Marksizm denince hemen herkesin aklına “Emek”, “Sınıf” ve
“Sınıf Mücadelesi” kavramları gelir.
“Emek” toplumun maddi ekonomik temelinin gidişini açıklayan
en temel kavram; “Sınıf” ve “Sınıflar mücadelesi” de tarihin ve toplumun temel
hareket yasasını açıklayan Marksizm’in temel kavramları olarak kabul edilir.
Marksizm’le özdeşleşmiş “Komünist
Manifesto”nun ilk satırları, “Bugüne
kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle,
patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile
ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli
ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum
yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte
çöküşüyle sonuçlanmıştır.” diye başladığı için, Marksistler de, Marksist
olmayanlar ve Marksizm’in düşmanları da, Tarih’i Sınıflar ve Sınıf
Mücadeleleriyle açıklamanın, “Sınıf” ve “Sınıf Mücadelesi” kavramlarına
dayanmanın Marksizm olduğunu düşünmüşler ve savunmuşlardır.
Benzer şekilde, Marks, Modern kapitalist ekonomiyi analiz
ettiği, “Modern toplumun yüzündeki peçeyi
kaldırdığı” temel eseri olan Kapital’de,
Einstein’ın E=m.c2 formülü gibi, yani maddenin yoğunlaşmış enerji olması gibi, emek değer teorisine, yani bir malın değerini
belirleyenin içinde yoğunlaşmış sosyal emek miktarı olduğunu kabul ettiğinden; “emek” kavramı da Marksizm’le
özdeşleşmiştir.
Emek ve emekçi sözleriyle konuşmak, Marksistliğin
şanındandır diye bilinmiştir. Sosyalist partiler kendilerine Emek veya Emekçi
isimleri almakta yarış etmişlerdir.
Ne var ki, ne Sınıf ve Sınıflar Mücadelesi kavramlarının; ne
de Emek kavramının Marksizm’le ilişkisi yoktur. Bunlar Marksizm’in ayırıcı
kavramları değildirler; hatta bu kavramlarla Marksizm’i özdeşleştirmek, onu
burjuvazinin kabul edeceği hale getirmektir ve anti Marksist bir Marksizm
kavrayışıdır.
Neden ve nasıl? Önce bir matematik formül gibi dayandığı
mantığı; sonra da bunun çelişkili gibi görünen politik sonuçların çelişkisiz olduğunu
görelim. Yani ulusalcıların neden hep Marksist iddialı olduklarını; Kadıköy’ün
neden metre kareye en çok Marksist düşen yer olduğunu, bu çelişkili görünenin
ardındaki temel metodolojik özdeşliği görelim.
*
Marks, 1852’de dostu Weydemeyer’e yazdığı mektupta bunu
açıkça da belirtir:
“Bana gelince, modern
toplumda ne sınıfların ne onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın
onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel
gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya
koydular.
Benim yeni olarak
yaptığım şey:
1-sınıfların
varlığının, üretimin gelişimindeki belli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu,
2-sınıf savaşımının
zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını,
3-bu diktatörlüğün,
yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş
olduğunu göstermekten ibarettir.”
Yani Sınıflar ve sınıf mücadelesini kabul etmek ve bununla
toplumu ve tarihi açıklamak, burjuvazinin ufku içinde onun kabul edebileceği
bir şeydir; tam da bu nedenle burjuva düşünürler bu kavramları bulup
geliştirebilmişlerdir.
Bu nedenle de, Lenin, daha sonra Marksizm’i Sınıflara ve Sınıf
Mücadelesine indirgemenin, onu burjuvazinin kabul edebileceği bir şey haline
getirmek olduğunu söyler.
*
Aynı durum, Emek
kategorisi için de söz konusudur. Bir malın değerini belirleyenin onun içindeki
yoğunlaşmış emek olduğu kavrayışı, çok daha önce, İskoçya Aydınlanması’nın
ürünü Adam Smith, Ricardo gibi burjuva ekonomi politikçileri, hatta onlardan
bile çok daha önce, İbni Haldun tarafından formüle edilmişti.
Marks’ın katkısı ve Marksizm’in ayırıcı kavramı ise, emek ve işgücü kavramlarını ayırmak, işgücü denen metaın kullanım değerinin,
kendisinin yeniden üretiminden çok daha büyük bir değer (emek) yaratmasında
olduğunu bulmaktır. Artı değerin kaynağı budur. Artı değerin içinde ise, modern
topluktaki egemen sınıfların gelirleri vardır: kar, faiz, rant.
Yani, kapitalist bir toplumda, işgücünün kullanımıyla ortaya
çıkan emeğin (değerin) içinde, sadece kendi ücreti
değil, sanayicinin karı, ticari kar, faiz ve rant vardır.
Bu nedenle burjuvazi
emekten yanadır. Emeğin değerini en iyi burjuvazi bilir.
Marks çeşitli yerlerde buna dikkati çekmiş, alayla,
burjuvazi emeğin değerini en iyi bilen olduğu anlamında sözler etmiştir.
Tabiri caiz ise, sosyalistler ya da Marksistler, emekten
değil, işgücünden yanadırlar. Emekten
yana olmak var olan sistemi ve temel sınıfları kabul etmek demektir.
“Emeğin Avrupa’sı”
diyen ÖDP’nin en güçlü olduğu yerlerden birinin Kadıköy olması, bu çelişkili
gibi görünenin bir çelişki olmadığı böylece daha iyi görülebilir. Keza Emek
Partisi’nin de adının ima ettiğiyle uyumlu olmadığı da böylece şaşırtıcı
olmaktan çıkar.
Marksizm her kavramı fizikteki, birbiriyle iç tutarlılık
içindeki, matematik formüller gibidir. Bir fizikçi nasıl uzun yıllar matematik
de öğrenmek zorundaysa; toplum ve tarihin yasaları üzerine kafa yoran herkes,
tıpkı matematik öğrenir gibi Marksizm’in bu kavramlarını ve kavramlarının iç
tutarlılığını öğrenmek zorundadır.
Bu bilgiyi edinmenin bir tek yolu vardır: Marksizm uzun ve
sabırlı bir çabayla otantik kaynaklarından inceleyerek öğrenmek. Bu öğrenme
sürecine aynı zamanda, demokrasi mücadelesi içinde bir siyasi pratiğin de eşlik
etmesi gerekir.
*
Peki, Marks’ın, kendisinin katkısı olarak, yani Marksizm’in
ayırıcı özelliği olarak neyi belirtiyordu?
Benim katkım, bunların “Proletarya
Diktatörlüğü” ile sonuçlanacağını öngörmemdedir diyordu.
“Proletarya Diktatörlüğü” bir “devlet biçimi” olduğuna göre,
kategorik olarak şunu demiş oluyordu, benim esas katkım, devlete ilişkin
alandadır. Devlet de toplumun üstyapısı olduğuna göre, esas katkım, üstyapıya
ilişkin bir alandadır demiş oluyordu.
Yani yine yaygın Marksizm anlayışlarından farklı bir
yaklaşım. Marksizm deyince herkesin aklına ekonomi, üretici güçler, bunlara
vurgu falan gelir. Ama Marks tutuyor bambaşka bir alandan söz ediyor: üstyapı,
devlet. Katkım buralarda demiş oluyor.
Yukarıdaki alıntının yapıldığı tarih, 1852. Yani 1848
devrimi yenilgiye uğramış, Londra’da göçmenlik ve sefalet günleri başlamış.
Proletarya Diktatörlüğü diyor ama o zamana kadar dünyada “Proletarya
Diktatörlüğü” diye bir şey de olmamış. Yani aslında katkısının olduğunu
söylediği şeyin kendisi de sadece bir öngörü.
Bunun ne anlama geldiğini şöyle bir benzetme daha iyi
gösterebilir. Diyelim ki Einstein’ın Özel veya Genel rölativite teorisi deneyle
ve gözlemle kanıtlanmamış olsun ama o esas katkısının, saatlerin
yavaşlamasında, ışığın eğrilmesinde olduğunu söylüyor. Teorik sistemine ve kavramlarına
böylesine güçlü bir özgüvenin de ifadesidir Marks’ın satırları bu anlamda.
Peki, bu öngörü doğrulandı mı?
Evet.
Peki, ne zaman bu öngörüyü doğruladı tarih?
Paris Komünü’nde, yani 1871’de.
Paris Komünü’nde ne Komünist parti vardı, ne de Marksistler
vardı. Alman orduları zafer kazanıp Fransız devleti dağılınca; Burjuvazi de
Paris’i terk edince, Paris’te kalan esas ezilen halk, hem kendilerini yönetmek,
hem de Alman ordusuna karşı şehri savunmak için, bir mekanizma kurdular alel
acele, bunun adı Paris Komünü idi.
İşte bu içinde Marksist olmayan, en geniş özgürlüklerin
bulunduğu; halkın üzerinde yükselen özel silahlı adamların bulunmadığı;
yönetmek üzere seçilmişlerin en sıkı biçimde kontrolden çıkmasınlar diye
denetlendiği bu organ, bu yapı veya “kelimenin
gerçek anlamında devlet olmayan devlet”, bilinen adıyla Paris Komünü, “Proletarya Diktatörlüğü” idi.
Öngörü kanıtlanmıştı.
*
“Diktatörlük” kavramı ve sözcüğü herkesin tüylerini diken diken
edeceğinden, onun kullanımındaki anlam ve bugünkü anlamı hakkında birkaç söz gerekiyor.
Çünkü Marksist kavramların dakikliği ve tutarlılığı anlaşılmadan hiçbir şey
anlaşılamaz.
Marks ve Engels, “Proletarya Diktatörlüğü nedir?” mi
diyorsunuz, “Paris Komünü Proletarya
Diktatörlüğü idi” dediler.
Yani onların diktatörlükten anladığı diktatörce bir yönetim
değildi.
Peki, niye öyle diyorlardı? Niye böyle “itici” bir kavramı
kullanıyorlardı?
Çünkü Marks ve Engels’in kavram sisteminde, “diktatörlük”
kavramı sosyolojik anlamıyla
kullanılmaktadır, politik anlamıyla,
diktatörce bir yönetim anlamında değil.
Sosyolojik olarak
Demokrasi ve Diktatörlük özdeş
kavramlardır. Her demokrasi bir diktatörlüktür. Demokrasi=Diktatörlük’tür.
Sosyolojik anlamıyla “Demokrasi” Kavramını kullandığınız her yerde
“Diktatörlük” kavramını kullandığınızda denklemde en küçük bir değişme olmaz.
Yani her Demokrasi aynı zamanda bir Diktatörlüktür.
Her demokrasinin bir diktatörlük olduğunu şöyle gösterelim.
Demokrasi insanların ya da yurttaşların eşitliğini var sayar. Ama toplumun bir
kesimi, “Hayır bütün insanlar eşit değildir, biz mavi kanlılar bu toplumu
yönetmek için gelmişiz, nasıl sürüyü güden bir çobana gerek varsa, bize de
toplumu gütmek için gerek var” diyor. Ve üstüne üstlük, bunu savunanların
silahları ve silahlı adamları da var. Yani bu anlayışlarını topluma kabul
ettiriyorlar veya ettirebilirler.
Bu anlayış ile insanların eşitliği anlayışı bir arada
bulunabilir mi?
Bulunamaz.
İster istemez, Demokrasi, insanların eşit olmadığı anlayışı
ve bunu savununlar üzerinde bir diktatörlük olmak zorundadır.
Demokrasi insanların eşitliğini kabul edenlerin, insanların
eşit olduğunu kabul etmeyenler üzerindeki diktatörlüğüdür.
Her demokrasi böyledir gerekli değişiklikler yapıldığında.
Örneğin “Türk Demokrasisi” mi diyorsunuz o Türklerin Türk olmayanlar veya
kendini öyle görmeyenler üzerindeki diktatörlüğüdür.
Marks ta diktatörlüğü bu anlamıyla kabul ediyor ve kullanıyordu.
Bu kavramı kullanmasının kökeninde Kralın, asillerin ve kilisenin imtiyazlarını
reddeden, eşit yurttaşlara dayanan bir cumhuriyet kuran, ama bunu onların
direnişini engellemek için şiddet araçlarıyla kuran, dolayısıyla da insanları
eşit kabul etmeyenler karşısında bir diktatörlük olan, Fransız Devrimi vardı.
Bugün diktatörlük kavramının bu sosyolojik anlamı unutulmuş
ve kirlenmiş bulunuyor. Nedenine gelince.
Sonradan, Rusya’da, yani yüzde doksanı köylü bir ülkede, üstüne
üstlük, savaş ve iç savaşta tüm üretici güçleri tahrip olmuş bir ülkede, devrim
tecrit olup, bir bürokratik sınıf ortaya çıkıp devrimin yerini bir karşı devrimle
alınca, bu yeni bürokrasi, kendi diktatörlüğünü ve baskıcı yönetimini
meşrulaştırmak için, bu diktatörlük kavramını alıp, onu politik anlamıyla, yani
özgürlüklerin olmadığı bir devlet biçimi anlamıyla kullanıp, Marks’ı da şahit
göstererek egemenliğini meşrulaştırmaya çalıştı. Yani “proletarya
diktatörlüğü”nin kendi diktatörce yönetimi olduğunu iddia etti. Bu biçimiyle egemen
sınıfın ezilenlere bir sınıf mücadelesi aracı oldu.
Bizlerin bugün anladığı diktatörlük budur. Bu ise Proletarya
Diktatörlüğü değil, tabiri caiz ise bürokrasinin proletarya üzerindeki
diktatörlüğü idi. Ve bu nedenle, “Proletarya Diktatörlüğü” kavramının
reddedilmesinin ve tepki çekmesinin ezilenlerin sağlıklı bir tepkisini
yansıttığını söyleyebiliriz. İkisi aynı anlamda olduğundan “Proletarya Diktatörlüğü”
yerine “Proletarya Demokrasisi” gibi bir kavramı kullanmak çok daha uygun
olabilir.
Tabii bu kavram kargaşası sadece Bürokrasinin egemenliğini
meşrulaştırmıyordu; aynı zamanda bu burjuvazinin de işine geliyordu. Devrimci
bir programın içi boşalmış ve sosyalistler de bir baskı rejimini savunur duruma
düşmüş oluyorlardı. Bu nedenle bu “Proletarya Diktatörlüğü” kavramı şimdi
kirlenmiş bulunuyor. Kimsenin de bu kavramların sosyolojik anlamları üzerine
araştırma yapmaya niyeti ve hali yok. Bu kısa açıklamadan sonra yine kaldığımız
yere gelelim.
*
Peki, Marks bir öngörüde bulunmuşlardı.
Ve gerçekten de ezilenler bir yerde iktidarı, çok özel
koşullar sonucu, ele geçirdiğinde; (aslında “iktidarın ele geçirilmesi” kavramı
da yanlış bu anlamda, buna sonra geliriz.) tam da onların öngördükleri biçimde
davranmışlardı.
Tabii onlar ciddi bilim adamlarıydı. Sadece öngörünün
gerçekleşmiş olmasıyla yetinmiyorlardı. Var olan deneyi inceleyerek, onu daha
derinden anlamaya; daha ileri sonuçlar çıkarmaya da çalışıyorlardı. Bunun için
de bu tarihsel deneyi (Paris Komünü) inceleyerek onun anatomisini, yapısını
analiz etmeye çalıştılar.
Ne buldular?
Ezilen büyük çoğunluğun, ezenlerin binlerce yılda geliştirip
mükemmelleştirdiği devleti kendilerinin “iktidarda”, “egemen” olduğu bir
düzende kullanamayacaklarını ve eski
devleti parçalamak zorunda olduklarını
buldular.
Yani daha da genel kategorilerle formüle edersek, Devlet
konusunda da, Yapı ile İşlev arasında zorunlu bir ilişki
olduğunu; Yapı’nın yoğunlaşmış İşlev olduğunu buldular. Çoğunluğu baskı
altına almak için oluşmuş bir cihaz, çoğunluğun kendini yönetmesi için
kullanılamaz. (Bunun tersi de doğruydu, ezilen çoğunluğun kendisini yönetmek
için oluşturduğu bir aracı, devleti de ezen azınlık egemenliğini sürdürmek için
kullanamazdı. Bu nedenle, bütün karşı devrimler ezilenlerin özyönetim
organlarının parçalanması ile gerçekleşir ve gerçekleşmiştir.)
Paris halkı, kendi kontrolünden çıkmayacak, kendisine hizmet
edecek bir araç oluşturmaya çalışmıştı ve eski devlet mekanizmasını alıp kullanmamış,
onu parçalamış ve yerine yeni bir şey kurmuştu.
Bunun özelliklerini incelediler. Seçilenlerin geri alınması;
tüm organların seçilmesi; maaşların bir ortalama işçi ücretinden farklı
olmaması vs. gibi özellikler buldular.
Bunları incelediğimizde ne görürüz. Bu tedbirlerin hepsinin
aslında, ezilenlerin kendi seçtiklerine karşı bir güvensizlik ve onların
başından sopayı eksik etmeme kaygısından kaynaklandığı görülür. İşte "Proletarya
Diktatörlüğü"nün amentüsü buydu. Seçtiğine bile güvenme. O, ona verdiğin
yetkiler tarafından baştan çıkarılabilir ve her an bu yetki ve imkânlarla senin
başına bela olabilir. Almanların dediği gibi: “güven iyidir ama kontrol daha iyi.” Paris komünü veya Proletarya
Diktatörlüğü’nün en temel bu özelliği bugün unutulmuş bulunuyor. Sol örgütlerde
bile seçilenler, karşısında saygı gösterilmesi gerekenler olarak görülüyor. O
günlerden bu günlere, nasıl bir unutma süreci yaşandığı böyle daha iyi tasavvur
edilebilir.
Yani Parisli işçiler, insanların kendi kendilerini yönetmek
için bir takım görevlere birilerini getirdiklerinde, en büyük tehlikenin
onların kendilerini seçenlerden bağımsızlaşması olduğunu görmüşler, sezmişler
ve buna karşı tedbirler geliştirmişlerdir. Marks Engels de bunu Proletarya
Diktatörlüğünün, Paris Komünü derslerinin özü olarak tanımlamışlardır.
Özetle, Marks ve Engels, ezilenlerin iktidara geldiklerinde,
kendilerini yönetebilmek için, var olan devlet cihazını parçalamaları
gerektiğini, bunun yerine halkın üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek bir
araç kurmaları gerektiğini söylemişler ve bunun en temel mekanizmalarının neler
olduğunu incelemişler, bunun da en başında seçilenlerin başından sopayı eksik
etmeme olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bilal'e anlatır gibi anlatırsak böyle
formüle edilebilir.
Bakın nerelerden nerelere geldik?
Emek ve Sınıf gibi kategorilerden, seçtiklerimize karşı bile
kendimizi nasıl koruyacağımız sorunlarının Marksizm’in ayırıcı özü olduğu gibi
noktalara geldik.
*
Şimdi tekrar başa dönelim. Marksizm’i ayıran emek, sınıflar
ve sınıf mücadelesi değil, proletarya diktatörlüğü idi; yani daha genel
kategorik bir ifadeyle Devlet sorunu idi.
Onu da bu ders ışığında tekrar formüle edersek, Marksizm’i
ayıran, ezilenlerin kendilerini yönetebilmeleri için, devleti parçalamaları ve
kendileri üzerinde yükselmeyecek bir devlet cihazı kurmalarıdır.
O halde, Marksist olmanın ilk koşulu nedir?
Emek ya da sınıf değil, bunların olmadığını yukarıda
görmüştük.
Marksizm’in, onu burjuvazinin kabul edeceği tarzda
ehlileştirmeyen ayırıcı özelliği nedir diye sorarsak bunu bir tek kelimeyle
şöyle özetleyebiliriz: Devlet düşmanlığı.
Ama önce de “kendi” devletinin düşmanlığı.
Çünkü Marksist’in içinde yaşadığı devlet ve de ulus, ilk savaşacağı ve yıkması
gereken şeydir. Burada da genel olarak devleti yıkmak için kendisine “kendi”
devletini yıkma görevi birinci görev olarak düşer.
O halde, devlet düşmanı, ama özellikle de savaş verdiğin alanın,
yani içinde yaşadığı ulusal devletin ve ulusun (çünkü ulus devletsiz, modern
devlet de ulussuz olamaz) düşmanı olmadan; ona karşı mücadeleyi baş görev olarak belirlemeden Marksist
olunamaz.
Şimdi çelişkili gibi görünen, Kadıköy’de metre kareye en çok
Marksist düşmesi olgusunun bir çelişki olmadığını görüyoruz. Çünkü bu Marksistlerin
hepsi “sınıfçı” ve “emekçi” Marksistlerdir.
Tam da bu nedenle, Türkiye’de çok Marksist vardır (yani “Sınıf”
ve “Emek” Marksistleri diyelim bunlara) vardır ama neredeyse Marksist de yoktur
(yani devlet düşmanı Marksistler, ama öncelikle de “kendi” devletinin düşmanı
Marksistler diyelim).
*
Şimdi devlet ve ulus “düşmanlığını”, özellikle de önce “kendi”
devletinin ve ulusunun düşmanlığını Marksistliğin özü olarak başa aldığınızda,
ulusalcı olmanız mümkün olur mu?
Olmaz.
Ama Sınıf, Emek vs. diyerek, devleti baş sorun olmaktan çıkarıp, pek ala fiilen devletin bir müttefiki
olursunuz.
Hatta Türkiye gibi ülkelerdeki devlet de bir burjuva devleti
olmaktan öte, burjuvazinin bile üzerinde egemen olan, önceki tarihin kalıntısı
bir devasa araç ise, sadece genel olarak burjuva devletin değil; kapitalizm ve
modern toplum öncesi, fiilen ekonomi dışı zorla artı ürüne el koyan, kontrol
dışı “feodal” bir gücün fiili savunucusu olursunuz.
Yani Türkiye’deki “emek” ve “sınıf” düşkünü Marksistler,
burjuva devletinin de değil; kapitalizm öncesi Şark devletinin, “feodalizmin”
savunucularıdır. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Öz ve görünüm aynı
olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.
Bu nedenle, askeri bürokratik oligarşi artık en küçük bir
ideolojik yaratıcılıktan yoksun olduğundan bu sözüm ona sınıfçı ve emekçi, yani
burjuvazinin kabul edeceği tarzda Marksizm’i benimseyenlerde, kendini meşru
gösterecek bir ideoloji bulmuş olur.
(Aynı durumun benzeri, demokratik görevlerden kaçarak, hızlı
antikapitalistlik yapan, “sınıf” ve “emek” düşkünü Müslümanların bir kesiminde
de var. Bir kesimi var olan devlete karşı mücadeleye, yani demokrasi için
mücadeleye doğru evrilirken, diğer bir kısmı, tıpkı sosyalistlerin ulusalcıları
gibi, sınıf ve emek diyerek, zülfü yâre dokunmaktan kaçınıyor. Bu kaçınma da
genellikle, ileriye kaçma biçiminde, bugün var olan toplum içinde ideal Müslüman
toplulukları kurma gibi bir ütopik biçim altında gerçekleşiyor.)
*
Burada Gezi’de de çok çıkan ve geleceğin ilişkilerini
yaratmak tarzında ifade edilen sosyalizm adacıkları yaratma sorununa. Orada da
aynı sorunu görürüz. Emek ve sınıf kategorileriyle düşünürseniz, bugün var olan
toplum içinde, sosyalizm adacıkları yaratmayı hedef alarak, hem olmayacak bir
hayalin peşinde koşmuş; hem de fiiliyatta var olan devleti parçalamayı esas
hedef olmaktan çıkararak, o devletin yedeği ve destekleyicisi durumuna düşmüş
olursunuz.
Peki, bugünün toplumu içinde geleceğin tohumlarını kurmak gerekmez mi, bunları kurmak mümkün değil midir?
Peki, bugünün toplumu içinde geleceğin tohumlarını kurmak gerekmez mi, bunları kurmak mümkün değil midir?
Mümkündür ve gerekir. Ama bu tohumlar sosyalizmin değil; bu
devletin alternatifi, ezilenlerin kendini yöneteceği aracın tohumları olabilir.
Ekonomik değil, politik olarak bir alternatif mümkün ve gereklidir.
Mantığı şöyle de kurmak mümkündür: “Marksistler, “devleti ele geçirmek”, “iktidara gelmek” için mücadele etmezler.
Devleti yıkmak ve onun yerine ezilenlerin üzerinde yükselmeyecek bir “devlet”; Engels’in deyimiyle, artık “devlet olmayan bir devlet” için mücadele
ederler.” Dedik.
Buradan da şu çıkarsama yapılabilir ve yapılmalıdır: o
“devlet olmayan devlet” gökten zembille inmeyeceğinden, bu devletin egemenliği
altında onun tohumlarının, biçimlerinin nasıl yaratılacağı gibi sorun gündeme
gelir.
Devlet’i ele geçirmek isteyenler parti kurarlar. Ama devlet olmayan devlet kurup, var olanı
parçalamak, tasfiye etmek isteyenler, var olanın alternatifi bir ulus ve devlet
nasıl kurulabilir diye sorarlar.
Bu sorunun kendisi bizzat devrimci ve yıkıcıdır.
İşte biz bu nedenle var olan örgütlerin kurdukları yapılara
değil; her türlü görüşten insanların bir arada bulunduğu girişimlere, yapılara
daha büyük dikkat verip, o tür girişimler karşısında heyecan duyuyoruz.
Bütün önerilerimizin özü, hep bu tür girişimlerin ortaya
çıkmasına yöneliktir. Bu nedenle biz bütün var olan partiler karşısında apayrı
bir “parti” oluyoruz.
*
Tabii Marksizm bir bilim, sürekli gelişir ve derslerin ve
genellemelerin ışığında daima yeni sonuçlar çıkarır; kimi önermelerini gözden
geçirir; kimilerini mantık sonuçlarına ulaştırır.
Sonradan ne gibi sonuçlar çıkarılmıştır?
Bu çıkarımlardan biri de Engels’e aittir. Aslında Marks da
pratiğiyle böyle düşünmüştür ama ifade etmemiştir; yeri gelmemiştir.
Ama önce bir ara bilgi gerekiyor Tarihte iki tane Paris Komünü
vardır.
Biri yukarıda söz ettiğimiz 1871’deki Komün.
(Burada şu Komün kavramıyla ilgili de bir açıklama yapalım.
Komün Avrupa’da belediye anlamında kullanılır. Ama bu belediye de Türkiye’deki çöpçülük
yapan belediye değildir. Özyönetimdir. Yani Türkiye’de valilerin, kaymakamların,
merkezi devletin yaptığı tüm işleri yapar ve yetkileri vardır. Aslında
diplomasi, savunma gibi merkezi devlete verilmiş işler dışındaki bütün yönetim
işlerini bu seçilmiş “belediyeler” yani komünler yapar. Ve merkezden atanmaz ve
yönetilmez, o bölgedekiler tarafından seçilir idari birimdir. Türkiye’de tüm
kavramlar saçma sapan ve karma karışık olduğundan düşüncenin akışını kesip
böyle açıklamalar gerekiyor.)
Bir de büyük Fransız devriminde, bir Paris Komünü daha
vardır. Yine Fransa’nın yoksullarının Paris’e egemen olduğu.
Bu komün, antik, merkezi, Lui’lere “Devlet benim” dedirten, şark devletinin tasfiye olduğu; ikici
komüne benzer bir yapının kurulduğu bir Demokratik
Cumhuriyet kurar.
Bu yapı aşağı yukarı 1798’e kadar, yani ezilenlerden korkan
burjuvazinin eski gericilikle ittifaka girip, demokratik cumhuriyeti yıkıp,
eski devleti yeniden restore edilişine kadar, sürmüştür. Bugünkü Fransız
devleti işte o “imparatorluğun
imparatorsuz şekli” (Engels) olarak yeniden kurulmuş devletin, karşı
devrimci devletin devamıdır, yoksa Fransız Devrimi’nin devletinin değil. İşte
bu 1791-93’de kurulan ve yuvarlak hesap 1798’e kadar var olan bir Demokratik
Cumhuriyet vardı.
Engels, Erfurt Programı’nın Eleştirisinde, Alman işçilerine
programında nasıl bir devlet kurmaları gerektiğini söylerken şunları yazar:
“"... O halde,
merkezci cumhuriyet, ama, 1798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka
bir şey olmayan bugünkü Fransız cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e
dek, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan örneğine göre, tam
yönetsel özerkliliğine sahipti. Bizim de tıpatıp sahip olmamız gereken şey,
budur. Bu özerkliliğin nasıl örgütleneceğini ve bürokrasiden nasıl
vazgeçilebileceğini, Amerika ve birinci Fransız cumhuriyeti bize göstermiş
bulunuyor; ve bugün de, Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz sömürgeleri bize
aynı şeyi gösterir.”
Görüldüğü gibi Engels, Alman işçilerine, Fransız Devrimi’nin
kurduğu demokratik Cumhuriyeti örnek gösteriyor. Programınıza böyle bir yapı
kurmayı alın diyor.
Ama burada da kalmıyor, aynı zamanda Demokratik Cumhuriyet’in
Proletarya Diktatörlüğü’nün “özgül bir biçimi” olduğunu da söylüyor:
"Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devriminin daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatorasının da özgül biçimidir..."
"Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devriminin daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatorasının da özgül biçimidir..."
Demokratik Cumhuriyet neymiş?
“Proletarya
diktatörlüğünün özgül bir biçimi”ymiş. Aslında burada hiç de çelişkili bir
durum yok. Mesele sorunun özünü kavramakta.
Bize “sosyal cumhuriyet” veya “sosyalist cumhuriyet” lazım
diyenler aslında Marksizm’in özündeki temel fikri anlamamışlardır. Fikrin özü
şudur. Ezilenlerin üzerinde yükselmeyip onlara hizmet edecek bir araç farklı tarihsel
koşullarda farklı biçimlerde ortaya çıkmış olabilir; önemli olan yapısı ve
işlevidir.
Paris Komünü bir biçimdir, ama Birinci Fransız Devrimi’nin Birinci
Paris komünü ile kurulan da bir biçimdir.
Daha sonra Rusya’da devrim döneminde kurulacak olan
Sovyetler de başka bir biçimdir. Sonra otuzlarda İspanyol devriminde ortaya
çıkan organlar da bir biçimdir.
Hatta o zamanın ABD’sine bakarak ABD’deki Devletin de
ezilenler tarafından kullanabileceğini düşünmüşlerdir. Çünkü halkın üzerinde
bürokratik, militer, baskıcı bir araç yoksa pek ala demokratik bir biçimde işçiler
sosyalizme geçmeye karar verebilirler, barışçıl bir sosyalist devrim olabilir.
*
Ancak Marks ve Engels’in ve sonra gelen sosyalistlerin bu
teorik temeli geliştirememesi çok daha temel başka bir sorunla ilgilidir. Din
ve Ulus teorilerinin olmamasıyla ilgilidir. Bu ikisi de, yani Din teorisini
olmaması, Aydınlanmanın din kavramı ve aydınlanmanın din kavramını kabulle;
Ulus teorisinin olmaması da Alman ulusçuluğundan etkilenmeleriyle. Yani iki
kalıntıyla ilgilidir. Marksizm’in bu kalıntılardan temizlenmesi de bize
düşmüştür. Hani Marks, sınıf ve emek kavramları benim ayırıcı katkım değildir;
devlet konusundadır esas katkım diyordu ya; bizim de katkımız din ve ulus
konusundaki Marksizm'le özdeş görüşlerin Marksizm'le ilgisinin olmadığını göstermektir
diyebiliriz. Tabii bunun sonuçları da alt üst edici olmuştur.
Şimdi gelelim Din ve Ulus konusuna ve bunun devlet konusu ve
programda ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığına.
Marksizm’in ne olduğunun daha esaslı ve doğru bir tanımını,
daha doğrusu toplum kuramının temel kavramlarını Marks, meşhur Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’nde
açıklar.
Bu açıklamaya göre, toplumun alt yapısında bir değişim olur,
bu sonra üst yapıda da bir altüstlükle gerçekleşir. Buna devrim denir. Kabaca
böyle. Konumuz bakımından ayrıntısının önemi yok. Esas ipi bırakmayalım.
Dikkat edilirse, Komünist Manifesto’daki devrim kavramı sınıflar
ve sınıf mücadeleleri ile ilgili olarak kullanılmışken; burada temeldeki değişimlerin
üstyapıdaki karşılıklarının oluşması anlamındadır.
Öke yandan, Marks “Üstyapı” der ama o “Üstyapı” denen şeyin,
analitik kavramın, ayrıntılı bir tanımlaması, bir teorisi yoktur. Bu sonra
geleceklere vasiyet gibi de okunabilir, bu alanda geliştirmeye ihtiyaç var
anlamında.
Üstyapı dendiğinde, genellikle din, ahlak, hukuk, sanat,
devlet, ideoloji vs. denmiştir. Ekonomi ve sınıfların ötesindeki her şey üstyapı
kavramı içinde mütalaa edilmiştir.
Tabi bu bağlamda, üstyapının kimi öğelerine ilişkin, örneğin
edebiyat ve sanatı inceleyen muazzam bir katkı oluşmuştur. Lukacs’tan Adorno’ya
birçok Marksist çok güzel eserler vermişlerdir.
Ama bir üstyapılar teorisi hiç olmamıştır. Buna birçok Marksist
de vurgu yapmıştır.
İşte bizim katkımız da burada ortaya çıktı.
Biz Marksizm’in din kavramının iki anlamı olduğunu, biri
programa yansıyan Din’in “inanç” olduğu yolundaki, yani kişilerin özel sorunu
olduğu yolundaki anlamı; diğeri de sınıf mücadelesindeki bir araç olarak anlamı,
Engels’in Köylüler savaşında kullandığı, sonra Blok ve Kıvlcımlı’ya kadar giden
gelenek.
Ama din denen şey sınıfsız toplumlarda da var. Ve orada tüm
toplumsal hayatı da düzenliyor. Demek ki Marksizm’in din kavramı, burjuvazinin
kullandığı ve onun ufku içindeki kavramlardı. a) “İnanç” anlamında, yani özel
sorun anlamında; b) sınıf mücadelesinde bir araç olması anlamında.
Bunun birincisi, normatif bir din tanımı. Diğeri ise sınıflı
toplumlarda bir işleviyle sınırlı. Peki, Din’in kendisi ne?
Bu sorudan hareketle olgulara baktığımızda, bütün dinlerin
tüm toplumsal hayatı düzenlediği, tüm diğer üstyapı kurumlarının ancak din
içinde var olup anlaşılabileceği dolayısıyla buradan da giderek dinin tümüyle
üstyapı denen şeyin kendisi olduğu sonucuna ulaştık. Nasıl Üstyapısız bir
toplum olamazsa, beyinsiz bir insan gibi mümkün değilse, dinsiz bir toplum da
olamazdı.
O halde bugünkü toplumun dini neydi?
Burada tarihin korkunç kavram karmaşasını ortaya çıkardık.
Bu keşfimiz biraz Marks’ın İşgücü ve Emek ayrımının modern
toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmasına benzer.
Modern toplumun dini de bizzat onun din tanımının
kendisindeydi. Dini özele ilişkin olarak tanımlayarak ve önceki toplumların
dinlerini, toplumu düzenleme işlevinden atarak, bizzat böyle yaparak kendisi
bir din olarak ortaya çıkıyordu. Bunu yapabilmek için de toplumu, özel ve
politik diye toplumu iki alana ayırıyordu. Bu ayrım sosyolojik değil, hukuki
bir ayrımdı. Yani normatif bir ayrımdı, toplumu düzenleyen, dolayısıyla bütün
önceki dinlerle aynı işlevi gören bir ayrımdı. Marksizm’in dini özel olarak
tanımlaması ise, tam da bu ayrımı, bu normatif kavramı bir sosyolojik ayrım
gibi kabul etmek ve bu toplumun yeniden üretilmesine katkıda bulunmak anlamına
geliyordu.
Yani Marksizm’de bir Aydınlanma kalıntısı olan yaygın
anlamıyla din kavramını atıyorduk.
Buna bağlı olarak, burada anlatması uzun sürecek bir teorik
süreçle, Ulusun da tanımını yapıyor ve ulusun modern toplumun dininin karşı
devrime uğramış biçimi olduğu sonucuna ulaşıyorduk.
Marksizm’in tıkanmasının nedeni, Aydınlanmanın Din
kavramını; ulusçuluğun da ulus kavramını olduğu gibi alıp kabul etmesinde
toplanıyordu.
Marksizm bu geçmişin iki kalıntısını yeterince temizleyememiş
ve bu hataları kendisinin karşısına aşılmaz bir duvar gibi dikilmiş; bu nedenle
Marksistler ulusçulara, devletçilere veya ateistlere dönüşmüşlerdi. Bilinen
biçimiyle Marksizm bir sosyoloji olmaktan çıkmış, bir ideolojiye dönüşmüştü.
Bizim yaptığımız onu bu zincirlerinden kurtarmak oldu.
Şimdi bunun politikaya, devlete ilişkin, dolayısıyla Dünya
ve Türkiye’deki Demokrasi ve sosyalizm mücadelesine ilişkin sonuçlarını
görelim.
*
Bu din teorisine göre, modern toplumun dini, yani üstyapısı,
özel ve politik diye bir ayrımın yapılmasına dayanıyordu. Yani, dinin özel
olarak tanımlanmasının kendisi bir dindi. Bu ise sosyolojik bir ayrım değildi.
Ancak özele ilişkin alanda kaldığın takdirde bir din olarak tanımlanabilirsin
anlamındaydı.
Bu ayrım, yeryüzüne komünlerin ve klasik uygarlıkların
egemen olduğu bir dönemde, bir insanları eşit kılmanın bir aracı olabilirdi.
Ama bu din içinde de bir karşı devrim olmuştu. Bunu da bize sınıflar mücadelesi
açıklama imkânı veriyordu. Olan karşı devrim insanların eşitliği yerini ulusların eşitliğinin almasıydı. Özel ve
politik ayrımı insanları eşit kılmanın aracıydı. Ama politik olanı belli bir ulusla
tanımlama, yani milliyetçilik ise, eşitsizliğin, bu karşı devrimin gerçekleşme
biçimiydi. Ulus politik olarak var olabilen bir olguydu. Ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesine dayanmak ve savunmak ulusçuluktu. Tam da bu nedenle,
devlet ve ulus, birbirinden ayrılmaz kavramlardı.
Devlet ve ulus birbirinden ayrılamıyorsa, ulus içinde
mücadele edilecek tarafsız bir ortam değil; kendisine karşı mücadele edilecek
bir yapıydı.
Yani ezilenlerin “devleti”, bu özyönetim aracı, sadece
bürokratik cihazın parçalanmasına ilişkin olmakla kalamazdı; ulusun da yıkılması
gerekiyordu. Marks-Engels ve sonra gelenlerin devletin parçalanması konusunda
göremediği buydu. Ne Marks-Engels, ne de sonra gelenler, örneğin Alman ulusunu
yok etmek gibi, doğrudan var olan devleti yıkmaya yönelik olarak hedef koyduğu
görülmüyordu. Uluslar insanların kabulünün dışında, tıpkı sınıflar gibi var
olan bölünmeler gibi kabul ediliyordu. Uluslar olduğu için ulusçuların olduğu
var sayılıyordu ve uluslara karşı mücadele, sosyalizmden sonrasına, onların
kendiliğinden yok olacağı bir döneme bırakılıyordu.
Bu bizim katkımızla birlikte, Marks’ın izinde bizim katkımız
şöyle ifade edilebilir: Marksist olmak sadece bürokratik ve merkezi yapıya
değil; aynı zamanda ulusa ve “devletin” ulusal niteliğine karşı da savaşmakla
olabilir.
Bu Ulus kavrayışının Marks’ınkinden farkını gösterebilmek
için Einstein ve Newton’un Uzay ve zaman kavramlarının farkını bir analoji
olarak kullanmak açıklayıcı olabilir.
Newton’un fiziğinde yekpare bizim dışımızda var olan bir
tiyatro sahnesi gibi bir uzay ve yekpare ve aynı hızla akan bir zaman vardır.
Einstein’ın fiziğinde ise, maddenin var oluşunun bir
biçimidir. Yani zaman yavaşlayabilir; uzay kısalabilir, eğirelibilir, Maddenin
dışında ondan bağımsız değildir.
Benzer şekilde, bizim getirdiğimiz ulus kavramında ulus
içinde mücadele edilen tarafsız bir ortam değil, modern devletin varoluş biçimi
ve bir din, yani insanlar onu kabul ettiği için var olan bir şey, olduğundan, ulusa
ve devlete karşı mücadele bir tek mücadeledir. Biri olmadan diğeri olamaz. “Proletarya
Diktatörlüğü”, ulusal olanın politik olanla çakışmasına, yani ulusçuluğa karşı
da mücadele olmak zorundadır.
Görüldüğü gibi, Marksizm'in ayırıcı noktası sınıf ve emek
değil, devletti. Biz de bu çizgiyi izleyerek, bu ayırıcı noktayı daha da dakik
olarak tanımlamış olduk. Ulus ve devlet birbirinden ayrılmaz, o halde, devlet
gibi ulus da parçalanmalıdır. Bizim katkımız böyle ifade edilebilir.
*
Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine
dayanır dedik. Ulusal olanın nasıl tanımlandığı da iki karşı devrim biçiminde
gerçekleşmiştir.
Birinci karşı devrim ulusu bir toprak parçası ile tanımlama,
burada henüz devlet dil, din körüdür ama kendi sınırları dışındaki insanları kendi
yurttaşlarıyla eşit kabul etmez.
Bir de ulusu bir dille, dinle, kültürle, tarihle, ırkla,
soyla vs. tanımlayan, karşı devrim içinde bir karşı devrim, ikinci bir karşı
devrim (Alman Ulusçuluğu) gerçekleşmiştir.
Bunda ise devlet ve ulus, sadece bir toprak parçasıyla
değil, aynı zamanda bir dille, dinle vs. tanımlanır. Bu hem kendi yurttaşları
arasındaki, başka dil ve dinden olanlar karşısında bir eşitsizliği ve baskıyı;
hem de başka yerlerde yaşayan aynı dil ve dinden olanların koruyucusu gibi
ortaya çıkıp bir emperyal yayılmacılığı destekler.
İşte, Türkiye’deki devlet ikinci biçimiyle bir ulusçuluğun
devletidir.
Yani çifte kavrulmuş bir karşı devrimin devletidir.
Ama sadece bu kadar da değildir. Bu devlet, burjuva devlet
de değildir. Burjuva devletinde, devlet burjuvazinin bir aracıdır. Vergilerin
ve harcamaların tümüyle kontrolü meclistedir, seçilmiş organlardadır. Yani
Burjuva toplumundadır.
Türkiye’deki devlet, Modern toplum öncesinin ekonomi dışı
cebirle artı ürüne el koyan ama hiçbir şekilde modern burjuvazi tarafından bile
denetlenemeyen tam anlamıyla “feodal” bir devlettir; Şark despotluğudur. Bu
aygıt bırakalım, ezilenlerin aracı olmayı bir yana, modern toplumsal sınıfların,
burjuvazinin egemenliğinin bile aracı olarak kullanılamaz.
Yani geçmişin kamburu, şark despotluğu, şark devleti ile
modern toplumun kamburu, çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk bir aradadır
Türkiye’de
Bunun karşısında, dil ve din körü, Birinci Fransız devrimininki
gibi bir Demokratik Cumhuriyet, en geniş toplum kesimlerini bir araya getirip,
bu çifte kambura son verebilir. Ama böyle bir değişime Türk ulusu olarak
ulaşılamaz, ancak demokratik bir ulusla ulaşılabilir. O halde, Demokratik Cumhuriyet,
var olan devletin parçalanması gibi Türk ulusun da ortadan kaldırılıp,
demokratik bir ulusun kurulmasını; yani Türklüğe karşı bir mücadeleyi
gerektirir.
İşte yıllardır savunduğumuz ve açıklamaya çalıştığımız,
fiilen de politik olarak uyguladığımız Marksizm özetle budur.
Madem, herkesin #HAYIR’ı kendine, işte bizim #HAYIR’ımız
böyle bir tarih ve toplum anlayışı ve kavram sistemine dayanmaktadır.
*
Türkiye’deki demokratik özlemlerin ve hareketlerin böyle bir
kavram sistemine ve programa gelebilmesi, çok uzun bir ideolojik ve teorik
hazırlık gerektirir. Önce bu devrim entelijansiyanın kafasında
gerçekleşmelidir. Bu değişimin önceden kafalarda olması gerekir. Bu temel yok.
Bugün yapmaya çalıştığımızı yirmi otuz yıl önce yapmaya
başlamış olabilseydik belki şimdi bir temel olabileceği varsayılabilirdi. Öte
yandan bu teoriyi şöyle derli toplu koyacak derli toplu bir kitap bile
yazamadık. Olayların akışı bir yandan, yaş ve fizik güç sorunu bir yandan.
Bu durumda biz ilerde bu mücadeleye girecekler için teorinin
kimi yol gösterici iplerini çekip kazıklarını çakmaktan ve ilerde verecekleri
mücadele için somut bir deney ve örnekler sunmaktan başka bir şey yapmıyoruz ve
yapamıyoruz.
Tabii toplumsal olaylarda her zaman bir “belirsizlik ilkesi” olduğundan,
yığınların kendi deneyleriyle çok hızlı bir şekilde öğrenip, değişip,
örgütlenip mucizeler yaratabileceklerini de bildiğimizden. Her momentte bütün
çabalarımız böyle bir olasılığa yönelik olarak onu güçlendirmeye çalışır.
İşte biz #HAYIR hareketinde böyle bir olasılık görüyoruz.
Onun bu potansiyelini geliştirecek öneriler yapmaya
çalışıyoruz.
En kendiliğinden bilenen hareketlerin ardında bile
üzerindeki boyayı kaldırınca görülecek bir komünistin, bir devrimcinin bilinmez
çabası vardır. Yapmaya çalıştığımız budur. Deliye taşı andırmaya, eşeğin aklına
karpuz kabuğu düşürmeye çalışıyoruz.
Bu #HAYIR’dan hareketle, kitlelerin kendi deneyimi ile bir
demokratik cumhuriyetin kurulması mümkün ve gerekli. İlk adım bu.
Eğer böyle bir mucize yaşanırsa, ondan sonra uluslara karşı
yeryüzü ölçüsünde bir tek cumhuriyet, yani ulusların değil, tüm insanların
eşitliği.
Bürokratik ve merkezi olmayan bir dünya cumhuriyeti ve bu
dünya cumhuriyeti yurttaşlarının istedikleri takdirde, meta üretimine değil,
insanların ve doğanın ihtiyaçlarına uygun bir planlı ekonomiye geçmesi ve
insanlığın yaşayabilmesi.
Bizim bütün yaptıklarımız, yazdıklarımız, taktiklerimiz, stratejilerimiz,
hep bu bütünlük içinde değerlendirilmelidir.
Bu bağlamda onların hepsinin tabi olduğu bu amaçlar
bakımından doğru ve anlamlı olduğu görülebilir,
Her şey bu kadar basit aslında.
18 Şubat 2017 Cumartesi
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
1 yorum:
Hocam menifestonun yeniden yazilisi veya gunumuze tasinmasi olarak goruyorum. Marx li bir dunyada global kapitalismin onlemrler alarak siniflarin hem sosyolojik hemde uretimdeki konumlarin da yaptigi degisiklikligin potitik yansimasinida degerlendirmeye almamamiz gerekirmi?
Yorum Gönder