31 Temmuz 2022 Pazar

Bir Ulusçuluk ve Ulus Teorisi Bulunmamasının Ardında Bulunan Mantıksal Yanlış: Kendine Referans (Paradokslar, Antinomiler, Kendine Referanslar, Sonsuz Döngüler, Aksiyomatik Sistemler ve Marksizm) (Marksizm’in Yeniden İnşası – 08)


Epigraflara inanmayınız”

20. Yüzyılın Sonlarında

O. Cotton tarafından

Epigraflar üzerine yapılmış

bir derlemenin epigrafı.

Daha önce gördüğümüz gibi, şu olguyu hatırlayalım.

Marksizm’in bir Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi yok, bunu bütün ciddi Marksistler kabul ediyor.

Bundan başka, uluslar ve ulusçuluk üzerine yazmış tüm ciddi araştırmacılar, sosyologlar, antropologlar, sosyal bilimciler vs. Marksist olmayan bir uluslar ve ulusçuluk teorisi de bulunmadığını genellikle kabul ediyorlar.

Hatta uluslar ve ulusçuluk üzerine yazan sosyal bilimcilerin çok önemli bir kısmı, açıkça veya fiilen ve utangaçça Ulusların ve Ulusçuluğun bir teorisinin olamayacağını, bir tanımının yapılamayacağını öne sürüyorlar. Yani ulusların ve ulusçuluğun bir teorisinin ortaya koyulamayacağına veya tanımının yapılamayacağına dair bir teori ortaya atıyorlar. (İşte bir paradoks: teori olamayacağına dair bir teori)

Keza “mucizevi yıl”ın (1983) üçlüleri (Hobsbawm, Gellner, Anderson), ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun ulusçulardan öğrenilemeyeceğini veya ulusçuların ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacaklarını söylüyorlar. (İşte bir başka paradoks: Ulusçular ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar dolayısıyla onlardan ulusçuluğun ne olduğu öğrenilemez)

Ama bu paradokslar bu kadarla da kalmıyor.

Bu ulusçuların ulusçuluğu anlayamayacakları ve açıklayamayacakları önermesini ortaya koyanlar da (Yani Gellner, Hobsbawm, Anderson), daha önce gördüğümüz gibi, bizzat kendileri de aslında ulusçuların ulusçuluk tanımından hareket edip en gerici ulusçuluğu (yani bir dille, kültürle, tarihle vs. tanımlanan ulusçuluğu) ulusçuluk olarak tanımladıkları için bu paradoksun bir somut örneğini sunuyorlar. Yani kendileri de ulusçuydular ve ulusçuluğu ulusçuların açıklayamayacağı veya tanımlayamayacağı şeklindeki önermelerinin somut bir kanıtını sunuyorlardı.

Yani kendilerini ulusçu olarak görmüyorlar ve tam da o nedenle böyle ulusçuların, ulusçuluğun ve ulusların ne olduğunu anlayamayacağı veya açıklayamayacağı şeklinde önermeler ortaya koyuyorlar ama aynı zamanda bizzat kendileri de ulusçuluk ve uluslar hakkında yazdıklarıyla bunun (ulusçuların ulusçuluğu anlayamayacakları veya açıklayamayacakları) somut bir kanıtını ve örneğini sunmuş oluyorlardı. Yani bir paradoksun ifadesi olan yine bir başka paradoks.

A) Birinci Paradoks: Kendilerini ulusçu olarak görmedikleri için ulusçuların ulusçuluğu anlayamayacaklarını söylerler.

B) İkinci Paradoks: Ulusçuluk tanımları bizzat ulusçuların ulusçuluk tanımları olduğu için kendilerini ulusçu olarak görmezler.

C) Üçüncü Paradoks: Tam da ulusçu oldukları için ulusçu olduklarını görmezler ve ulusçuların ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacağını söylerler. Önermelerinin kanıtını bizzat kendileri oluştururlar.

Sadece bu kadar değil, başka paradokslar da var.

Örneğin ulusları genellikle ulusçu olmadıklarını düşünenler veya ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenler (en tipik örneği enternasyonalistler) veya ulusların veya halkların kardeşliğini düşleyen (örneğin “yaşasın halkların kardeşliği” diyen) Aydınlanmacılar ya da hümanistler kuruyor ve yaşatıyor.

Hatta denebilir ki, bugün dünyada ulusçuluk ve uluslar, kendilerini ulusçuluk karşıtı görenler sayesinde egemenliğini kurdu, kuruyor ve sürdürüyor.

(Çok uzaklara da gitmeye gerek yok: Abdullah Öcalan ulusçuluğa karşıdır. Türk sosyalistlerinin devrimci ve radikal kesimi (yani ulusalcı olmayanlar) ulusçuluğa karşıdır ve karşı oldukları için, ezilen ulusun mücadelesini desteklemek için Rojava’ya savaşmaya giderler. Öznel olarak kendileri hakkındaki düşünce ve davranışları ile nesnel olarak yaptıkları ilk bakışta tam olarak birbirine zıt görünür.)

Bu da başka bir paradoks.

Şimdilik bu kadar yeter.

Konumuz bu paradoksları, bu olguyu açıklamak. Niye bu nesne (Uluslar ve Ulusçuluk) ile özne (Ulusçular) arasında böyle bir ilişki var? Ulusçuluğa karşıt olanlar ulusçudurlar ya da tersinden, ulusçular kendilerini ulusçuluk karşıtı olarak tanımlıyorlar.

Bu paradokslar nasıl oluyor da var olabiliyor? Bunlar niçin var?

Burada çok temel bir mantık ve metot sorunu karşısındayız.

*

 

Şu olguları tekrar zikredelim:

Niçin şimdiye kadar ne Marksistler ne de Marksizm-dışı sosyolojiler, antropolojiler veya diğer toplum teorileri az çok tatmin edici bir uluslar ve ulusçuluk teorisi ortaya koyamadılar?

Niçin ulusların hangi kategoriden bir olgu olduğu tespit edilemiyor ve dolayısıyla ulusların ve ulusçuluğun bir tanımı yapılamıyor?

Niçin kimi teorisyenler ulusların ve ulusçuluğun bir teorisinin bile kurulamayacağını iddia edebiliyorlar?

Bu sorular ulusçulukla ilgili değildir, ulusçuluk hakkındaki bilginin veya bilgisizliğin bilgisiyle ilgilidir.

Yani bunlar epistemolojik sorunlardır ama aynı zamanda sosyolojik olgulardır. Öte yandan bu sosyolojik olgular aynı zamanda ontolojik bir sorunla (ulusların ve ulusçuluğun varlığı) ile ilgilidir.

Yani sosyolojik bir olgunun varlığının nedeninin epistemolojik mekanizmasıyla ilgilidirler.

Yukarıda sıralanan olguların tarihsel nedenleri ayrı bir sorun.

Ama burada aynı zamanda mantıksal ve metodolojik bir yanlış da var.

Tarihsel ve sosyolojik nedenleri olan uluslar ve ulusçuluk olgusunun yaygınlığı ve egemenliği ile ona ilişkin bir teorinin yokluğu arasındaki paradoksun mantıksal ve metodolojik nedeni nedir?

Konumuz bir bakıma budur.

Bu nedenle önce, soruna ve önemine belli bir yakınlaşma sağlamak için, biraz genel olarak paradokslar başlığı altında Paradokslar, Antinomiler, Meta Teoriler, Aksiyomatik Sistemler, Matematik, Küme Teorileri ve Kendine (Öz) Referanslar, Sonsuz Döngüler gibi özünde mantıksal konulara girmek gerekiyor.

*

Ayrıca, buraya kadar henüz gelmediğimiz için, hiç o konuya girmedik ama sorun sadece uluslar ve ulusçuluk teorisi de değil, Marksizm’in bir Din Teorisi de yok ve tıpkı uluslar ve ulusçulukta olduğu gibi, sosyolojilerin, antropolojilerin ve kendine sosyal bilimci diyenlerin ortaya koyabildiği tutarlı bir Din Teorisi de yok.

Ne var ki Marksizm’in veya Marksistlerin bir Din Teorisinin olmadığını Marksistler de (ve Marksist olmayanlar da) bilmiyorlar.

Benzer şekilde Marksist olmayanların, yani Sosyologların ve Antropologların vs. bir Din Teorisi de yok. Ortada birçok Din’i tanımlamaya veya açıklamaya çalışan görüşler var ama bunların hepsi de yetersiz veya tutarsız.

Ve işin ilginci ve ilerde görüleceği gibi, bütün bu teorisizliklerin hepsi de yine, tıpkı uluslar ve ulusçuluk gibi, bir paradoks, bir kendine (öz)referanstan, dolayısıyla bir mantık çelişkisinden kaynaklanıyor.

*

Diyebiliriz ki modern toplum kendisi kendisinin aklı temsil ettiği önermesinden yola çıkmaktadır ve bu önerme adeta modern toplumun bir aksiyomu durumundadır.

Tabii akıl demek her şeyden önce mantıklı düşünmek, mantık hataları yapmayan bir akıl yürütme de demektir. Hatalardan arınmış bir akıl yürütmenin nasıl olacağı ta Aristo’dan beri iyi kötü bilinmektedir. Ama kendisini aklın temsilcisi gören modern toplum aslında tam bir mantıksal yanlışa, mantık hatalarına, mantıksal çelişkiye, yani akıldışına dayanmaktadır. Bugünkü toplumsal sistemin sosyolojik akıldışılığının kökeninde, mantık ve metodoloji düzeyinde tam da bu akıldışılık, mantıksızlık, bu metodolojik yanlış bulunmaktadır.

Bu da şimdiye kadar ele almadığımız bir olgu. Aslında uluslar ve ulusçuluğun bir tanımının (veya teorisinin) olmaması ile bir Din teorisi bulunmaması veya tanımının (Teorinin) bulunmadığının bilinmemesi gibi birbiriyle pek ilgili görünmeyen olguları da yukarıdaki problemler veya olgular listesine eklemek gerekiyor.

Ayrıca uluslar ve ulusçuluk konusundaki çıkışsızlığın kökeninde de bir Din Teorisi bulunmaması ve onun da bir kendine referansa (paradoksa) dayanması bulunuyor.

Marksist ya da değil, bir Din Teorisi bulunmamasının ve bir din teorisi olmadığının bilinmemesinin de ardında, (tıpkı ulusların ve ulusçuluğun ulusçu olmayanlar tarafından egemen ve var kılınması, ulusların ve ulusçuluğun kendini ulusçu olarak tanımlamayanlarca egemen kılınması gibi), modern toplumun dininin (Modern Toplumun Dini’nin ne olduğunu ve neden böyle adlandırdığımızı ayrıca ele alacağız) kendilerinin dinsiz olduklarını, veya başka dinlerden (inançlardan) olduklarını düşünenlerce var ve egemen kılındığını, yani burada da aynı mantık yanlışının bulunduğunu göstermeye çalışacağız.

Eğer tezimizi kısaca özetlemek gerekirse böyle ifade edilebilir: Gerek Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi veya Tanımı bulunamaması ve bulanamayacağının iddia edilmesi, gerek bir gerek Din Teorisi bulunmamasının ve bulunmadığının bilinememesinin ardında bir mantıki paradoks, bu mantıki paradoksun temelinde de Kendine Referans (Kendine Gönderme) bulunmaktadır. Bu kendine referans adeta bir Antinomi’ye (Çatışkı) yol açmaktadır. Reddedilen reddedilirken kabul edilmekte ve toplumsal örgütlenmeye egemen kılınması sağlanmaktadır.

*

Yirminci yüzyılda matematik ve mantık alanındaki en büyük keşfin Aksiyomatik Sistemlerde (yani matematikte ve geometride olduğu gibi) kendi doğruluğunu kanıtlama çabalarının, son duruşmada, özetin özeti basitleştirmenin basitleştirmesi olarak ifade edersek, çelişkili bir kendine gönderme (özreferans) ya da antinomi ile sonuçlanacağının, dolayısıyla olanaksızlığının gösterilmesidir.
Aristo’dan sonra gelmiş geçmiş en büyük mantıkçı ve matematikçi olarak kabul edilen Gödel’in yaptığı büyük devrim özünde budur. Yani özreferans ve paradoks, (antinomi) konusu bu kadar önemlidir.

Gödel’in bu kanıtı, yine yirminci yüzyılın başında Einstein adıyla bağlantılı, büyük ölçeklerde evreni açıklayan Genel Görecelik, küçük ölçeklerde evreni açıklayan Quantum teorilerinin fizikteki önemi ve çapıyla kıyaslanabilir.

İşte toplumda özellikle de ulus, ulusçuluk ve din teorilerinde bu kendine referans konusunun kavranması, toplumbilimde veya Marksizm’de benzer bir devrim anlamına gelecektir. Çünkü ulus ve ulusçuluğun ve de dinin (ve hatta toplum kavramının) birer özreferansa dayandığının anlaşılması tutarlı bir toplum, din ve ulus teorisinin ortaya koyulmasının olmazsa olmazıdır.

Konunun can alıcı önemine ilişkin bu giriş ve örneklerden sonra konuyla kendi karşılaşmamızın ve ele alışımızın evrimini kısaca anlatalım.

*

Ulus ve ulusçuluk konusunda görüşlerimizi ilk kez ifade ettiğimiz yazılardan biri olan ve o zamanlar yayınına başladığımız Köxüz sitesinin 8 Mayıs 2005 tarihli ilk sayısında yayınlanan yazımızın başlığı “Ulusçuluk, Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan Üzerine Veya Kediler Kendi Kuyruğunu Neden Yakalayamaz? Ulusçular Ulusun Ne Olduğunu Neden Anlayamaz?” idi.

(Köxüz’ün İnternet Arşivi’ndeki ilk yayını ve yazımızın girişi)

Hemen görüleceği gibi, ulusçuların ulusçuluğu ve ulusları anlayamayacakları ile bir kedinin kendi kuyruğunu yakalamaya kalkması arasında bir paralellik kurup, kedilerin kendi kuyruğunu yakalamayacağı imgesiyle “kendine referans” konusunu ima ediyoruz.

Ama o zamanlar “kendine referans” diye bir kavramdan ve mantık sorunundan haberdar değildik. Hobsbawm ve Gellner gibi yazarlardan aldığımız ulusçuların ulusçuluğu anlayamayacakları veya ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun ulusçulardan öğrenilemeyeceği gibi önermeleri bir aksiyom gibi kabul ederek, neden böyle olduğunu açıklamak için kedilerin kuyruğunu yakalayamayacakları imgesini kullanıyorduk.

Aksiyom olarak kabul ettiğimiz önermenin (ulusçuların ulusçuluğu anlayamayacakları) neden ve niçin var olduğu, olgunun varlığının mantıki veya metodolojik mekanizmasını, yani metodolojik ve mantıki nedenini, henüz sorun etmemiş ve açıklamayı önümüze bir sorun olarak koymamıştık, daha doğrusu, sorun etmediğimizi de sorun etmemiştik ve bunu sorun etmediğimizin farkında da değildik.

Yani ortada mantıksal ve metodolojik olarak yanlış bir şeyler olduğunu seziyor, bunu imgelerle ifade etmeye çalışıyorduk ama sezdiğimizi ifade edebilecek kavramsal araçlarımız yoktu.

Aynı yazıda yine imgeler veya metaforlarla sorunu şöyle açıklamaya çalışıyorduk:

Örneğin, modern edebiyatın Frankeştayn (Proletarya) ve Vampir (Burjuvazi) imgelerinden hareketle, Vampirlerin ulusların ve ulusçuluğun bir imgesi olarak ele alınabileceğini öne sürüyor ve şunları yazıyorduk:
(…) Vampir ya da Drakula imgesinin, burjuvaziyi, ama burjuvaziden de çok gerici burjuvazinin milliyetçiliğini sembolize ettiği düşünülebilir.

Milletler de tıpkı o vampirler gibi aslında tarihsizdirler. Ve yine tıpkı milliyetçilerin tasavvurundaki milletler gibi, çok uzun bir zamandan beri karanlık bir yerde uyumaktadırlar ve milliyetçiler tarafından uyandırılmayı beklemektedirler. Milletler de tıpkı vampirler gibi, bir kere kurbanlarını ısırdılar, kanın içtiler mi, onları da kendileri gibi bir vampir yaparlar. Bir ulus başka insanları dışlayıp, onların kanını akıttığında, onları baskı altına aldığında, o dışladığı veya kanın akıttığı da bir vampir (Ulus) olur. Bundan sonra o da kendi kurbanlarını arayacaktır. Ta ki yeryüzünü Vampirler (Uluslar) kaplayana kadar.

Yeryüzünü vampirlerin kapladığı bir dünyada, vampirlerin vampirliğin ne olduğunu anlama şansları yoktur. Onlar vampirlik dışında başka bir varoluşu tasavvur bile edemezler.

Bu nedenle, tıpkı kedilerin kendi kuyruklarını yakalayamamaları gibi, ulusçular da ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar.

Görüldüğü gibi bu yazıda, uluslara ve ulusçuluğa, ulusların ve ulusçuluğun dışından bakmadan ne olduğunun kavranamayacağı, yeryüzünü ulusların kaplaması ve ona dışından bakma olanağının olmamasıyla temellendirilmeye çalışılıyor. Yani aslında mantıksal bir çelişki, bir kendine referans sorunu, mantıksal değil, henüz ulusların ve ulusçuluğun yaygınlaşması ve egemen olmasıyla, yani tarihsel ya da sosyolojik bir olgu ve gözlemle gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır.

Keza aynı yazıda benzer şekilde ulus ve ulusçuluğun anlaşılamaması ve ulusçuluk ilişkisi, yani ulusçuların ulusçuluğun ve ulusların ne olduğunu anlayamayacakları, bir sonsuz döngü (fasit daire) olgusuyla, sonsuz döngüyü ifade eden imgelerle gösterilmeye çalışılmaktadır.

Şöyle:

“Bütün bu farklı tanımlar, farklı ulusların veya ulusçulukların ne olduğu hakkında bize belki bir fikir verirler ama ulusun ne olduğu hakkında bir fikir vermezler.

Yani kimi ulus belli bir toprak parçasında yaşayan insanlarla; kimi ulus bir tarih ortaklığıyla, kimi ulus amaç ortaklığıyla vs. tanımlanabilir. Ama bu tanımlar, normatif tanımlardır bizlere ulus denen şeyin ne olduğunu değil; farklı ulusların veya ulusçulukların ulustan ne anladığını ve onu nasıl tanımladığını gösterirler.

O halde, örneğin, Stalin’in meşhur tanımı veya Otto Bauer’inki kabul edildiğinde, yapılan şey, normatif veya hukuki tanımlara, sosyolojik bir tanım payesi vermekten başka bir şey değildir.

Bu tanımlar ulusçuların tanımları olduğundan, bu tanımlar kabul edildiğinde, ulusun ne olduğu hakkında şöyle demiş oluruz: ulus, ulusçuların ulus dediğidir.

Ulusçuluk ne? Ulusun çıkarını öne almak.

Ulus ne? Ulusçunun ulus dediği.”

Görüldüğü gibi, şimdiye kadarki ulus ve ulusçuluk kavramlarıyla hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir. Karşımıza çıkan bir totolojidir. Ve işin ilginci yüz elli yıldır modern toplum, ulus ve ulusçuluk üzerine bütün literatür bu totolojiden ibarettir.

Burada sorunun temelinde bir mantık yanılgısı olduğu sezilmekte ama bu yanılgıyı ifade etmek için “totoloji” (yani bir şeyi kendisiyle tanımlamak, bayağı tekrar) kavramı kullanılmaktadır.

Elbette bir totolojinin varlığı da söz konusudur ama ortadaki gizli bir totolojidir, bu totolojinin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Ortada totolojiden daha karmaşık bir mantık çelişkisi bulunmakta ve bunu hala bilmemekteyizdir. Bu nedenle tekrar imgelere başvururuz ve bir çocuk tekerlemesi ile yapılan yanlışı göstermeye çalışırız:

“Damdan düştü kurbağa

Onu gören yolcular aldılar

Mezarını kazdılar

Ve mezarına şöyle yazdılar:

Damdan düştü kurbağa (…)”[1]

Mezar taşında yazan mezar taşında yazanı referans gösteriyor. Diğer bir ifadeyle nesne bizzat öznenin kendisidir. Ama nezne özne olunca özne de nesne olur. Burada aslında kendine referans olgusunu imge olarak tesbit etmiş durumdayız ama hala bu kavramdan yoksunuz.

Sonra şöyle devam ediyoruz:

“Ne yazık ki bu tekerleme çocuklar için değildir ve aslında yüz elli yıldır bütün toplum bilimlerin ve sosyal hareketlerin içinden çıkamadığı, insanlığa korkunç acılar getirmiş ve getirmekte olan bir sonsuz tekerlemedir bu.

Ama bu uluslar ve ulusçuluk ilişkisini; bu sonsuz çıkmazı anlamayı sağlayacak en güzel metaforları Esher’in resimleri sunar. Kim bilir belki Esher’in resimleri, ulus ve ulusçuluk yanılsamasının bir sanatçı sezişiyle, imgeler aracılığıyla açıklanışı olarak da görülebilir.”

Ortadaki sonsuz döngüyüsonsuz çıkmaz” sözleriyle ifade etmeye çalışıyoruz ama aynı sorunu ele alan daha güzel imgeler olarak Escher’in resimlerini gösteriyoruz.

(O zamanlar, Köxüz sitesi birkaç gün önce, yeni yayına başladığından sitede yazıların içinde resim koyma olanağımız yoktu, bu nedenle Escher’in eserlerinden örnek resimleri o yazının içine koyamamıştık ama daha sonra 2015’te yazıyı tekrar yayınladığımızda Escher’in resimlerinden bazı örnekleri, (örneğin Birbirini Çizen Eller, Olanaksız Merdiven, Bahçe, Penrose Üçgeni, Şelale gibi) yazının içine serpiştirmiştik. Yazı şu adreste bulunuyor: https://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/08/ulusculuk-murray-bookchin-ve-abdullah.html )

*

Bundan sonraki dönemde daha ziyade gerek uluslar ve ulusçuluğun gerek dinin sosyolojik ve tarihsel boyutuyla ilgilendiğimizden, sorunun mantıkla veya matematikle ilgili olabileceğini de düşünüyor ama bu alanda bir birikimimiz ve altyapımız olmadığından, ilerde buradaki mantık yanlışını mantıkçı ve matematikçiler çok daha iyi açıklayabilir diye düşünerek, sonradan geleceklere havale ediyorduk. Önemli olan sorunun nerede olduğunu göstermekti, ayrıntılı bir inceleme ve kanıt (istim) arkadan gelebilirdi. Darwin DNA’ları, genleri bilmeden evrimin temel yasalarını formüle etmişti, o biyolojik yasanın gerçekleşmesini sağlayan kimyasal ye da matematiksel (Mendel’in bezelyeleri) mekanizmanın açıklaması sonradan gelebilirdi.

(İşi sonra geleceklere havale etmenin esas nedeni, toplumsal ve siyasal mücadelelerin ilgimizin merkezinde olmasıydı ve dolayısıyla enerji ve zamanımızı bunlara ayırmak daha büyük bir aciliyet taşıyordu.)

Daha sonra tesadüfen bir gün Douglas R. Hofstadter’in “Gödel, Escher, Bach: bir Ebedi Gökçe Belik” (Bir Sonsuz Altın Örgü) başlıklı bir kitabının varlığını öğrendik.

Kitap Escher’ın adı nedeniyle dikkatimizi çekmişti. Özreferans kavramımız yoktu ama bunu imgelerle ifade etmek için Escher’in resimlerinin ideal imgeler olduğunu düşünüyorduk.

Bach çok sevdiğimiz bir müzisyendi, taksi şoförlüğü yaparken yıllarca onun parçalarını dinlemiştik, ama onun müziğinde de Escher’ın resimlerinde yaptığının benzerinin müzik aracılığıyla yapıldığını bilmiyorduk. Zaten bunları anlayacak ve görecek müzik arka planımız yoktu.

Gödel hakkında, adından ve her şeyi bilemeyeceğimizi kanıtlayan bir mantıkçı ve/veya matematikçi olduğundan başka bir şey bilmiyorduk.

Bir ressam (görsel imgeler), bir müzisyen (akustik imgeler) ve bir matematikçi-mantıkçı arasında böyle bağ kuran bir kitabın bizim ulus ve ulusçuluk konusunda karşılaştığımız mantıksal sorunla ilgili bir çıkış sunabileceği düşüncesi tabii ki hemen kafamızda uyandı.

Ama şimdi o tuğla gibi kitaplarla, hele hele mantık ve matematikle uğraşacak zamanımız yoktu. Ömrü ya içeride (hapis) ya da dışarıda (exil) geçmiş (‘68-69-70 yılları hariç) hiçbir zaman aktif ve doğrudan politik mücadeleye katılamamış bir devrimci olarak ilk kez legal yaşama olanağı bularak politik mücadeleye katılma olanağını değerlendirmek için, bu gibi konuları ikinci plana atıp, ilerde uygun bir zamanda bir fırsat olursa kitabı iyice incelemek gerekir diye kafamıza koymuştuk.

Yıllarca olayların peşinde koşmaktan buna hiç bir zaman vakit bulmadık. Türkiye’de kitabı satın da aldık ve içeriğine şöyle bir göz attık ama ilk bakışta bize birkaç numara büyük geldiği izlenimi edindiğimiz için sakin bir zamanda okumak ve etüt etmek üzere kitaplıkta tozlanmaya terk ettik.

Daha sonra, 15 Temmuz 2016 darbesi sonrası ikinci sürgünde, kitabın PDF versiyonunu da indirip okuyunca biraz hayal kırıklığı oldu. Hem kitapta ele alınan konular bize birkaç numara büyük geliyordu, hem de kitap aslında bilgisayar programcılığı, yapay zeka gibi konularla ilgiliydi. Bizi ilgilendiren yönü elbet vardı, ama bu yönü anlamak için matematik alanına girmek gerekiyordu. Ama bu kitabın esas faydası, Ernest Nagel’in “Gödel Kanıtlaması” adlı kitabı tanıtması oldu.

Matematikten ise hiç anlamıyorduk ve ona ayıracak zaman ve enerji de yoktu. Bu nedenle ister istemez konuyu zamana yayarak yavaş yavaş bir yakınlık kurmaya, en azından bir fikir sahibi olmaya çalıştık.

*

Bir matematikçi ve mantıkçı olmadığımızdan aşağıda yazacaklarımız elbet yetersizdir ama kendine gönderme sorununun özünü anlayacak ve iyi kötü anlatacak kadar bir fikir sahibi olduğumuzu düşünüyoruz. Zaten konumuz matematik değil. Onun aracılığıyla konu hakkında bir fikir edinmek ve konunun önemini göstermek ve okuyucunun da bir fikir edinmesini sağlamak.

Önemli olan bir toplumsal olgunun açıklanamayışının ardındaki mantık yanlışının (antinominin, paradoksun, kendi kendine göndermenin, özreferansın) nasıl evrensel bir problemin ve yanlışın özgül bir biçimi olduğunun görülmesi.

Sorunu kısaca şöyle ifade etmek mümkün, 20. yüzyılın başlarında, nasıl fizikte Quantum ve Görecelik teorileri evren kavrayışımızı altüst ettilerse, benzeri matematik ve mantık alanında da yaşandı ve Gödel’in teoremleri bu alanda benzeri bir işlev gördü. Bu nedenle Gödel, Aristo’dan sonra gelmiş en büyük mantıkçı ve 20. yüzyılın en büyük matematikçilerinden biri olarak tanımlanıyor.

Gödel, matematikteki devrimi, bir bakıma ortada gizli bir antinomi olduğunu göstererek ve yine bizzat bir antinomiye dayanarak başarmıştı ve böylece matematiğin matematik aracılığıyla çelişkisizliğinin kanıtlanabileceğine ilişkin yine yirminci yüzyılın ilk yarısının en büyük matematikçilerinden biri olan Hilbert’in dile getirdiği umudu, iddiayı ve programı yok etmiş, yani kanıtlanamayacağını kanıtlamıştı.

Hemen görülebileceği gibi yine burada bir kendine referans sorunu karşısındayız: matematiğin kendisinin kendisi hakkında konuşması. Özreferans, bundaki mantıki çelişkiler ve ortaya çıkan sonsuz döngüler, yani genel olarak paradokslar ve daha da özel olarak antinomiler.

*

Antinomiler (çatışkılar) paradoksların, mantıki çelişkilerin çok özel bir biçimidir.

Elbette çeşitli anlamları ve kullanımları olan çatışkılar vardır. Örneğin Kant’ın veya Zenon’un Antinomileri gibi. (Kant’ın antinomilerinin temelinde modern topluma ilişkin bilgi ve tasavvurların da bir kendine gönderme olması bulunmaktadır ama bunu ayrıca ele almak gerekir. Zenon’un antinomileri ise sonsuzlukla ilgilidir ve Sonsuz’u ehlileştiren Cantor’un çabalarıyla çözüldüğü düşünülmektedir.)

Ama biz burada klasik Yunan’dan beri bilinen mantıki çelişki biçimiyle ilgileneceğiz.

Antinomilerin eski Yunanlılardan beri bilinen en meşhur ve klasik örneği Giritli Epimenides’in önermesidir.

Giritli Epimenides, “Bütün Giritliler Yalancıdır” demiştir.

Bütün Giritlilerin yalancı olduğunu bir Giritli, yani Epimenides söylüyorsa Giritlilerin yalancı olduğu yalandır. O halde bütün Giritliler yalancı değildir. Ama Giritliler yalancı değilse, bütün Giritlilerin yalancı olduğu önermesi doğrudur, o halde Giritliler yalıncıdır. Ve bu sonsuza kadar böyle gider. Görüldüğü gibi her iki, kendi içinde tutarlı mantıki çıkarsama birbirini ve dolayısıyla kendine gönderme olduğundan kendini yanlışlamaktadır. Bu fasit daireden çıkış için bir olanak bulunmamaktadır.

Bu eski Yunan’dan beri bilinen en meşhur ve klasik bir antinomidir.

Bunun gibi yüzlerce antinomi bulunmaktadır. En basiti: “Bu cümle yanlıştır” önermesidir. Yanlış olduğu yanlış ise yanlış değildir, o zaman da yanlış değilse yanlıştır, yanlış ise yanlış değildir. Böylece sonsuza kadar gider.

Antinomiler paradoksların çok özel bir biçimidir.

Ne var ki, birçok dilde paradoks ile antinomi için aynı paradoks kavramı da kullanılmaktadır. Biz de zaman zaman böyle kullanırsak şaşırılmasın.

*

Herhangi bir paradoksun antinomi olabilmesi için şu üç koşulun bir arada bulunması gerekir:

1)     Kendine gönderme (öz referans) olması,

2)     Çelişkili olması,

3)     Sonsuz döngü (Circulus vitiosus - fasit daire) olması.

Bu üç koşul mantıksal bir paradoksun (antinomi) varlığını karakterize etmektedir.

Şimdi bunları kısaca örneklerle ele alalım ki konu biraz daha kolay anlaşılabilsin.

Bu cümle beş kelimeden oluşmaktadır.

Bu bir öz referans gibi görünmektedir, yani cümlenin nesnesi kendisidir. Ancak ortada diğer koşullar yoktur. Sıradan bir olgudur. Cümlenin anlamı değil, gramatik bir özelliği konu edilmektedir. Dolayısıyla bir kendine gönderme, öz referans özelliğinden bile söz edemeyiz.

Gelelim ikinci özelliğe

Bu cümle altı kelimeden oluşmaktadır.

Burada bir çelişki bulunmaktadır. Cümle beş kelimeden oluşmakta ama kendisinin altı kelimeden oluştuğunu söylemektedir. Hem kendisi hakkındadır hem de kendisiyle çelişki içindedir. Ama aslında hem öz referans özelliği yoktur, hem de olgusal bir çelişki vardır, mantıksal bir çelişki yoktur.

Bu bir önerme değildir.

Bu örnekte de hem kendine gönderme hem çelişki var. Çünkü önerme kendisinin önerme olmadığını söylüyor ve kendisi hakkında, tıpkı “bu cümle yanlıştır” gibi. Ama üçüncü koşul, “fasit daire” koşulu yok.

Üçüncü koşulun eksikliğine en güzel örneklerden biri şu paradokstur:

Lütfen bu uyarı levhasını dikkate almayınız.

Bu cümlede uyarı uyarının kendisine ilişkin, dolayısıyla öz referans var. Uyarmanın kendisini dikkate almama bir çelişki oluşturuyor. Ama üçüncü koşul olan fasit daire yok. Çünkü en başta o uyarı levhasını okumuş olmanız gerekiyor. Ve sonra da tekrar okumanız gerekmiyor.

Bir başka örnek:
İnsan asla, asla dememeli.

Yine hem öz referans hem de içeriğe ilişkin bir çelişki var ama fasit daire yok.

68’in meşhur sloganı:

Yasaklamak yasaktır!

Yine sonsuz döngü olmayan bir paradoks örneği.

Yine bir paradoks örneği olarak verilen şu örnek de diğer koşullara sahip olmakla birlikte sonsuz döngü özelliğinden yoksundur:
Genç bir avukat öğretmeni Protagoras ile şöyle bir anlaşmaya varır.

İlk davasını kazanırsa bunu Protagoras’a verecektir. Eğer kaybederse bir şey vermeyecektir. Protagoras ona dava açtığında, genç avukat kaybederse de kazanırsa da Protagoras’a bir şey ödemeyecektir. Kazanırsa ödememe kararı nedeniyle ödemeyecektir. Kaybederse kaybettiği için ödemeyecektir.

Bu davada da iki koşul olmakla birlikte üçüncü koşul olan fasit daire yoktur.

Eski Yunan’da bir de Zenon paradoksları vardır: “Aşil hiç bir zaman kaplumbağaya erişemiyecektir”, “Yaydan çıkmış ok hareket halinde değildir” gibi. Ancak bunlar mantıki çelişkilerden ziyade dünya hakkındaki bilgilerin çelişkilerine vurgu yaptığından değinip geçiyoruz.

*

Paradoksların kökeninde halkın bilmecelerinin, halk bilgeliğinin bulunduğu düşünülebilir. Bilmeceler genellikle çelişkileri yanıltma aracı olarak kullanırlar veya çelişkiler üzerinden ifade edilirler.

Örneğin “Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane” (nar) bilmecesinde olduğu gibi teklik ve çokluk aynı nesnenin birbirine zıt özellikleri olarak, bir paradoks olarak belirtiliyor ve ne olduğunun bilinmesi isteniyor.

Benzer türde iki bilmece de ben uydurayım:

Uzadıkça kısalır. (Ömür)

Büyüdükçe küçülür. (Bilgi)

Hatta sadece bilmecelerde değil, halk masallarında bile paradokslar (çelişkiler) çok kullanılır.

Örneğin:
Bir varmış bir yokmuş

Ben babamın beşiğini sallarken

Az gitti uz gitti, altı ay bir güz gitti, bir de baktı ki bir arpa boyu yol gitti

*

Gerek eski Yunanda, gerek daha sonra paradokslar mantıksal incelemelerin ve teolojik tartışmaların konusu olmuştur. Örneğin her şeylere kadir tanrının kendi kaldıramayacağı bir ağırlık yaratması gibi.

Ancak neredeyse on dokuzuncu ve yirminci yüzyıla veya modern matematiğin ortaya çıkıp gelişimine kadar paradokslar bilimsel ve düşünsel ilerlemede pek belirleyici olmamışlardır.

Ne var ki, bu klasik uygarlıklar dönemi boyunca, özellikle İran ve Akdeniz klasik uygarlıklarında, öz referanslar ve paradokslar mantıki olmaktan ziyade hayatın anlamına ilişkin, davranışlara yol gösterici olarak düşüncede ve sanatta sık kullanılmışlardır.

Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı romanı aslında klasik uygarlıklarda kendine göndermeler üzerine kendine göndermelerle yazılmış postmodern bir romandır denilebilir. Romandaki resim ve onun karşısındaki ayna hikâyesi tipik bir örnektir. Ama aslında bütün roman da kendine referanslar üzerine bir kendine referanstır.

Kendine referans sanatta her zaman için, çok çeşitli ve derine inecek kapılar açar. Örneğin Atom Egoyan’ın Ararat filmi böyleydi, aynı anda birçok kendine referansı içeriyordu, örneğin aynı anda film üzerine bir filmdi.

Klasik sınıflı uygarlıkların alt sınıfları, toplumsal bir proje olarak, insanların kurtuluşu, sömürü, baskının ortadan kaldırılması olanağını göremediklerinden, insanların kendi kurtuluşunu, yani kendisiyle mücadelesini ve bu mücadele içinde değişmesini, sahip olmasını (haben) değil, olmasını (werden ve sonunda sein) konu edinirler. Bunu anlatmanın en güzel yolu da kendine göndermeler olmuştur.

Feridüttin Attar’ın, Mantık’ü Tayr’ı (Kuş dili) en bilinen örnektir. Simurg’u arayan kuşların sonunda buldukları kendileridir ama o yolda değişmiş olan kendileri. Yani bir tür Nirvana. Yol hedeftir. (Modern kapitalist uygarlıkta ise artık medyum mesajdır.)

Bu Nirvana, Enel Hak yaklaşımın Hint’ten kaynaklanması bir rastlantı değildir.

Hint uygarlığı coğrafi nedenlerle, yani Himalaya Dağları, barbar akınlarını engellediğinden, bu da çok sınırlı sayıda ve yüzeyde alt üstlükler yapabilen değişiklikler yapabildiğinden, Hindistan’da bir kastlaşma, taşlaşma ortaya çıkmıştır.

Bu kastlaşmayı ortadan kaldırmaya ya da bir reform yapmaya yönelik olan Budizm bunu ortadan kaldıramayacağını anlayınca bir bakıma, ezilenlerin acılarını azaltmak için, acılara dayanmayı ve bunlara katlanarak hayatın anlamını bulmayı yüceltmiştir denebilir. Hint uygarlığından çıkan bu eğilim, adeta yolgeçen hanı gibi olan, ortasında da koca bir deniz bulunan, daha kıvrak ve esnek, Hindistan gibi kastlaşmamış da olsa, Ortadoğu ve Akdeniz’deki halk muhalefetinin sufi, batıni geleneklerini beslemiştir.

Ama bu medeniyetler Hindistan’dan farklı olarak, buna bir Mehdi (Mesih) yeryüzünde adil bir düzen kurulabileceği varsayımı ve bunun beklentisiyle, aynı zamanda sosyal değişimci bir moment de eklemiştir.

Ve de bu gelenek devletlerin zayıfladığı veya barbar akınlarıyla yıkıldığı zamanlarda (Örneğin Anadolu’da Cengiz akınları veya Timur akınlarıyla devletlerin parçalandığı zamanlarda baba İshak, İlyas ayaklanmaları veya Şeyh Berdettin, Torlak Kemal gibi) köylü ve emekçi ayaklanmalarına katalizatörlük de yapmıştır.

Hatta modern işçi ve sosyalist hareket bile bu geleneğin bir devamı olarak görülebilir. Marks’ın sınıfsız toplumu getirecek olan proletarya tahlili özünde bir yanıyla da ezilenlerin beklediği Mesih’in proletarya olduğu önermesidir de. Ölenlerin diğer hayatlarında başka biçimlerde dünyaya geleceği, bu dünyada adil bir düzen kurulabileceği gibi hiç bir kavrayışın olmadığı Hinduizm’in egemen olduğu bir dünyada, kapitalist ilişkiler ne kadar gelişirse gelişsin belki hiç bir zaman bir Marks ortaya çıkamayacaktı.

Budizm Hindistan’da doğmasına rağmen orada tutunamamış ve Asya’nın daha az uygarlığa bulaşmış yerlerinde (Tıpkı Avrupa’nın Roma’ya bulaşmış yerlerinin Katolik olması, buna karşılık Roma’ya çok bulaşmamış yerlerinin Protestan veya Püriten olması gibi) Tibet, Çin’in uygarlığa az bulaşmış kesimleri, Moğolistan, Japonya ve Hindiçini gibi bölgelerde yaşayabilmiştir. Ama hiç bir zaman bir Akdeniz havzasındaki gibi bir sosyal devrimci Mesih perspektifi geliştirememiştir. Bugün dünya ekonomisinin merkezi Pasifik kıyılarına geçerken o kıyıların Budist kökenli işçilerinin bir sosyal kurtuluş idealini kültürel olarak nasıl artiküle ettikleri ve edecekleri gerçekten incelenmesi gereken bir konudur.

*

Ancak biz öz referansların ve paradoksların edebi, sanatsal, hayatın anlamına ve toplumun örgütlenmesine ilişkin diğer biçimlerini bir kenara bırakarak, mantıki kısma geri dönelim.

Klasik Ortadoğu uygarlıkları öncesinde doğum ve ölüm birbirine zıt değil, birbirinden ayrılmaz olarak görülürler. Çelişki hayatın bir gerçeğidir. Masallara ve bilmecelere yansıyan bir anlamda budur.

Ama çelişkiyi ortadan kaldırma çabası bir çelişkilere yol açar.

Bu nedenle felsefenin doğuşu tekliği araştırmakla başlar, ama başladıkça paradokslar da konu olmuştur. Eski Yunan’da evreni veya varlığı tek ilkeyle açıklama çabalarıyla birlikte paradokslar da, antinomiler de bir konu olarak gündeme gelir.

Zerdüştlük’teki iyi ve kötünün savaşına dayanan ve birinin diğerine üstün gelmediği bir evren ve toplum kavrayışı, tam da çelişkilere dayandığı için mantıki çelişkiler içermez.

Ama kötülüğü ortadan kaldırıp, her şeylere kadir tek tanrı ortaya çıkınca, bu bir paradoksa yol açar. Tanrı her şeylere kadir ise neden bu dünyada kötülük vardır?

İbrahimi dinlerde, klasik uygarlıklar çağı boyunca, bütün teolojik ve felsefi tartışmaların özünde, bu çelişkiyi çözme ve açma çabası vardır.

(Bu arada konuda derinleşmek isteyenler, Türkçe’de de yayınlanmış olan Roy Sorensen’in “Paradoksun Kısa Tarihi”ni okuyabilirler. Kitap bir bakıma paradokslar üzerinden giden bir felsefe tarihi gibidir.)

*

Şimdi büyük bir atlama yaparak 19. Yüzyıla gelelim.

Aşağı yukarı 2000 yıl boyunca Aristo’nun Mantığı ve Öklid’in Bir kaç aksiyomdan muazzam bir geometri inşa eden Elemanlar adlı eseri mantık ve matematikte temel oldular.

19. yüzyılda iki önemli gelişme oldu.

Biri Öklid’in, geometriyi bir aksiyomatik sistem olarak kurarken dayandığı aksiyomlardan biri, ama bizzat kendisinin bile apaçıklığından ve sağlamlığından kuşku duyduğu, bir doğruya dışındaki bir noktadan bir tek paralel çizilebileceğine (veya bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğuna) ilişkin postulattı. Bu 2000 yıl boyunca apaçık ve gerçekliğe de uygun görünüyordu.

Riemann ve Lobaçevski gibi matematikçier, bu varsayımı reddederek, (Riemann: birçok paralel çizilebilir, Lobaçevski: hiç çizilemez) aynen Öklid geometrisi kadar tutarlı geometriler kurdular.

Dikkat edilsin, Öklid geometrisi pratikten çıkmıştı, ama bu geometriler kurulduğunda, örneğin Einstein kütlenin çekim gücünün geometrik olarak uzay zamanın eğilmesi gibi ele alınabileceği gibi fiziksel özdeşlikler bile henüz bilinmiyordu. Einstein Genel Görecelik Kuramının hesaplamalarında Riemann geometrisine dayanıyordu. Bu geometrilerin pratik anlamı ve pratikle ilişkisi yirminci yüzyılda görülmüştür.

Aksiyomların açık gerçekler olduğu varsayımı ortadan kalktı. Sezgiler bizi yanıltabilir tıpkı paralel aksiyomunda olduğu gibi.

(Benzerini kuantum fiziğinde de görürüz. Bir şey ne ise odur. Bir şey aynı anda hem orada hem burada bulunamaz tarzındaki açık gerçekler gibi görünen aksiyomları da kuantum fiziği yıkar.)

Buradan hareketle, apaçık gerçek gibi görünen kabullerin yerini, sezgilerin yerini, mantıksal uyumun ve tutarlılığın alması gerektiği görüşü ağır basmaya başladı.

Yani tamamen farklı postulatlara dayanarak iç tutarlılığı olan başka geometriler de (aksiyomatik sistemler de) olabileceği görülünce, bir paradigma değişimi gerçekleşti, doğruluğun yerini, tutarlılık ve çelişkisizlik aldı. Biçimsel kusursuzluk önem kazandı. Biçimsel kusursuzluğa ulaşınca biçimsel kurallara dayanarak herhangi bir teoremin veya önermenin doğru veya yanlış olduğu anlaşılabilirdi. Doğruluk tutarlılığın bir sonucu olarak ortaya çıkacaktı.
Şeytan mantıki çelişkilerdi. Çelişkiler ortadan kaldırılırsa cennete ulaşılacaktı.

Geometrideki bu değişim ve paradigmadaki değişiminden başka değişmeler de oldu.

Matematiği bir aksiyomatik sistem haline getirme çabaları oldu. (Peano)

Hilbert geometriyi sezgilerden arındırarak mükemmel bir sistem olarak tekrar kurdu.

Tabii sorun mantıki çelişkisizlikler olunca, matematiği mantığın özel bir biçimi olarak görmek ve mantığı da öznelliklerden ve ezgilerden arındırarak bir aksiyomatik sistem gibi sadece işaretlere dayanarak kurma çabaları başladı.

Frege’nin Aritmetiğin Temelleri böyle bir kitaptı.

Bertrand Russel de aynı konuda çalışıyordu.

Bu arada Georg Cantor, hem kümeler kuramını kurmuştu. (Bu kümeler kuramı sonsuzun anlaşılmasının kapısını da açıyor ve birçok farklı sonsuzlar olabileceği gibi sonuçlar çıkıyordu, aynı zamanda Antik Yunan’dan beri gelen Zenon’un sonsuzluk paradokslarının çözümünün de yolunu açıyordu.)

Kümeler kuramı, kimi matematikçilerin tepkisini çekerken kimilerinin desteğini alıyordu.

Poincaree Kümeler Kuramı’nı matematiğe bulaşmış bir hastalık olarak tanımlarken, David Hilbert Kimse bizi Cantor’un yarattığı cennetten bizi kovamaz diyordu.

Antik Yunan’dan beri matematik tek tek nesneleri (bir şekil, sayı, fonksiyon) ele almaktaydı. Ama şimdi örneğin bütün dik üçgenler gibi kümeler inceleniyordu. Kümeler kuramı ortak özellikleri olan nesneleri incelemeye başladı.

Kümeler kuramı ile mantıksal bir dil arasında bir bağlantı da vardı.

Örneğin tüm kitaplar kümesinde bu kümenin kendisi bir kitap olmadığından bu kümeye dahil değildir.

Ama tüm kümeler kümesi de bir kümedir. O zaman örneğin şu soru ortaya çıkıyordu: Tüm kümeler kümesi tüm kümeler kümesini de içerecek midir? Ya da şöyle bir soru: Kendini içermeyen tüm kümelerin kümesi kendini içerir mi?

Biz sadece nasıl bir sorunla karşılaşıldığını göstermek için meşhur katalog örneğini Ali Nesin’de aktaralım:
İlk kez ne zaman kataloglara gereksinildiğini bilmiyorum, ama bir gün gereksinildi. Kitaplar çoğalınca, kataloglar da çoğaldı. Kataloglar çoğalınca katalogların da katalogları yapılmaya başlandı.

Bazı kataloglar kendi adlarını listelerine (listelerine) almıyorlardı, bazı kataloglarsa alıyorlardı (katalog da bir kitap değil midir!) Bir yayıncının aklına “kendi adını içermeyen kataloglar katalogu” yapmak gelir.

Bir sorun çıkar ortaya. Bu hazırlanmakta olan katalog kendi adını içermeli midir, içermemeli midir? Kendi adını içerirse, katalogun türünden dolayı, adını içermemesi gerekmektedir. Kendi adını içermezse de, yine katalogun türünden dolayı, kendi adını içermesi gerekmektedir.

Bir paradoks daha! Nasıl çözeceğiz? Hazırlanması bitmemiş bir katalogun katalog sayılamayacağını önermek bir çözüm müdür? Değildir (ama çözüme yaklaşır), çünkü hazırlanmakta olan katalogun adını “kendi adını içermeyen, yayımlanmış ya da hazırlanmakta olan kataloglar katalogu” diye değiştirirsek paradoks ortadan kalkmış olmaz.

İşte kümeler kümesi böyle kataloglar kataloğunda olduğu gibi mantıki çelişkilere yol açıyordu. Hâlbuki amaç çelişkileri yok etmekti.

Frege diye bir matematikçi, tüm matematiği kümeler kuramı aracılığıyla çelişkilerden arındıracak bir kitap yazmaya başlıyor. 1893’de bunun ilk cildini yayınlıyor. Bertrand Russel de o zamanlar, mantığı biçimselleştirmekle meşgul. Frege’nin kitabını okuyunca onun içinde de Berber Paradoksu’na benzer bir çelişki olduğunu görüyor. Buna Russel Paradoksu da deniyor. Russel çelişkiyi bu paradoksla örneklemiş.

Berber paradoksu da şöyle:

“Köyün birinde bir berber varmış. Bu berber, o köyde kendini traş etmeyen herkesi traş edermiş, kendini traş edenleriyse traş etmezmiş. Soru şu: bu berber kendini traş eder mi, etmez mi? Kendini traş etmezse, kendini traş etmeyen herkesi traş ettiğinden, kendini traş etmeli. Kendini traş ederse, kendini traş edenleri traş etmediğinden, kendini traş etmemeli.”

Dikkat edilsin çelişkisizlik, tutarlılık arayışları ve özellikle de kümeler kuramı sürekli olarak öz referans sorunuyla, antinomilerle karşılaşıp bir türlü çelişkisizliğe ulaşamıyor.

Frege tam kitabı baskıya verilecekken Russel’in mektubunu alıyor sisteminde böyle bir çelişki bulunduğuna dair ve büyük bir entelektüel dürüstlükle matbaadan geri çekemediği kitabına Russel’in mektubunun, kurduğu bütün sistemi yıktığı şeklindeki notunu koyuyor.

Bu sefer Frege’nin başarısız kalmış girişimini Russel başarmaya çalışıyor. Alfred North Whitehead ile birlikte üç ciltlik Matematiğin Prensipleri adlı devasa bir eser yazıyor ve kendine göndermeleri veya antinomileri matematikten sürdüğünü düşünüyor.

*

Böylece tutarlılık ve çelişkisizlik esas amaç olunca matematikçilerin karşısına şu soru da çıkıyordu: Matematik böylesine mükemmel, aslında mantığın özel bir biçimi ise (ki bu bir çok matematikçinin de benimsediği bir görüştür) matematiğin kendisinin çelişkisizliği  matematik aracılığıyla nasıl kanıtlanabilir?

Dikkat edilirse bir kendine gönderme (öz referans) sorunuyla karşı karşıyayız: Matematiğin doğruluğunu ve çelişkisizliğini matematik aracılığıyla kanıtlaması.

Tabii bu arada matematik de mantığın özel bir biçimi olarak görüldüğünden, mantığı matematik gibi hiç bir öznellik taşımayan sembollerle formüle etme girişimleri de ortaya çıktı (Frege, Russel). Bir anlamda mantık matematik gibi olabilirse adeta bir matematiğe dönüşmüş, işaretlerden oluşan bir mantıktan hareketle matematiğin çelişkisizliği de kanıtlanamaz mıydı? Veya matematik çelişkilerinden arındırılamaz mıydı?

Tabii bu arada, matematiği de mantıksal hatalardan arındırma girişimleri sürüyordu (Hilbert).

Öyle görünüyordu ki, matematik kendisinin çelişkisizliğini kanıtlayabilir. Yirminci yüzyılın başında Hilbert adlı matematikçi hem buna inanıyordu ve hem de matematiğin önüne kendisinin çelişkisizliğini doğrulama ve kanıtlama görevini, böyle bir programı yirminci yüzyıl için belirlemişti.

Matematik alanında gidiş de bu beklentiyi destekler gibi görünüyordu. Diğer bilim ve sanat alanları altüst edici değişimler yaşarken, (sanatta kübizm, atonal müzik, fizikte kuantum ve görecelik, belirsizlik ilkeleri vs.) matematik alanında işler iyi gidiyor gibiydi.

Ancak “şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Cantor’un kümeler kuramında kümelerin kümesi konu olduğunda bir çelişki ortaya çıkıyordu. Biz matematikçi değiliz ve burada konumuz matematik değil, matematikte karşılaşılan sorunlar aracılığıyla öz referans sorununa ve önemine dikkati çekmek.

Hemen görüleceği gibi katalogların katalogları ile kümelerin kümesi benzer sorunlara sahipler.

Peki, Russel bu sorunu nasıl çözüyor?

Bu tanımlama işleminde şöyle kümeler olamaz, böyle kümeler olamaz diyerek, kümeleri (koyunları diyelim) etrafı çitlerle çevrili bir ağıla alıyor ki çelişkiler (kurtlar) ağıla (matematiğin içine) girmesin. (Bu benzetmeyi büyük Fransız matematikçi Henri Poincare yapıyor.) Tabii ağılın içinde bir kurt (çelişki) olup olmadığını henüz bilmiyoruz.

Kendisi bir antinominin varlığını göstererek Frege’nin girişiminin yanlışlığını göstermişti.

Ama aslında kendisi de yine aynı şeyin bir kurbanı olacaktır. Gödel’in yaptığı tamı tamına bunu göstermektir. Zaten Russel sonra kendini felsefeye verecektir.

Evet ağılın içinde, hem de tam orta göbeğinde bir Kurt (Çelişki) vardı. Adı da Türkçe Kurt ile rastlantı içindeki Kurt Gödel bu kurtu gösterdi. Bu kurt da özünde bir antinomiydi.

Ceza suçun cinsindendir derler, göze göz dişe diş. Gödel de Russel’in kurduğu o üç ciltlik muazzam sistemin tam ortasında bir çelişki, bir kendine gönderme olduğunu gösteriyor. Ama sadece bununla da kalmıyor. Yine antinomilere dayanarak, yani bu öldürücü silaha dayanarak ölümsüzlüğün (çelişkisizliğin) de mümkün olamayacağını kanıtlıyor. Yani antinomi bir anlamda ehlileşiyor ve kanıtlanamayacağının kanıtlanmasının aracı oluyor. Yani yine bir kendine gönderme ile formüle etmek gerekirse, matematikte çelişki bulunmadığının kanıtlanamayacağını kanıtlıyor.

Daha uzman işi şöyle formüle ediliyor:
Sistem aynı zamanda hem tutarlı hem de eksiksiz olamaz. (Bu genellikle eksliklik teoremi olarak bilinir.)

Aksiyomların tutarlılığı sistem içerisinde kanıtlanamaz.

Ama bunun için de doğruluk ve kanıtlanabilirlik arasında bir ayrım da gerçekleştiriyor.

Ve tam da bir antinomi aracılığıyla kanıtlanamayacağını kanıtlıyor diyebiliriz.

Bizim gibi matematikçi olmayanlar için Gödel özünde Russel’in kitabında da tıpkı Giritli Epimenides antinomisindeki gibi bir öz referans ve çelişki olduğunu kanıtlamıştı. Ama burada kalmamış ve buradan büyük bir devrim anlamına gelen bir çıkarsama da yapmıştı.

Olanı çok basit ve anlayabildiğim biçimiyle şöyle izah etmeyi deneyeyim.

Her matematiksel önerme ispatlanamaz. Bu nedenle biçimsel bir sistemde öyle bir önermeye varırız ki bu önerme “Bu önerme ispatlanamaz”dır. Bu önerme ispatlanırsa, ispatlanamazlık ispatlanmış olur, ispatlanamazsa, ispatlanamazlığı doğrulanmış olur. Yani önerme doğru ise, ispatlanamazdır, ispatlanırsa doğru değildir. Aşağı yukarı böyle. Kanıtlanabilirlik ve doğruluğun bu ayrımı Gödel’in bu sonuçları çıkarmasını sağlamıştır.

Bu ispatlanamazlık ve doğruluk ilişkisi biraz Heisenberg’in belirsizlik ilkesine benzemektedir. Bir parçacığın konumu ve hızı aynı anda ölçülemez. Biri biliniyorsa diğeri bilinemez gibi.

Toparlarsak, 20. Yüzyıldaki matematiğin en büyük devrimi aslında öz referans, antinomi sorunundan çıkmış ve yine bir öz referans ile çelişkisizliği kanıtlama çabalarının bir çelişki ile sonlanacağı kanıtlanmıştır.

Tabii burada aksiyomatik biçimsel sistemler söz konusudur.

*

Bu bölüme Hans Magnus Enzensberger’in Gödel’e Saygı şiiriyle son verelim.

(Şiirde adı geçen Münchhausen Almanya’da yaşamış meşhur palavracı bir asildir. Bir gün atıyla bataklığa düştüğünü ve sol kolunun kendisini perçeminden tutup atıyla birlikte bataklıktan çıkardığını anlatmış. Matematiğin kendi tutarlılığını kanıtlama çabasını anlatmak için bu imgeyi kullanıyor Enzensberger. Boğulan birinin kendini saçlarından tutup boğulmaktan kurtarması gibi olanaksız bir durum. Google Çeviri yardımıyla.

“Munchausen'in teoremi, at, bataklık ve bir tutam saç (perçem) büyüleyici, ama unutmayın: Munchausen bir yalancıydı.

Gödel'in teoremi ilk bakışta pek etkileyici görünmüyor, ama unutmayın: Gödel haklı.

"Yeterince yeterli bir sistemde, sistemin içinde ne kanıtlanabilir ne de çürütülebilir önermeler formüle edilebilir.

Ama bu sistem kendi içinde tutarsızdır."

Kendi dilinizi kendi dilinizde tarif edebilirsiniz: ama tam olarak değil.

Kendi beyninizle kendi beyninizi keşfedebilirsiniz: ama tam olarak değil.

Kendini haklı çıkarmak için, akla gelebilecek her sistemin kendini aşması, yani kendini yok etmesi gerekir.

"Yeterince yeterli" ya da değil: çelişkisizlik

bir eksiklik veya çelişkidir.

(Kesinlik = tutarsızlık)

Akla gelebilecek her binici,

Münchhausen da öyle,

Yani siz de yeterince büyük bir bataklığın alt sistemisiniz.

Ve bu alt sistemin bir alt sistemi de kendi saçınızdır (perçeminizdir)

reformistler ve yalancılar için bir kaldıraç.

Yeterince tutarlı her sistemde, yani örnekte bataklıkta, sistem içinde ne kanıtlanabilir ne de çürütülebilir önermeler formüle edilebilir.

(Kendi perçemini değil) Bu bu cümleleri elinle tut ve çek!”

*

Bu özetimiz elbette çok yüzeysel. Ayrıca matematikçi ve mantıkçı olmadığımızdan anlatımımız pek çok hata da içerebilir. Önemli olan kabaca ve silik de olsa kendine göndermelerin, antinomilerin nasıl büyük bir önemi olduğunu göstermekti.

Ne var ki, sadece aksiyomatik sistemlerde değil, tüm bilimlerde ve toplumsal sistemlerde de kendine gönderme sorunu vardır. Ama bu çok örtük ve gizli biçimdedir.

Keza bundan öte son derece özel olarak, 150 yıldır bu bütün çabalara rağmen bir toplum bilim kurulamasının, bir din teorisi geliştirilememesinin, bir uluslar ve ulusçuluk teorisi olmamasının temelinde yine kendine gönderme sorunu bulunmaktadır. Bu gösterildiği veya bu kavrandığı takdirde, Gödel’in matematikte ve mantıkta yaptığı devrime benzer bir devrim sosyal bilim ve toplumun örgütlenmesi alanında yapılabilecektir. Bu temel üzerinde Marksizm yeniden inşa edilebilecektir.

Marksizm’in, sosyolojinin, antropolojinin, “sosyal teori”nin iki yüz yıldır yapmaya çalıştığı, palavracı asil Münchausen gibi içine düştüğü bataklıkta, kendi saçından tutarak kendini kurtarma çabasıdır. Çünkü sosyolojinin ulus, din ve toplum tanımları ve kavramları analitik değil, yani toplumsal ilişkileri açıklayan değil, normatif yani toplumsal ilişkileri düzenleyen kavramlardır. Ama işin ilginci bu toplumsal ilişkileri düzenleyen kavramlar aynı zamanda birer kendine göndermedirler. Yani dinin tanımı üzerinden din kurulmakya ama yine bu din tanımına dayanarak din din olmadığını söylemektedir. Ulusçuluğun ve ulusun tanımı üzerinden uluslar ve ulusçuluklar kurulmakta ve bu tanımlar üzerinden ulusçular ulusçu olmadıklarını söylemektedir. Ve nihayet toplumun tanımı üzerinden toplum kurulmakta ve bu tanım kendisinin normatif değil, analitik bir kavram olduğunu söylemekte, yani bilimsel ve objektif olduğunu iddia etmektedir.

Modern toplumda sosyoloji aslında modern toplumun dininin bir teolojisidir. Sosyolojiler teolojidirler.

Modern toplumun dinini yayanlar dinsiz olduklarını veya inançlarının İslam, Hristiyanlık, Budizm veya ateizm olduğunu söyleyenlerdir.

Ulusçuluğu yayanlar ve egemen kılanlar ulusçu olmadıklarını söyleyenlerdir.

Bütün bu çelişki gibi görünen olgularının ardında kendine göndermelere, öz referanslara dayanan bir din ve bu dinin kavramlarına dayanan bir “bilim” bulunmaktadır.

Özetle bütün modern sosyal teoriler, klasik Marksizm dahil,

A)   Ulusçuların ulusçuluk tanım ve teorileriyle ulusçuluğu anlamaya çalışmıştır, yaptığı ulusçuluğu reddederek ulusçuluğu yaymak ve yerleştirmek olmuştur

B)    Din tanımlaması üzerinden kurulmuş bir din aracılığıyla dinin ne olduğunu anlamaya çalışmıştır, yaptığı dinsizliği veya herhangi bir din karşısında tarafsızlığı savunurken modern toplumun dininin yayılmasını ve yerleşmesini sağlamak olmuştur.

C)    Modern toplumun toplumu tanımlaması üzerinden toplumu tanımlamaya çalışmış ve ne toplumun ne olduğunu anlayabilmiş, ne de toplumu anlayabilecek bir bilim kurabilmiştir. Modern toplumun topluma ilişkin ideolojisini yaymış ve yerleştirmiştir.

Yani kendini saçından tutarak bataklıktan çıkarma çabasından başka bir şey yapamamıştır.

Burada yapılması gereken aslıda bütün bu teorilerin birer kendine gönderme oluğunu göstermektir. Ancak o zaman Ulusçuluğun ve Ulusun, Dinin ve Modern Toplumun Dininin ve nihayet toplumun teorisi ve bilimi kurularak bu bataklıktan çıkacak vinç ya da kaldıraç kurulabilir.

Demir Küçükaydın

25 Temmuz 2022 Pazartesi

 

 

Not: Burada anlatılanlarda hiç alıntı yapmadım. Çünkü boyun omurlarımdaki kireçlenme ve kaynama nedeniyle oluşan ağrılar oturmama ve uzun çalışmama imkân tanımıyordu. En iyisi daha geniş okuma yapmak isteyenlere bu bölüm için okuduğum veya yararlandığım kaynakların bir listesini bırakmak olacak.

 

Kaynaklar

CodeArt. Eine elementare Einführung in die Programmierung als künstlerische Praktik (2005). Unter Mitarbeit von Georg Trogemann und Jochen Viehoff. Wien, New York: Springer (Ästhetik und Naturwissenschaften : Medienkultur).

Demir'den Kapılar: Ulusçuluk, Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan Üzerine Veya Kediler Kendi Kuyruğunu Neden Yakalayamaz? Ulusçular Ulusun Ne Olduğunu Neden Anlayamaz? (2022). Online verfügbar unter https://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/08/ulusculuk-murray-bookchin-ve-abdullah.html, zuletzt aktualisiert am 01.01.2022, zuletzt geprüft am 06.01.2022.

Aigner, Martin; Behrends, Ehrhard (Hg.) (2016): Alles Mathematik. Von Pythagoras zu Big Data. 4., erw. Aufl. Wiesbaden: Springer Spektrum.

Artı Gerçek - ARTI MEDIA GMBH (2021): 'Hilbert’in programı ve Gödel’in teoremleri. Artı Gerçek - ARTI MEDIA GMBH. Online verfügbar unter https://artigercek.com/haberler/hilbert-in-trogrami-ve-godel-in-teoremleri, zuletzt aktualisiert am 29.11.2021, zuletzt geprüft am 29.11.2021.

Asmuth, Christoph; Ehrmann, Wibke (Hg.) (2015): Zirkel - Widerspruch - Paradoxon. Das Denken des Selbst in der klassischen deutschen Philosophie und in der Gegenwart. Würzburg: Königshausen & Neumann (Kultur - System - Geschichte, Band 9).

Bakırcı, Çağrı Mert (2021): Metaverse: Evrensel Simülasyon'da Sizin Rolünüz Ne Olacak? Youtube Yayını: Evrim Ağacı.

Cirne Lima, Carlos (2019): Dialektik für Anfänger. Freiburg, München: Verlag Karl Alber.

Doksiadis, Apostolos (2012): Logicomix: Albatros Kitap.

Enzensberger, Hans Magnus: Hommage an Gödel.

Hoffmann, Dirk W. (2017): Die Gödel'schen Unvollständigkeitssätze. Eine geführte Reise durch Kurt Gödels historischen Beweis. 2. Auflage. Berlin: Springer Spektrum.

Hoffmann, Dirk W. (2018): Grenzen der Mathematik. Eine Reise durch die Kerngebiete der mathematischen Logik. 3. Auflage. Berlin: Springer Spektrum.

Hofstadter, Douglas R.; Akça, Ergün; Koyukan, Hamide (2011): Gödel, Escher, Bach. Bir ebedi Gökçe Belik. 1. basım. İstanbul: Pinhan.

Hughes, Patrick; Brecht, George (1978): Die Scheinwelt des Paradoxons. Eine kommentierte Anthologie in Wort und Bild. 1. Aufl. Braunschweig: Vieweg.

Köse, Mücahid (2021): Metaverse Nedir ve Neden Çok Önemlidir? Yaşamlarımızı Dijital Bir Evrene Taşıyabilir miyiz? Evrim Ağacı. Evrim Ağacı. Online verfügbar unter https://evrimagaci.org/metaverse-nedir-ve-neden-cok-onemlidir-yasamlarimizi-dijital-bir-evrene-tasiyabilir-miyiz-11135?utm_source=evrimagaci&utm_medium=email&utm_campaign=weeklyUserNewsletter-2021-11-14.

Kreis, Guido (2015): Negative Dialektik des Unendlichen. Kant, Hegel, Cantor. 1. Originalausgabe. Berlin: Suhrkamp Verlag (Suhrkamp-E-Books : Philosophie, 2116).

Küçükaydın, Demir (200): Marksizm Milletler ve Milliyetçilik. Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı. 4. Aufl.: Köxüz Yayınları.

Küçükaydın, Demir (Ocak 2005): Tersinden Kemalizm. İsmail Beşikçi Eleştirisi. Alevilik, Din, Bilim ve Politika Üzerine: Evra Verlag.

Lukacs, György (1998): Tarih ve Sınıf Bilinci. İstanbul: Belge Yayınları.

Nagel, Ernest (2013): Bilimin yapısı. Bilimsel araştırma mantığında problemler. İstanbul: İdea.

Nagel, Ernest; Newman, James R. (2001): Gödel kanıtlaması. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Nesin, Ali: Bertrand Russell’ın paradoksu- Artı Gerçek.

Penrose, Roger; Dereli, Tekin (2004): Kralın yeni usu 1. Bilgisayar ve Zeka. 10. bs. İstanbul: TÜBİTAK (TÜBİTAK Popüler bilim kitapları, 95).

Penrose, Roger; Dereli, Tekin (2004): Kralın yeni usu II. Fiziğin gizemi. 10. bs. İstanbul: TÜBİTAK (TÜBİTAK Popüler bilim kitapları, 95).

Sens, Pierre (2016): Illusion und Paradoxon. Philosophische Gedankenspielereien. München: BookRix.

Sokal, Alan D.; Bricmont, J.; Baydur, Memet; Onaran, Ongun (2002): Son moda saçmalar. Postmodern aydınların bilimi kötüye kullanmaları. 1. baskı. İstanbul: İletişim.

Sokal, Alan D.; Eryılmaz, Gülsima (2011): Şakanın ardından postmodernizmin bilimsel,felsefi ve kültürel eleştirisi. 1. basım. İstanbul: Alfa (Alfa yayınları, 4).

Sorensen, Roy: Paradoksn Kısa Tarihi.

Strick, Heinz Klaus (2020): Stochastische Paradoxien. Wiesbaden: Springer Spektrum (essentials).

Trogemann, Georg (Hg.) (2010): Code und Material, Exkursionen ins Undingliche. Wien: Springer.

Wallwitz, Georg von (2017): Meine Herren, dies ist keine Badeanstalt. Wie ein Mathematiker die Welt veränderte. Berlin: Berenberg.

Weitz, Edmund (2021): Pi und die Primzahlen. Eine Entdeckungsreise in die Mathematik. 1st ed. 2021. Berlin, Heidelberg: Springer Berlin Heidelberg; Springer.

White, V. Alan: Antinomy.

Wikipedia: Rekursion.

Zegarelli, Mark (2016): Logik für Dummies. Sonderausgabe. Hg. v. Jan Gutknecht. Weinheim, [Ann Arbor, Michigan]: Wiley-VCH Verlag GmbH & Co. KGaA; ProQuest (Lernen leichter gemacht).



[1] Aslında tekerleme şöyle biz hafızamızda kalan başka bir versiyonunu kullanmıştık: “damdan düştü bir kurbağa - titretti kuyruğunu - bunu gören çocuklar - aldı götürdü onu - mezarını kazdılar - başına şöyle yazdılar: - damdan düştü bir kurbağa - titretti kuyruğunu - bunu gören çocuklar - aldı götürdü onu - mezarını kazdılar - başına şöyle yazdılar: - damdan düştü bir kurbağa - titretti kuyruğunu (…)

Hiç yorum yok: