Marks, 19 yüzyılın
iyimserliği içinde, “devrimler tarihin
lokomotifleridir” diye yazmıştı. Tarihe ilerleyen bir süreç gibi baktığınızda
elbet devrimler bu ilerlemenin lokomotifleri gibi görünebilir.
Aslında Marks’ın bu sözü
kendi kavrayışıyla da çelişiyordu. Çünkü ilerleme nesnel ve sosyolojik bir
kavram değil; değer yüklü bir kavramdır. Tarih ilerlemez ya da gerilemez;
sadece bir proses, gidiş, süreçtir.
Dünyayı bin nesneler yığını
değil, bir süreçler karmaşası olarak görmenin kendi yöntemlerinin (diyalektik
yöntem) özü olduğunu söyleyen bizzat Marks ve Engels’in kendileriydi.
Yani özü itibariyle, Marks’ın
bu sözü, bilimsel veya sosyolojik olmaktan ziyade politik bir anlama sahipti ve
kültürel olarak rahminden çıktığı Aydınlanmaya bir göbek bağı, geçmişin bir
kalıntısı olarak görülebilirdi.
Çünkü bu önermesi, sosyolojik
önermeleriyle ve bizzat kendisinin uyguladığı metotla çelişiyordu. Evren bir
süreçler karmaşası ise, evrenin bir süreçler karmaşası olduğu önermesinin kendisi
de sürecin bir anından başka bir şey değildir.
Bilim adamları ve devrimciler
de insandırlar ve çağlarının damgasını taşırlar. Yani bizzat onların görüşleri
içinde de geçmişin kalıntıları vardır. Hiçbir zaman “saf”, “mükemmel” bir biçim
içinde olmazlar.
Ama analitik düşünce, neyin geçmişin
kalıntısı, neyin onun özü, neyin yeni ortaya çıkan olduğunu anlamaya çalışır.
Kör bağırsak insanın özü
değil; geçmişin bir kalıntısıdır. Devrimlerin tarihin lokomotifleri olduğu önermesi,
Marksizm'in özü değil, geçmişin bir kalıntısıdır. On dokuzuncu yüzyılın
iyimserliğinin bir kalıntısıdır. Bilimsel olmaktan ziyade kültürel iklimi ve yargıları
yansıtır. Marks ve Engels’te yüzlerce böyle örnek bulunabilir. Ama tam da Marksizmi
anlamayanlar, bu geçmişin kalıntılarını onun özü olarak görme ve gösterme
eğilimindedirler.
*
Marks’tan neredeyse yüz yıl kadar
sonra, bu sefer yine bir Marksist, Walter Benjamin, Hitler faşizminin
karanlıkları arasında, Fransa İspanya sınırında Faşistlere teslim edilmemek
için intihar etmeden önceleri, Marks’ın o sözüne atıfla olarak, “devrimler tarihin imdat frenleridir” diye
yazmıştı. Böylece bizlerin Tarih kavrayışında tamamen ters yönlü, ama aynı
zamanda birincisi kadar doğru ve yanlış bir devrim yaratmıştı.
Bu da yirminci yüzyılın umutsuzluğunun
ve kötümserliğinin, bu ideolojik iklimin kültürel bir yansıması olarak görülebilir.
Elbet bu söz de en az
Marks’ınki kadar yanlıştı ve doğruydu; tarih bir ilerleme olmadığı gibi bir
uçuruma gidiş de değildir. Nasıl bir insan hamam böceği ya da virüs karşısında
daha “ileri” bir canlı değil ise; Tarih de sadece bir süreçtir, bir gidiştir.
Onu bir ilerleme veya
gerileme olarak bizler algılarız. Ama bizlerin yaşadığı tarihi nasıl algıladığı
da bizzat o tarihsel süreç üzerinde bir etkide bulunur. Ama şöyle ya da böyle algılamamız
da aynı zamanda evrenin bir süreçler karmaşası olduğunun ve öyle kavranması gerektiğinin
bir kanıtından başka bir şey değildir.
*
Belki yeri değil ama bu
alanda en önemli üçüncü katkıyı, kıyametler ve yıkılışların birer devrim
olduğunu Walter Benjamin’i bilmeden söyleyen; zımnen o imgeyi kullanmadan
devrimlerin birer imdat freni olduğu söyleyen Hikmet Kıvılcımlı yapmıştır.
Hikmet Kıvılcımlı kapitalizm
öncesi antik Sümer’de M. Ö. 3000 yıllarında ilk medeniyete geçişten 500 yıl
önce modern kapitalizmin doğuşuna kadar olan tarihin yasalarını anlamaya ve açıklamaya
çalışır. Bu tarihte ise sürekli görülen bir olgu vardır. Bütün medeniyetler bir
şekilde, üretici güçler seviyesi (emek üretkenliği) bakımından daha geri
toplumlarca yıkılmaktadır. Ve o yıkıntılar üzerinde yeni bir uygarlık veya
uygarlık Rönesansı ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, çürümüş Roma’yı Germen
“barbarlar”; çürümüş Bizans’ı, Pers uygarlığının sınır boylarına yerleştirdiği
göçebe kabileler (ki Osmanlı da bunlardan biridir) yıkarlar. O yıkıntılar
üzerinde Osmanlı adıyla Bizans’a bir Rönesans yaşatırlar. Bizans’ın kendisi ise
çürümüş ve yıkılmış Roma ve Yunan uygarlığının bir yeniden doğuşundan başka bir
şey değildi.
Tarihe böyle bakınca, Devrimlerin
aslında aynı anda hem “lokomotif” (Tarih “tarihsel devrimler”le “ilerler”); hem
de birer “imdat freni” (her devrim aynı zamanda bir kıyamet, bir çöküş, bir
uygarlığın yıkılışıdır ve yeni bir uygarlığın kuruluşudur) olduğu sonucu ortaya
çıkar.
*
Kıvılcımlı’nın bu katkısı,
Avrupa ve Amerika üniversitelerinin sözüm ona Marksist akademisyenlerinin veya
diğer modern akımlarının sadık bir izleyicisi olan Türkiyeli aydınların hiç
birisinin ilgisine mahzar olamamıştır. Bunun anlaşılmayacak bir yanı da yoktur
aslında. Burası aşağılık kompleksli insanlar ülkesi Türkiye’dir. Mahmutpaşa
esnafı bile, yandaki iş hanında, insanlık dışı çalışma şartlarında üretilmiş
tekstil ürününe Avrupa damgası vurmadan ona müşteri bulamayacağını bilir. Eh
koca akademisyen ve de Marksist entelektüeller mi bu bilgiden yoksun
olacaklardır?
Kıvılcımlı’nın talihsizliği,
Türkiye gibi bir çıkmaz sokakta ve o çıkmaz sokağın diliyle yazması; Amerikalı
veya Avrupalı bir Marksist akademisyenin bile onun varlığını bilmemesindedir. Ama
bunun sorumluluğu da yine Türkiyeli Marksist akademisyen ve
Entelektüellerdedir. Batı’nın aydınları Türkçeyi bilmez, bilmesi de gerekmez
ama Türkiye’nin aydınları Modern burjuva uygarlığının dillerini bilirler.
Eğer Kıvılcımlı’yı bir Marksist
akademisyen veya teorisyen bilse ve bir dergide Kıvılcımlı üzerine iki söz
etseydi, şimdi Türkiye’nin Marksist ve akademisyenleri altına hücum diyerek bu
madeni kazmaya başlamış olurlardı.
*
Bunları niye yazdık?
İmdat freni veya lokomotif
imgeleri sosyolojik olarak yanlıştırlar ama politik olarak doğru ve
kullanılabilir imgelerdir.
kullanılabilir imgelerdir.
Bu seçim-referandumun
anlamını ve önemini kavramak için en uygun imge, bir imdat freni imgesidir.
Bugün Türkiye ve Ortadoğu
gerçekten uçuruma giden bir tren gibidir.
Eğer Erdoğan başkan seçilirse
bu kesinlikle bir savaş demektir. Hatta bir değil iki savaş demektir. İç savaşı
sürdürmek için aynı zamanda bir dış savaş açacak ve orduyu Suriye’ye
sokacaktır. Orduyu Suriye’ye sokmak için gerekçesini de içerde Kürtlere karşı
açtığı savaştan çıkarmaya çalışacaktır.
Erdoğan’a hala oy verecek
olup da gelen tehlikeyi göremeyenler, Erdoğan’ın bir diktatör olmadığını
söylemektedirler.
Evet, henüz tam olamadı. Ama
Tarihteki bütün diktatörlerin yolunu izliyor.
Üstüne üstlük, Erdoğan’ın bu
yola girdiğinin anlaşılmasını güçleştiren Erdoğan açısından şans, Ortadoğu
açısından ise şanssızlık olan veriler vardır.
Aslında bu başarı gibi
görünenlerin hiç birisi Erdoğan’ın başarısı değildir. O başkalarının
başarılarının mirasına konmuştur.
Ekonomi alanındaki başarısı,
aslında Derviş’in programına sıkı sıkı bağlılık ve bunu sürdüren ekiptir. Bu
ekip ise sürekli Erdoğan’ın yarattığı türbülanslarda uçağı düşmekten
kurtarmakla uğraşmaktadırlar.
Avrupa Birliği, Kıbrıs vs.
konularındaki bir zamanlar ki başarıların Gül’ün damgasını taşıdığı bugün
açıkça görülmektedir.
Suriye politikası sadece
Suriye’de demokratik bir devrimi engellemekle kalmadı milyonlarca Suriyelinin
ölümüne, sürgününe yol açtı. Ortadoğu’yu bir cehenneme çevirdi.
Eğer bir tek başarısı var ise
bu da “Barış süreci” adı altında Öcalan ile görüşmeleri başlatması olmuş
Tur. Ama bunun da aslında
Başkanlığı ele geçirmek için bir taktik hamladan başka bir şey olmadığı
bütünüyle açığa çıkmış bulunmaktadır.
Erdoğan için geri dönüş
yoktur. Modern bir devlette kazançlar devlete vergi olarak verilir ve ancak seçilmiş
meşru organların kararlarıyla bu paraların nasıl dağıtılacağına karar
verilebilir. Erdoğan’ın dağıttığı ihalelerden güya hayır işi için havuzlarda
topladığı paralar, aslında vatandaşın vergilerinden çalınmışlardır. Bunun
hesabı elbet sorulacaktır.
Erdoğan bunu bilmektedir.
Onun için geri dönüş veya durmak veya en küçük bir başarısızlık tam anlamıyla
bir yıkım anlamına gelmektedir. Bu nedenle her şeyi yapabilir ve yapacaktır.
Tarih büyük bir şans olarak
Türkiye’deki insanların önüne büyük bir fırsat ve araç koymuş bulunuyor.
Oylarıyla bu gidişi
durdurabilirler. Son hız uçuruma giden bu treni durdurabilirler. Bu tarihin
sunduğu bir fırsattır. Bu fırsatı kullanmak için küçük bir gayret yetiyor.
Çünkü çok istisnai bir durum
var. Ve bu istisnai durumu yaratan bizzat 12 Eylül’ün koyduğu; Erdoğan’ın
sayesinde HDP’den çalınmış oylarla başkan olmayı umduğu yüzde on barajıdır.
Küçük bir gayretle olsun, bir
imdat freninin emniyet bağlantısını koparacak kadar olsun bir gayretle baraj
aşılırsa, bu hem bizzat bu baraj barajı koyan sistemin; hem de varlığını ve
başkanlık hayallerini baraja bağlamış Erdoğan’ın sonunu da getirebilir.
Baraj onu kullanmak
isteyenleri tasfiye eden bir silaha dönüştürülebilir.
Ama o zaman sadece uçuruma
gidişi engellemiş olmazlar; imdat frenini çekerek, aynı zamanda Kıvılcımlı’nın
tarihin çöküşlerle; medeniyet yıkılışlarıyla ilerlediği imgesine uygun olarak,
aynı zamanda bir lokomotifi de harekete geçirmiş olurlar.
Çünkü bu başarının
sağlayacağı dinamik ve harekete geçireceği güçler; ortaya çıkan yeni dengeler;
Ortadoğu’da bugünkü umutsuz durumda, çok büyük bir devrimci yükselişin
başlangıcı da olabilir.
İki yüz yıldır, ulusçuluğun
doğuşuyla birlikte dünyadan sürülmüş olan Aydınlanma’nın idealleri; tüm
insanların dili, dini, soyu, sopu, ırkı ne olursa olsun eşit olduğu ideali;
modern çağın "Kelime-i Şahadet”i veya "Amentü"sü; ulusların
egemen olduğu bu dünyaya geri dönebilir ulusları yeryüzünden sürecek bir
sürecin başlangıcı olabilir.
21 Mayıs 2015 Perşembe
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder