19 Şubat 2017 Pazar

#HAYIR, Emek, Sınıf, Din ve Marksizm

Marksizm denince hemen herkesin aklına “Emek”, “Sınıf” ve “Sınıf Mücadelesi” kavramları gelir.
“Emek” toplumun maddi ekonomik temelinin gidişini açıklayan en temel kavram; “Sınıf” ve “Sınıflar mücadelesi” de tarihin ve toplumun temel hareket yasasını açıklayan Marksizm’in temel kavramları olarak kabul edilir.
Marksizm’le özdeşleşmiş “Komünist Manifesto”nun ilk satırları, “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” diye başladığı için, Marksistler de, Marksist olmayanlar ve Marksizm’in düşmanları da, Tarih’i Sınıflar ve Sınıf Mücadeleleriyle açıklamanın, “Sınıf” ve “Sınıf Mücadelesi” kavramlarına dayanmanın Marksizm olduğunu düşünmüşler ve savunmuşlardır.

Benzer şekilde, Marks, Modern kapitalist ekonomiyi analiz ettiği, “Modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırdığı” temel eseri olan Kapital’de, Einstein’ın E=m.c2 formülü gibi,  yani maddenin yoğunlaşmış enerji olması gibi,  emek değer teorisine, yani bir malın değerini belirleyenin içinde yoğunlaşmış sosyal emek miktarı olduğunu kabul ettiğinden; “emek” kavramı da Marksizm’le özdeşleşmiştir.
Emek ve emekçi sözleriyle konuşmak, Marksistliğin şanındandır diye bilinmiştir. Sosyalist partiler kendilerine Emek veya Emekçi isimleri almakta yarış etmişlerdir.
Ne var ki, ne Sınıf ve Sınıflar Mücadelesi kavramlarının; ne de Emek kavramının Marksizm’le ilişkisi yoktur. Bunlar Marksizm’in ayırıcı kavramları değildirler; hatta bu kavramlarla Marksizm’i özdeşleştirmek, onu burjuvazinin kabul edeceği hale getirmektir ve anti Marksist bir Marksizm kavrayışıdır.
Neden ve nasıl? Önce bir matematik formül gibi dayandığı mantığı; sonra da bunun çelişkili gibi görünen politik sonuçların çelişkisiz olduğunu görelim. Yani ulusalcıların neden hep Marksist iddialı olduklarını; Kadıköy’ün neden metre kareye en çok Marksist düşen yer olduğunu, bu çelişkili görünenin ardındaki temel metodolojik özdeşliği görelim.
*
Marks, 1852’de dostu Weydemeyer’e yazdığı mektupta bunu açıkça da belirtir:
Bana gelince, modern toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular.
Benim yeni olarak yaptığım şey:
1-sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu,
2-sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını,
3-bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir.”
Yani Sınıflar ve sınıf mücadelesini kabul etmek ve bununla toplumu ve tarihi açıklamak, burjuvazinin ufku içinde onun kabul edebileceği bir şeydir; tam da bu nedenle burjuva düşünürler bu kavramları bulup geliştirebilmişlerdir.
Bu nedenle de, Lenin, daha sonra Marksizm’i Sınıflara ve Sınıf Mücadelesine indirgemenin, onu burjuvazinin kabul edebileceği bir şey haline getirmek olduğunu söyler.
*
Aynı durum, Emek kategorisi için de söz konusudur. Bir malın değerini belirleyenin onun içindeki yoğunlaşmış emek olduğu kavrayışı, çok daha önce, İskoçya Aydınlanması’nın ürünü Adam Smith, Ricardo gibi burjuva ekonomi politikçileri, hatta onlardan bile çok daha önce, İbni Haldun tarafından formüle edilmişti.
Marks’ın katkısı ve Marksizm’in ayırıcı kavramı ise, emek ve işgücü kavramlarını ayırmak, işgücü denen metaın kullanım değerinin, kendisinin yeniden üretiminden çok daha büyük bir değer (emek) yaratmasında olduğunu bulmaktır. Artı değerin kaynağı budur. Artı değerin içinde ise, modern topluktaki egemen sınıfların gelirleri vardır: kar, faiz, rant.
Yani, kapitalist bir toplumda, işgücünün kullanımıyla ortaya çıkan emeğin (değerin) içinde, sadece kendi ücreti değil, sanayicinin karı, ticari kar, faiz ve rant vardır.
Bu nedenle burjuvazi emekten yanadır. Emeğin değerini en iyi burjuvazi bilir.
Marks çeşitli yerlerde buna dikkati çekmiş, alayla, burjuvazi emeğin değerini en iyi bilen olduğu anlamında sözler etmiştir.
Tabiri caiz ise, sosyalistler ya da Marksistler, emekten değil, işgücünden yanadırlar. Emekten yana olmak var olan sistemi ve temel sınıfları kabul etmek demektir.
 “Emeğin Avrupa’sı” diyen ÖDP’nin en güçlü olduğu yerlerden birinin Kadıköy olması, bu çelişkili gibi görünenin bir çelişki olmadığı böylece daha iyi görülebilir. Keza Emek Partisi’nin de adının ima ettiğiyle uyumlu olmadığı da böylece şaşırtıcı olmaktan çıkar.
Marksizm her kavramı fizikteki, birbiriyle iç tutarlılık içindeki, matematik formüller gibidir. Bir fizikçi nasıl uzun yıllar matematik de öğrenmek zorundaysa; toplum ve tarihin yasaları üzerine kafa yoran herkes, tıpkı matematik öğrenir gibi Marksizm’in bu kavramlarını ve kavramlarının iç tutarlılığını öğrenmek zorundadır.
Bu bilgiyi edinmenin bir tek yolu vardır: Marksizm uzun ve sabırlı bir çabayla otantik kaynaklarından inceleyerek öğrenmek. Bu öğrenme sürecine aynı zamanda, demokrasi mücadelesi içinde bir siyasi pratiğin de eşlik etmesi gerekir.
*
Peki, Marks’ın, kendisinin katkısı olarak, yani Marksizm’in ayırıcı özelliği olarak neyi belirtiyordu?
Benim katkım, bunların “Proletarya Diktatörlüğü” ile sonuçlanacağını öngörmemdedir diyordu.
“Proletarya Diktatörlüğü” bir “devlet biçimi” olduğuna göre, kategorik olarak şunu demiş oluyordu, benim esas katkım, devlete ilişkin alandadır. Devlet de toplumun üstyapısı olduğuna göre, esas katkım, üstyapıya ilişkin bir alandadır demiş oluyordu.
Yani yine yaygın Marksizm anlayışlarından farklı bir yaklaşım. Marksizm deyince herkesin aklına ekonomi, üretici güçler, bunlara vurgu falan gelir. Ama Marks tutuyor bambaşka bir alandan söz ediyor: üstyapı, devlet. Katkım buralarda demiş oluyor.
Yukarıdaki alıntının yapıldığı tarih, 1852. Yani 1848 devrimi yenilgiye uğramış, Londra’da göçmenlik ve sefalet günleri başlamış. Proletarya Diktatörlüğü diyor ama o zamana kadar dünyada “Proletarya Diktatörlüğü” diye bir şey de olmamış. Yani aslında katkısının olduğunu söylediği şeyin kendisi de sadece bir öngörü.
Bunun ne anlama geldiğini şöyle bir benzetme daha iyi gösterebilir. Diyelim ki Einstein’ın Özel veya Genel rölativite teorisi deneyle ve gözlemle kanıtlanmamış olsun ama o esas katkısının, saatlerin yavaşlamasında, ışığın eğrilmesinde olduğunu söylüyor. Teorik sistemine ve kavramlarına böylesine güçlü bir özgüvenin de ifadesidir Marks’ın satırları bu anlamda.
Peki, bu öngörü doğrulandı mı?
Evet.
Peki, ne zaman bu öngörüyü doğruladı tarih?
Paris Komünü’nde, yani 1871’de.
Paris Komünü’nde ne Komünist parti vardı, ne de Marksistler vardı. Alman orduları zafer kazanıp Fransız devleti dağılınca; Burjuvazi de Paris’i terk edince, Paris’te kalan esas ezilen halk, hem kendilerini yönetmek, hem de Alman ordusuna karşı şehri savunmak için, bir mekanizma kurdular alel acele, bunun adı Paris Komünü idi.
İşte bu içinde Marksist olmayan, en geniş özgürlüklerin bulunduğu; halkın üzerinde yükselen özel silahlı adamların bulunmadığı; yönetmek üzere seçilmişlerin en sıkı biçimde kontrolden çıkmasınlar diye denetlendiği bu organ, bu yapı veya “kelimenin gerçek anlamında devlet olmayan devlet”, bilinen adıyla Paris Komünü, “Proletarya Diktatörlüğü” idi.
Öngörü kanıtlanmıştı.
*
 “Diktatörlük” kavramı ve sözcüğü herkesin tüylerini diken diken edeceğinden, onun kullanımındaki anlam ve bugünkü anlamı hakkında birkaç söz gerekiyor. Çünkü Marksist kavramların dakikliği ve tutarlılığı anlaşılmadan hiçbir şey anlaşılamaz.
Marks ve Engels, “Proletarya Diktatörlüğü nedir?” mi diyorsunuz, “Paris Komünü Proletarya Diktatörlüğü idi” dediler.
Yani onların diktatörlükten anladığı diktatörce bir yönetim değildi.
Peki, niye öyle diyorlardı? Niye böyle “itici” bir kavramı kullanıyorlardı?
Çünkü Marks ve Engels’in kavram sisteminde, “diktatörlük” kavramı sosyolojik anlamıyla kullanılmaktadır, politik anlamıyla, diktatörce bir yönetim anlamında değil.
Sosyolojik olarak Demokrasi ve Diktatörlük özdeş kavramlardır. Her demokrasi bir diktatörlüktür. Demokrasi=Diktatörlük’tür. Sosyolojik anlamıyla “Demokrasi” Kavramını kullandığınız her yerde “Diktatörlük” kavramını kullandığınızda denklemde en küçük bir değişme olmaz. Yani her Demokrasi aynı zamanda bir Diktatörlüktür.
Her demokrasinin bir diktatörlük olduğunu şöyle gösterelim. Demokrasi insanların ya da yurttaşların eşitliğini var sayar. Ama toplumun bir kesimi, “Hayır bütün insanlar eşit değildir, biz mavi kanlılar bu toplumu yönetmek için gelmişiz, nasıl sürüyü güden bir çobana gerek varsa, bize de toplumu gütmek için gerek var” diyor. Ve üstüne üstlük, bunu savunanların silahları ve silahlı adamları da var. Yani bu anlayışlarını topluma kabul ettiriyorlar veya ettirebilirler.
Bu anlayış ile insanların eşitliği anlayışı bir arada bulunabilir mi?
Bulunamaz.
İster istemez, Demokrasi, insanların eşit olmadığı anlayışı ve bunu savununlar üzerinde bir diktatörlük olmak zorundadır.
Demokrasi insanların eşitliğini kabul edenlerin, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler üzerindeki diktatörlüğüdür.
Her demokrasi böyledir gerekli değişiklikler yapıldığında. Örneğin “Türk Demokrasisi” mi diyorsunuz o Türklerin Türk olmayanlar veya kendini öyle görmeyenler üzerindeki diktatörlüğüdür.
Marks ta diktatörlüğü bu anlamıyla kabul ediyor ve kullanıyordu. Bu kavramı kullanmasının kökeninde Kralın, asillerin ve kilisenin imtiyazlarını reddeden, eşit yurttaşlara dayanan bir cumhuriyet kuran, ama bunu onların direnişini engellemek için şiddet araçlarıyla kuran, dolayısıyla da insanları eşit kabul etmeyenler karşısında bir diktatörlük olan, Fransız Devrimi vardı.
Bugün diktatörlük kavramının bu sosyolojik anlamı unutulmuş ve kirlenmiş bulunuyor. Nedenine gelince.
Sonradan, Rusya’da, yani yüzde doksanı köylü bir ülkede, üstüne üstlük, savaş ve iç savaşta tüm üretici güçleri tahrip olmuş bir ülkede, devrim tecrit olup, bir bürokratik sınıf ortaya çıkıp devrimin yerini bir karşı devrimle alınca, bu yeni bürokrasi, kendi diktatörlüğünü ve baskıcı yönetimini meşrulaştırmak için, bu diktatörlük kavramını alıp, onu politik anlamıyla, yani özgürlüklerin olmadığı bir devlet biçimi anlamıyla kullanıp, Marks’ı da şahit göstererek egemenliğini meşrulaştırmaya çalıştı. Yani “proletarya diktatörlüğü”nin kendi diktatörce yönetimi olduğunu iddia etti. Bu biçimiyle egemen sınıfın ezilenlere bir sınıf mücadelesi aracı oldu.
Bizlerin bugün anladığı diktatörlük budur. Bu ise Proletarya Diktatörlüğü değil, tabiri caiz ise bürokrasinin proletarya üzerindeki diktatörlüğü idi. Ve bu nedenle, “Proletarya Diktatörlüğü” kavramının reddedilmesinin ve tepki çekmesinin ezilenlerin sağlıklı bir tepkisini yansıttığını söyleyebiliriz. İkisi aynı anlamda olduğundan “Proletarya Diktatörlüğü” yerine “Proletarya Demokrasisi” gibi bir kavramı kullanmak çok daha uygun olabilir.
Tabii bu kavram kargaşası sadece Bürokrasinin egemenliğini meşrulaştırmıyordu; aynı zamanda bu burjuvazinin de işine geliyordu. Devrimci bir programın içi boşalmış ve sosyalistler de bir baskı rejimini savunur duruma düşmüş oluyorlardı. Bu nedenle bu “Proletarya Diktatörlüğü” kavramı şimdi kirlenmiş bulunuyor. Kimsenin de bu kavramların sosyolojik anlamları üzerine araştırma yapmaya niyeti ve hali yok. Bu kısa açıklamadan sonra yine kaldığımız yere gelelim.
*
Peki, Marks bir öngörüde bulunmuşlardı.
Ve gerçekten de ezilenler bir yerde iktidarı, çok özel koşullar sonucu, ele geçirdiğinde; (aslında “iktidarın ele geçirilmesi” kavramı da yanlış bu anlamda, buna sonra geliriz.)  tam da onların öngördükleri biçimde davranmışlardı.
Tabii onlar ciddi bilim adamlarıydı. Sadece öngörünün gerçekleşmiş olmasıyla yetinmiyorlardı. Var olan deneyi inceleyerek, onu daha derinden anlamaya; daha ileri sonuçlar çıkarmaya da çalışıyorlardı. Bunun için de bu tarihsel deneyi (Paris Komünü) inceleyerek onun anatomisini, yapısını analiz etmeye çalıştılar.
Ne buldular?
Ezilen büyük çoğunluğun, ezenlerin binlerce yılda geliştirip mükemmelleştirdiği devleti kendilerinin “iktidarda”, “egemen” olduğu bir düzende kullanamayacaklarını ve eski devleti parçalamak zorunda olduklarını buldular.
Yani daha da genel kategorilerle formüle edersek, Devlet konusunda da, Yapı ile İşlev arasında zorunlu bir ilişki olduğunu; Yapı’nın yoğunlaşmış İşlev olduğunu buldular. Çoğunluğu baskı altına almak için oluşmuş bir cihaz, çoğunluğun kendini yönetmesi için kullanılamaz. (Bunun tersi de doğruydu, ezilen çoğunluğun kendisini yönetmek için oluşturduğu bir aracı, devleti de ezen azınlık egemenliğini sürdürmek için kullanamazdı. Bu nedenle, bütün karşı devrimler ezilenlerin özyönetim organlarının parçalanması ile gerçekleşir ve gerçekleşmiştir.)
Paris halkı, kendi kontrolünden çıkmayacak, kendisine hizmet edecek bir araç oluşturmaya çalışmıştı ve eski devlet mekanizmasını alıp kullanmamış, onu parçalamış ve yerine yeni bir şey kurmuştu.
Bunun özelliklerini incelediler. Seçilenlerin geri alınması; tüm organların seçilmesi; maaşların bir ortalama işçi ücretinden farklı olmaması vs. gibi özellikler buldular.
Bunları incelediğimizde ne görürüz. Bu tedbirlerin hepsinin aslında, ezilenlerin kendi seçtiklerine karşı bir güvensizlik ve onların başından sopayı eksik etmeme kaygısından kaynaklandığı görülür. İşte "Proletarya Diktatörlüğü"nün amentüsü buydu. Seçtiğine bile güvenme. O, ona verdiğin yetkiler tarafından baştan çıkarılabilir ve her an bu yetki ve imkânlarla senin başına bela olabilir. Almanların dediği gibi: “güven iyidir ama kontrol daha iyi.” Paris komünü veya Proletarya Diktatörlüğü’nün en temel bu özelliği bugün unutulmuş bulunuyor. Sol örgütlerde bile seçilenler, karşısında saygı gösterilmesi gerekenler olarak görülüyor. O günlerden bu günlere, nasıl bir unutma süreci yaşandığı böyle daha iyi tasavvur edilebilir.
Yani Parisli işçiler, insanların kendi kendilerini yönetmek için bir takım görevlere birilerini getirdiklerinde, en büyük tehlikenin onların kendilerini seçenlerden bağımsızlaşması olduğunu görmüşler, sezmişler ve buna karşı tedbirler geliştirmişlerdir. Marks Engels de bunu Proletarya Diktatörlüğünün, Paris Komünü derslerinin özü olarak tanımlamışlardır.
Özetle, Marks ve Engels, ezilenlerin iktidara geldiklerinde, kendilerini yönetebilmek için, var olan devlet cihazını parçalamaları gerektiğini, bunun yerine halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek bir araç kurmaları gerektiğini söylemişler ve bunun en temel mekanizmalarının neler olduğunu incelemişler, bunun da en başında seçilenlerin başından sopayı eksik etmeme olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bilal'e anlatır gibi anlatırsak böyle formüle edilebilir.
Bakın nerelerden nerelere geldik?
Emek ve Sınıf gibi kategorilerden, seçtiklerimize karşı bile kendimizi nasıl koruyacağımız sorunlarının Marksizm’in ayırıcı özü olduğu gibi noktalara geldik.
*
Şimdi tekrar başa dönelim. Marksizm’i ayıran emek, sınıflar ve sınıf mücadelesi değil, proletarya diktatörlüğü idi; yani daha genel kategorik bir ifadeyle Devlet sorunu idi.
Onu da bu ders ışığında tekrar formüle edersek, Marksizm’i ayıran, ezilenlerin kendilerini yönetebilmeleri için, devleti parçalamaları ve kendileri üzerinde yükselmeyecek bir devlet cihazı kurmalarıdır.
O halde, Marksist olmanın ilk koşulu nedir?
Emek ya da sınıf değil, bunların olmadığını yukarıda görmüştük.
Marksizm’in, onu burjuvazinin kabul edeceği tarzda ehlileştirmeyen ayırıcı özelliği nedir diye sorarsak bunu bir tek kelimeyle şöyle özetleyebiliriz: Devlet düşmanlığı. Ama önce de “kendi” devletinin düşmanlığı. Çünkü Marksist’in içinde yaşadığı devlet ve de ulus, ilk savaşacağı ve yıkması gereken şeydir. Burada da genel olarak devleti yıkmak için kendisine “kendi” devletini yıkma görevi birinci görev olarak düşer.
O halde, devlet düşmanı, ama özellikle de savaş verdiğin alanın, yani içinde yaşadığı ulusal devletin ve ulusun (çünkü ulus devletsiz, modern devlet de ulussuz olamaz) düşmanı olmadan; ona karşı mücadeleyi baş görev olarak belirlemeden Marksist olunamaz.
Şimdi çelişkili gibi görünen, Kadıköy’de metre kareye en çok Marksist düşmesi olgusunun bir çelişki olmadığını görüyoruz. Çünkü bu Marksistlerin hepsi “sınıfçı” ve “emekçi” Marksistlerdir.
Tam da bu nedenle, Türkiye’de çok Marksist vardır (yani “Sınıf” ve “Emek” Marksistleri diyelim bunlara) vardır ama neredeyse Marksist de yoktur (yani devlet düşmanı Marksistler, ama öncelikle de “kendi” devletinin düşmanı Marksistler diyelim).
*
Şimdi devlet ve ulus “düşmanlığını”, özellikle de önce “kendi” devletinin ve ulusunun düşmanlığını Marksistliğin özü olarak başa aldığınızda, ulusalcı olmanız mümkün olur mu?
Olmaz.
Ama Sınıf, Emek vs. diyerek, devleti baş sorun olmaktan çıkarıp, pek ala fiilen devletin bir müttefiki olursunuz.
Hatta Türkiye gibi ülkelerdeki devlet de bir burjuva devleti olmaktan öte, burjuvazinin bile üzerinde egemen olan, önceki tarihin kalıntısı bir devasa araç ise, sadece genel olarak burjuva devletin değil; kapitalizm ve modern toplum öncesi, fiilen ekonomi dışı zorla artı ürüne el koyan, kontrol dışı “feodal” bir gücün fiili savunucusu olursunuz.
Yani Türkiye’deki “emek” ve “sınıf” düşkünü Marksistler, burjuva devletinin de değil; kapitalizm öncesi Şark devletinin, “feodalizmin” savunucularıdır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.
Bu nedenle, askeri bürokratik oligarşi artık en küçük bir ideolojik yaratıcılıktan yoksun olduğundan bu sözüm ona sınıfçı ve emekçi, yani burjuvazinin kabul edeceği tarzda Marksizm’i benimseyenlerde, kendini meşru gösterecek bir ideoloji bulmuş olur.
(Aynı durumun benzeri, demokratik görevlerden kaçarak, hızlı antikapitalistlik yapan, “sınıf” ve “emek” düşkünü Müslümanların bir kesiminde de var. Bir kesimi var olan devlete karşı mücadeleye, yani demokrasi için mücadeleye doğru evrilirken, diğer bir kısmı, tıpkı sosyalistlerin ulusalcıları gibi, sınıf ve emek diyerek, zülfü yâre dokunmaktan kaçınıyor. Bu kaçınma da genellikle, ileriye kaçma biçiminde, bugün var olan toplum içinde ideal Müslüman toplulukları kurma gibi bir ütopik biçim altında gerçekleşiyor.)
*
Burada Gezi’de de çok çıkan ve geleceğin ilişkilerini yaratmak tarzında ifade edilen sosyalizm adacıkları yaratma sorununa. Orada da aynı sorunu görürüz. Emek ve sınıf kategorileriyle düşünürseniz, bugün var olan toplum içinde, sosyalizm adacıkları yaratmayı hedef alarak, hem olmayacak bir hayalin peşinde koşmuş; hem de fiiliyatta var olan devleti parçalamayı esas hedef olmaktan çıkararak, o devletin yedeği ve destekleyicisi durumuna düşmüş olursunuz.
Peki, bugünün toplumu içinde geleceğin tohumlarını kurmak gerekmez mi, bunları kurmak mümkün değil midir?
Mümkündür ve gerekir. Ama bu tohumlar sosyalizmin değil; bu devletin alternatifi, ezilenlerin kendini yöneteceği aracın tohumları olabilir. Ekonomik değil, politik olarak bir alternatif mümkün ve gereklidir.
Mantığı şöyle de kurmak mümkündür: “Marksistler, “devleti ele geçirmek”, “iktidara gelmek” için mücadele etmezler. Devleti yıkmak ve onun yerine ezilenlerin üzerinde yükselmeyecek bir “devlet”; Engels’in deyimiyle, artık “devlet olmayan bir devlet” için mücadele ederler.” Dedik.
Buradan da şu çıkarsama yapılabilir ve yapılmalıdır: o “devlet olmayan devlet” gökten zembille inmeyeceğinden, bu devletin egemenliği altında onun tohumlarının, biçimlerinin nasıl yaratılacağı gibi sorun gündeme gelir.
Devlet’i ele geçirmek isteyenler parti kurarlar. Ama devlet olmayan devlet kurup, var olanı parçalamak, tasfiye etmek isteyenler, var olanın alternatifi bir ulus ve devlet nasıl kurulabilir diye sorarlar.
Bu sorunun kendisi bizzat devrimci ve yıkıcıdır.
İşte biz bu nedenle var olan örgütlerin kurdukları yapılara değil; her türlü görüşten insanların bir arada bulunduğu girişimlere, yapılara daha büyük dikkat verip, o tür girişimler karşısında heyecan duyuyoruz.
Bütün önerilerimizin özü, hep bu tür girişimlerin ortaya çıkmasına yöneliktir. Bu nedenle biz bütün var olan partiler karşısında apayrı bir “parti” oluyoruz.
*
Tabii Marksizm bir bilim, sürekli gelişir ve derslerin ve genellemelerin ışığında daima yeni sonuçlar çıkarır; kimi önermelerini gözden geçirir; kimilerini mantık sonuçlarına ulaştırır.
Sonradan ne gibi sonuçlar çıkarılmıştır?
Bu çıkarımlardan biri de Engels’e aittir. Aslında Marks da pratiğiyle böyle düşünmüştür ama ifade etmemiştir; yeri gelmemiştir.
Ama önce bir ara bilgi gerekiyor Tarihte iki tane Paris Komünü vardır.
Biri yukarıda söz ettiğimiz 1871’deki Komün.
(Burada şu Komün kavramıyla ilgili de bir açıklama yapalım. Komün Avrupa’da belediye anlamında kullanılır. Ama bu belediye de Türkiye’deki çöpçülük yapan belediye değildir. Özyönetimdir. Yani Türkiye’de valilerin, kaymakamların, merkezi devletin yaptığı tüm işleri yapar ve yetkileri vardır. Aslında diplomasi, savunma gibi merkezi devlete verilmiş işler dışındaki bütün yönetim işlerini bu seçilmiş “belediyeler” yani komünler yapar. Ve merkezden atanmaz ve yönetilmez, o bölgedekiler tarafından seçilir idari birimdir. Türkiye’de tüm kavramlar saçma sapan ve karma karışık olduğundan düşüncenin akışını kesip böyle açıklamalar gerekiyor.)
Bir de büyük Fransız devriminde, bir Paris Komünü daha vardır. Yine Fransa’nın yoksullarının Paris’e egemen olduğu.
Bu komün, antik, merkezi, Lui’lere “Devlet benim” dedirten, şark devletinin tasfiye olduğu; ikici komüne benzer bir yapının kurulduğu bir Demokratik Cumhuriyet kurar.
Bu yapı aşağı yukarı 1798’e kadar, yani ezilenlerden korkan burjuvazinin eski gericilikle ittifaka girip, demokratik cumhuriyeti yıkıp, eski devleti yeniden restore edilişine kadar, sürmüştür. Bugünkü Fransız devleti işte o “imparatorluğun imparatorsuz şekli” (Engels) olarak yeniden kurulmuş devletin, karşı devrimci devletin devamıdır, yoksa Fransız Devrimi’nin devletinin değil. İşte bu 1791-93’de kurulan ve yuvarlak hesap 1798’e kadar var olan bir Demokratik Cumhuriyet vardı.
Engels, Erfurt Programı’nın Eleştirisinde, Alman işçilerine programında nasıl bir devlet kurmaları gerektiğini söylerken şunları yazar:
“"... O halde, merkezci cumhuriyet, ama, 1798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e dek, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan örneğine göre, tam yönetsel özerkliliğine sahipti. Bizim de tıpatıp sahip olmamız gereken şey, budur. Bu özerkliliğin nasıl örgütleneceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve birinci Fransız cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor; ve bugün de, Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz sömürgeleri bize aynı şeyi gösterir.”
Görüldüğü gibi Engels, Alman işçilerine, Fransız Devrimi’nin kurduğu demokratik Cumhuriyeti örnek gösteriyor. Programınıza böyle bir yapı kurmayı alın diyor.
Ama burada da kalmıyor, aynı zamanda Demokratik Cumhuriyet’in Proletarya Diktatörlüğü’nün “özgül bir biçimi” olduğunu da söylüyor:
"Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devriminin daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatorasının da özgül biçimidir..."
Demokratik Cumhuriyet neymiş?
Proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi”ymiş. Aslında burada hiç de çelişkili bir durum yok. Mesele sorunun özünü kavramakta.
Bize “sosyal cumhuriyet” veya “sosyalist cumhuriyet” lazım diyenler aslında Marksizm’in özündeki temel fikri anlamamışlardır. Fikrin özü şudur. Ezilenlerin üzerinde yükselmeyip onlara hizmet edecek bir araç farklı tarihsel koşullarda farklı biçimlerde ortaya çıkmış olabilir; önemli olan yapısı ve işlevidir.
Paris Komünü bir biçimdir, ama Birinci Fransız Devrimi’nin Birinci Paris komünü ile kurulan da bir biçimdir.
Daha sonra Rusya’da devrim döneminde kurulacak olan Sovyetler de başka bir biçimdir. Sonra otuzlarda İspanyol devriminde ortaya çıkan organlar da bir biçimdir.
Hatta o zamanın ABD’sine bakarak ABD’deki Devletin de ezilenler tarafından kullanabileceğini düşünmüşlerdir. Çünkü halkın üzerinde bürokratik, militer, baskıcı bir araç yoksa pek ala demokratik bir biçimde işçiler sosyalizme geçmeye karar verebilirler, barışçıl bir sosyalist devrim olabilir.
*
Ancak Marks ve Engels’in ve sonra gelen sosyalistlerin bu teorik temeli geliştirememesi çok daha temel başka bir sorunla ilgilidir. Din ve Ulus teorilerinin olmamasıyla ilgilidir. Bu ikisi de, yani Din teorisini olmaması, Aydınlanmanın din kavramı ve aydınlanmanın din kavramını kabulle; Ulus teorisinin olmaması da Alman ulusçuluğundan etkilenmeleriyle. Yani iki kalıntıyla ilgilidir. Marksizm’in bu kalıntılardan temizlenmesi de bize düşmüştür. Hani Marks, sınıf ve emek kavramları benim ayırıcı katkım değildir; devlet konusundadır esas katkım diyordu ya; bizim de katkımız din ve ulus konusundaki Marksizm'le özdeş görüşlerin Marksizm'le ilgisinin olmadığını göstermektir diyebiliriz. Tabii bunun sonuçları da alt üst edici olmuştur.
Şimdi gelelim Din ve Ulus konusuna ve bunun devlet konusu ve programda ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığına.
Marksizm’in ne olduğunun daha esaslı ve doğru bir tanımını, daha doğrusu toplum kuramının temel kavramlarını Marks, meşhur Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’nde açıklar.
Bu açıklamaya göre, toplumun alt yapısında bir değişim olur, bu sonra üst yapıda da bir altüstlükle gerçekleşir. Buna devrim denir. Kabaca böyle. Konumuz bakımından ayrıntısının önemi yok. Esas ipi bırakmayalım.
Dikkat edilirse, Komünist Manifesto’daki devrim kavramı sınıflar ve sınıf mücadeleleri ile ilgili olarak kullanılmışken; burada temeldeki değişimlerin üstyapıdaki karşılıklarının oluşması anlamındadır.
Öke yandan, Marks “Üstyapı” der ama o “Üstyapı” denen şeyin, analitik kavramın, ayrıntılı bir tanımlaması, bir teorisi yoktur. Bu sonra geleceklere vasiyet gibi de okunabilir, bu alanda geliştirmeye ihtiyaç var anlamında.
Üstyapı dendiğinde, genellikle din, ahlak, hukuk, sanat, devlet, ideoloji vs. denmiştir. Ekonomi ve sınıfların ötesindeki her şey üstyapı kavramı içinde mütalaa edilmiştir.
Tabi bu bağlamda, üstyapının kimi öğelerine ilişkin, örneğin edebiyat ve sanatı inceleyen muazzam bir katkı oluşmuştur. Lukacs’tan Adorno’ya birçok Marksist çok güzel eserler vermişlerdir.
Ama bir üstyapılar teorisi hiç olmamıştır. Buna birçok Marksist de vurgu yapmıştır.
İşte bizim katkımız da burada ortaya çıktı.
Biz Marksizm’in din kavramının iki anlamı olduğunu, biri programa yansıyan Din’in “inanç” olduğu yolundaki, yani kişilerin özel sorunu olduğu yolundaki anlamı; diğeri de sınıf mücadelesindeki bir araç olarak anlamı, Engels’in Köylüler savaşında kullandığı, sonra Blok ve Kıvlcımlı’ya kadar giden gelenek.
Ama din denen şey sınıfsız toplumlarda da var. Ve orada tüm toplumsal hayatı da düzenliyor. Demek ki Marksizm’in din kavramı, burjuvazinin kullandığı ve onun ufku içindeki kavramlardı. a) “İnanç” anlamında, yani özel sorun anlamında; b) sınıf mücadelesinde bir araç olması anlamında.
Bunun birincisi, normatif bir din tanımı. Diğeri ise sınıflı toplumlarda bir işleviyle sınırlı. Peki, Din’in kendisi ne?
Bu sorudan hareketle olgulara baktığımızda, bütün dinlerin tüm toplumsal hayatı düzenlediği, tüm diğer üstyapı kurumlarının ancak din içinde var olup anlaşılabileceği dolayısıyla buradan da giderek dinin tümüyle üstyapı denen şeyin kendisi olduğu sonucuna ulaştık. Nasıl Üstyapısız bir toplum olamazsa, beyinsiz bir insan gibi mümkün değilse, dinsiz bir toplum da olamazdı.
O halde bugünkü toplumun dini neydi?
Burada tarihin korkunç kavram karmaşasını ortaya çıkardık.
Bu keşfimiz biraz Marks’ın İşgücü ve Emek ayrımının modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmasına benzer.
Modern toplumun dini de bizzat onun din tanımının kendisindeydi. Dini özele ilişkin olarak tanımlayarak ve önceki toplumların dinlerini, toplumu düzenleme işlevinden atarak, bizzat böyle yaparak kendisi bir din olarak ortaya çıkıyordu. Bunu yapabilmek için de toplumu, özel ve politik diye toplumu iki alana ayırıyordu. Bu ayrım sosyolojik değil, hukuki bir ayrımdı. Yani normatif bir ayrımdı, toplumu düzenleyen, dolayısıyla bütün önceki dinlerle aynı işlevi gören bir ayrımdı. Marksizm’in dini özel olarak tanımlaması ise, tam da bu ayrımı, bu normatif kavramı bir sosyolojik ayrım gibi kabul etmek ve bu toplumun yeniden üretilmesine katkıda bulunmak anlamına geliyordu.
Yani Marksizm’de bir Aydınlanma kalıntısı olan yaygın anlamıyla din kavramını atıyorduk.
Buna bağlı olarak, burada anlatması uzun sürecek bir teorik süreçle, Ulusun da tanımını yapıyor ve ulusun modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimi olduğu sonucuna ulaşıyorduk.
Marksizm’in tıkanmasının nedeni, Aydınlanmanın Din kavramını; ulusçuluğun da ulus kavramını olduğu gibi alıp kabul etmesinde toplanıyordu.
Marksizm bu geçmişin iki kalıntısını yeterince temizleyememiş ve bu hataları kendisinin karşısına aşılmaz bir duvar gibi dikilmiş; bu nedenle Marksistler ulusçulara, devletçilere veya ateistlere dönüşmüşlerdi. Bilinen biçimiyle Marksizm bir sosyoloji olmaktan çıkmış, bir ideolojiye dönüşmüştü. Bizim yaptığımız onu bu zincirlerinden kurtarmak oldu.
Şimdi bunun politikaya, devlete ilişkin, dolayısıyla Dünya ve Türkiye’deki Demokrasi ve sosyalizm mücadelesine ilişkin sonuçlarını görelim.
*
Bu din teorisine göre, modern toplumun dini, yani üstyapısı, özel ve politik diye bir ayrımın yapılmasına dayanıyordu. Yani, dinin özel olarak tanımlanmasının kendisi bir dindi. Bu ise sosyolojik bir ayrım değildi. Ancak özele ilişkin alanda kaldığın takdirde bir din olarak tanımlanabilirsin anlamındaydı.
Bu ayrım, yeryüzüne komünlerin ve klasik uygarlıkların egemen olduğu bir dönemde, bir insanları eşit kılmanın bir aracı olabilirdi. Ama bu din içinde de bir karşı devrim olmuştu. Bunu da bize sınıflar mücadelesi açıklama imkânı veriyordu. Olan karşı devrim insanların eşitliği yerini ulusların eşitliğinin almasıydı. Özel ve politik ayrımı insanları eşit kılmanın aracıydı. Ama politik olanı belli bir ulusla tanımlama, yani milliyetçilik ise, eşitsizliğin, bu karşı devrimin gerçekleşme biçimiydi. Ulus politik olarak var olabilen bir olguydu. Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayanmak ve savunmak ulusçuluktu. Tam da bu nedenle, devlet ve ulus, birbirinden ayrılmaz kavramlardı.
Devlet ve ulus birbirinden ayrılamıyorsa, ulus içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam değil; kendisine karşı mücadele edilecek bir yapıydı.
Yani ezilenlerin “devleti”, bu özyönetim aracı, sadece bürokratik cihazın parçalanmasına ilişkin olmakla kalamazdı; ulusun da yıkılması gerekiyordu. Marks-Engels ve sonra gelenlerin devletin parçalanması konusunda göremediği buydu. Ne Marks-Engels, ne de sonra gelenler, örneğin Alman ulusunu yok etmek gibi, doğrudan var olan devleti yıkmaya yönelik olarak hedef koyduğu görülmüyordu. Uluslar insanların kabulünün dışında, tıpkı sınıflar gibi var olan bölünmeler gibi kabul ediliyordu. Uluslar olduğu için ulusçuların olduğu var sayılıyordu ve uluslara karşı mücadele, sosyalizmden sonrasına, onların kendiliğinden yok olacağı bir döneme bırakılıyordu.
Bu bizim katkımızla birlikte, Marks’ın izinde bizim katkımız şöyle ifade edilebilir: Marksist olmak sadece bürokratik ve merkezi yapıya değil; aynı zamanda ulusa ve “devletin” ulusal niteliğine karşı da savaşmakla olabilir.
Bu Ulus kavrayışının Marks’ınkinden farkını gösterebilmek için Einstein ve Newton’un Uzay ve zaman kavramlarının farkını bir analoji olarak kullanmak açıklayıcı olabilir.
Newton’un fiziğinde yekpare bizim dışımızda var olan bir tiyatro sahnesi gibi bir uzay ve yekpare ve aynı hızla akan bir zaman vardır.
Einstein’ın fiziğinde ise, maddenin var oluşunun bir biçimidir. Yani zaman yavaşlayabilir; uzay kısalabilir, eğirelibilir, Maddenin dışında ondan bağımsız değildir.
Benzer şekilde, bizim getirdiğimiz ulus kavramında ulus içinde mücadele edilen tarafsız bir ortam değil, modern devletin varoluş biçimi ve bir din, yani insanlar onu kabul ettiği için var olan bir şey, olduğundan, ulusa ve devlete karşı mücadele bir tek mücadeledir. Biri olmadan diğeri olamaz. “Proletarya Diktatörlüğü”, ulusal olanın politik olanla çakışmasına, yani ulusçuluğa karşı da mücadele olmak zorundadır.
Görüldüğü gibi, Marksizm'in ayırıcı noktası sınıf ve emek değil, devletti. Biz de bu çizgiyi izleyerek, bu ayırıcı noktayı daha da dakik olarak tanımlamış olduk. Ulus ve devlet birbirinden ayrılmaz, o halde, devlet gibi ulus da parçalanmalıdır. Bizim katkımız böyle ifade edilebilir.
*

Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayanır dedik. Ulusal olanın nasıl tanımlandığı da iki karşı devrim biçiminde gerçekleşmiştir.
Birinci karşı devrim ulusu bir toprak parçası ile tanımlama, burada henüz devlet dil, din körüdür ama kendi sınırları dışındaki insanları kendi yurttaşlarıyla eşit kabul etmez.
Bir de ulusu bir dille, dinle, kültürle, tarihle, ırkla, soyla vs. tanımlayan, karşı devrim içinde bir karşı devrim, ikinci bir karşı devrim (Alman Ulusçuluğu) gerçekleşmiştir.
Bunda ise devlet ve ulus, sadece bir toprak parçasıyla değil, aynı zamanda bir dille, dinle vs. tanımlanır. Bu hem kendi yurttaşları arasındaki, başka dil ve dinden olanlar karşısında bir eşitsizliği ve baskıyı; hem de başka yerlerde yaşayan aynı dil ve dinden olanların koruyucusu gibi ortaya çıkıp bir emperyal yayılmacılığı destekler.
İşte, Türkiye’deki devlet ikinci biçimiyle bir ulusçuluğun devletidir.
Yani çifte kavrulmuş bir karşı devrimin devletidir.
Ama sadece bu kadar da değildir. Bu devlet, burjuva devlet de değildir. Burjuva devletinde, devlet burjuvazinin bir aracıdır. Vergilerin ve harcamaların tümüyle kontrolü meclistedir, seçilmiş organlardadır. Yani Burjuva toplumundadır.
Türkiye’deki devlet, Modern toplum öncesinin ekonomi dışı cebirle artı ürüne el koyan ama hiçbir şekilde modern burjuvazi tarafından bile denetlenemeyen tam anlamıyla “feodal” bir devlettir; Şark despotluğudur. Bu aygıt bırakalım, ezilenlerin aracı olmayı bir yana, modern toplumsal sınıfların, burjuvazinin egemenliğinin bile aracı olarak kullanılamaz.
Yani geçmişin kamburu, şark despotluğu, şark devleti ile modern toplumun kamburu, çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk bir aradadır Türkiye’de
Bunun karşısında, dil ve din körü, Birinci Fransız devrimininki gibi bir Demokratik Cumhuriyet, en geniş toplum kesimlerini bir araya getirip, bu çifte kambura son verebilir. Ama böyle bir değişime Türk ulusu olarak ulaşılamaz, ancak demokratik bir ulusla ulaşılabilir. O halde, Demokratik Cumhuriyet, var olan devletin parçalanması gibi Türk ulusun da ortadan kaldırılıp, demokratik bir ulusun kurulmasını; yani Türklüğe karşı bir mücadeleyi gerektirir.
İşte yıllardır savunduğumuz ve açıklamaya çalıştığımız, fiilen de politik olarak uyguladığımız Marksizm özetle budur.
Madem, herkesin #HAYIR’ı kendine, işte bizim #HAYIR’ımız böyle bir tarih ve toplum anlayışı ve kavram sistemine dayanmaktadır.
*
Türkiye’deki demokratik özlemlerin ve hareketlerin böyle bir kavram sistemine ve programa gelebilmesi, çok uzun bir ideolojik ve teorik hazırlık gerektirir. Önce bu devrim entelijansiyanın kafasında gerçekleşmelidir. Bu değişimin önceden kafalarda olması gerekir. Bu temel yok.
Bugün yapmaya çalıştığımızı yirmi otuz yıl önce yapmaya başlamış olabilseydik belki şimdi bir temel olabileceği varsayılabilirdi. Öte yandan bu teoriyi şöyle derli toplu koyacak derli toplu bir kitap bile yazamadık. Olayların akışı bir yandan, yaş ve fizik güç sorunu bir yandan.
Bu durumda biz ilerde bu mücadeleye girecekler için teorinin kimi yol gösterici iplerini çekip kazıklarını çakmaktan ve ilerde verecekleri mücadele için somut bir deney ve örnekler sunmaktan başka bir şey yapmıyoruz ve yapamıyoruz.
Tabii toplumsal olaylarda her zaman bir “belirsizlik ilkesi” olduğundan, yığınların kendi deneyleriyle çok hızlı bir şekilde öğrenip, değişip, örgütlenip mucizeler yaratabileceklerini de bildiğimizden. Her momentte bütün çabalarımız böyle bir olasılığa yönelik olarak onu güçlendirmeye çalışır.
İşte biz #HAYIR hareketinde böyle bir olasılık görüyoruz.
Onun bu potansiyelini geliştirecek öneriler yapmaya çalışıyoruz.
En kendiliğinden bilenen hareketlerin ardında bile üzerindeki boyayı kaldırınca görülecek bir komünistin, bir devrimcinin bilinmez çabası vardır. Yapmaya çalıştığımız budur. Deliye taşı andırmaya, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeye çalışıyoruz.
Bu #HAYIR’dan hareketle, kitlelerin kendi deneyimi ile bir demokratik cumhuriyetin kurulması mümkün ve gerekli. İlk adım bu.
Eğer böyle bir mucize yaşanırsa, ondan sonra uluslara karşı yeryüzü ölçüsünde bir tek cumhuriyet, yani ulusların değil, tüm insanların eşitliği.
Bürokratik ve merkezi olmayan bir dünya cumhuriyeti ve bu dünya cumhuriyeti yurttaşlarının istedikleri takdirde, meta üretimine değil, insanların ve doğanın ihtiyaçlarına uygun bir planlı ekonomiye geçmesi ve insanlığın yaşayabilmesi.
Bizim bütün yaptıklarımız, yazdıklarımız, taktiklerimiz, stratejilerimiz, hep bu bütünlük içinde değerlendirilmelidir.
Bu bağlamda onların hepsinin tabi olduğu bu amaçlar bakımından doğru ve anlamlı olduğu görülebilir,
Her şey bu kadar basit aslında.
18 Şubat 2017 Cumartesi
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz. Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.


1 yorum:

Unknown dedi ki...

Hocam menifestonun yeniden yazilisi veya gunumuze tasinmasi olarak goruyorum. Marx li bir dunyada global kapitalismin onlemrler alarak siniflarin hem sosyolojik hemde uretimdeki konumlarin da yaptigi degisiklikligin potitik yansimasinida degerlendirmeye almamamiz gerekirmi?