İhtiyaçların bilimlerin ilerlemesine yüz üniversiteden daha fazla etki yaptığı Engels’in de ifade ettiği bir olgudur.
Hatta bu önermeyi bir sosyolojik yasa olarak, genel eğilimi ifade
eden bir teorem olarak tanımlamak daha da doğru olur.
Bu öyle derinden bir ilişkidir ki, iki milyon yıl boyunca
taş baltanın neredeyse hiç değişmeden aynı kalması, Sümerlerden modern
kapitalizme kadar, yani şunun surası birkaç yüz yıl öncesine kadar, binlerce
yıllık uygarlık tarihi boyunca, tekniğin ve doğa bilimlerinin çok sınırlı
gelişmesi ve nihayet son birkaç yüzyılda ise artan bir ivmeyle devasa
gelişmesi, bu tamamen ters gibi görünen genel eğilimler bu yasayla
açıklanabilir.
Ancak sadece doğa bilimlerinin ve tekniğin değil, Marksizmin,
yani toplum biliminin evrimi de bu yasanın çerçevesinde açıklanabilir.
Marksizm bir “akademik disiplin” değil, bir bilim, toplum bilim (sosyoloji) olduğu için, yani ezilenlerin mücadelelerine kendini veren insanların, (ki bu insanlar da yine, var olan, yaşanan toplumsal gerçeklikle olanaklı ve gerekli olanlar arasındaki çelişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar, bu çelişki nedeniyle insanlara ve ezilen sınıflara bir şeyler “yanlış”, “akıl ve ahlak dışı” olarak görünmeye başlar) bu mücadelelerinde değiştirmeye çalıştıkları toplumsal gerçekliği anlama ve açıklama çabalarının bir aracı olduğu için, bu mücadelelerin ihtiyaçlarına bağlı olarak evrim geçirir ve ilerlemeler sağlar.
Ancak Marksizmde (toplum bilimde) bu evrim elbette çok
dolaylı ve karmaşık toplumsal güçlerin etkisi altında gerçekleşir.
Teknik ve Doğa bilimlerindeki değişimin toplumsal
ilişkilerdeki ve ihtiyaçlardaki değişimle ilişkisi çok daha kolaylıkla görülebilir
ve açıklanabilir.
Örneğin meta üretiminin yaygınlaşması, sermayenin organik
bileşimi, kapitalistler arası rekabet ve işçilerin mutlak artı değer artışına
direnişi, bu durumda daha büyük nispi artı değer artışı için daha büyük sabit
sermayeye, dolayısıyla emek üretkenliğini arttıracak daha gelişmiş tekniğe, dolayısıyla
da daha gelişmiş bir doğa bilimlerine ve onların pratiğe uygulaması olan yeni
teknolojilere sermayenin veya
burjuvazinin ihtiyaç duyması gibi bir neden sonuçlar zinciriyle doğa bilimleri
ve teknikteki gelişmeler, son duruşmada değer yasasına ve onun tüm toplumsal
süreçleri egemenliği altına almasına bağlı olarak kolaylıkla açıklanabilir.
Önceki binlerce yıllık eğişimin yavaşlığını da yine bu
ilişki açıklayabilir.
Binlerce yıllık kapitalizm öncesi uygarlıklar dönemi
böyunca, temel üretim biçimi tarıma bağlı kalmıştır ve sömürünün kaynağı bizzat
üretim sürecinin kendisi değil, ya devlet veya toprak sahipleri tarafından ekonomi dışı zorla (vergiler, haraç vs.
biçimlerde) el koyulan artı ürün veya
üretimle ilgisiz, karını değer
transferinden sağlayan tefeci ve bezirgan sermaye olmuş, bu sermaye de esas
olarak toplumun gözeneklerinde var olabilmiştir.
Genellikle neolitik köy komünü döneminin teknik düzeyi ve bu
düzeydeki köylü üretmenler denizi kapitalizm öncesi dünyanın değişmiz gerçeği
gibidir. Bilim de bu dönemin ve üretimin ihtiyaçlarına göre gelişmiştir.
Mevsimleri bilmeye yarayan bir astronomi, sulamayı sağlayacak zaman ve hız
kavramlarının olmadığı br fizik, deneme yanılmayla kimi türleri daha verimli kılmaya
yetecek bir biyoloji yeterli olmuştur. Denebilir ki önemli sayılabilecek teknik
gelişmeler devletlerin savaş ve yönetim ihtiyaçlarının ürünü olmuşlardır.
Yani doğa bilimleri ve tekniğin hızlı veya yavaş gelişmesi
zekayla değil, toplumsal ilişkiler ve bu toplumsal ilişkileri tarihin belli bir
döneminde belirleyen değer yasası ve meta üretimiyle ilgilidir. Yani ekonomi politiğin konusu olan hareket ve
varoluş biçimiyle doğrudan bir ilişki içindedir.
*
Doğa bilimlerinin ve tekniğin aksine, Toplim Bilimin yani Marksizmin
evrimi ise daha “ekonomi politik dışı”, daha “sosyolojik”, daha dolaylı, sınıf
mücadelelerinin, bunlardaki iniş ve çıkışların, zafer ve yenilgilerin gidişine
ve ritmine bağlı olarak ve elbette çok daha karmaşık mekanizmalarla
gerçekleşir.
Keza bu da tarihin tüm dönemlerini değil, modern sınıfların
ortaya çıkışı ve sanayi devrimi sonucu okuma yazmanın genelleşmesine ve okuma
yazmanın egemen sınıflara ve devlet yönetimine ait bir ihtiyaç ve imtiyaz
olmaktan çıkışının sonucu modern tarihte gerçekleşir. Binlerce yıl boyunca
okuma yazmaya esas olarak, devlet yönetimi için ihtiyaç duyullmuştur okuma
yazma bilmek devlete dahil olmaktır. Dolayısıyla kapıkullarının, hattat kavram
özüyle ifade edilirse, kölelerin imtiyazı olmuytur. Bu anlamda, kapitalizm
öncesinde köleler egemen sınıfı ya da devlet sınıflarını oluşturmuşlardır.
Kapitalizm öncesinde toplumlarda bilimle ilgilenenler esas
olarak kapıkulları olmuşlardır ve ezilme ezme ilişkisini değil, dolayısıyla toplumun
hareket yasalarını değil, devleti nasıl yönetecekleri sorununu tartışmışlardır.
Tarihsil tecrübeye bakarak bu görüşleri sistematize etme çabalarına
girmişlardır. Platon’un Devlet’inden,
Nizamülmülk’ün Siyasetneme’sine, İbni
Haldun’un Mukaddime’sinden,
Makyavel’in Prens’ne kadar hep ana motif
budur. Ancak modern çağın şafağında İbni Haldun ve Makyavel’de bu toplumun
hareket yasalarını bulma ve buradarn hareketle bir çözüm arama eğilimine
girmiştir.
Bütün modern tarih öncesinde adeta toplum yerine devlet
kavramı kullanılır. Dolayısıyla ne toplum kavramı vardır ne de toplumun hareket
yasalarını anlayarak ezilenlerin mücadelesinin sorunlarına çözüm bulma gibi bir
koşul vardır. Sosyoloji’nin ya da Marksizmin ortaya çıkamamasının nedeni budur.
Ama modern sınıflar, sınıf mücadelesinin ortaya çıkışından
sonra toplumun hareket yazalarını anlama ve ezilenlerin mücadelelerine çözümler
bulma yani ihtiyaçlar ve bilimin ilerlemesi ilişkisi ortaya çıkar. Ama bu
ilişki doğa bilimlerinde olduğu gibi üretim sürecinin ihtiyaçlarıyla doğa
bilimleri arasındaki gibi değil, sınıflar mücadelesinin ve alt sınıfların
mücadelesinin ihtiyaçlarıyla toplum bilim (Marksizm) arasındadır.
Üstüne üstlük bu ilişki, yani Marksizmin gelişimi ve sınıf mücadelelerininin
iniş ve çıkışları ilişkisi, bu mücadelenin yenilgi ve zaferleriyle olan ilişkisi
doğrudan, direk ya da paralel bir ilişki de değildir. Yani sınıfmücadelesinin
ilerlediği veya zafer kazandığı zamanlarda marksist teori daha iyi ve hızlı bir
evrim geçirmez. Hatta zaferler teorinin gelişimi üzerinde frenleyici bir etki
yaparlar, yani ters orantılı bir ilişkiden bile söz edilebilir.
Zaferler ve yükselişler, genel ve temel teorik sorunlara,
temel kavramlara yönelmeyi, acil bir ihtiyaç olmaktan çıkararak, ikincil
sorunları, daha teknik ve pratik, politik mücadele düzeyindeki sorunları; strateji,
taktik, örgütlenme, mücadele biçimleri gibi sorunları öne çıkararak, genel ve
temel sorunların, gündeme alınması, bunlarda yoğunlaşılması hatta bunlara
ayıracak zaman ve enerjinin bulunması ve dolayısıyla yeni açılımlar yapılmasına
karşı bir fren etkisi yaparlar.
Hatta denebilir ki, sınıf mücadelelerinin gerilediği,
yenilgilerle bezendiği dönemler, esas büyük teorik katkıların yapıldığı
dönemlerdir şeklinde eğilimsel bir yasa bile formüle etmek pek yanlış olmaz.
Marksizmin kurucularının yaşamındaki katkılar bile bu genel
eğilimi doğrular.
Örneğin bizzat Marksizmin (Tarihsel Maddeciliğin), tarihin
ve toplumun en genel hareket yasalarının bulunuşu ve formüle edilişi, Napolyon
savaşları sonrasının, 1848 devrimi öncesi gericilik döneminin (ve aynı zamanda
sanayi devriminin hızla yayıldığı ve okuma yazma bilen modern proletaryanın
ortaya çıktığı dönemin) bir ürünü sayılabilir.
Benzer şekilde, Marks, iki ürünün birbiriyle değiştirildiği
anda ortaya çıkan, ekonomi politik biliminin konusunu oluşturan varoluş ve hareket biçiminin temel
hareket yasalarını açıkladığı Kapital’i
1848 devrimci yükselişinin yenilgisi sonrasının uzun durgunluk ve gericilik
ortamında yazabilmiştir.
Marks Engels’in sonraki ve diğer eserleri elbette birçok
önemli katkılar içerir ama onlar daha ziyade strateji, taktik ve örgüt
sorunlarına ilişkin veya sosyolojinin daha ikincil önemdeki kavramlarının bir
uygulaması ve 1848 öncesi dönemde yapılmış teorik genellemelerin bir tür sağlaması,
kontrolü, gözden geçirilmesi olma eğilimi gösterirler.
Daha sonra Almanya’da yükselen işçi hareketinden beslenen ve
yayılan Marksizmin temel kavramlara yönelik neredeyse hiçbir ciddi katkısı
olmamıştır. Hatta kurumlaşma ve bürokratlaşmaya bağlı olarak bir
pozitivistleşmenin, bir geriye gidişin teoriye damga vurduğu bile söylenebilir.
Benzer bir eğilim birbiri ardınca gelen dalgalarla yükselen
Rus işçi hareketi ve bir daha benzeri görelmemiş yoğunlukta ve yaratıcılıkta
teorisyenler yetiştiren Rusyadaki Marksist harekette de görülebilir. Rusya’da
da esas katkılar temel kavramlar alanında değil, politika, strateji, taktikler,
örgüt ve mücadele biçimleri alınındadır. Örneğin Lenin’nin ve Troçki’nin hemen
hemen bütün eserleri bu alanlardadır.
Elbette Almanya’dan farklı olarak, Rusya’daki Marksist
harekette Almanya’nın aksine, devrim öncesi yıllarda işçi hareketinde bir
kurumlaşma ve bürokratikleşme olmadığından, bir pozitivistleşme, reformizme
yönelme pek yoktur ve harekete damgasını vuramaz, genel ve temel sorunlara
yönelemese de, diyalektik ve yaratıcılık ağır basar.
Troçki’nin Sonuçlar ve
Olasılıklar’ı var olan klasik kavram sisteminin diyalektik, verimli ve
yaratıcı kullanılışına tipik bir örnek olarak görülebilir. Var olan kavram
sisteminin sunduğu olanaklar sonuna kadar kullanılır ve çıkarsamalar sonuna
kadar götürülür.
Ciddi temel kavramlara yönlik çalışmalar örneğin savaş
ortamında, yani şoverizmin yükseldiği dünyadaki enternasyonalistlerin iki at
arabasına sığdığı bir ortamda, örneğin Lenin’in Hegel’i etüd etmeye ve “Felsefe
Defterleri”ni Mantık’tan alıntılarla doldurmaya başlamasında veya diyalektiği
tanımlama çabalarında görülebilir. Bunun programatik, stratejik ve taktik
sonuçları kısa bir zaman sonra örneğin Nisan
Tezleri’nde görülebilecektir.
Benzer şekilde daha temel kavramlara ve sorunlara yönelik
çabalar, Stalinist karşı devrimden sonra gelen korkunç yenilgiler ve gericilik
dalgasında örneğin Troçki’nin bürokrasinin yükselişini ve niteliğini, faşizmi
açıklama çabalarında görülebilir.
Ancak bütün yaratıcı ve dahiyane uygulamalarına rağmen,
Troçki bütün bu çabalarında klasik Marksizmin kavram sisteminin dışına da pek
çıkamaz.
Keza, “Batı Marksizmi”nin
metodoloji, sanat, günlük hayat ve diğer konularda, oldukça temel kavramlara
yönelik katkıları da yine savaştan önce önce stalinim denen bürokratik devrim
ve biraz da bunun sonucu olarak faşizm karşısında ve savaştan sonra da
kapitalizmin zaferi karşısında yaşanan yenilgilerin ve ortaya çıkan durumun
kavranılması çabalarından beslenir. Marks’ın “lokomotif” imgesinin yerini Benjamin’in “imdat freni” imgesinin alması, bu en temel sorunlara ve kavramlara
yönelişin sembolü olarak görülebilir.
Bu örnekler ve örneklerde yansıyan genel eğilim göz önüne
alındığında, Marksist teorinin gelişimi için, belki de Rosa’nın işçi
hareketinin kazanımlarını bir seri yenilgilerle elde etmesi diyalektik formülüne
benzer şekilde, en büyük teorik zaferlerini ve ileri atılışlarını, en büyük
yenilgilerinde kazanır diyebiliriz.
Her yenilgisinde ve yere serilişinde, topraktan aldığı güçle
tekrar ayağa kalkan Grek mitoloji kahramanı gibidir Marksizm veya toplum bilim.
Marks’ın çok önceden formüle ettiği, işçi hareketinin
hatalarının önünde artık kaçacak delik kalmayıncaya kadar gerileyeceği ve bu
gerilemeden aldığı güçle yay gibi ileri fırlayabileceği formülü de Marksist
teorinin bu evrimine denk düşer.
Son bir örneği vermeden geçmeyelim. Maalesef dünya
Marksistlerinin bilmediği bir başka örnek de bu yenilgiyi Türkiye gibi bir
taşrada yaşayan Hikmet Kıvılcımlı’nın katkılarıdır. Hikmet Kıvılcımlı’nın
girişimi, Tarihsel Maddeciliğin yani Marksizmin en temel kavram ve sorunlarına
yapılmış en önemli girişimdir. Dünyadaki Marksistler tarafından bilinmeyi ve
tartışılmayı bekleyen bu muazzam teorik katkılar da gerek Troçki’nin Faşizm ve
Stalinizm üzerine katkılarına, gerek Eleştirel Teori’ye ve “Batı Marksizmi”ne itilim veren aynı
yenilgi ve gerileme döneminin ürünüdür.
Özetle diyebiliriz ki, Toplum Biliminde (Marksizmde) bilimin
gelişmesi, yenilgilerden ve gerilemelenden gücünü alan, doğa bilimlerindekinden
çok farklı toplumsal güçlerin etkisi altında gerçekleşir.
*
Peki bugün durum nedir?
Doğu Avrupe ve Sovyetlerin çöküşüne, 1980’lerin sonu ve 1990’ların
başı dersek, ihmal edilebilir bir on yıllık bir hata payıyla, 2000’lerle
birlikte, yani yirminci yüzyılın bitişiyle birlikte on dokuzuncu yüzyılın
ortalarından beri var olan, özellikle klasik Marksizmi sürdürmüş ve elinden
geldiğince geliştirmeye çalışmış olan Troçkist gelenek ile, ezilenlerin
mücadelesi ve toplumsal tarih için az çok doyurucu bir açıklama sunan ve
çözümler önerebilen klasik Marksizmin bittiğini söyleyebiliriz.
Bunu en güzel, klasik Marksist geleneği sürdüren ve örneğin
Michael Löwy, Enzo Traverzo gibi teorisyenlerle hala heyecen verici eserler
sunabilen Troçkist gelenekte görebiliriz.
Bu gelenekte bile bugünün dünyasının sorunlarına tüm yakınlaşma
ve onları anlayıp sonuçlar çıkarma çabalarına da rağmen, temel kavram ve
sorunlara yönelik alt üst edici, ufuk açıcı bir yeni yaklaşım görülmüyor. (En
azından ben böyle hissediyorum.)
Dikkat edilirse sadece Türkiye’de de değil, dünyada da
teorik alanda yaprak kımıldamıyor.
Elbette şurada burada şu veya bu konuda ilginç ve
düşündürücü katkılar oluyor.
Ama temel kavramlara yönelik, temellere yönelik fazla bir
yenilik yok.
(Belki de bir yerlerde vardır da bütün izleme çabalarıma rağmen
ben bilmiyorumdur. Bunu da küçük bir olasılık olarak kaydetmek gerekir.)
Örneğin devrimleri tarihin lokomotifleri değil de imdat
frenleri olarak tanımlayan, tarihe tamamen bambaşka bir bakış açısı
sağlayan tarzda bir temel katkı yok.
Veya Kıvılcımlı’nın en temel kavramlara yönelik örneğin Osmanlı Tarihinin Maddesi’nde olduğu
gibi, metodolojik olarak altyapıyı açıklamak için üstyapıdan başlamayı önerme, Tarihi
komün ve uygarlık arasında ticaret yolları boyunca süren bir med cezilrer
olarak görme ve komünlerin üstün gelişlerini, uygarlıkların yıkılışlarını birer
devrim olarak tanımlama, üretici güçler kavramını yenien tanımayarak bu
devrimleri açıklamaya çalışma ayarında hemen hemen hiçbir yeni gelişme yok.
Öte yandan ortada dokunulmamış ve çözülmemiş yığınla problem
duruyor. Bir üstyapılar teorisi yok, bir ulus teorisi yok, bir devlet teorisi
yok. Bu yokluğun nedenlerini açıklayan bir teori de yok.
Bir de kendini Marksist olarak kabul edenlerin ezici bir
çoğunluğu için, yani yirminci yüzyılla birlikte bittiğini düşündüğümüz klasık
Marksizm geleneği içinde yetişenler ve artık birkaç on yıl içinde bu dünyadan
göçüp gidecekler içinde ezici bir çoğunluk için, böyle sorunlar bile yok.
Eski formülleri tekrarlayarak idare ediyorlar.
“Efendimiz Acemilik”
diyen ve bilinmedik denizlere acemice de olsa yelken açan yok.
*
Öte yandan bir başka sorun daha var. Bugün yaşayan klasik Marksizm
çerçevesinde sınıflandırabileceğimiz kuşaklar 68 döneminin kuşaklarıdırlar,
sonrası bir kuşak da yok dense yeridir.
Olur da Marksizme veya teoriye ilgi duyanlar olursa onlar
Marks’ın Kapital’ini değil, Marksizm
diye, kitabın adından hareketle, her halde günümüzün dünyasını daha iyi
açıklayan bir kitap diye, Thomas Piketty’nin ne Marksizmle, ne Ekonomi
Politikle ne de diyalektikle ilgisi bulunmayan 21. Yüzyılda Kapital’ini okuyorlar.
Yani klasik Marksist teori hazinesini bilen, onu aşabilmenin
ön şartı olarak onu özümlemiş yeni kuşaklar yok.
Az çok özümlemiş son kuşak teorisyenler ömürlerinin son
yıllarını yaşıyor ve artık yaratıcı bir ürün veremiyorlar.
Ama yerlerine yeni gelen de yok.
Ve kısa vadede yeni bir kuşağın geleceğine dair bir belirti
de yok.
Böyle bir kuşak ortaya çıksa bile onların bu muazzam
hazineyi tanıması, kavraması ve özümleyip aşabilmesi onlarca yıllık teorik ve
pratik bir hazırlık ve eğitim dönemi gerektirir.
Bu durumda, Marksistleri dünyada hızla soyu tükenen canlılar
arasına koymak gerekebilir.
Marksistler bir “şişe
ağzı”ndan geçebilecek mi, bu dar boğazı geçip tekrar çoğalabilecek mi ya da
soyu tükenen bir tür olarak mı kalacak?
Soru biraz da budur.
*
İşte ben de bu soyu hızla tükenen klasik marksistlerin son
örneklerinden, üstüne üstlük en alaylı ve en taşralı teorisyenlerden biriyim.
Böyleyim ama birçok rastlantının bir araya gelmesi sonucu,
birikimim ve yeteneklerimle hiç de uyumlu olmayan bir şekilde, 2000’lerden
sonra sanırım Marksimde, hem teoride alt üst edici yepyeni ufuklar açan, hem de
ezilenlerin mücadelesinde, yani program, streteji, taktik ve örgüt biçimleri
gibi konularda alt üst edici sonuçlara yol açan keşifler yaptığımı düşünüyorum.
Yukarıda değinilen eğilime uygun olarak, bu katkılar da
içinde yaşadığımız gericilik ve gerileme döneminin yığdığı sorunlardan gücünü
aldı.
Öte yandan, Marksizm en büyük ve önemli teorik atılımlarını
belki en karanlık ve uzun gercilik ve gerileme dönemlerinde yapar ama her zaman
ezilenlerin toplumsal mücadelelerinin öz suyundan beslenir ve tüm o teorik
çabalar kendisiyle doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen politik mücadeleninin
sorunlarına bağlı olarak, bu ihtiyacı ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Bu nedenle Marksisitler ile Akademisyenler ve “akademik
marksistler” arasında temel bir fark vardır. İkinciler için Marksizm bir
inceleme nesnesidir, birinciler için ise, canlı mücadele için bir silahtır. (Örneğin
Kıvılcımlı’nın bu ellinci yılında yapılan Kıvılcımlı ile ilgili yayınlarda, Kıvılcımlı
tam da böyle bir inceleme nesnesi olarak ele alınarak, kendisinin hayatı
boyunca karşı çıktığı ve mücadele ettiği biçimde ele alınarak öldürülmüştür.) Bu
edenle Marksistler belki de teorik olarak çok daha verimli olabilecekleri
zamanlarda enerji ve zamanlarını öncelikle var olan mücadeleleri etkilemeye
harcarlar. Çoğu kez bu verimsiz ve sonuçsuz bir çaba olarak kalsa veya öyle
görünse de. Bu “verimsiz” ve “sonuçsuz” çabalar olmadan Marksizm bir akademik
disipline dönüşürdü.
Marksizmde bu can alıcı sorunun ve davranışın birçok örneği
vardır.
Örneğin Marks, 1850’lerin sonuna doğru bir ekonomik kriz
yaklaştığını görünce aceleyle teorik çalışmalarını geleceği düşünülen krizden
önce yayınlama ve bunlar aracılığıyla krizin sonucu olarak ortaya çıkan
mücadeleleri etkileyebilme çabasına girer.
Keza dostu Kugelmen ile arası tam da Marks’a teorik eserler
vermesini, politik ve örgütsel mücadeleye enerji ve zaman ayırmamasını önermesi
nedeniyle bozulur.
Benzerini Troçki’de görürüz, daha sonra biyografisini
yazacak olan Deutscher ile yine benzer nedenle, küçük dördüncü Enternasyonal’in
örgütsel ve diğer sorunları ile uğraşacağına, teorik eserler vermesini önermesi
nedeniyle uzak düşer.
Benzeri Kıvılcımlı’da da görülür. 16 Haziran sonrasının
yükselişinde, kendisine benzeri öneriler yapan Vedat Türkali’ye, aksine
kendisinin geç bile kaldığı şeklinde itiraz eder.
*
Ben de bu klasik Marksist geleneğe uygun olarak,
kendiliğinden öyle davrandım.
2000’lerin başında ulaştığım yeni görüşleri bir akademisyen
gibi bilimsel standartlara uygun tuğla gibi kitaplarla istematik olarak açıklamaya
gücümü ve zamanımı ayıracak yerde yine 2000’lerin başında Türkiye’de az çok
yükselen demokratik mücadele içinde yer alarak ve somut öneriler ile etkilemeye
çalışarak somut programatik, stratejik, taktik ve örgütsel biçimler içinde
açıklamaya ağırlık verdim.
Elbette sadece böyle de kalmadım, bu keşiflerin programatik,
stretejik, taktik, örgütlenme ve mücadele biçimlerine ilişkin sonuçlarını bir
yandan somut önerler halinde yaşanan politik mücadeleler içinde dile getirmeye ve
olayları etkilemeye çalışırken, diğer yandan da teorik açılımlarımı hiç olmazsa
fragmanlar şeklinde, kendi teorik ve entelektüel birikimimin sınırlılığını
bilerek, açıklamaya, sonraki kuşakların zaman ve enerjiden tasarruf
edebilecekleri izler bırakmaya çalıştım.
Elbette bunların yetersiz olduğunu, önü sonu tutarlı,
akademik bilimsel çalışma kriterlerine uygun bir eser yazmak gerektiğini
biliyorum ve bu yönde çalışıyorum.
Ama diğer yandan ömrümün son zamanlarındayım ve artık eskisi
kadar zamanım ve gücüm de yok.
Elbette hem bir yandan yarın ölecekmiş gibi ve hem de hiç
ölmeyecekmiş gibi yaşa prensibine uygun olarak, hiç ölmeyecekmiş gibi, uzun
vadeli çalışmalarım, yani tuğla gibi kitaplar yazma çabalarım umutsuz bir çaba
olsa da görev gereği devam ediyor ama bir yandan da yarın ölecekmişim gibi de
bazı hazırlıklar yapmak gerekiyor.
İşte bu nedenle, bir yazı serisinde, son yirmi yılda
ulaştığım teorik sonuçları iyi kötü belli bir sıralama içinde, çeşitli fragmanlar
biçiminde açıklamaya çalışan, en azından sorunları ortaya koyup tartışan bir
seri yazı yazmanın sonra geleceklerin (tabii gelecek kuşaklar olursa) işlerini
kolaylaştıracağını düşünerek bir şeyler karalamaya karar verdim.
İşte bu yazı, bu serinin ilk yazısı.
Önümüzdeki ikinci yazıda önce kuşbakışı son yirmi yıldaki
çalışmalarımın hangi sorunlara bağlı olarak, nerelerden nerelere gittiğini,
nerelerde yoğunlaştığını, hangi çıkmaz sokaklara saptığını vs. kısaca
açıklayacağım, sonra da yavaş yavaş o yolların kritik noktalarına ilişkin kimi
sonuçları açıklamayı deneyeceğim.
17 Ocak 2022 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloğum: Demirden Kapılar
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Facebook
https://www.facebook.com/demiraltona/
Twitter
https://twitter.com/demiraltona
Instagram
https://www.instagram.com/demiraltona
Steemit
https://steemit.com/@demiraltona
Kitaplar (İndirilebilir)
https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu
Academia
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese
bir boş email yollayınız:
yorumlar-subscribe@lists.riseup.net
Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail
yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder