Bir süre önce sayın Eliaçık’tan şöyle bir mesaj aldım:
(“Metin Yüksel'in
vefatı 23 Şubat Deniz Gezmiş'in doğumu 28 şubat'mış bu ikisini birleştirerek
şubat ayının son haftasında bir anma toplantısı düzenleyeceğiz” “5-10 dakika
video mesaj”)
Bu notlar o toplantıya yollanacak video içindir. Tabii
konuşma bu notlardan farklı olabilir. İnsan konuşmanın akışı içinde
unutabiliyor ve bir de süre sınırlaması var. Bu nedenle de bazı bölümleri
atlamak veya kısa kesmek zorundaydım.
*
Deniz Gezmiş ve Metin Yüksel’in ortak noktaları, doğum ve
ölüm tarihlerinin bu rastlantısal yakınlığından ibaret midir?
Deniz 68’li bir “Marksist Leninist”, Metin Yüksel 78’li bir
“Politik İslamcı”.
Bunların bir ortak noktası olabilir mi?
Yüzeyden bakınca öyledir.
Ama özüne girince ilişki tam tersine döner.
Bilim görünenle değil, görünenin ardındaki özle, ortak
noktalarla ilgilenir ve öz genellikle kendi zıttı biçiminde görülür. Örneğin
bizler yerimizde dururuz güneş hareket eder, ama özde durum tam tersidir. O
yerinde durmakta, bizim dünyamız dönmektedir.
Ben burada hemen görünmeyen, ama derinde, özdeki bazı ortak noktalara dikkati çekerek bugün ve yarın için bazı sonuçlar çıkarmak istiyorum.
*
Birinci ortak noktaya bir şiirle değinmek istiyorum.
MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI
Buraya bakın, burada,
bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha
yaşasaydı
Tabiattan tahtaya
kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde
öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın
ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye
dökülür?
En arka sırada bir
parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk
çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Ece AYHAN
*
O halde, birinci ortaklık, her ikisinin de, devlet
tarafından “devlet dersinde” öldürülmüş
olmalarıdır.
İnsanların ortak yaşamasının ihtiyaçları için kurulmuş bu “Devlet”
denen mekanizma, tıpkı bir kanser tümörünün büyümesi ve içinde büyüdüğü bedenin
tüm gücünü alıp ölümüne yol açması gibi, hizmetinde olması gerektiği toplumdan
bağımsızlaşmış, büyümüş, onun kanını emmiş , onu hizmet etmesi gerekirken, onu
kendi varlığının bir aracısına dönüştürmüş, ve kendi amaçlarının bir aracı
haline getirmiştir.
O halde ilk düşmanımız bellidir.
Bu merkezi, bürokratik, cihazı söküp, parçalamak, bir daha, hizmet etmesi gereken toplumdan bağımsızlaşıp
onun üstünde yükselemeyecek bir ucuz, basit, mekanizma kurmaktır.
Ama bu mücadele uzun bir mücadele olacaktır ve bu düşmanı
çook ciddiye almak gerekir.
Bir yüz metreci gibi değil, bir maratoncu gibi koşmayı
bilmeli ve öğrenmeliyiz.
Ne demek istiyorum?
*
Deniz benim arkadaşımdı.
Son olduğunu bilmediğimiz, son karşılaşmamızda, bir devrim
için neler yapmak gerektiğini konuştuk. İkimiz de aslında epey önceden ayrı yollara
girmiştik. Birbirimizin kararlarına saygı gösteriyorduk. Ben Aliağa’da işçiler
içinde çalışıyordum. Deniz’lerin dağa çıkış hazırlıkları yaptığı neredeyse
herkes tarafından biliniyordu.
Ben “bu iş uzun vadeli
ve emekçiler içinde sabırlı çalışma gerektiriyor. Ezilen milyonlarca insanın
eylemi olmadan bir şey değiştirilemez” anlamında bir şeyler söyledim.
Deniz de “aslında sen
de haklısın ama bu memlekette bir isyan geleneği yok. Ben böyle bir gelenek
oluşturmaya çalışacağım. Biz ölürüz. Bizim ücadelemizin mirasına gerçi
oportunisler, karyeristler konar. Ama olsun, en azından bir gelenek bırakırız”
şeklinde veya anlamında konuştu.
Bizim kuşakta birçok arkadaş devlet tarafından öldürüldü.
Çoğunu da tanıyordum. Sanırım ölen arkadaşlarımız arasında hiçbir hayale
kapılmadan, ne yaptığını en iyi bilen Deniz’di.
Zaten sonra yaptıkları da hep sonrakilere bir mesaj vermeyi,
bir gelenek bırakmayı gözetir. Kimseyi öldürmemiştir. Mahkemelerde küçük
burjuva aydınları karşıya itmeyen bir çizgi izlemeye çalışmıştır ve ölürken de
kendi programatik ve stratejik mesajını iletmiştir.
*
Yetmişli yılların yükselen mücadelesi sanki Deniz’in yolunun
daha doğru olduğunu ve amacına ulaştığını gösterir gibiydi.
Bugün burada bu anmada adı geçiyorsa belli bir anlamda
ulaştığını da gösterir.
Ama biraz daha geniş açıdan, geniş ezilen yığınlar açısından
bakarsak durum biraz farklıdır.
Ama bugün, bu devlet, yetmişli yılların isyan etmeyi
öğrenmiş insanlarına, öğrendiklerini unutturmayı başardı. Bütün bunları
olmamışa çevirdi. BugünTürkiye’deki halkın büyük bir bölümü artık devlete tapar
hale geldi, bırakın isyan etmeyi, en küçük yasal bir hakkını bile koruyamaz
durumda.
Çünkü örgütsüz. Çünkü bütün örgütler, şu “Sivil Toplum Kuruluşu” denenler bile bu
devletin aparatları ve onun kontolünde.
Devlet maalesef bugün çok daha güçlü.
Toplumun tüm kılcal damarlarına nüfuz etmiş müthiş bir
öğretlenmesi var ve halk en küçük bir örgütten bile yoksun. Devletin her türlü
mikrobunun, virüsünün saldırısına açık bir derisi yüzülmüş çıplak et gibi.
*
Devletin başarısına bir örnek olarak yine sevgili arkadaşım
Deniz’in başına gelene değinmek isterim.
Deniz, mahkemede falan küçük burjuvazi, köylülük ve
aydınlarla ittifakı, onları karşıya itmemeyi göseterek, “milli kurtuluşçu”
denen bir çizgi izlemeye çalışmıştı, yani savunmalarına Cuntayı tecrit edip
daha geniş bir cephe kurmaya yönelik, taktik kaygılar egemendi.
Ama idam olurken, madem ölüme gidiyordu, orada artık
taktiğin yeri yoktu, programın, amaçların ve stratejinin haykırılması ve bir
mesaj verilmesi gerekiyordu.
Deniz de bunu yaptı ve idamından birkaç saniye önce şunları
haykırdı:
“Yaşasın Marksizm
Leninizmin yüce ideolojisi, Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık
mücadelesi!”
*
Ama bu devlet daha ilk adımda, son arzuların yenine
gtirilmesi gibi bir teamülü bile çiğneyerek, bu sözleri infaz tutanağına bile
geçirmedi. Deniz’lerin avukatı ve idamların tanığı Halit Çelenk, yayınladığı idam
gecesi anılarında, bu sözleri yazamadı.
Ve bugün, bu devlet, Deniz’in Kürterin bağımsızık
mücadelesine vurgusunu ve Marksizm-Leninizmi unutturmuş, kendi, devlet
çizgisine getirilmiş Deniz Gezmiş’ini yaratmış ve bunu tüm topluma ve gençlere kabul
ettirmiş bulunuyor.
CHP veya Kadıköy’ün solcularının bayrak yapabileceği bir
Deniz Gezmiş var artık. Bu devlete karşı isyan geleneği yaratmak için bu yolu
seçmiş, Deniz, bu devletin kendi çizgisini ve egemenliğini meşrulaştırmanın bir
aracına dönüşmüş. Gerçek Deniz Gezmiş, bizler gibi son mohikanlar dışında kimse
tarafından bilinmiyor artık.
*
Deniz’in vasiyetinde “Marksizm-Lenin’izm’in
yüce ideolojisi” dediği şey nedir?
Sizler muhtemelen bu terminolojiyi bilmiyorsunuzdur.
Bu nedenle kısa bir açıklama yapayım.
Çok yanlış bir yerleşik kanaat vardır. Marksizmin bir sınıf
mücadelesi öğretisi olduğuna dair.
Marks, hayır der bunu ben bulmadım. Bunu daha önce burjuvazi
bulmuştu. Öğretimizi sınıf mücadelesine indirgemek, onu burjuvazinin kabul
edebileceği bir ideolojiye indirgemek olur.
Marks, kendi katkısının, Devlet’e ilişkin olduğunu, işçi sınıfının,
sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma ulaşabilmek için, ezen ve küçük bir
azınlıktan başka bir şey olmayan sınıfların binlerce yılda büyütüp,
mükemmelleştirdiği bu devlet cihazını sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma gidişte
kullanamayacağını, onu parçalaması gerektiğni, kendi katkısının özünde bu
olduğunu belirtmiştir.
Yani bu devleti kullanamayacağınızı, bunu parçalamak, bunun
yerine, ucuz, basit, bürokratik, kırtasiyeci, militer olmayan, toplumdan
bağımsızlaşamayacak bir araç örgütlemek gerektiğini kabul ettiğinizde bir
Marksist Leninist olursunuz.
Deniz bunu demiş oluyordu.
Bu Marksist terminolojiyle ifade edilmiş amaç, aslında
İslamcı terminolojiyle ifade edilmiş, “la
ilahe illalah” sözünün karşılığıdır.
Bu “tek Allah vardır, ondan başka tanrı yoktur” sözü somutta
nedir?
Allah dışında tanrılık iddialarını kabul etmiyorum demektir.
Peki kim iddia eder bunu görünür ve görünmez biçimlerde.
Devlet, devletler.
Devletler ve onların başındaki krallar, sultanlar, devletin
yeryüzündeki gölgesi veya temsilcisi oldukları iddiasıyla fiilen Allah’ı (Halkı)
bir kenara itip onun yerine geçerler.
“La ilahe illallah” bir eşitlik arzusu ve özleminin, keyfi
ve baskıcı, tanrılaşmış devlete isyanın ifadesidir. Halkın devletlerin
tanrılaşmasına bir isyanıdır.
Görüldüğü gibi aslında özdeş bir amaç söz konusudur.
*
Ancak tarihin ince alayı şudur. Tıpkı Deniz’in başına gelen
gibi, politik İslam’ın bu sloganı da gerçek anlamını yitirmiş, deletçi bir İslamın
bayrağı olmuştur.
Bu sözler, sanki Müslümanların egemen olduğu, islam hukukuna
göre yönetilen, müslüman olmayanların ikinci sınıf insan olduğu bir toplum
arzusu gibi kavranır olmuştur. Bir çok yerde de bu amaç için kullanılmaktadır.
Yani Keyfi ve Her şeylere kardir devlete karşı bir slogan tam
Devletin istediği bir anlama gelmiştir.
*
Görüldüğü gibi, bu devlet herşeyi ters yüz edebilmektedir.
O halde bu Devleti çok ciddiye almalıyız.
Öyle sloganlarla, kısa formüllerle yenilgiye uğratılabilecek
bir düşman değil karşımızdaki.
Bu iş çok uzun ve muazzam çaba gerektiren bir iştir. Kısa
yoldan ve kolay bir başarı yoktur.
Uzun ve belki de nesillerce sürecek bir mücadele
gerekmektedir.
Hiçbir başarı umudu olmadan mücadele etmeyi de bilmek
gerekmektedir.
Yani bir yüz metreci gibi değil, bir maratoncu gibi
olmalıyız.
Burada Deniz’i bir yüz metre koşuusuna benzeten Can Yücel’in
şiirini anmadan geçmeyelim.
Bilindiği gibi, Roma imparatorluğu, bir Roma gölü haline
getirdiği Akdeniz’e, “Bizim Deniz” anlamında “Mare Nostrum” diyordu. Can Yücel
biraz da sıkıyönetim sansürünü atlatmak için Deniz Gezmiş’in idamı vesilesiyle
yazdığı şiire bu latince başlığı koymuştu.
*
MARE NOSTRUM
En uzun koşuysa elbet
Türkiye'de de Devrim
O, onun en güzel yüz
metresini koştu
En sekmez luverin
namlusundan fırlayarak ...
En hızlısıydı
hepimizin,
En önce göğüsledi
ipi...
Acıyorsam sana anam
avradım olsun
Ama aşk olsun sana
çocuk, Aşk olsun
*
Şimdi Metin Yüksel’e geçelim.
Metin Yüksel, aslında Bitlis’li bir Kürt’tü. Babası, medrese
eğitiminden geçmiş, önemli bir Şafii Din adamıydı. Yani hukukçuydu. Bilindiği
gibi, Mezhep farkları hukuki yorum farklarıdır.
Kendisi İslamcı gençler arasında Kürtçe konuşan, Kürtlerin
mücadelesine ilgi duyan hatta ilk kez Kürtçe slogan atandır.
Aynı zamanda solculara daha yakın durmaktadır, devlete
mesafelidir ve sınıf farklarına daha hassastır.
Bu özellikleri nedeniyle devlet tarafından bilinçli bir
seçimle öldürülmüştür.
Deniz’in sözlerinden infaz tutanağına bile geçirilmekten
korkulan ve devletin bugün unutturmayı başardığı ikinci kısmı, Kürt Halkı ve
onun bağımsızlık mücadelesinden söz ediyordu.
Metin Yüksel’in de bu yanı unutturulmaya çalışılıyor.
Böylece ikinci ortak noktayı buluyoruz. Kürtlerin ezilmesine
karşı çıkış.
Yani statü farklarına karşı bir duruş. Bunu kabul etmeme.
*
Burada kendi gözlemime değinmek istiyorum.
Yüzeysel sosyalistler hep sınıf farkları üzerinde durur.
Sınıflar, iktisadi
ilişkiler içindeki konum ve çıkarları farklı insan kümeleridir.
Ama Statü farkları, hukuki
ve politik ilişkiler içindeki konum
farklarından çıkar.
Yani bir Alevi köylü veya Sünni köylü, bir Kürt İşçi veya
Türk İşçi iktisadi konumları ve çıkarlarıyla aynı sınıftandırlar.
Ama hukuki konumlanışları bakımından, Sünni Köylü üstte,
imtiyazlı, Alevi köylü, altta ve baskı altındadır. Hem devletin hem de devletin
yedeğindeki Sünni çoğunluğun baskısı altındadır.
Hukuki konumlanış bakımından, Türk işçi üstte Kürt işçi
alttadır. Hem devletin hem de devletin yedeğindeki Türk çoğunluğun baskısı
altındadır.
Statülerdeki, yani hukuki ve politik konumlardaki bu nesnel
bülünmüşlük varken, bu bölünmüşlük ezilenlerin birleşmesinin önündeki en büyük
engel ve bu devletin en büyük silahı ve güç kaynağıyken, sanki bu gerçeklik yokmuş
gibi, sınıf mücadelesini öne çıkarmak, fiilen, devletin dayandığı bu statü
farklılıklaına karşı tüm yurttaşların eşitliği için mücadeleyi ikinci plana
atmak ve dolayısıyla devletin oluşturduğu bu sistemin destekçisi olmak sonucunu
vermektedir.
Ayrıca statü farkları ortadan kaldırılmadan, sınıfın,
ezilenlerin de birliği sağlanamaz.
Statü farklarına karşı mücadele sınıf farklarına karşı
mücadeleden daha zor bir mücadeledir.
Çünkü egemen ve zengin sınıflardan, karlarından vaz
geçmelerini, sermaye ve servetlerini tüm kamuya bağışlamalarını istemek
anlamsızdır. Olması mümkün değildir.
Yani ezen sınıflar kendi çıkar ve konumlarını terk etmezler.
Öte yandan alt sınıflar her zaman büyük bir çoğunluk oluştururlar.
Dolasıyla bir sayı gücüyle bile sınıf farklarını ortadan kaldıracak bir güçleri
vardır.
Ama iş statü farklarına gelince, durum farklıdır.
Sınıf farklarını kaldırmaktan üst sınıflar çıkarlı değildir
ama aslında bu statü farklarını kaldırmaktan üst statüde bulunanlar da
çıkarlıdır. Alt statüdekilerle eşit olduklarında bir kayba uğramazlar. Aksine
daha refah ve huzur içinde yaşama olanakları artar.
Ama bunun zorluğu şuradadır. Örneğin alt statüde olan,
Kürtler ve Aleviler, üfusun azınlığıdırlar.
Büyük sünni Müslüman ve Türk çoğunluk alttakilerin
sorunlarına biganedir.
Bu durumda alt statüdekiler, kendi güçleriyle zaten devlet
darafından da büyük bir şiddetle korunan bu statü farklarına karşı mücadeleyi
kazanamazlar. Hem azınlıktadırlar hem de devletin muazzam gücü vardır
karşılarında. Çünkü Devlet bu sayede böyle keyfi ve tüm toplumun ezen ve kanını
emen bir mekanizma olarak var olabilmektedir.
Bu çıkışsızlıktan çıkmanın bir tek yolu var.
Bu eşitsizliklere karşı egemen olanın, üstte olanın içinden
bir mücadele başlatmak gerekir.
Özellikle bu nedenle bu çok daha zor bir mücadeledir.
Örneğin egemen Müslüman çoğunluktan olanların, Müslüman
olarak, Türk ve Kürt Müslümanlara, imtiyazlı olduklarını, Müslüman
olmayanlardan alınan vergilerle, bütçesi eğitimden bile yüksek bir diyanet
teşkilatının varlığına karşı, devletin belirlediği hutbelerin camilerde
okunmasına karşı direnme çağrıları yapmaları. Müslümanların da tıpkı Aleviler
gibi, kendi gönüllü bağışlarıyla camilerini veya diğer dini görevlilerini seçip
maaşlarını kendi ceplerinden karşılamaları gerektiğini söylemeleri ve bunun
için tüm Müslümanları mücadeleye, bugünkü Resmi İslam’a karşı direnişe
çağırmamalrı gerekir.
Benzer şekilde Alevi ve Sünni Türklerin de herkesin ana dilde
eğitim hakkı, devetin okullarında Kürtlerden veya ana dili başka olanlardan
alınan vergilerle, Türkçe, Türk Tarihi, Türk Edebiyatı okutulmasına karşı
çıkmaları, herkesin ana dilinde aynı tarihi, aynı edebiyatı okuması için, gerçek
bir eşitlik, statü farklılıklarının ortadan kaldırılması için mücadele etmeleri
gerekir.
Böyle bir programı savunmalıyız.
Aslında burada andığımız arkadaşların bilincinde olmadan
savundukları böyle bir programdı.
Sosyalist veya İslamcı hareketler, bu statü farklılıklarına
karşı hassas olmadığı ve bunu bir siyası programa dönüştüremediği, bütun bu
statü farklarına karşı mücadeleyi bir tek nehirde bireştiremediği için hepsinin
hayat damarları kurudu ve fiilen devetin bir yedeğine dönüştü.
*
Bizim de Türkiye’deki mücadelenin başarı kazanması için,
önce merkezi bürokratik devletin yerine halktan bağmsızlaşamayacak, ucuz ve
basit bir cihaz ve statü farklılıklarını ortadan kadıracak ve gerçek anlamda
hukuki eşit yurttaşlardan oluşan bir toplumu somut talepler biçiminde
programlaştırmamız gerekir.
Bunun için de Sünni Türk veya Kürt isek kendi üst statümüze
karşı, Alevilerin ve diğer dinlerden insanların gerçekten eşit statüye kavuşmaları,
Alevi veya Sünni Türk isek, Kürtlerin veya ana dili başka olanların eşit
statüye gelmesi için, yani kendi imtiyazlarımıza karşı bir mücadele başlatmamız
gerekiyor.
Yani üst konumda olanların kendi üst konumlarına karşı bir
mücadele başlatması gerekiyor.
İşte burada sözü Hasreti Muhammet’e getirmek istiyorum
Hazreti Muhammet cihatların en kutsalı kendi nefsine karşı
mücadeledir demişti.
Nefis denen nedir?
Üst ve imtiyazlı konumdur her şeyden önce.
Bu söz de tam bu anlamda söylenmiştir.
Bunu bu duruma aktarırsak, Türk veya Sünni olarak kendi
imtiyazlarımıza, yani nefsimize karşı mücadele gerçek bir kutsal savaş
olabilir.
Bunun için uzun bir mücadeleyi göze alacak coşkumuz ve
sabrımız olması gerekiyor.
Arkadaşlarımızın anısına ancak böyle layık olabiliriz.
Anıları örnek olsun.
24 Şubat 2024 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Not 1:
İslamcı veya Sosyalist gençlerin radikalleşmelerinin ayrı
kanallarda akması ve benzer eğilimler göstermesini daha önce de bir videoda ele
almıştım. O videoda, akan ayrı iki kanal ve paralelliklerı, bu sefer Sosyalist
kesimden Deniz-Gezmiş ve Taylan Özgür islamcı
Kesim’den de Sedat Yenigün ve Mustafa
Bilgi’nin ölümleri bağlamında ele almıştım.
Videonun başlığı şöyleyşdi:
“Deniz’in öldürülemediği Taylan’ın Öldürüldüğü o gün: 23 Eylül 1969”
Not 2:
Bu taslağı gözden geçirip düzeltirken bir gün önce Muhammet
Cihat Ebrari’nin Twitter’de paylaştığı bir yazısına rastladım ve paylaştım.
Ebrari de Metin Yüksel’in ölümüyle ilgili benzer sonuçlara
ulaşıyor.
Yazının başlığı ve linki şöyle:
“Metin Yüksel suikastı ve ardındakiler”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder