21 Mayıs 2015 Perşembe

İmdat Freni ve Lokomotif

Marks, 19 yüzyılın iyimserliği içinde, “devrimler tarihin lokomotifleridir” diye yazmıştı. Tarihe ilerleyen bir süreç gibi baktığınızda elbet devrimler bu ilerlemenin lokomotifleri gibi görünebilir.
Aslında Marks’ın bu sözü kendi kavrayışıyla da çelişiyordu. Çünkü ilerleme nesnel ve sosyolojik bir kavram değil; değer yüklü bir kavramdır. Tarih ilerlemez ya da gerilemez; sadece bir proses, gidiş, süreçtir.
Dünyayı bin nesneler yığını değil, bir süreçler karmaşası olarak görmenin kendi yöntemlerinin (diyalektik yöntem) özü olduğunu söyleyen bizzat Marks ve Engels’in kendileriydi.
Yani özü itibariyle, Marks’ın bu sözü, bilimsel veya sosyolojik olmaktan ziyade politik bir anlama sahipti ve kültürel olarak rahminden çıktığı Aydınlanmaya bir göbek bağı, geçmişin bir kalıntısı olarak görülebilirdi.

Çünkü bu önermesi, sosyolojik önermeleriyle ve bizzat kendisinin uyguladığı metotla çelişiyordu. Evren bir süreçler karmaşası ise, evrenin bir süreçler karmaşası olduğu önermesinin kendisi de sürecin bir anından başka bir şey değildir.
Bilim adamları ve devrimciler de insandırlar ve çağlarının damgasını taşırlar. Yani bizzat onların görüşleri içinde de geçmişin kalıntıları vardır. Hiçbir zaman “saf”, “mükemmel” bir biçim içinde olmazlar.
Ama analitik düşünce, neyin geçmişin kalıntısı, neyin onun özü, neyin yeni ortaya çıkan olduğunu anlamaya çalışır.
Kör bağırsak insanın özü değil; geçmişin bir kalıntısıdır. Devrimlerin tarihin lokomotifleri olduğu önermesi, Marksizm'in özü değil, geçmişin bir kalıntısıdır. On dokuzuncu yüzyılın iyimserliğinin bir kalıntısıdır. Bilimsel olmaktan ziyade kültürel iklimi ve yargıları yansıtır. Marks ve Engels’te yüzlerce böyle örnek bulunabilir. Ama tam da Marksizmi anlamayanlar, bu geçmişin kalıntılarını onun özü olarak görme ve gösterme eğilimindedirler.
*
Marks’tan neredeyse yüz yıl kadar sonra, bu sefer yine bir Marksist, Walter Benjamin, Hitler faşizminin karanlıkları arasında, Fransa İspanya sınırında Faşistlere teslim edilmemek için intihar etmeden önceleri, Marks’ın o sözüne atıfla olarak, “devrimler tarihin imdat frenleridir” diye yazmıştı. Böylece bizlerin Tarih kavrayışında tamamen ters yönlü, ama aynı zamanda birincisi kadar doğru ve yanlış bir devrim yaratmıştı.
Bu da yirminci yüzyılın umutsuzluğunun ve kötümserliğinin, bu ideolojik iklimin kültürel bir yansıması olarak görülebilir.
Elbet bu söz de en az Marks’ınki kadar yanlıştı ve doğruydu; tarih bir ilerleme olmadığı gibi bir uçuruma gidiş de değildir. Nasıl bir insan hamam böceği ya da virüs karşısında daha “ileri” bir canlı değil ise; Tarih de sadece bir süreçtir, bir gidiştir.
Onu bir ilerleme veya gerileme olarak bizler algılarız. Ama bizlerin yaşadığı tarihi nasıl algıladığı da bizzat o tarihsel süreç üzerinde bir etkide bulunur. Ama şöyle ya da böyle algılamamız da aynı zamanda evrenin bir süreçler karmaşası olduğunun ve öyle kavranması gerektiğinin bir kanıtından başka bir şey değildir.
*
Belki yeri değil ama bu alanda en önemli üçüncü katkıyı, kıyametler ve yıkılışların birer devrim olduğunu Walter Benjamin’i bilmeden söyleyen; zımnen o imgeyi kullanmadan devrimlerin birer imdat freni olduğu söyleyen Hikmet Kıvılcımlı yapmıştır.
Hikmet Kıvılcımlı kapitalizm öncesi antik Sümer’de M. Ö. 3000 yıllarında ilk medeniyete geçişten 500 yıl önce modern kapitalizmin doğuşuna kadar olan tarihin yasalarını anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bu tarihte ise sürekli görülen bir olgu vardır. Bütün medeniyetler bir şekilde, üretici güçler seviyesi (emek üretkenliği) bakımından daha geri toplumlarca yıkılmaktadır. Ve o yıkıntılar üzerinde yeni bir uygarlık veya uygarlık Rönesansı ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, çürümüş Roma’yı Germen “barbarlar”; çürümüş Bizans’ı, Pers uygarlığının sınır boylarına yerleştirdiği göçebe kabileler (ki Osmanlı da bunlardan biridir) yıkarlar. O yıkıntılar üzerinde Osmanlı adıyla Bizans’a bir Rönesans yaşatırlar. Bizans’ın kendisi ise çürümüş ve yıkılmış Roma ve Yunan uygarlığının bir yeniden doğuşundan başka bir şey değildi.
Tarihe böyle bakınca, Devrimlerin aslında aynı anda hem “lokomotif” (Tarih “tarihsel devrimler”le “ilerler”); hem de birer “imdat freni” (her devrim aynı zamanda bir kıyamet, bir çöküş, bir uygarlığın yıkılışıdır ve yeni bir uygarlığın kuruluşudur) olduğu sonucu ortaya çıkar.
*
Kıvılcımlı’nın bu katkısı, Avrupa ve Amerika üniversitelerinin sözüm ona Marksist akademisyenlerinin veya diğer modern akımlarının sadık bir izleyicisi olan Türkiyeli aydınların hiç birisinin ilgisine mahzar olamamıştır. Bunun anlaşılmayacak bir yanı da yoktur aslında. Burası aşağılık kompleksli insanlar ülkesi Türkiye’dir. Mahmutpaşa esnafı bile, yandaki iş hanında, insanlık dışı çalışma şartlarında üretilmiş tekstil ürününe Avrupa damgası vurmadan ona müşteri bulamayacağını bilir. Eh koca akademisyen ve de Marksist entelektüeller mi bu bilgiden yoksun olacaklardır?
Kıvılcımlı’nın talihsizliği, Türkiye gibi bir çıkmaz sokakta ve o çıkmaz sokağın diliyle yazması; Amerikalı veya Avrupalı bir Marksist akademisyenin bile onun varlığını bilmemesindedir. Ama bunun sorumluluğu da yine Türkiyeli Marksist akademisyen ve Entelektüellerdedir. Batı’nın aydınları Türkçeyi bilmez, bilmesi de gerekmez ama Türkiye’nin aydınları Modern burjuva uygarlığının dillerini bilirler.
Eğer Kıvılcımlı’yı bir Marksist akademisyen veya teorisyen bilse ve bir dergide Kıvılcımlı üzerine iki söz etseydi, şimdi Türkiye’nin Marksist ve akademisyenleri altına hücum diyerek bu madeni kazmaya başlamış olurlardı.
*
Bunları niye yazdık?
İmdat freni veya lokomotif imgeleri sosyolojik olarak yanlıştırlar ama politik olarak doğru ve
kullanılabilir imgelerdir.
Bu seçim-referandumun anlamını ve önemini kavramak için en uygun imge, bir imdat freni imgesidir.
Bugün Türkiye ve Ortadoğu gerçekten uçuruma giden bir tren gibidir.
Eğer Erdoğan başkan seçilirse bu kesinlikle bir savaş demektir. Hatta bir değil iki savaş demektir. İç savaşı sürdürmek için aynı zamanda bir dış savaş açacak ve orduyu Suriye’ye sokacaktır. Orduyu Suriye’ye sokmak için gerekçesini de içerde Kürtlere karşı açtığı savaştan çıkarmaya çalışacaktır.
Erdoğan’a hala oy verecek olup da gelen tehlikeyi göremeyenler, Erdoğan’ın bir diktatör olmadığını söylemektedirler.
Evet, henüz tam olamadı. Ama Tarihteki bütün diktatörlerin yolunu izliyor.
Üstüne üstlük, Erdoğan’ın bu yola girdiğinin anlaşılmasını güçleştiren Erdoğan açısından şans, Ortadoğu açısından ise şanssızlık olan veriler vardır.
Aslında bu başarı gibi görünenlerin hiç birisi Erdoğan’ın başarısı değildir. O başkalarının başarılarının mirasına konmuştur.
Ekonomi alanındaki başarısı, aslında Derviş’in programına sıkı sıkı bağlılık ve bunu sürdüren ekiptir. Bu ekip ise sürekli Erdoğan’ın yarattığı türbülanslarda uçağı düşmekten kurtarmakla uğraşmaktadırlar.
Avrupa Birliği, Kıbrıs vs. konularındaki bir zamanlar ki başarıların Gül’ün damgasını taşıdığı bugün açıkça görülmektedir.
Suriye politikası sadece Suriye’de demokratik bir devrimi engellemekle kalmadı milyonlarca Suriyelinin ölümüne, sürgününe yol açtı. Ortadoğu’yu bir cehenneme çevirdi.
Eğer bir tek başarısı var ise bu da “Barış süreci” adı altında Öcalan ile görüşmeleri başlatması olmuş
Tur. Ama bunun da aslında Başkanlığı ele geçirmek için bir taktik hamladan başka bir şey olmadığı bütünüyle açığa çıkmış bulunmaktadır.
Erdoğan için geri dönüş yoktur. Modern bir devlette kazançlar devlete vergi olarak verilir ve ancak seçilmiş meşru organların kararlarıyla bu paraların nasıl dağıtılacağına karar verilebilir. Erdoğan’ın dağıttığı ihalelerden güya hayır işi için havuzlarda topladığı paralar, aslında vatandaşın vergilerinden çalınmışlardır. Bunun hesabı elbet sorulacaktır.
Erdoğan bunu bilmektedir. Onun için geri dönüş veya durmak veya en küçük bir başarısızlık tam anlamıyla bir yıkım anlamına gelmektedir. Bu nedenle her şeyi yapabilir ve yapacaktır.
Tarih büyük bir şans olarak Türkiye’deki insanların önüne büyük bir fırsat ve araç koymuş bulunuyor.
Oylarıyla bu gidişi durdurabilirler. Son hız uçuruma giden bu treni durdurabilirler. Bu tarihin sunduğu bir fırsattır. Bu fırsatı kullanmak için küçük bir gayret yetiyor.
Çünkü çok istisnai bir durum var. Ve bu istisnai durumu yaratan bizzat 12 Eylül’ün koyduğu; Erdoğan’ın sayesinde HDP’den çalınmış oylarla başkan olmayı umduğu yüzde on barajıdır.
Küçük bir gayretle olsun, bir imdat freninin emniyet bağlantısını koparacak kadar olsun bir gayretle baraj aşılırsa, bu hem bizzat bu baraj barajı koyan sistemin; hem de varlığını ve başkanlık hayallerini baraja bağlamış Erdoğan’ın sonunu da getirebilir.
Baraj onu kullanmak isteyenleri tasfiye eden bir silaha dönüştürülebilir.
Ama o zaman sadece uçuruma gidişi engellemiş olmazlar; imdat frenini çekerek, aynı zamanda Kıvılcımlı’nın tarihin çöküşlerle; medeniyet yıkılışlarıyla ilerlediği imgesine uygun olarak, aynı zamanda bir lokomotifi de harekete geçirmiş olurlar.
Çünkü bu başarının sağlayacağı dinamik ve harekete geçireceği güçler; ortaya çıkan yeni dengeler; Ortadoğu’da bugünkü umutsuz durumda, çok büyük bir devrimci yükselişin başlangıcı da olabilir.
İki yüz yıldır, ulusçuluğun doğuşuyla birlikte dünyadan sürülmüş olan Aydınlanma’nın idealleri; tüm insanların dili, dini, soyu, sopu, ırkı ne olursa olsun eşit olduğu ideali; modern çağın "Kelime-i Şahadet”i veya "Amentü"sü; ulusların egemen olduğu bu dünyaya geri dönebilir ulusları yeryüzünden sürecek bir sürecin başlangıcı olabilir.
21 Mayıs 2015 Perşembe
Demir Küçükaydın


Hiç yorum yok: