraya kadar anlattığımız sırayı ve yolu terk ederek, (Ki bunun için bazı noktalarda ayrıntıya girdik) varlıktan ya da genelden başlayarak özele (Uluslara ve Ulusçuluğa) doğru gitme planına geçeceğiz.

Bu durumda Din konusu ve Din kategorisinden bir olgu olarak Ulus ve Ulusçuluğun tanımı en sona geçmiş oluyor.

Bu değişikliği yapmamızın temel nedeni, Din konusunda daha çok okumak için zaman kazanabilmek.

Antropologlar gidip gözlemledikleri “ilkel” toplumları anlatırken, burada kısaca geçilen konularda yığınla malzeme yığmış durumdalar. En azından bunun bir kısmını ele almalı.

Onların anlattıkları resimleri değil, aslında kendilerinin bakışını kameranın arkasındakini göstermek, dolayısıyla bu şekilde modern toplumun bilim ve din kavramlarını daha kapsamlı ele almak gerekiyor.

Bunun benzerini Tarih alanında veya diğer toplumların “Dinleri” alanında da yapmak gerekiyor.

Öte yandan onların anlattıklarında yaptıkları çarpıtmayı hesaplayıp düşerek o toplumlar hakkında daha gerçeğe yakın bir resme ulaşmak gerekiyor. Bunlar da daha geniş bir okumayı.

Yeni Alanlar ve Sorunlar

Diğer bir neden de yeni alanlarla ve sorunlarla karşılaşmam. Daha doğrusu bu alanlarla daha önce karşılaşmış ve yüzeysel bir izlenim edinmiştim ama şimdi daha geniş kaynaklara ulaşma olanağı çıktığından biraz daha fikir sahibi olmam gerekiyor.

Örneğin son yıllarda Ortaya Çıkış (Zuhur, Emergenz) denen “disiplinler arası” bir konu veya araştırma alanı (ki bu da tanımlanabilmiş değil) var. Bu alandaki çalışmalar Toplumun, Yaşamın, İnsanın ortaya çıkışını ele almak ve açıklamak için yeni kavramsal araçlar sunabilir.

Sunup sunmadığını bilmiyoruz. Ama en azından bir fikir sahibi olmak gerekir.

Tabii bu Emergenz konusu da Komplekslik araştırmalarıyla bağlantılı.

Oldukça yüzeysel bilgim olan bu alanda da geniş bir literatür ve artık buna ulaşma olanağım var.

Bu alanda da bir fikir sahibi olmak gerekiyor.

Ama Karmaşıklık araştırmaları konusunda bir fikir sahibi olabilmek için,  çok daha geniş başka konular ve alanlar gündeme geliyor. Örneğin Ağlar, Kaos Teorisi, Kendi Kendine Örgütlenmeler, Sürü Zekaları gibi konulara girmek gerekiyor.

Tabii bu konularda en azından biraz olsun okuduğunu anlayabilmek için, Matematik bilgisi de gerekiyor

Önceleri bu gibi konularda pek kaynak bulamıyorduk.

Ama çeviri programları iyileşince, muazzam bir kaynak yığını ortaya çıktı.

En azından bunlara bir göz atmak, konudaki tartışmalar hakkında bir fikir sahibi olmak gerekiyor.

*

Bu dallanıp budaklanmaya ve yeni alanlara bir örnek verelim.

Toplumsal varlığın ortaya çıkışı sorunu alturizm (özgecilik, diğerkamlık) sorunuyla bağlıdır. Yani kendini feda etme, parçayı bütüne tabi kılma.

Ama doğal seçilim bireysel düzeydedir. Bir canlı kardeşi ya da türdeşi için kendini feda ederse, kendini feda ettiği için, genlerini aktaramaz, dolayısıyla doğal seçilimin alturizme karşı çalışması gerekir.

Alturizm ortaya çıkamaz, tesadüfen bir canlıda ortaya çıkarsa da o canlı kendini feda ettiğinden diğer kuşaklara bu özelliğini aktaramaz.

Ama eğer böyleyse, örneğin Arılar, Karıncalar, Termitler vs. gibi canlıların, hatta çok hücreli canlıların var olmaması gerekir.

Ama bunlar var.

Ve bunlar tıpkı çok hücreli bitki ve hayvanlar gibi bir tek canlıya dönüşmüş durumdalar. Aslında örneğin arı, karınca, termit vs. diye tek olarak var olabilecek bir canlı yoktur. “Arı kolonisi” bir tek canlıdır. İşçi, erkek, savaşçı, kraliçe adılar o canlının organlarıdır.

Bu dönüşüm, nasıl açıklanacak ve bu paradoks nasıl aşılabilir?

Buna yönelik olarak akraba seçilimi gibi teoriler var ama bunların hepsinin yanlışlıkları daha sonra ortaya çıkarılmış.

Toplumsal varlık, daha ziyade karmaşıklık ve konuları çerçevesinde ele alınabilen bir “Schwarm”, bir Sürü ya da Çete gibi değil, merkezsiz bir örgütlenme değil, bir tür karınca veya arı “kolonisi” gibi var oluştur. Tabiri caiz ise, Toplum, parçanın bütüne tabi olduğu, karınca veya arılar gibi, kendisi ayrı bir “canlı türü”dür. Bu anlamda Toplum’da artık bir canlı türü olarak, insan yoktur. Nasıl tek arılar ayrı bir canlı türü olarak arı veya canlı değil ise öyle. Çünkü hiç bir arı tek olarak var olamaz, kendini sürdüremez. İnsan da öyledir. Toplum dışı bir insan var olamaz.

Ama bu “Toplum” denen “canlı türü” artık canlı değildir, toplumun evrimi ve farklı toplum türlerinin ortaya çıkışı Darwin yasalarına, canlıların evriminin yasalarına bağlı değildir. Toplum bütün canlıların aksine üremez. Üremediği için Darwin yasalarına bağlı değildir değişimi.

Toplum Üretir. Üretim toplumla birlikte ortaya çıkar. Bu nedenle Toplum üretim ilişkilerini değiştirerek değişir. Yani Toplumsal varlık, Darwin’in değil, Marks ve İbni Haldun’un Marks ve İbni Haldun’un tanımladığı yasaları bağlıdır.

Gerek biyolojinin gerek fiziğin kavramları toplum söz konusu olduğunda hiçbir işe yaramaz.  Onun kendi kavramları vardır ve geliştirilmelidir. Zaten yapmaya çalıştığımız da budur.

Toplumun tanımı da, ona geçiş te, “sosyal” canlılarla kıyas içinde yapılabilir ve bu geçiş daha iyi anlaşılabilir. Toplum’un ortaya çıkışını anlayabilmek için bu canlılar ilginç ipuçları sunabilir.

Bu da örneğin bu “sosyal hayvanlar” denen canlı türleri hakkında ve bunların ortaya çıkışı hakkında oldukça geniş bir literatürü okumayı gerektiriyor.

Sadece bu da değil, bu soruna (alturizm sorununa) matematik modeller ve bilgisayar simülasyonları aracılığıyla da çözümler aranıyor.

Bu da hemen hepsi “Mahkum İkilemi”yle başlayan, soğuk savaş döneminde geliştirilmiş oyun teorilerini ve onlar hakkında biraz olsun bilgi sahibi olmayı gerektiriyor.

Tabii bu da asgari ölçüde olsun biraz matematik bilmeyi gerektiriyor.

İşte daha böyle yığınla örnek verilebilir.

*

Geçmişten bir başka örnek.

İlk kitabın sonunda da, “Bir Ulusçuluk ve Ulus Teorisi Bulunmamasının Ardında Bulunan Mantıksal Yanlış: Kendine Referans (Paradokslar, Antinomiler, Kendine Referanslar, Sonsuz Döngüler, Aksiyomatik Sistemler ve Marksizm)” başlıklı son yazıda da, yaşadığımız benzer bir süreci kısaca anlatmıştık.

Ulus ve ulusçuluğa ilişkin görüşlerimizi ilk yazmaya başladığımızda, yirmi yıl önce, 2004 yılları civarında, öz referans, (kendine gönderme) diye bir kavram bilmediğimizden, anlatmaya çalıştığımız uluslar ve ulusçuluğun varlığı ile uluslar ve ulusçuluğun bilgisinin yokluğu arasındaki ilişkiyi, imgelerle, özellikle de Escher’in imgeleriyle (Resimleriyle) veya bazı çocuk tekerlemeleriyle anlatmaya çalışıyorduk.

Sonra tesadüfen Douglas R. Hofstadter’in Gödel Escher Bach kitabında bizim resimleri aracılığıyla derdimizi anlatmaya çalıştığımız Escher’in adının kitabın adında geçmesinden hareketle, kitabın ilginç olabileceğini düşünerek konuya girmiştik. Tabii önce kitap bize birkaç numara büyük gelmişti. Sonra zorlaya zorlaya, Kendine Gönderme, Öz referans, Antinomi, Paradoks gibi konulara girmiş, imgelerle anlattığımızın kavramsal karşılığını bulmuştuk.

Ama onlara girince de çok kabaca da olsa matematiğe, matematik tarihine, Mantık ve Matematik ilişkisine, Küme Teorilerine, Aksiyomatik sistemlere, Gödel’e, Eksiklik Teoremlerine, Alan Turing’e, Karar teoremlerine vs. girmek durumunda kalmıştık.

Ki bu o zamanlar sınırlı Türkçe ve Almanca kaynaklarla olmuştu.

Bütün bunları kör bir insanın el yordamıyla yol bulması gibi bulmuştuk. Bize böyle yıllar ve muazzam enerjiye mal olan bu konuları bilen biri olsa veya böyle konuları tartışan, kafa yoran, böyle konuların varlığından haberi olan insanların bulunduğu bir ortamda olsak, bu yolları hızlıca kolayca anlayarak geçmek mümkün olabilirdi.

İşte yapay zeka çevirilerinin ortaya çıkardığı olanaklar ve bu gibi dallanıp budaklanmalar, karşımıza artık rahatça okuyabileceğimiz alanlar gibi sorunlar çıkardı.

Elbette bu konulara egemen olamayız. Ne alt yapımız, ne birikimimiz, ne de zaman ve enerjimiz var.

Ama en azından bizim kafa yorduğumuz konulara başka kafa yoran var mıdır?

Diğer konularda bu konuya bir açılım sunabilecek bir düşünce, bir kavramsal araç var mıdır diye de var olan kaynaklara hiç olmazsa bir bakmak gerektiği ortaya çıkıyor.

Sadece Yeni Alanlar Değil, Kaynakları Kaynağından Okumak

Bu konuya yukarıda kısaca değinmiştik ama tekrar değinelim.

Ayrıca yeni alanlar bir yana, Din konusunu ele alabilmek için çeşitli toplumların din tanım ve kavramları, böyle kavram ve tanımları olup olmadığı, din olgusunun karşılığı ne gibi davranışlar içinde olduklarını göstermek gerekir.

Ama bunun için de çeşitli toplumlardan özellikle Antropologların raporlarının kendisini, otantik metinlerini okumalı. Buna özellikle o toplumların çarpılmamış bir resmine ulaşabilmek için gerek var. Yani kaynakların kaynakları gibi bir sorun var.

Çünkü o gidip içinde yaşadıkları veya gözlemledikleri ve bunların raporlarını çıkardıkları, kitaplarını yazdıkları kabilelerde gördüklerinden sonuç çıkaranlar, yani özellikle Antropologlar, olguları modern toplumdan bir insanın ya da modern toplumun dininin tanımının gözlükleriyle gözlemleyip, sınıflayıp değerlendirmişlerdir.

Onların olguları seçişi, tanımlayışı, bakışı çarpıktır. Anlattıkları anlattıklarından çok anlatanı, yani kendilerini anlatır.

Din analizimizin doğruluğunu iyice, ayrıntılarıyla gösterebilmek için, kabilelerin veya başka toplum ve uygarlıkların kendileri hakkındaki ham bilgiye ama aynı zamanda, Antropologların yorumlarından olabildiğince sıyrılmış, ham bilgiye, olgular hakkında olabildiğince otantik ve imkansız olsa da yorumdan arınmış bilgiye ihtiyaç var.

Dolayısıyla önce antropologları incelemek, sonra onların gördüklerini nasıl göreceklerini veya göremeyeceklerini az çok taslaklaştırmak, sonra onların anlattıklarından, gözlemlerinden, onların kendi bakışlarıyla çarpıtılmış olanı hesaplayarak, mümkün olduğunca Antropologların bakışıyla çarpıtılmamış ya da çarpıtılmaları minimuma indirilmiş gerçek olgulara ulaşabilmek gerekiyor.

Bu ise antropoloji ve antropologlar hakkında epeyce bir okuma yapmayı gerektiriyor.

Marks Engels’in işi nispeten kolay sayılabilirdi. Daha Antropoloji doğmamıştı ve Morgan gibi ilk birkaç Antropoloğun yazdıklarını veri alarak buradan genellemelere gidiyorlardı.

O veriler bugün tamamen eskimiş bulunuyor ama daha önemlisi, bugün binlerce antropolog ve yazdıkları var. Bunlar hiç olmazsa küçük ve esaslı bir yüzdesini okumak gerekir.

Ama o küçük ve esaslı olanı da bulmak, cevheri tüvenandan ayırabilmek için, keçiboynuzu yer gibi, bir gram bal için bir eşek yükü odun da yemek gerekir.

Keza klasik uygarlık “dinlerini”, bunların kendi kavram sistemlerini ele almak ve tüm bunlar aracılığıyla bunların üstyapısının niçin nasıl şekillendiğini göstermek gerekiyor.

Tabii buna buna bağlı olarak, bir yığın sosyoloğun bu konularda yazdıklarını da incelemek, klasik “dinler tarihi” gibi konulara girip bu alanda da geniş bir literatürü incelemek gerekiyor.

Tabii dinden dine geçişler, bunların mekanizmaları, Dinlerin yayılışları gibi konular da var.

İşte bu gibi nedenlerle, yani karşılaştığımız, toplumun var oluşunu ele almak için karşımıza çıkan yeni alanlar nedeniyle veya özellikle toplumsal alanda ve dünyadaki dinler hakkında daha geniş bir okuma yapabilmek için, Din konusuna gireceğimiz ikinci ve üçüncü kitabı sona atıp, önce Varlık, cansızdan canlıya geçiş, insanın ortaya çıkışı, toplumun ortaya çıkışı, toplumsal varlığın nasıl bir şey olduğu gibi konuları öne almak gerekiyor.

Ama bu genelden başlayışta, ilk başta açıklama yöntemiyle yapmayı düşündüğümüz gibi, bilimsel ve akademik standartlara uygun bir biçimde yazmayı değil, birinci kitaptaki gibi, eldekini bir an önce derli toplu yazıya geçirme biçimini izleyeceğiz.

Ayrıca fragmanlar biçiminde, arada okuduğumuz belli konularda, bağımsız ama “Marksizmi Yeniden İnşa”nın bütünlüğüne uygun yazılar da yazabiliriz.

Şimdilik durum budur.

Bu bilgileri eğer olur da ilerde böyle bir işi yapmaya niyetlenenler çıkarsa onların işini kolaylaştırmak için yazmak gerekiyordu.

18 Şubat 2024 Pazar

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com


 

 

 

Kaynakça

Aydınoğlu, Ergun. “Pirandello’yu Hatırlarken”.

Küçükaydın Demir. ““Terra incognita”ya Uzaydan Bir Bakış (Marksizmin Yeniden İnşası – 02)”. https://demirden-kapilar.blogspot.com/2022/01/terra-incognitaya-uzaydan-bir-baks_24.html

Küçükaydın, Demir. “Demir'den Kapılar”. Ulussuz, Eşetlikçi ve Dayanışmacı Bir Dünya İçin. ed. Demir Küçükaydın. https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Küçükaydın, Demir. Kassandra Laneti: 2023 Başkanlık Seçimleri’nde HDP’nin, Sosyalistlerin ve Demokratların İzlemesi Gereken Yol Üzerine Doğrulukları Bir Hezimetle Kanıtlanmış Yazılar. Köxüz Yayınları.

Küçükaydın, Demir. “Politik Mücadele ve Bilim (Marksizm)”. (Marksizmin Yeniden İnşası - 01). kapilar.blogspot.com/2022/01/politik-mucadele-ve-bilim-marksizm.html

Küçükaydın, Demir. TSIP ve TKP-B'nin Tarihöncesinin Tarihine Katkı: (Arkeolojik Bir Kazı). İnternet: Köxüz Yayınları, 2008.

Küçükaydın, Demir. “Yapay Zeka ile Bir Sohbet”. ed. Demir'den Kapılar. https://demirden-kapilar.blogspot.com/2022/12/yapay-zeka-ile-bir-sohbet.html

Lenin, Vladimir Ilyich. “On Cooperation”.

Mandel, Ernest. Marksist ekonomi el kitabı. thk. Orhan Suda. Ankara: Maki Basın Yayın, 3. Basım, 2008.

Marx, Karl. Kapital: Ekonomi politiğin eleştirisi. İstanbul: Yordam Kitap, 4. Basım, 2013-.

Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş. Erişim 16 Ocak 2024.


 

Yazar Hakkında Bilgi

Demir Küçükaydın (10.06.1949)

1949’da Savaştepe’de doğdu, ilk ve orta okulları Soma’da, Liseyi Balıkesir ve İzmir Karşıyaka Erkek Lisesi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji (Gece) bölümüne girdi.

Çetin Altan’ın yazılarıyla ve babası aracılığıyla Sosyalist düşünceyle tanıştı ve 1965 yılından beri kendini bir sosyalist olarak tanımlamaya başladı.
Balıkasir Lisesi son sınıfta, “Ana dilinizi niçin seversiniz?” kampazisyon sorusuna, soru benim sevdiğimi varsayıyor, yanlıştır, ana dilimi sevmek zorunda değilim, dediğinden okuldan atılmamak içirn tazdikname alıp lisenin son üç ayında Karşıyaka Erkek Lisesine geçti.

Bir yıl beklemede kaldı. İzmir’de Şark sanayi Mensucat ve Soma’da Garp Linyitleri İşletesi’nde çalıştı. Türkiye İşçi Partisi Karşıyaka ilçesinde çalışmaya başladı.

Sosyoloji (gece) bölümünde okurken gündüzleri bir muhasebecide boğa tokluğuna çalıştı. Üniversite işgallerine katıldı.

1968 yılında, Samsun Ankara yürüyüşüyle birlikte devrimci mücadeleye atıldı, hayatını ezilenlerin davasına adama ve verolan düzenle tüm gemileri yakmak için, bilinçli bir tercihle üniversiteyi bitirmeme kararı aldı.

Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB), Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç), Yapı İşçileri Sendikası (YİS) gibi öğrenci ve işçi örgütlerinde militan ve yönetici olarak çalıştı.

Üç arkadaşıyla birlikte, Emperyalizme karşı savaşabilmek için Filistin’e gitti ve Fedayi oldu. Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nde gerilla eğitimi gördü.

Dönerken hudutta Cerablus-Kargamış arasında arkadaşlarıyla yakalandı.

İşkence gördü. Nizip ve Antep cezaevlerinde hapis yattı.

Çıkınca Bir önceki yaz örgütlenmesinde çalıştığı, Aliağa’daki işçi direniş ve grevlerinin örgütlenmesi için efsanevi işçi lideri İsmet Demir ve öldürülen Necmettin Giritlioğlu ile çalıştı.

Ayrıca Kıvılcımlı’nın çıkardığı Sosyalist gazetesinin örgütlenmesine katıldı.

12 Mart döneminde Dev-Genç davasından İstanbul Bölge Yürütme Kurulu üyeliğinden hapis yattı.

Çeşitli firmalarda soğuk demirci ve montajcı olarak  çalıştı.

12 Mart döneminin sonlarında Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi Programı temelinde Türkiye Komünist Partisi’nin reorganizasyon kongresini topladı ve yönetiminde yer aldı.

Bu partinin legalde çıkardığı Kıvılcım gazetesini yönetti. Tutuklandı.

Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından arkadaşlarıyla birlikte yargılandı ve gazetede çıkan yazılardan dolayı, 17 Yıla mahkûm oldu.

İstanbul Toptaşı, Niğde Kapalı ve Malatya E Tipi Özel cezaevlerinde (15 ay müşahade hücresinde) 10 yıla yakın hapis yattı.

Hapisteyken çeşitli yazılar ve Mihri Belli ve Murat Belge’nin Eleştirileri gibi kitaplar yazdı.

Vatan Partisi’ni eleştirileriyle destekledi. Kıvılcım dergisinin çıkan dört sayısının ve Sosyalist gazetesinin son on sayısının neredeyse bütün yazılarını (çeşitli isimlerle) yazdı.

Niğde’de arkadaşlarıyla birlikte tünel kazarak kaçma girişiminde bulundu. Tünel patladı. Tüneli üstlenen ekipte yer aldı. Hücre cezasına çarptırıldı.

Hapisten çıkınca mevcutlu olarak askere alındı. Askerden firar etti ve yurt dışına kaçtı.

Fransa’da iltica etti.

Sonra Almanya’ya geçti.

Fransa ve Almanya’da Dördüncü Enternasyonal’in Fransa (LCR) ve Almanya (GIM) seksiyonlarında çalıştı.

Alman seksiyonunun Soz Magazin adlı teorik organının yazı kurulunda yer aldı.

Yine aynı dönemde Türkiyeli göçmen işçilere yönelik Ne Yapmalı dergisini çıkardı.

Türkiye’ye yönelik Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı teorik ve politik derginin yazı kurulunda yer aldı.

İsveç’te çıkan Kürdistan Press ve Türkiye’de çıkan Özgür Gündem gazetelerine yazılar yazdı.

Avrupa’da yabancılar hareketinde yer aldı.

Türkiyeli sosyalistlerin başlattığı Sosyalist Forum tartışmalarına katıldı.

Türkiye’deki Birlik Tartışmaları’nın (“Kuruçeşme Süreci”) Avrupa’da yapılan paraleline katıldı, bildiri ve değerlendirmelerini arkadaşlarıyla birlikte “Birlik mi Rekompazisyon mu?” başlıklı kitapta yayınladı.

Avrupa’da yabancılar hareketinde yoğunlaştı.

Hamburg’ta ikinci kuşak göçmen gençlerin oluşturduğu Köxüz çevresinde yer aldı.

Avrupa’da yaşayan mültecilerin çıkardığı Sosyalizmin Sorunları dergisinin yayın kurulunda yer aldı.

Avrupada çıkan Yeni Zamanlar dergisinde yazıları yayınlandı.

İsveç’teki Hikmet Kıvılcımlı Arşivi’nin, Amsterdam Sosyal Tarih Enstitüsü’ne verilebilmesi için arşivi databanka geçirdi.

Taksi şoförü olarak çalışmaya başladı.

Abdullah Öcalan kaçırıldığında “Abdullah Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi”nin kuruluşunda ve çalışmalarında yer aldı.

2000’lerin başından itibaren Kürt ulusal hareketini desteklemek için, Türkiye ve Avrupa’da çıkan yayınlarında (2000’de Yeni Gündem, Özgür Gündem, Özgür Politika, Medya TV) yazılar yazdı Televizyon programlarına katıldı.

2001 yılında yapılan Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nun örgütlenmesinde yer aldı ve “Tarihin, Marksizmin ve Kıvılcımlı’nın Kayıp Halkası: Komün” başlıklı bildirisini sundu.

Demir’den Kapılar isimli sitesinde yazı, yorum ve kitaplarını paylaşmaya başladı.

İnternet forumlarında yazılar yazdı.

İsmail Beşikçi’nin görüşlerini Tersinden Kemalizm adlı kitapta eleştirip, Ulus, Ulusçuluk ve Din konularında bunların Marksist bir teorisini oluşturmakta yoğunlaştı.

Arkadaşlarıyla birlikte Köxüz sitesini kurdu ve onu yönetti.

2005 yılında taksi söförlüğünden malulen emekli oldu.

2007’den sonra Türkiye’ye gidebilmeye başladı. Politik çalışmalara katıldı.

2008 yılında Türkiye’de yapılan bir Kıvılcımlı Sempozyumu’na “Tarihsel Maddecilikte Yapı ve Özne Sorunu – Kıvılcımlı’nın Katkıları ve Eleştirisi” başlıklı bildirisini sundu.

Arkadaşlarının maddi ve manevi destekleriyle Marksizmin Marksist Eleştirisi, Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler, Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi kitaplarını yayınladı.

Çatı Partisi, Halkların Demokratik Kongresi, HDP gibi Kürt hareketinin başlatmaya çalıştığı girişim ve örgütlenmeleri yazı ve eylemleriyle desteklemeye çalıştı.

Gezi Hareketine katıldı ve neredeyse günü gününe yazılar yazdı.  Bu yazıları yine arkadaşlarının desteğiyle, Gezi Direnişi Yazıları başlığı ile kitap olarak yayınlandı.

Daha sonra Yoğurtçu Parkı ve Don Kişot İşgal Evi’ndeki çalışmaları katıldı.

2013 yılında arkadaşlarıyla birlikte, Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nu  örgütledi ve “Kıvılcımlı’nın Marksizme Katkılarının Eleştirel Değerlendirmesi” başlıklı bildirisini sundu.

Arkadaşlarının maddi ve manevi destekleriyle Kıvılcımlı Sempozyumu Bildirileri ve İsmet Demir’in Anılar ve Deneyler isimli kitabının ikinci baskısının yapılmasını sağladı.

AKP iktidarına karşı birçok girişimler (“Radikal Demokrasi”, “HDP’ye Oy Ver, Barajı Yık, Diktatörü Durdur, Barışı Kur”,  Ìstifa”, “Hayır” gibi girişimlerin örgütlenmesinde ve çalışmalarında yer aldı, bir çok yazılar yayınladı.
Barış İçin Akademislenler’in topladığı imza kampanyasına katıldı.

2016 Temmuz darbesinde tıbbi kontroller için Almanya’daydı, döndüğü takdirde tutuklanacağından ikinci kez sürgün yaşamına başladı.

Arkadaşlarıyla Berliner Forum ve orada yapılan çeşitli sunum ve tartışmaların örgütlenmesine katıldı.

Covid 19 salgını döneminde Youtube kanalında Koronik başlığı altında birçok videolar yaptı ve yayınladı.

Bundan sonra, özellikle Ulus ve Din’in ne olduğuna, toplumsal varlığın ne olduğuna ve ne zamandan beri var olduğuna ilişkin konuları ele alacak Marksizmin Yeniden İnşası adını vermeyi düşündüğü kitabını kabaca da olsa tamamlamayı ve Otobiyografisini yazmayı planlıyor.

Tüm kitap ve yazıları kamu malıdır.

Bilim, Politika, Sanat ve Hukuk’un kişinin geçimi ile ilgisi olmaması prensibine bağlıdır.

Ahlakım politik politikam ahlakidir; politikam bilimsel, bilimim politiktir; bilimim ahlaki, ahlakım bilimseldir” yaklaşımına uygun bir yaşam sürmeye çalışır.

 

Demir Küçükaydın

6 Haziran 2023 Salı


 

Yazarın Çalışmalarına Ulaşmak ve Kitaplarını İndirmek İçin Linkler

 

e-mail

demiraltona@gmail.com

Demir’den Kapılar (Blog)

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalı:

https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast:

https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Kitapları İndirmek İçin Linkler:

https://disk.yandex.com.tr/d/MP0-52MFdgdqBg

https://disk.yandex.com.tr/d/2Vez45Mg7W7wzA

https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin


 

Yazarın Basılı Olarak Yayınlanmış Kitapları

(Kitaplar dijital olarak yukarıda verilmiş lnklerden indirilebilir)

 

1976 Kıvılcım Dava Savunması

1976 Emekçi ve Birikim’in Eleştirilerinin Eleştirisi

1978 İşçinin El Kitabı

1989 Birlik mi Rekompazisyon mu? (Ortak)

2004 Tersinden Kemalizm – İsmail Beşikçi Eleştirisi (Alevilik, Din, Bilim ve Politika Üzerine)

2005 Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji (Ortak)

2006 Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı (Ortak)

2007 Marksizmin Marksist Eleştirisi

2009 Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi

2010 Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten Kurtarmak – Denemeler

2013 Kıvılcımlı Sempozyumu Bildiriler (Ortak)

2013 İsmet Demir – Grevler ve Direnişler Üzerine (Anılar ve Deneyler (Ortak)

2013 Gezi Direnişi Yazıları

2015 Ortadoğu Demokrasi Manifestosu


 

Dijital Kitaplar ve Derlemeler

·        1 Mayıs Yazıları

·        11 Eylül ve Politik İslam

·        12 Eylül Üzerine

·        2000’de Yeni Gündem’e Yazılar

·        2002 Seçimleri Yazıları

·        Açılım’ın Gerçek Hikayesi

·        Adalet Yürüyüşü Yazıları

·        Aleviler ve Alevilik Üzerine

·        Almanca’ya Çevrilmiş Yazılar

·        Avni Olarak Yazılar

·        Avni’nin Gerçek Hikayesi

·        Avrupa Birliği Üzerine

·        Avrupa Merkezcilik Üzerine

·        Azınlıklar Sorunu Üzerine

·        Çatı Partisi Tartışmaları

·        Ciguli’nin Kardeşi

·        Demokrasi ve Sol

·        Demokratik Cumhuriyet Nedir ve Niçin Savunulmalıdır?

·        Deniz Gezmiş Üzerine Yazılar

·        Deniz Gezmiş ve Kürt Sorunu Üzerine

·        Ermeni Katliamı ve Sorunu Üzerine

·        Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk

·        Geçiş Programı Üzerine

·        Gezi Dersleri ve Analizi

·        Gidenlerin Ardından

·        Göçmenler ve Siyah Hareketi Üzerine

·        HDK Üzerine Yazılar

·        İlk Yazılar

·        Karaburun Bilim Kngresi’ne Bildiriler

·        Kassandra Laneti

·        Kıvılcım Gazetesine Yazılar

·        Kıvılcımlı’nın, Marksizmin ve Tarihin Kayıp Halkası: Komün

·        Kıvılcımlı Üzerine Yazılar (1975-2012)

·        Komplo Üzerine Yazılar

·        Korona Pandemisi ve Sosyalist Politika

·        Kültür Üzerine

·        Kürdistan Press’e Yazılar ve Mektuplar

·        Kürdistan’da Sosyalizmin Sorunları

·        Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları

·        Marksist Demokrasi Teorisine Katkı

·        Marksizm – Kemalizm – Türk Solu

·        Marksizm ve Sosyalizmin Sorunları

·        Marksizm Uluslar ve Ulusçuluk

·        Mihri Belli Üzerine Yazılar

·        Öcalan ve PKK Üzerine Yazılar

·        Öcalan’a Mektuplar

·        Öcalan’ın Kaçırılışı Üzerine Yazılar

·        ÖDP Üzerine Yazılar

·        On Yıl Öncesinden Yazılar

·        Özgür Gündem’e Yazılar

·        Seçimler Üzerine Yazılar

·        TKP-B ve TSİP’in Tarih Öncesinin Tarihi Üzerine

·        Yapı ve Özne Sorunu

 

 



[1] Demir Küçükaydın, Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş, Birinci Kitap (Köxüz Yayınları).

[2] Demir Küçükaydın, “Demir'den Kapılar”, Ulussuz, Eşetlikçi ve Dayanışmacı Bir Dünya İçin , İnternet.

[3] Demir Küçükaydın, “Yapay Zeka ile Bir Sohbet” (E-Posta 2022), Demir'den Kapılar.

[4] Demir Küçükaydın, “Politik Mücadele ve Bilim (Marksizm)”, (Marksizmin Yeniden İnşası - 01) , kapilar.blogspot.com/2022/01/politik-mucadele-ve-bilim-marksizm.html.

[5] Vladimir Ilyich Lenin, “On Cooperation” (E-Posta 1923).

[7] Lenin, “On Cooperation”.

[8] Bütün bu yayın ve girişimler hem bloğumuzda bulunuyor hem de kitap olarak derledik ve indirmeye amade kıldık. Demir Küçükaydın, Kassandra Laneti, 2023 Başkanlık Seçimleri’nde HDP’nin, Sosyalistlerin ve Demokratların İzlemesi Gereken Yol Üzerine Doğrulukları Bir Hezimetle Kanıtlanmış Yazılar (Köxüz Yayınları).

[9] Ergun Aydınoğlu, “Pirandello’yu Hatırlarken” .

[10] Ergunoğlu “Türkiye Siyasetine Seçimlerin Aynasından Bakmak” başlıklı bu uzun yazısinde neredeyse bütün sol muhalefetin tavırlarını ayrı başlıklar altında analiz ediyor. Yazıların başlıkları ve linkleri şöyle:

Pirandello’yu Hatırlarken

Kürt hareketinin Anlaşılması Zor Kılıçdaroğlu Aşkı

Sol Entelektüeller ve Seçim Sonuçları

Altılı Masa’ Partileri ve Muhalefetin Cumhurbaşkanı Adayı Konusu

Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Hareketi

Kılıçdaroğlu’nun Adaylığının CHP’li Destekçileri



[11] Kıvılcımlı bizim yazmak isteyebileceğmiz her şeyi zaten yazdığı ve de ondan öğrendiğimiz için o zaman yazı yazan bir militan değildik, Mahir ve İbrahim gibi yazan arkadaşlarımızdan farklı olarak. Bu nedenle 12 Mart önvesi döneme ilişkin ayrılıklardaki görüşlerimizi ifade eden yazımız, neredeyse yoktur. Ama Hikmet Kıvılcımlı’nın peşpeşe yayınladığı üçleme (“Halk Savaşının Planları”, “Oportunizm Nedir?”, “Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama”, ikinci baskısını yaptığı diğer kitapları (Örneğin “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı – TİP’e Teklifler” ve Sosyalist gazetesindeki yazıları bizim de görüşlerimizdi.

Ancak Yine de o zamanki yaklaşımımız hakkında bir fikir verebilecek, Oktay Etiman’ın yıllar sonra okuduğunda “Altmışların devrimcileri nasıl insanlardır hakkında: (...) belge niteliğinde” diyerek paylaştığı, Sosyalist gazetesinin birinci ve ikinci sayılarında Ali Kaynakçı imzasıyla yayınlanmış “İzmir Aliağa’da İşçi Olaylarının Nedeni” başlıklı yazı bulunmaktadır.

[12] Bu dönemi  anlattığımız kitap şudur: Demir Küçükaydın, TSIP ve TKP-B'nin Tarihöncesinin Tarihine Katkı, (Arkeolojik Bir Kazı) (İnternet: Köxüz Yayınları, 2008)

[13]Kuruçeşme Süreci” de denilen bu “Birlik Tarışmaları”na sunduğumuz bildiri ve değerelendimeleri içeren kitap şudur: Küçükaydın, TSIP ve TKP-B'nin Tarihöncesinin Tarihine Katkı.

[14] Küçükaydın, TSIP ve TKP-B'nin Tarihöncesinin Tarihine Katkı.

[15] Küçükaydın Demir, ““Terra incognita”ya Uzaydan Bir Bakış (Marksizmin Yeniden İnşası – 02)” .

[16] Şüphesiz, sunuş tarzının araştırma tarzından şekil olarak ayniması gerekir. Araştırma sırasında, malzemenin tüm aynntılanyla ele alınması, farklı gelişim biçimlerinin çözümlenmesi ve bunlann iç bağlantısının keşfedilmesi gerekir. Gerçek hareket, ancak bu işin yapılmasından sonra, uygun şekilde betimlenebilir. Bu başarıldığında ve malzemenin yaşamının aynadaki gibi ideal bir yansımasma ulaşıldığında, a priorit bir yapıyla karşı karşıya olunduğu sanılabilir.” Karl Marx, Kapital, Ekonomi politiğin eleştirisi (İstanbul: Yordam Kitap, 2013-).

[17] Mandel şöyle yazıyor:
Marksist ekollerde Marksist ekonomik düşüncenin gelişiminin durmasının tali bir sebebi de Marksist yöntemin kendisinin yanlış anlaşılmasıdır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözündeki ünlü pasajda Marx, ekonomi politik alanında bilimsel bir açıklamanın izlemesi gereken yöntemi belirtir: somuta varabilmek için soyuttan hareket etmek (13). Elkitabı yazarlarının çoğu, Marx’in geçen yüzyıldaki ispatlamalarını, kısaltılmış ve genellikle yetersiz bir şekilde, her seferinde yeniden ileri sürmek için bu pasajdan ve Kapital'in üç cildinden esinlenmişlerdir. Oysa yorumlama yöntemi ile bilginin doğuşunu birbirine karıştırmamak gerektir. Marx, somutun ilkin, kendisini meydana getiren soyut ilişkilere aynştırılmaksızın anlaşılmayacağı üzerinde ne kadar ısrar ediyorsa, bu ilişkilerin sadece dâhiyane bir sezginin ya da üstün bir soyutlama yeteneğinin sonucu olamayacağı üzerinde de o kadar ısrar etmektedir. Bu soyut ilişkiler, her bilimin ham maddesi olan ampirik veriler incelenerek ortaya konulmalıdır. Marx’in böyle düşündüğünü anlamak için, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde yöntem hakkında söylediklerini, Kapital'in 2. baskısına yazdığı Önsöz’deki şu pasajla karşılaştırmak yeter: “Bununla beraber yorumlama yöntemi ile bilimsel araştırma yöntemi kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır.. Bilimsel araştırma konuyu ayrıntılarıyla ele almalı, farklı gelişme formlarını tahlil etmeli ve bunlar arasındaki içbağlantıyı bulmalıdır. Ancak bu çalışmayı yaptıktan sonradır ki, gerçek gelişme tam anlamıyla açıklanabilir. Bu başarılırsa, incelenen konunun hayatiyeti tastamam yansıtılırsa, a priori bir yapılanma karşısında bulunulduğu izlenimi yaratılabilir” (belirtmeler bizden) Ernest Mandel, Marksist ekonomi el kitabı, thk. Orhan Suda (Ankara: Maki Basın Yayın, 2008).

Hiç yorum yok: