2 Kasım 2017 Perşembe

Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi?

Bu başlığı okuyan okuyucunun aklına, Ekim Devrimi’nin bir devrim değil bir darbe olduğu; sosyalist bir devrim için koşulların olgunlaşmadığı geri bir ülkede olması; yozlaşmasının nedenleri ve nasıl başladığı üzerine tartışmalar gelmesin.
Sorumuz, aslında bütün bu tartışmaların hepsinin dayandığı varsayımların ve kavramları eleştiriden geçirmeye ve aslında bu tartışmaların aynı ortak kavram sistemine ve varsayımlara dayandığını göstermeye yöneliktir.
Bu tartışmalar aynı devrim kavrayışına dayanırlar. Biz bu devrim kavrayışını sorgulayacağız.
Bir yanlış anlamaya yer vermemek için, yukarıdaki tartışmalar bağlamında temel görüşlerimizi de başlangıçta belirtelim.

*
Ekim Devrimi bir darbe değildi.
O, tarihte benzerleri çok az görülen, ezilen insanların; tüm zenginlikleri ve değerleri yaratan ve her zaman yoksulluk ve aşağılanma içinde yaşayan insanların; aktif olarak katıldığı ve baş aktörü olduğu son derece nadir olaylardan biri, belki de birincisiydi.
Bolşevikler ise, sadece o ezilenlerin eğilimlerini dile getirdikleri veya ona uygun davrandıkları için, bu dalganın üste çıkardığı ince bir aydınlar ve öncü işçiler katmanıydı.
Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğunu söylemek, yaptığı değişiklikler göz önüne alındığında (toprakların kamulaştırılması ve dağıtılmasından Fabrikaların kamulaştırılmasına; burjuva devrimlerinin tüm eşitlik ideallerinin bir vuruşta bir yan ürün olarak gerçekleştirilmelerine kadar, dünyada hala hiç bir ülkede bir sürü “devrim”lerle ulaşılamayan değişikliklerdi bunlar) Bolşeviklere, tarih ve toplum üstü bir güç bahşetmek; onları tarihin ve toplumun gidiş yönünü değiştiren bir tanrı olarak tanımlamaktan başka bir anlama gelmez.
Ekim’i darbe olarak tanımlamanın varabileceği tek saçma sonuç budur.
*
Ekim Devrimi’nin geri bir ülkede olması nedeniyle, sosyalist bir devrim olamayacağı;  sosyalist bir devrime dönüşmesinin yanlış olduğu; bunun belli bir gelişmişlik ve kültür seviyesini gerektirdiği yönündeki Menşevik görüşlere de katılmıyoruz.
Bu da başka bir biçimde, Bolşeviklere tarih ve toplum üstü bir güç atfeder. Küçük bir partinin, hem de kitlelerin en aktif olarak gelişmeleri belirlediği bir dönemde, bir devrimin karakterini değiştirebileceği gibi bir sonuca yol açar.
Ekim’in sosyalist bir devrime dönüşmesi, Bolşevikler istediği için değildi; devrim sosyalist devrime dönüşme eğilimi gösterdiği, Bolşevikler de bu eğilimi önceden görüp ona uygun davrandıkları için devrimin öncüsü olmuşlardı.
Diğer yandan, tarihin nasıl bir yol izleyeceği önceden bilinemez. Lenin’in son zamanlarında Sukanov’a karşı yazdığı yazılarında belirttiği gibi, Avrupa Proletaryasının yardıma gelemeyeceği; Rus Devrimi’ni bir Alman Devriminin izlemeyeceğini kimse garanti edemezdi.
Ekim devrimi, bunu zorlaştıran değil, aksine ona itilim veren bir girişimdi. Rus işçi ve köylülerinin savaşmayı reddetmesi ve silahlarını ülkelerindeki egemenlere yöneltmesi; siperlerin karşı tarafındaki işçilerin ve köylülerin de aynı şeyleri yapmaları için onlara ilham ve cesaret veriyordu. Yani “cesaret etmeye” değerdi, Rosa Luxemburg’un dediği gibi.
*
Anarşistlerin Ekim Devrimi’ni olumlayan ama onu Kronştat veya Makno’nun ezilmesiyle bitmiş ve ezilmiş gören yaklaşımları da, Ekim sonrasının yozlaşmasını; nesnel koşullarda, (yani Batı Avrupa proletaryasının yardıma gelmemesi ve Rusya’nın geriliği ve bu geri ülkenin savaş ve iç savaş nedeniyle  yoksulluğu ve bitmişliği; neredeyse yamyamlığa dönmüşlüğünde; işçi sınıfının fiilen yok olmuşluğunda arayacak yerde) Troçki veya Lenin’in hatalarında veya örgüt anlayışlarında görmek de yine aynı şekilde, onlara tarih ve toplum üstü bir güç atfetmekten başka bir anlama gelmez.
Eğer dedikleri gibiyse, “Tarihte kitlelerin en büyük ölçüde ve en aktif katıldıkları bu harekette bile küçük bir örgütün veya onun yöneticilerinin görüş ve davranışları onu yok etmek için nasıl bu kadar etkili olabilmektedir?” sorusunu sormaları gerekir.
Her zaman böyle birilerinin çıkması da kaçınılmaz olduğundan, bu akibetten kurtulmak da mümkün olamayacak demektir. Onların araması gereken cevap ve tartışması gereken soru, devrimin ne zaman tasfiye edildiği değil, birkaç teorisyen ve küçük bir partinin nasıl olup da; hangi toplumsal gidiş yasalarına dayanarak, tarihin en büyük ayaklanmalarından birini adeta tarih ve toplum üstü denebilecek bir güçle yolundan çıkarıp tasfiye edebildiğidir.
Bu anlayış daha sonra da  var oldu. Örneğin Kruçef’in iktidarıyla birlikte, Sovyetler’de kapitalizme dönüldüğünü söyleyenler de, bir partinin politikası ve kadrosunun değişimiyle bir üretim biçiminden diğerine geçilebildiğini söylemiş oluyorlar ve ona tarih ve toplum üstü bir güç atfediyorlardı.
Hemen görüleceği gibi, bütün bu “açıklamalar”, aslında bir parti, bir kişi, bir görüş veya anlayışa, tarih ve toplum üstü bir güç yüklerken; Marksizm’in daha doğarken söylediği; bilimsel bir sosyolojinin ilk önermesi olan; “insanların varlıklarının düşüncelerinin değil; düşüncelerini varlıklarının belirlediği” önermesini ters yüz etmiş olurlar ve daha başlangıçta çok temel bir metodolojik hatayla maluldürler.
Bütün bu tezlerde, bir devrimin ve toplumun kaderini, bir partinin veya bir teorisyenin veya bir hükümetin düşünceleri belirlemektedir. Marksizm’in kapıdan kovduğu idealizm, yani insanların düşüncelerinin varlıklarını belirlediği anlayışı, çok “devrimci” bir söylem ardında bacadan girer.
Bütün bu sorunlar açısından biz Klasik Devrimci Marksist görüşleri savunuyoruz.
Tıpkı maddenin insanda kendi bilincine varması gibi, Ekim devrimi ve onun sonraki kaderini en iyi ve doğru anlayan ve açıklayanlar yine bizzat Marksistler olagelmiştir.
Tam da öyle olduğu içindir ki, yine bu devrimi izleyen karşı devrimin en büyük kurbanları da onlar olmuşlardır.
*
Sorun buralarda değil, biz Ekim Devrimi’nin ne olduğunu bambaşka bir bağlamda tartışmak istiyoruz.
Bütün bu zıt ve tartışan anlayışların hepsinin üzerinde yükseldiği ve anlaştıkları devrim kavramının kendisinin çok dar ve sınırlı olduğunu ve Marksist bir devrim kavramı olmadığını göstermeyi deneyeceğiz.
Böyle bir tartışma içinde, Tarihsel Maddecilik (Diyalektik Sosyoloji) ve onun en temel kavramlarının gözden geçirilmesi; eleştirilmesi ve geliştirilmesi söz konusu olur.
Devrim kavramı, Marksizm’in ilk ve en temel önermelerinden çıkar.
Marksizm’in ilk gün yüzüne çıkmış[1] sistematik koyuluşu ve açıklaması[2], Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazılmış olan, Önsöz’dedir.
Tarih ve Toplum Bilimini, İbni Haldun’da sonra, ondan bağımsızca ve ikinci defa kuran ve yine kendisi de, İbni Haldun’unki gibi bir “Mukaddime” (Önsöz) de ifade edilen Devrim Teorisini tekrar okuyalım.
“Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel'in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak "sivil toplum" adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. (…) Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
Marksizm’in bütün teorik temeli, aktarılan bu satırlardadır.
Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim olup olmadığı; dolayısıyla devrim konusundaki tartışmamız ister istemez bu satırlar üzerinde yoğunlaşmak zorundadır.
Bizim tartışmak istediğiniz Ekim devrimi veya sonrasındaki olgular değil; bu olguların bambaşka bir ışık altında görülmesidir.
Devrim denen “şey”in ne olduğudur sorun.
Öncelikle şunu belirtelim, Marks’ın bu satırları öylesine dahiyanedir ki, bizzat kendi sınırlılığını da açıklamakta; kendi eleştirisinin temellerini ve hareket noktalarını da sunmaktadır.
Bu Marksizm’in bizzat kendi niteliğinden doğar. Marksizm, tarihin ve toplumun gidiş yasalarını anlamaya; toplumu anlamaya çalışır. Ama bu gidiş yasalarını anlama çabasının kendisi de bizzat toplumsal bir olgudur; dolayısıyla bu gidiş yasalarında ifade edilen yasalara tabidir.
Fizik biliminin evrimi fizik yasalarına tabi değildir ve fiziksel bir olay değildir; dolayısıyla fizik biliminin konusu değildir. Ama Marksizm’in evrimi bizzat sosyolojik bir olaydır. Yani Marksizm’in kendisi aynı zamanda kendisinin konusudur da; açıklamaları doğruysa kendi kaderini de açıklamak zorundadır.
O halde, onun kendi kaderi de bizzat o ifade ettiği yasalarla açıklanabilir. Bir bakıma doğa nasıl insanda kendi bilincine vardıysa, toplum da Marksizm’de kendi bilincine varmıştır denilebilir. Açıkladığı süreçler ve bulduğu yasalar bizzat onun kaderidir de. İfade ettiği önermeler doğruysa, kendisi de o önermenin kapsamında olur. Bu ise bizzat o önermenin sınırlılığının da bir ifadesidir. Bunu somut olarak göstermeyi deneyelim. Şu önermeye bakalım:
 “Nasıl bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir alt üst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz.”
Bu satırlar yine bizzat bu satırların içinde yer aldığı metin, yani “Önsöz” için de geçerli değil midir?
Marks’ın satırlarında ifadesini bulan “kendi kendini değerlendirme”, kendi zaafının da anahtarını vermektedir. İfade ettiğinin bizzat kurbanıdır, ama aynı zamanda kurbanı olarak, ifade ettiğinin doğruluğunu kanıtlamaktadır (yani kendisi de kendi hakkındaki yargıyla yargılanamaz).
Zaten Marksizm’in muazzam gücü ve trajedisi buradadır. O, toplumun ve tarihin yasalarını açıklarken; kendisi de toplumsal ve tarihsel bir fenomen olduğundan; kendi kaderini ve zaaflarını da açıklar ve bize bunun anahtarlarını (metodolojisini) sunar ve kendisi de bir kurban olarak doğruluğunu kanıtlamış olur. Budur Marksizm’in trajedisi. O açıkladığı ve gelişini gördüğü süreçlerin kurbanıdır; ancak kurbanı olarak doğruluğunu da kanıtlar.
Tanrı’nın İsa’nın şahsında kendini (oğlunu) kurban ederek kurtuluşu sağlamasına benzetilebilir. Belki de İsa’nın hikayesi, bu toplumsal yasanın sezilip, çocuksu, imgelerle ve mesellerle anlatılmasından başka bir şey değildir.
Marksizm de ifade ettiği yasaların, toplumun kaderiyle birlikte kendi kaderini nereye sürüklediğini görür ve bu gidişe karşı her girişimi ve davranışı da onun gerçekleşmesinden başka bir anlama gelmez. Modern çağda, bir trajediyi ancak Marksistler ve Marksizm yaşayabilir.
Şimdi Marks’ın Önsöz’ünde, kurbanı olarak doğruluğunu kanıtladığının ne olduğunu somut olarak göstermeyi deneyelim.
*
Her yeni öz eski biçimler içinde ortaya çıkar.
Marks’ın Önsöz’ü, tarihin gidiş yasalarını açıklarken ve buna bağlı olarak bir Toplum, Tarih ve Devrim teorisi ve anlayışının temel taşlarını koyarken, farkına varmadan, bilinçsizce, aydınlanmanın; burjuva uygarlığının tarihe ve topluma yaklaşımını da bir kuyruk sokumu veya kör bağırsak gibi; geçmişin bir kalıntısı olarak içinde taşımaktadır. Bu da onun devrim ve tarihe ilişkin bakışını etkilemektedir.
Önsöz’de bu yepyeni öz, yani Burjuva Uygarlığının eleştirisinin elemanları, burjuva uygarlığının ve aydınlanmasının ifadeleri ve biçimleri içinde ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla bu metin kendi içinde, çelişkili, yeni olana, özüne uymayan; geçmişin kalıntısı kavramları ve önermeleri de barındırmaktadır. Marksizm’in bunlardan arınması gerekir, aksi takdirde, bu kalıntılar, bu eski biçimler, yeni olan özü kendilerine uydururlar ve onu yok ederler. Marksizm, kendi özüne uygun bir tarih, toplum ve devrim anlayışına ancak bu kalıntılardan arınarak ulaşabilir. Ama bu yapıldığında da, bu da bizlerin politika, devrim ve program gibi sorunlara ilişkin görüşlerimizi baştan sona değiştirmeyi gerektirir.
Burada bir parantez açarak, şu “geçmişin kalıntısı olmak” diye değindiğimiz soruna kısaca bir değinelim. Çünkü bu karıştırılmakta ve Marksizm’e ait olmayan düşünceler Marksizm’in organik bir bileşeni gibi ele alınmaktadır.
*
Burada “kör bağırsak” veya “kuyruk sokumu” metaforlarını bilinçli olarak kullanıyoruz. Herhangi bir organizma, daima geçmişin kalıntılarını da içinde taşır. Marks’ın dediği gibi “geçmiş kuşakların geleneği, yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çöker”.
(Burada kurban olarak kanıtlama yine geçerlidir. Yani Marksizm’de ve yukarıda aktarılan satırlarda da aynısı geçerlidir. “Geçmiş kuşakların geleneği”  Marksizmin üzerine de “bir kabus gibi çök”müştür.)
Önemli olan, neyin o organizmanın ayırıcı, onun o yapan özelliği olduğu; neyin geçmişin kalıntısı olarak var olduğudur.
İnsanın bitkisel gıdaları pişirmeden aldığı; dolayısıyla selülözü parçalayarak, yediklerinin çok daha büyük bölümünü değerlendirmek gibi bir sorununun olduğu dönemin bir kalıntısı olarak vardır kör bağırsak. Homo Sapiens ise, yiyeceğini pişirdiği ve zaten kendisi de ateşin bir çocuğu olduğu için ve sadece bitkiyle değil, aynı zamanda hayvansal gıdalarla da beslenen bir canlı olduğu için; kör bağırsak onun için olmazsa olmaz; onu o yapan özellikleri taşıyan, organik bir bileşen değildir. O bir “geçmişin kalıntısı”dır. Bir insan Kör Bağırsağı olmadan doğduğunda veya Apandisit ameliyatlarında bu alındığında, onun var oluşu bundan etkilenmez; hatta apandisit olma tehlikesi ortadan kalktığından belki daha sağlıklı ve daha az tehlikeli bir yaşam bile sürebilir. Evrim sonucu İnsan kör bağırsağı olmayan bir insan olduğunda daha az insan olmazdı; aksine yemeklerini pişiren bir canlı olarak bu günkü yaşamına daha uyun bir biyolojik yapısı olurdu.
Homo Sapiens’te kör bağırsak var diye, biz Homo Sapiens’in bitkiyle beslenen bir hayvan olduğunu; onun önemli veya asli karakterinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Böyle davranan bir biyolog veya doktora gülünür.
Ama toplum bilimleri veya Marksizm söz konusu olduğunda, yapılan tam da budur. Marksizm’in organik bir bileşeni olmayan; geçmişin kalıntısı olarak onda bir kalıntı olarak bulunan özellikler; onun asli bir unsuru gibi ele alınmaktadır.
Örneğin Marksizm’in, “Eurosentrik”; “Pozitivist” vs. olduğu söylenmektedir.
Dikkat edilsin, Marksizm’de Eurosentrizmin; Aydınlanmanın güçlü etkileri vardır demek başkadır; bunları onun ayrılmaz ve organik bir bileşeni; asli özelliği olarak almak başkadır. Bunların onun asli bir bileşen değil; ayıklanması ve arındırılması gereken geçmişin kalıntıları olduğunu düşünen biri; yani bir Marksist, Marksizm’i bu kalıntılardan arındırmaya çalışır. Diğeri ise, bu kalıntılara Marksizm diyerek Marksizmi tahrif ederek ona karşı savaşmış olur.
Bu kısa not şunun için de önemli. Biz burada Marks’ı, Lenin’i, Troçki’yi veya Kıvılcımlı’yı, dolayısıyla onların dayandığı tarih, toplum ve devrim kavramlarını eleştirirken; bunu bir Marksist olarak; Marksizm içindeki Marksizm’e ait olmayanı atmak; geçmişin kalıntısı olanlardan onu arındırmak için eleştiriyoruz; Ancak böyle bir arınma ateşinden geçtiğinde Marksizm’in yeniden eski tazeliğine ve entelektüel gücüne kavuşacağını düşünüyoruz. Yani bir bakıma; Marks’a, Lenin’e; Troçki’ye veya Kıvılcımlı’ya karşı; yine onların mirası ile onları savunuyoruz. Yani “Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı vs. yaşasalardı, yeni bilgiler ve yaşanmış tarihsel deneyler ışığında; genellemelerinde ne gibi düzeltmeler yaparlardı?” sorusuna cevap denemesidir bu satırlar. Yanlış anlamalara karşı bunu kısaca belirtelim.
*
Marks, Önsöz’de tarihin temel gidiş yasalarını açıklarken, nerede, geçmişin kalıntısını; ya da bizzat eleştirdiği burjuva uygarlığının etkilerini farkına varmadan ifade etmektedir; nerede bu uygarlığın ufkuna hapsolmaktadır?
Bunu daha önce, Marksizm’in dini bir “inanç”; bir “bilinç biçimi” olarak tanımlayarak; yani Aydınlanma’nın din tanımını olduğu gibi alarak, sosyalist hareketin nasıl burjuva uygarlığının bir yayıcısına dönüştüğünü  “Tersinden Kemalizm” adlı kitapta ve “Marksizmin Marksist Eleştirisi” içinde yayınlanan küçük bir kitap çapındaki, “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı” başlıklı incelemede  göstermiştik.
Burada kısaca tekrar edelim.
Din’i sosyolojik olarak böyle (inanç, bilinç biçimi, ideoloji vs. olarak) tanımlamanın, aslında burjuva hukuk ve ideolojisinin din kavramını, sosyolojik bir kavram ve kategori haline yükseltmektir.
Çünkü inanç ya epistemolojik bir kategoridir ya da burjuva hukukunun; “politik olmayan”, “özele ilişkin” anlamında, hukuki bir kategorisidir; yani bu din tanımı sosyolojik değil, epistemolojik veya hukuki bir tanımdır.
Ama bu tanım tamı tamına Aydınlanma’nın Din tanımıdır. Din’in sosyolojik, Marksizmin kendi özüne uygun bir tanımı yoktur.
İşte geçmişin kalıntısı, Aydınlanma’nın kalıntısı olan en önemli kavram veya tanım budur Önsöz’de.
Yani Marksizm, Din’i inanç olarak tanımlayarak, Aydınlanma’nın din kavramını kabullenmiş oluyor; o uygarlığın ufku içine hapsoluyordu.
Aydınlanma ise, bizzat din kavramının tanımlanmasıyla kendini tanımlamış bir dindir. Yani Din’i İnanç olarak tanımlamanın kendisi toplumu açıklama değil; düzenlemedir. Diğer bir ifadeyle İnanç analitik değil, normatif bir kavramdır. Normatif kavramlar toplumu düzenlerler, ilişkileri açıklamazlar.
Sosyolojik olarak dinler de tamı tamına bunu yaparlar tüm toplumsal ilişkileri düzenlerler. Aydınlanma’nın bir din olduğunu anlamanın zorluğu buradadır.
Aydınlanma din kavramı aracılığıyla toplumu düzenleyen bir din kurar ama yine bir din kavramı aracılığıyla kendisinin din olmadığı yargısını yerleştirir. Din tanımı aracılığıyla, Din’in tüm toplumsal ilişkileri düzenlediği sosyolojik gerçeğini yok ederek kendinden önceki tüm dinleri toplumsal ilişkileri düzenlemekten çıkarır ve kendisi toplumsal ilişkileri düzenler, yani yeni bir din olarak ortaya çıkar. Ama burada onun din kavramını kullanarak onun da yeni bir din olduğunu anlamak olanaksızlaşır. Daire kendi üzerine kapanır.
İşte Marks’ın en temel hatası, geçmişin kalıntısı olan yanı budur, Toplumu düzenleyen Aydınlanma’nın bu Normativ Din kavramını olduğu gibi alıp, toplumu açıklayan bir Analitik kavram gibi Önsöz’de kullanmaktadır.
*
Sosyolojik olarak, Din inanç değildir. Din tüm üstyapıyı kapsar; üstyapının somut görünümüdür. Ve bu nedenle; Dine, din (inanç) denmesi de bizzat, modern toplumun dininin, yani modern toplumun tüm üst yapısının somut bir görünümüdür.
Din tüm üstyapı olarak ele alındığında, dinin anatomisini, yani yapısını veya o yapının işlevlerini incelerken, ideoloji, sanat, hukuk, politika, ahlak vs. dini oluşturan yapıyı analizin araçları olabilir ve böyle kullanılabilir. Bu anlamda, bu kavramlar sosyolojik analizin kavramları olabilir. Ama böyle olmaları için, her şeyden önce, dinin içinde; dinin analizinin araçları olmaları ya da dini oluşturan öğeler olmaları gerekir.
Ama Din, bir “inanç”, bir “ideoloji”, bir “bilinç biçimi” olarak tanımlandığı an, bu kavramların hepsi de; dinin yanı sıra; tıpkı din gibi, modern toplumun örgütlenmesinin araçları olan, hukuki ve ideolojik kavramlar haline dönüşürler. Yani dinin yanı sıra üstyapının ögeleri olarak bu kavramların kullanılması, sadece din kavramına normativ bir kavrama dönüştürmez, bu kavramların hepsi de anlam değiştirirler ve sosyolojik açıklamanın araçları olmaktan çıkarlar ve toplumu düzenleyen normatif kavramlara dönüşürler.
Artık o andan itibaren açıklamanın araçları değil, bu yeni anlamlarıyla bizzat açıklanması gereken fenomeni oluştururlar. Yani niçin bu kavramların dinin yanı sıra denerekten anlamlandırıldığı açıklanması gereken fenomendir; tıpkı dinin niçin inanç olarak tanımlandığı gibi. Çözümün aracı olmaktan çıkarlar sorunun parçası olurlar.  İşte Marksizm yolunu tam da burada kaybetmiştir. Bu nedenle ne bir üstyapılar teorisi ne de bir ulus teorisi geliştirememiştir.
Bunu somutlamaya çalışalım. Çünkü farklı içeriklerin aynı sözcüklerle karşılanması, bunun anlaşılmasını olağanüstü zorlaştırmaktadır.
Şöyle bir örnek verelim. Sanat veya estetik, ister modern, ister antik veya arkaik olsun, dinin dışında var olamaz. Laik olduğu söylenen modern sanat da, laiklik, yani dini inanç ve özel olarak tanımlamak modern toplumun dini olduğu için, bu dinin dışında anlaşılamaz.
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı” adlı romanında, minyatürde niçin perspektif olmadığını çok güzel açıklıyor örneğin. Bu onların perspektifi bilmemelerinden değil, ki öyle olsaydı, bilmemeleri bile, bizzat üretim ilişkileri ve o ilişkilerin ifadesi olan üstyapı yani din aracılığıyla açıklanabilirdi, perspektifin o toplumun üstyapısıyla, yani diniyle uyuşmaması nedeniyledir. Aynı şekilde, artık perspektifsiz resim olmaması da, minyatür olmaması da, bizzat modern toplumun dini içinde anlaşılabilir. Eskiden insan, birey olmadığı için perspektif yoktu; şimdi bütün toplum bireylerden oluştuğu için minyatür yoktur. Yani sanat ancak tümüyle üstyapı olarak dinin içinde anlaşılabilir ve dinin (Üstyapının) analizinin bir aracı olabilir.
Ama dini inanç olarak, sanatın veya estetiğin yanı sıra, bir üstyapı kurumu; bir bilinç biçimi vs. olarak aldığınız an, sadece Din kavramını değişmiş olmaz, sanat ve estetik kavramı da; o dinin içinden; onu analizin bir aracı olmaktan çıkar; dinin yanı sıra üstyapıyı oluşturduğu söylenen bir ideolojik kavram haline; burjuva toplumunun örgütlenmesini sağlayan bir kavram haline dönüşür. Ama bu haliyle artık, somut toplumda aslında din dışında bir sanat olamayacağından, ne modern, ne antik, ne de arkaik sanatı, ne de dini anlamak mümkün olur.
Ya da bunu daha açık görmek için Hukuk’u ele alalım. Tarihte bütün hukuk sistemleri din içinde var olur. İster Alevinin Dar’ı, ister İslam’ın Kadısı, ister Modern toplumun Hakim’i, hepsi üstyapının yani Dinin yapılanışının bir aracıdır. Dinin dışında bir hukuk yoktur. Bizzat din dışı olduğunu söyleyen modern hukukun kendisi, dini inanç olarak tanımlayan ve hukukun din dışında olduğunu söyleyen dinin içindedir. Bu nedenle, hukuku dinin dışında anlamak mümkün değildir. Hukuk dinin içinde ele alınarak, tekrar üstyapının analizinin, yani dinin analizinin bir kavramı olabilir.
Ama dini bir inanç, bir bilinç biçimi olarak, bir üstyapı kurumu olarak; hukukun yanı sıra tanımladığınız an, sadece dini inanç olarak tanımladığınız için değil; din dışı bir hukuk varmış gibi koyduğunuz için, ki bu tam modern toplumun dininin din kavramıyla sorunu ele aldığınız için de  modern toplumun dini içinde davranırsınız, hukuk kavramını da ideolojik bir kavram haline dönüştürmüş olursunuz. Yani dini inanç olarak ele aldığınızda da dinin tüm üstyapı olduğunu aynı zamanda kanıtlamış olursunuz farkına varmadan, gören göz için, yani dini tüm üstyapı olarak tanımlayan gerçek Marksizm veya sosyoloji için
Bu anlam kayması politikadan ahlaka her alanda görülebilir. Din dışı bir politika mümkün olmamasına rağmen, politik, dinin yanı sıra bir üstyapı kurumu gibi tanımlandığında; üstyapının (dinin)  bir öğesi olmaktan; bir analiz aracı olmaktan çıkar, din özele ilişkin anlamında kullanıldığından, politika da özel olmayan anlamı kazanır. Modern toplum ise, tamı tamına bütünüyle bu özel ve politik ayrımına dayanarak örgütlenmiştir. Modern toplumun dininin özü, özel ve politik ayrımının ta kendisidir.
İşte, Tarihsel maddeciliği açıklamasının daha ilk satırında, burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir aracı olan bir kavramı, sosyolojik bir kavram gibi ele alan Marks, Din sosyolojik olarak tümüyle üstyapı olduğundan, diğer kavramlarda da aynı yanlışı yapar. Yani aydınlanma dininin kavramlarıyla düşünmeye başlamış, çözümün parçası olmaktan çıkmış, sorunun parçasına dönüşmüş olur.
Dolayısıyla, dinle birlikte, Ahlak, Hukuk, Politika vs. hepsi burjuva toplumunun örgütlenmesinin aracı olan kavramlar haline dönüşür. Sonra da bu kavramları, sanki artık bu yeni anlamlarıyla sosyolojik analizin kavramlarıymış gibi, Tarihsel Maddeciliğin kavramlarıymışçasına kullanmaya kalkar. Artık oradan itibaren Marksizm bir sosyoloji değil; burjuva toplumunun ideolojisi olur. Tarihsel Maddecilik, Tarihsel Maddecilik olmaktan çıkar.
Tekrar alıntıyla görelim.
Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir
Görüldüğü gibi, Marks, tam da dini, bir inanç, bir bilinç biçimi olarak ele alarak, onun siyasal, hukuki, artistik, felsefi’nin yanına koymaktadır. Ama o andan itibaren, aslında onlar da, modern toplumun dininin kavramları haline; ideolojik ve hukuki kavramlar haline gelmiş olmaktadırlar. Ve Marks onları, sosyolojinin kavramlarıymış gibi kullanmaktadır.
Marksizm’in, bütün büyük ve ciddi Marksistlerin teslim ettiği gibi, bir üstyapılar teorisinin yokluğunun, metodolojik kökleri de tam buradadır.
Marksizm’in ya da sosyolojinin konusu olan Toplum denen varoluş ve harekette, Din dışında bütün bunların hiç birisi olamayacağı için, bir üst yapılar teorisi de bulunmamaktadır.
Bir üstyapılar teorisi bulunmadığı için, bu kavramların burjuva toplumunun üstyapısının araçları olduğunu görememektedir.
Bunu göremediği için de, bu kavramları sosyolojik analizin araçlarıymışlar gibi kullandığından bir üstyapılar teorisi kuramamakta ve bu kavramlarla kuramayacağını görememektedir.
“Kendi kuyruğunu yakalayamayan kedi” metaforlarıyla anlatmak istediğimiz; Marksizm’in burjuva toplumunun kavramlarını kullandığı için burjuva toplumunun kavramlarını kullandığını görememesidir.
Tabii daha kötü olan sonuç, Marksizm’in bizzat kendisinin burjuva toplumunun dininin kavramlarını kullanması ve yaygınlaştırması nedeniyle, onun bir alternatifi olamaz, bizzat bu burjuva uygarlığının yayıcısı olur. Gerçek tarihte, Marksizmin kendi iddiasının aksine nesnel olarak yaptığı da tamı tamına bu olmuştur.
*
Peki, bu Din’i bir “inanç”, bir “bilinç biçimi”, Üstyapı’nın bir öğesi olarak tanımlama ve tüm diğer üstyapı öğelerini de birer ideolojik kavrama dönüştürmek ve sonra da bunları sosyolojik kavramlar olarak kullanmak, Tarih ve Devrim kavramında nasıl bir çarpılmaya yol açmaktadır?
Şimdi kısaca onu göstermeyi deneyelim.
Din tüm üstyapı olduğuna göre, o aynı zamanda Hukuk’tur. Yani aynı zamanda, Marks’ın dediği gibi,  Mülkiyet İlişkileri’dir. Dinin dışında mülkiyet ilişkileri olamaz.
Peki, mülkiyet ilişkileri nedir?
Bizzat Marks şöyle diyor:
toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler”
Yani “Mülkiyet ilişkileri” “Üretim İlişkileri”nin hukuki ifadesinden başka bir şey değildir. Ama sosyolojik olarak dinin dışında, “Mülkiyet İlişkisi” diye bir şey var olamadığından, din arkaik, antik ya da modern toplumda, “Mülkiyet İlişkisi”, yani aslında “Üretim İlişkisi”sinin ifadesidir. Dinin dışında bir “Mülkiyet İlişkisi”; Bir “Üretim İlişkisi” var olamaz.
Bu durumda, dini anlamak için, yani bir toplumun üstyapısını anlamak için, “Üretim İlişkileri”ni; “Üretim İlişkilerini” anlamak için onların hukuki ifadesi olan “Mülkiyet İlişkileri”ni, yani Din’i anlamak gerekir.
Yani Din’in dışında, onun yanı sıra, “Mülkiyet İlişkisi” olmadığına göre, “Mülkiyet İlişkisi”nin değişmesi demek, dinin değişmesi; tüm üstyapının değişmesi demektir.
O zaman Devrim de, bir dinden diğer dine geçiş demektir. Bir dinden diğer dine geçme olmadan, bir devrimden, mülkiyet ilişkileri değişiminden söz edilemez.
Marks, Devrim Teorisi’ni şöyle kuruyor:
“Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”
Peki Üstyapı, Din denen şeyin karşılığı olduğuna göre; din dışında mülkiyet ilişkileri de olamayacağına göre, o zaman yukarıdaki satırları, Burjuvazinin Din’e inanç diyen ideolojisinin kavramıyla değil de, Bizzat aydınlanmanın kör bağırsağından arındırılmış, Marksizm’in, Tarihsel Maddeciliğin (Diyalektik Sosyolojinin) kavramıyla Marks’ın satırlarını şöyle okumak ya da yazmak gerekir: “İktisadi temeldeki değişme, Üstyapı denen Dini büyük ya da az bir hızla alt üst eder.”
Böyle okunduğu an, devrim anlayışındaki bu değişme, hem tarihin kavranışında, hem de programda değişme anlamına gelir. Böylece hem Tarih’i hem de dinleri (yani toplumların üstyapılarını) anlama olanağı doğar.
Örneğin, bu bize Tarihsel Maddecilik kitaplarının hepsindeki çok temel bir eksiği açıklama ve giderme imkânı verir.
Bilindiği gibi, Marksizm’e göre bu tarihsel gidişin devrimlerle olması gerekiyor. Ama Marksist el kitaplarında, Modern burjuva devrimlerinden başka bir devrimden söz edildiğini bulamayız. Örneğin, (bu kavramların yanlışlığı da ayrı bir konu olmakla birlikte) “köleci toplum”a veya “feodal toplum”a hangi devrimle geçilmiştir? Eğer Marks’ın yukarıdaki ifadeleri doğruysa, hızlı ya da yavaş bir devrimler olmuş olması gerekir. Ama bu yönde bir gönderme yoktur.
(Kıvılcımlı’da “Tarihsel Devrim” kavramı vardır ama o da Marks’ın hatasıyla malul olduğundan, dikkati çektiği devrimleri, “Üretici Güçler” kavramının içeriğini değiştirerek açıklamaya çalışır. Yani uygarlıkların ve uygarlık rönesanslarının aslanda dinsel, yani toplumun üstyapısına ilişkin değişimler olduğunu söyleyemez.)
Yani mülkiyet ilişkilerini ve hukuku, dinden bağımsız ve onun yanı sıra var olan bir şey olarak görünce, tarihteki devrimler de tanımlanamamaktadır; Tarih devrimsiz bir tarihe dönüşmektedir.
Hâlbuki Mülkiyet ve hukuki ilişkilerin değişiminin, bunlar din dışında var olamayacağından, dinlerin değişimi anlamına geldiğini bilirsek hemen bu sorun çözülmektedir. Peygamberler; tek tanrılı dinlere geçişler veya efsanelerin (mitolojinin) tanrılaşmış yeni dinler kuran kahramanlarının aslında hep devrimler yaptıkları; toplumların üstyapısının yeni bir örgütlenmesine öncülük ettikleri ortaya çıkar. İslam veya Muhammet bir devrim ve devrimci olarak ortaya çıkar. İsa ya da Hıristiyanlık da aynı şekilde.
Böylece, tarih kavrayışı da, o “ilkel”, “köleci”, “feodal” tarzındaki, mülkiyet ilişkisini dinden koparan, metafizik bağlamından ve deli gömleğinden kurtulur. İnsanlık tarihi Komün, Uygarlık ve Modern Kapitalizm biçiminde çok net ve her birinden diğerine geçiş bir dinden diğer dine geçişe tekabül eden bir anlaşılırlık kazanır. Bundan sonra, o dinlerin, yani üretim ilişkilerinin karşılıklı ilişkilerinin ortaya çıkaracağı çeşitli varyasyonları anlamak ve çözmek çocuk oyuncağı haline gelir (Bunun örneklerini, Beşikçi Eleştirisi adlı kitapta, Alevilik, Şafilik, İslam, Budizm, Şamanizm bağlamında ana hatlarıyla göstermeye çalıştık.)
Böylece bütün önemli din kitaplarının, destanların; peygamberler tarihinin ve bütün felsefe tarihlerinin devrimlerin tarihini anlattıkları veya bu devrimlerle ortaya çıkacak üst yapının temellerini attıkları ortaya çıkar. Bu bakış aynı zamanda, aydınlanmacıya saçma görülen ve aslında açıklanamayan dinlerin ve din kitaplarının, dinin temeli olan tapınakların niçin böyle merkezi, tüm toplumsal hayatı kapsayan bir yeri olduğunu; o saçma gibi görünen kitapların nasıl bu kadar etkili olabildiğini de açıklar.
Zaten Din’i inanç olarak ele alan burjuva sosyolojisi, bizzat onun açıklama olanağını da yitirir. Bütün insanlık tarihi, hurafelere inanışın tarihi olarak görülür.
O halde, bizlerin bütün tarih bilgisi, bütün tarih kitapları da, modern burjuva toplumunun kavramlarıyla çarpılmış olarak tarihe baktığından ve onu öyle aktardığından, baştan aşağı bilim dışıdır; ideolojiktir ve burjuva toplumunun örgütlenmesinin araçlarıdır. Onlar da Modern Toplumun “Kıssas-ı Enbiya”larıdır.
O halde tüm tarihin yeniden görülmesi ve yazılması gerekmektedir.
Ama bu kavrayış, daha da önemli olarak, bizlerin geleceğe ilişkin programında ve devrim tasavvurlarında müthiş bir alt üstlük yaratır ve şimdiki program ve tasavvurların, burjuva uygarlığının kavramlarına sıkışmış olduğun gösterir.
Bir çocuğun bile yapabileceği ilk çıkarsama şudur: Üretim ve Mülkiyet ilişkisi, böyle birbirine bağlı ise, Mülkiyet ilişkisini değiştirmek aynı zamanda dini değiştirme olmak zorundaysa, bizlerin yapacağı devrim, bir din (Üstyapı) değişikliğine tekabül etmelidir. Bu din (Üstyapı) ne olacaktır?
Modern Kapitalist Toplumun üstyapısı, ya da dini, özel ve politik ayrımı; din, hukuk, kişisel, estetik vs ayrımı olduğuna göre; bu ayrımın kendisi aslında sosyolojik ayrılmazlığın ifadesi olduğuna göre; sosyalist bir devrimin üstyapısı, her şeyden önce, burjuvazinin dininin bu ayrımına son vermek zorundadır. Yani sosyalist devrim, Özel - Politik ayrımını ortadan kaldıran bir üstyapı, yani din gerçekleştirmelidir. Diğer bir ifadeyle nasıl İnsan (modern toplunun kelimei şahadeti olan insan hakları evrensel beyannamesinin insanı) , Müslüman’ı, Hıristiyan’ı veya Alevi’yi yok ettiyse; Sosyalizm de İnsan’ı yok etmek zorundadır. Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Ancak o zaman bir Sosyalist Devrim’den söz etmek mümkün olabilir.
Ama uluslar insanı da yok etmiştir.
İnsan’ı yok etmek için de önce onu önce ortaya çıkarmak zorundadır. Türk, Alman, Fransız, Amerikalı’yı yok ederek ancak İnsan’ı var edebilir.
Ayrıca pek ala, aynı din içinde; aynı üretici güçlerin gelişmişliği düzeyinde, farklı mülkiyet ilişkileri; yani farklı dinsel biçimler olabilir. Örneğin, kara sabana dayanan Komün de olabilir; Kölecilik de; yarıcılık da. Aynı şekilde, özel politik ayrımına dayanan, Ortak mülkiyet de; özel mülkiyet de olabilir. Bunlar aynı uygarlık içindeki varyasyonlardır. Örneğin Antik dinlerde ve çağda, Komün’ün toplumsal ağırlığı Ortak mülkiyetin ve dolayısıyla dinin farklı yorumlarını (Tarikatler, mezhepler) getirmiştir. Ayın şey Modern çağda da olabilir. Komün’ün yerini ezilen sınıflar aldığında, burjuva uygarlığının dininin heretik biçimleri aynı din çerçevesinde ama farklı mülkiyet biçimi içinde olabilir. Ve tarih olduğun da göstermiştir. Sovyetler ve diğerleri.
O halde, Ekim Devrimi ve onun kurduğu düzen, modern toplumun dini içinde farklı bir mezhep gibi kavranabilir. O, burjuva ya da modern uygarlığı ve dini sorgulamamış; o uygarlık ve din çerçevesinde, ezilenlere daha elverişli yaşam koşulları sunacak, mülkiyet ilişkileri sağlamayı hedeflemiştir. (Bunu da tamamıyla başardığı söylenemez.)
Yani bir bakıma, Marksizm, buraya kadar gösterdiklerimizle, bizzat kendisi, burjuva uygarlığının ufkunda kaldığından, o uygarlığın içinde heretik bir muhalefet (zındıklık) olarak kalmıştır. Başka bir uygarlığı programlaştıramamıştır. Dolayısıyla Ekim Devrimi, tıpkı İslamiyetin Göçebe Oğuzlar veya Berberiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı alması gibi; burjuva uygarlığının işçiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı almasıdır. Onun üstyapısını sorgulamaz ve dokunmaz, aksine yayar.
Başka bir Üstyapı yani Din kurmak zorunda olan İşçi ve sosyalist hareketin programı, kendisini, sadece mülkiyet ilişkileri ve politik ilişkilerle sınırlayamaz.
Şimdiye kadar bütün programlar böyle oldu işçi hareketinde. Ama böyle bir durum mümkün değildir, bizzat bu program anlayışı; dinin yanı sıra, hukuk ekonomi, politika tarzındaki burjuva toplum örgütlenmesinin temeliyle damgalıdır. Program tüm üstyapıyı kapsamak zorundadır. Kendisini, sadece, ekonomik, hukuki ve politik tekliflerle sınırlayan ve bundan ötesini bilinmeze bırakan bir program, burjuva uygarlığının kategorilerinin dışına çıkamadığı için, o uygarlığın karşısında bir alternatif de oluşturamaz.
Program, ayrı bir Din, yani tümüyle üstyapı olmak zorundadır. Bu, bugünkü üstyapının temelini havaya uçurmak olarak anlaşılmalıdır; tüm ayrıntıların belirtilmesi, geleceğin toplumu için “Mutfak reçeteleri” hazırlamak olarak değil. Yani, örneğin, özel, politik, ekonomik ayrımına son vermek; ayrımın kendisini sorgulamak zorundadır. Ama bunu yapabilmek için, öncelikle kendisinin özeleştirisini yapmak; kendi kullandığı kavramları eleştirmek, kullandığı burjuva uygarlığının kategorilerinin sosyolojik kategoriler değil; burjuva uygarlığının kategorileri olduğunu görmek ve  göstermek zorundadır. Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.
Böylece, “başka bir uygarlığı programlaştırmak” veya “ahlaki bir boyut eksikliği” gibi birçok Marksist’in sözünü ettiği sorunlar da bir kılıç darbesiyle çözülmektedir.
Din’in tümüyle üstyapı olduğu önermesi, Gordiyos düğümünü kesen İskender’in Kılıcı gibidir. Marksizm’in ve sosyalist hareketin ve işçi hareketinin kör düğüm olmuş bütün sorunları, birbiri ardından bir kılıç darbesiyle çözülmektedir. Yeter ki bu kılıcı kullanmayı bilelim.
Bizzat Marksizm’in ve Sosyalist hareketin ve İşçi hareketinin tarihine bu ışık altında baktığımızda, o da başka bir anlam kazanmaktadır.
Henüz böyle bir program anlayışına ve bu anlayışın teorik temeli olan Tarihsel Maddeciliğe varamaması, Marksizm’in ve işçi sınıfının, onun henüz, tarihsel olarak burjuva uygarlığını aşacak olgunluğa varmadığını; keza, o toplumun henüz olanaklarını tüketmemişliğini de gösterir. Marks bizzat önsözdeki satırlarında kendisinin bu zaafını da açıklayan anahtarı sunmaktadır:
“İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar”
*
İşçi hareketi, bir bakıma, çürümüş imparatorluk veya uygarlıkları yıkan, ele geçiren, ona ilk zamanlarının dinamizmini veren ama onu başka bir kaliteye, daha üstün bir uygarlığa geçiremeyen göçebe fatihlerin durumuna benzemiştir.
Her devrim, daha yayılırken, aynı zamanda çürümeye gerilemeye de başlar. İster Hıristiyanlık, ister İslam olsun bu görülebilir. Bu çürüyen uygarlığın dini ile dinlenmiş göçebe fatihler onu yıkarken aynı zamanda, yayarlar. Oğuzların, Bizans ve Abbasi İmparatorluklarını yıkışı göz önüne getirilsin.
Ama bu yayış, bizzat kendisi de aynı o dini çürüten güçlerin etkisi altındadır. Yani Selçuklular örneğin, Abbasileri daha yıkarken, kendileri de İslamiyet’i çürüten toplumsal güçlerin etkisi altına girerler. Diğer yandan, yıktıklarını orijinal biçimiyle de kuramazlar, onun yozlaşmış biçimlerine bir dinamizm verirler. Örneğin, İslam’ın ilk yıllarında Halifeler seçilirken, bu Seçim’e bir dönüş olmaz artık. Yeni Fatihler de çökkün dönemin soydan gelen Sultanları olurlar. İlk fetih günlerinin, eşitler arasında birinci olan askeri önderi, kendisine taze bir soluk verdiği dinin hızlı çöküşünden de hızlı bir şekilde, daha zaferinin kanı kılıcında kurumadan, eşit yoldaşlarını, kardeşlerini öldürmeye başlar.
Diyelim ki Selçuklu ve Osmanlı yayılışları; göçebeler eliyle yapılmış İslam devrimi; ya da bu devrimin yayılması idiyse; Endülüs, Berberler eliyle yapılmış İslam devrimi yayılışı idiyse; Ekim Devrimi de; burjuva devriminin, modern dinin, işçiler eliyle yapılması ve yayılmasıdır.
İşçiler, Ekim Devrimi’nde, bizzat, ayrı bir din olmayan; sadece mülkiyet ve devlet ilişkilerini düzenleyen programlarıyla, başka bir din kuracak kapasitede olmadıklarını ama o uygarlığın dinine ilk dönemlerinin canlılığını verebilecek kapasitede olduklarını bir şekilde ifade etmiş oluyorlardı.
Tam da işçi hareketi ve sosyalizm, burjuvazinin dininin ötesine geçemediği için, krize girmiş bulunmaktadır. Yani sosyalizmin ve İşçi hareketinin krizi, bu nedenle, burjuva uygarlığının krizinin bir görünümüdür. Burjuva uygarlığı ve dini, olanaklarını tükettiği için, işçi hareketi ve sosyalist hareket, o dinin kabulleri içinde bir program oluşturamamaktadır.
Bir dinin gericileşmesi, yozlaşması başkadır, olanaklarını yitirmesi başkadır. İslam daha Halifeler döneminde yozlaşmaya başlar; ama bu yozlaşmış biçimiyle bile, hala yayılmasını sürdürür çünkü olanaklarını tüketmemiştir.
Burjuvazinin dini, daha Thermidor günlerinde, gericileşmeye başlamıştı; tıpkı Emevilerin egemenliği ile, halifelerin seçiminin ve silahlı Müslümanlardan oluşan orduların tasfiyesi ile halifeliğin soydan geçişini geçirmeleri gibi, Napolyon’un kendini İmparator ilan etmesiyle İslam devrimiyle aynı akıbeti paylaşmaya başlamıştı. Ama bu burjuvazinin dininin, olanaklarını tükettiği anlamına gelmiyordu.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket esas olarak, tıpkı Komün yaşamından yeni çıkan Oğuzlar veya Berberiler gibi, bu dinin ilk devrimci döneminin hayallerinin ve üst yapısının peşindeydi. Buna eklemek istediği ayrı bir uygarlık değil; o uygarlığın eşitsizliklerine ve aşırı sömürüsüne son vermekti. Yani o uygarlıkta bir reformdu. Bunu Mülkiyet ilişkilerini değiştirerek elde edebileceğini düşünüyordu.
Ama iktidarı ele geçirdiğinde, Yani Ekim’de, bu uygarlığın gerici biçimlerinin de yayıcısı oldu tıpkı göçebe fatihlerin feth ettikleri uygarlığın gerici biçimlerinin yayıcısı olmaları gibi. Burjuva uygarlığının dini, ilk başlardaki “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen ilk ideallerini terk etmiş ve politik olanı, dile, dine veya belli bir toprak parçasına göre tanımlayan gerici bir biçime geçmişti. İşçi hareketi, bir yandan “Demokratik Cumhuriyet” programıyla bu dinin henüz devrimci döneminin ideallerini savunurken, diğer yandan, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” parolası altında, bizzat kendisi, modern toplumun dininin bu gerici biçimin yayıcısı oldu.
Ve bizzat kendi uğradığı, gençlik aşısı yaptığı dinden, (özel savaş koşulları, Sınıfın yok olması; tecrit olması vs. gibi nedenlerle), hiç de daha yavaş olmayan kendi çürümesi (Stalinizm) sonunda, burjuva uygarlığının dininin, en gerici biçiminin bir yayıcısına dönüştü. Bu modern toplumun dininin demokratik kökenlerine bile karşı çıkar oldu. Tıpkı, Oğuzların, henüz Sünniliğin veya soydan halifeliğin olmadığı ilk İslamiyet’in değil de, Sünniliğin yayılmasının araçları olmaları gibi.
Ekim Devrimi’ne bu tarz yaklaşım Troçki ve Lenin’lerin yaklaşımları ile çelişmemekte, onları da içermekte ve daha geniş bir perspektiften onları yeni bir ışık altında görmektedir. Örneğin, ABD’nin niye içindeki cumhuriyetleri coğrafi parçalar ve bir dünya birleşik devletinin parçaları gibi adlandırırken; İşçilerin devrim yaptığı Sovyetler’in; cumhuriyetleri, dile, dine göre tanımlanmış uluslar halinde tanımladığı; niye bu gün milliyetçiliğin en gerici biçiminin yayıldığını; hatta kendi çöküşünü bile açıklamaktadır.
O halde, Ekim Devrimi, İşçiler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi veya burjuva uygarlığı yayılmasıdır. Burjuva uygarlığının üstyapısını (dinini) yaymış, ama ilk zamanlar onun devrimci dönemine belli bir dönüşü içerirken, kendi hızlı yozlaşmasıyla, onun en gerici biçiminin de yayıcısı olmuştur.
Elbette Lenin’ler, Troçki’ler Sosyalisttiler. Milyonlarca işçi ve sosyalist, Sosyalist bir devrim yaptığını düşünüyordu. Ama yaptıkları, özünde işçiler ve Sosyalistler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi, daha doğrusu bu devrimin, burjuva uygarlığının bir yayılışıydı. Bunun daha eşitlikçi bir versiyonu amaçlanıyordu. Kaldı ki ona bile ulaşılamadı. Tarihte de benzerlerdi vardır: Karmıta’lar gibi.
Onların sosyalist inançlarından zerrece şüphe etmiyoruz ve kendimizin onların mücadelelerinin sürdürücüsü görüyoruz. Ama Marks’ın dediği gibi,
“ Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”
Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.
09 Ekim 2005 Pazar
Bu yazının kısaltılmış bir versiyonu Siyaset Dergisi’nde yayınlandı.
Üslupta bazı düzeltmeler yaptık.
1 Kasım 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:





[1] Teorinin gün yüzüne çıkamamış ve “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmış ilk açıklaması Alman İdeolojisi’dir.
[2] Burada “Açıklama” sözcüğünün altını çiziyoruz. Bir teoriyi açıklamak başkadır, uygulamak başka. Teorinin ilk genel uygulaması Komünist Manifesto’da görülebilir örneğin.

1 yorum:

Covav dedi ki...

İnsanlığın üzerinden çok büyük bir yükü kaldırdın rahatca yürüyebiliriz artık koşamazsak ta. Demek ki 100 yıl geçmesi gerekiyormuş nokta koymak için.