Kürt Özgürlük Hareketi bir süredir yanlış bir tartışmayı canlandırmış
ve o tartışmaya girmiş bulunuyor. Başkanlık ve Eyalet tartışmasını bugünkü
egemenlerin koyuş biçimi içinde tartışıp, bu tartışmanın kendisini tartışma
konusu yapmıyor. Dolayısıyla halkın demokratik eğitiminden fiilen kaçmış oluyor.
Bunun için açıklamaya alfabesinden başlamak gerekiyor.
Gerçek Radikal Demokrasi bu sorunu nasıl koyar?
Gerçek Radikal Demokrasinin temel ilkeleri nelerdir?
Birincisi, Türkiye, hiçbir şekilde demokratik bir ülke değildir.
Türkiye’de demokrasinin zerresi yoktur. Türkiye’de bütün iktidar merkezi
bürokratik bir aygıttadır ve yurttaşların garanti edilmiş hiçbir gerçek hakkı
yoktur. Bugün hak gibi görülenler sadece bu yokluğun görülmesini engelleyen, bu
ayıbı örten asma yapraklarıdır. Meclis’ten seçimlere kadar hepsi böyledir. Zaten
devlet uygun gördüğünde bütün bunları geri alabilmektedir ve buna karşı aslında
fiili hiçbir güç bulunmamaktadır.
İkincisine gelince.
Öncelikle şunu bilmekte yarar var. Bugün dünyadaki hiçbir ülke
yeterince demokratik değildir. En ideal gibi görünen ABD, İsviçre ve Kuzey
Avrupa ülkeleri bile yeterince demokratik olmaktan çok uzaktırlar. Bunları hiç
biri günümüzün demokrasi mücadeleleri için örnek olamazlar.
Çünkü hem onlar kuruluşlarında egemen sınıf olan
burjuvazinin ezilenlerden korkusu nedeniyle yeterince demokrat değildirler; hem
de kuruldukları tarihsel koşulların etkileri nedeniyle geçmişle aşırı
damgalıdırlar.
Örneğin ABD demokrasisi, Kralların İmparatorların egemen
olduğu bir dünyada kurulmuştu bu nedenle Başkan’a adeta seçilmiş bir kralın
yetkilerini veriyordu.
Öte yandan ABD demokrasisi, burjuva devriminin ideallerinin Protestanlık,
Püritenlik gibi dinsel biçimlerinden (İngiltere), din dışı tanımlanış
biçimlerine (1791-1793 Fransız Devrimi Dönemi) geçiş döneminin izleri taşır.
(Örneğin hala dinsel yeminler ve sembollerin kullanılışı vs.. Din’in aynı
zamanda politik olanın tanımlanmasındaki etkileri vs..)
Bugünkü Radikal Demokrasinin dünyada savunması gereken
demokrasiye en yakın sayılabilecek ülkeler Kuzey Avrupa Ülkeleridir. Çünkü orada
demokrasi tarihsel koşulların sunduğu, Komün’den uygarlığa kapitalizmle
birlikte ve çok geç geçmeleri nedeniyle, adeta bir bayrak yarışında gibi,
komünal gelenekler, burjuvazi ve işçi sınıfının eliyle kurulduğundan
böyledirler.
Önce komünal geleneklerin güçlülüğü ve derinliği, Şark
devletçiliğine, mutlak iktidarı elinde bulunan merkezi devlete ve Kral’a, firavunluğa
ve nemrutluğa olanak tanımamıştır. Bunun en güzel örneği, bizzat bugün
demokrasinin doğuşu olarak görülen Magna Karta’dır. Orada Aşiret Şefleri, Kral’a
Nemrutlaşmak, Firavunlaşmak isteyene, dur demiştir.
Yine aynı komünal geleneklerin gücü Asya Devletçiliğinin
Ruh-ül Habis’i Katolik Kilisesi’ni tanımayarak, daha sonra da Püriten Devrimi’ni
yaparak. Asyalı merkezi devleti ve onun yayılışını, ilk kez kuzeyin okyanus
kıyılarında durdurabilmiştir.
Asyalılık, Firavunlar Nemrutlar devleti ve devletçiliği, ilk
yenilgisini, uygarlığa ve merkezi devlete tam bulaşmamış; Roma istilasıyla bulaşmışlığı
da sonra Norman (Viking) akınlarıyla tekrar yıkanıp temizlenmiş Britanya
adalarında tatmıştır. Bu yenilgi üzerinden orada daha sonra demokrasi
kurumlaşıp kapitalizm gelişebilmiştir.
Burjuvazinin Protestanlık-Püritenlik biçimindeki partisi tüm
demokratik ve devrimci gücünü yitirip gericileştiğinde ise tarih sahnesine
Demokrasinin en temel savunucusu olarak genç ve dinamik İşçi Sınıfı çıkmıştır.
Çartistler (İşçi Sınıfının Partisi) genel oy ve sosyal adalet politikalarının
savunucusu olmuştur. Neredeyse bütün Kuzey Avrupa ülkelerinde benzer süreç
görülür. Bu nedenle biraz paradoksal bir şekilde dünyadaki bütün köklü demokrasiler birer krallıktır. Ama o krallıklarda, kralların Şark’ın bir jandarma veya polis
karakolundaki jandarma veya polis kadar olsun insanların kaderi üzerinde etkisi
ve yetkisi yoktur.
Doğu ve Batı’nın farkı her şeyden önce merkezi ve mutlak
egemen devlet ile böyle bir devlet cihazının yokluğunda toplanır.
Kuzey Avrupa ülkelerine nispetle Amerika ve İsviçre gibi
ülkeler bile, bu nedenle, modern işçi sınıfı hareketinin, demokrasi bayrağını alışından
yoksun kaldıkları için; demokrasileri sadece komünal geleneklere (Örneğin İsviçre’deki
kantonlar bu komünal geleneklerin göstergesidir. Hatta Papa’nın askerlerinin İsviçreli
olması bile bunun bir görünümüdür. Uygarlık Komün’ü aynı zamanda her zaman
Ücretli Asker olarak kullanır. İngilizlerin Gurka’larından, Şark sultanlarının Deylemli,
Çerkez ve Türkmenlerden oluşan birliklerine; T.C’nin köy korucularına kadar) ve
burjuvazinin dinsel muhalefetine dayandığından, demokrasileri arkaik ve köylü
özellikler taşır. İkisinde de Modern İşçi hareketi ve partisi, eksikliği
demokrasinin arkaik özelliklerinin nedenidir.
ABD’de Batı’daki boş topraklar İşçileri köylüleştirdiği ve
bir işçi hareketi ve geleneğine imkân tanımadığı için; İsviçre’de ise İşçi
sınıfı dağınık ve esnaf karakterli olduğu için (İsviçre saatleri de; İsviçre’deki anarşizmin geleneği ve derin kökleri
de hep bu yarı esnaf karakterle ilgilidir.) buralarda güçlü bir işçi hareketi
ve partileri olmamıştır.
İşçi Sınıfı, 19. Yüzyıl boyunca, İşçiler ve emekçilerden korkan
ve bu nedenle iyice gericileşen, Prusya gerici-şark devletçiliğinin ve
benzerlerinin arkasına saklanan burjuvazi karşısında, demokrasinin en radikal
ve tutarlı savunucusu olmuştur. Bugün batı Demokrasisi denen şey varlığını
İşçilerin mücadelesine borçludur. Ve işçi sınıfı iktidara geldiği yerlerde en
tutarlı demokrasiyi uygulamaya koymuştur. Bugünkü en ileri demokrasilerin
kenarına bile varamadıkları gerçek bir demokrasi kurmuşlardır.
Ne var ki, bu işçi iktidarları Paris’te 100 gün ve Ekim Devrimi’nde
de bir köylü denizinin ortasında, bir savaşta ve açlık içinde olmanın yarattığı
korkunç sınırlılıklarla birkaç yıldan fazla ayakta kalamamış, ezilmişler ve
karşı devrimlerle olmamışa dönmüşlerdir. Bugün dünyanın sosyalizm diye bildiği “sosyalist”
rejimler, devrim bayrağıyla yapılmış karşı devrimci şark devletçiliklerinden
başka bir şey değildir. Ne demokrasiyle, ne işçi hareketiyle, ne sosyalizmle
zerrece ilgileri yoktur ve olmamıştır.
Peki, İşçi Sınıfının siyasi biçime ilişkin talepleri, radikal
demokratik talepler, yani bir demokratik cumhuriyet nedir?
Bunları Marks, Engels Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerinde teorik olarak, bütün siyasi mücadelelerinde de pratik olarak somutlamışlardır. Sonra Lenin’in bunları Devlet ve Devrim’de bir sistemleştirme çabası olmuştur. Ancak daha sonra Stalinizmin karşı devrimiyle bütün bunlar unutulmuş ve unutturulmuştur. Kimi sosyalistler Stalinist karşı devrimi sosyalist harekete verdiği zararla ölçerler; Stalinizm esas zararı demokratik hareket ve program ve geleneklere vermiştir. İşçi hareketi bütün demokratik geleneklerini ve programını unutmuştur.
Bunları Marks, Engels Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerinde teorik olarak, bütün siyasi mücadelelerinde de pratik olarak somutlamışlardır. Sonra Lenin’in bunları Devlet ve Devrim’de bir sistemleştirme çabası olmuştur. Ancak daha sonra Stalinizmin karşı devrimiyle bütün bunlar unutulmuş ve unutturulmuştur. Kimi sosyalistler Stalinist karşı devrimi sosyalist harekete verdiği zararla ölçerler; Stalinizm esas zararı demokratik hareket ve program ve geleneklere vermiştir. İşçi hareketi bütün demokratik geleneklerini ve programını unutmuştur.
Bir kere sosyalistler, yani radikal, devrimci veya gerçek
demokratlar merkeziyetçilik ve ademi merkeziyetçilik problemini farklı
koyarlar.
Bunu önce paradoksal önermelerle formüle edelim. Duyan hem
ulusalcıların hem de liberallerin; hem AKP’lilerin hem de CHP ve MHP’lilerin tüylerini
diken diken edecek önermelerle ifade edelim.
Ama önce, Türkiye’de saçma ve yanlış bir şekilde yürüyen
tartışmaların diliyle.
Sosyalistler, yani radikal veya devrimci veya gerçek demokratlar,
“Üniter Devlet”ten yanadırlar. “Tek Bayrak, Tek Ulus, Tek Devlet”
sosyalistlerin de parolasıdır.
Sosyalistler en geniş “Ademi
Merkeziyetçilikten” yanadır. İsteyen köy, mahalle, bölge, eyalet, hatta
belli bir yerde yoğunlaşmamış insan grupları, diller, kültürler vs. istedikleri
birlikleri kurup, istedikleri bayrakları seçip istediklerini yönetici
yapabilirler. Örneğin Çerkezce Konuşanlar, istediği bayrağı seçer. Her türlü
birlikler kurup istediklerini yönetici seçebilirler.
Yani Sosyalistler, hem merkeziyetçiliğin hem de en geniş ve
gerçek ademi merkeziyetçiliğin savunucusudurlar.
Bu nasıl oluyor? Bu bir çelişki değil mi? Değil. Problem
yanlış koyulup tartışıldığı için bu anlaşılmıyor.
Bunu sosyalistlerin tüylerini diken diken edecek önermeyle
şöyle de formüle edebiliriz.
Demokratik bir cumhuriyet, ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddeder.
Demokratik bir cumhuriyette bir köy hatta bir mahalle bile isterse ayrılabilir ve bu kararı engelleyecek
herhangi bir mekanizma bulunmaz.
Bu ne demek? Bunları birbirine karşı koymaya alışmış dar kafalı
gerici milliyetçiler, liberaller, şu ortalığı kaplamış bayağılığı standart
edinmiş dar kafalı, birer milliyetçi veya liberalden farkı olmayan sosyalistler
bunu anlayamazlar. Hepsi hafıza kaybına uğramış, bildiklerini bile
unutmuşlardır. Bunları bizzat Marks-Engels-Lenin söylerler. Ama zamanında
onları okuduklarında anlamamışlardı ki unutsunlar da denebilir tabii.
Neden anlayamazlar?
Çünkü onların kafasında ulus, bir dile, tarihe, dine göre
tanımlanmış, zaten var olan ve nihayet siyasi biçimine kavuşmuş bir şeydir.
Radikal bir demokrat, bir sosyalist için ise ulusun böyle
kavranışı, gerici ulusçuların bir ulus kavrayışıdır. Karşı devrimcidir.
Demokratik bir ulusçuluk ulusu, böyle tanımlamaya karşı tanımlar.
Yani demokratik bir ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu,
ırkı, tarihi olmaz.
Yani şu gerici ulusçuların ulussuzluk dediği şey gibi bir
şeydir demokratik ulusçuluk. Çünkü ulusçuluk
politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesini savunmaktan başka bir şey
değildir.
Ama ulusal olanın
neyle tanımlanacağı, burada gerici, karşı devrimci ulusçuluk ile demokratik
ulusçuluk ayrımını yaratır.
Ulusal olanı (yani politik olanı) bir dil, din, etni, tarih,
soy, sop ile tanımlayanlar gerici ve karşı devrimci ulusçulardır.
Ulusal olanı (yani politik olanı) böyle tanımlamalara karşı
tanımlayanlar demokratik ulusçulardır.
Daha da somutlayalım. Demokratik bir ulusta, hiçbir resmi
dil olmaz, Demokratik bir ulusta, herkesin ana dilinde eğitim görme ve istediği
dili ana dil olarak seçme hakkı olur.
Ama demokratik bir ulusta herkes ana dilinde nasıl aynı biyoloji, fizik, astronomi, matematik
kitaplarını okursa, yine herkes aynı
tarih kitabını okur. Yani ulusların
tarihi olmadığına dair, bunun gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair bir
tarih kitabı okur.
Yani demokratik bir ulusta tarih kitabını tüm uluslardan,
dillerden, dinlerden, ırklardan vs. insanlar eşit olarak temsilcileriyle oturup
birlikte yazarlar. Böyle bir kitap ister istemez fiilen ulusların bir tarihi
olmadığına dair bir tarih olur.
Yani demokratik bir ulusta Kürtler Kürtçe Kürt tarihi,
Türkler Türkçe Türk tarihi, Ermeniler Ermenice Ermeni tarihi, Çerkezler
Çerkezce Çerkez tarihi okumazlar. Herkes ana dilinde ama aynı tarihi, ne Kürt,
ne Türk, ne Çerkez, ne Ermeni, ne Rum, ne Zaza, tarihi olmayan aynı tarihi okur.
Yani pratik bir çözüm olarak, bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni, bir Çerkez, bir
Zaza’nın bir araya gelip ortaklaşa yazdığı bir tarih kitabını kendi ana dilinde
okur.
Elbette ulusu (devleti, yani politik olanı) böyle tanımlamış
bir ulus, özerklik olursa bölünme olur diye bir korku duymaz. Çünkü özerklik,
özerk olunan bölgede, çok korkulan örnekle verirsek, okullarda Kürtçe mecburi olacaktır ve Kürt
Tarihi okunacaktır diye karar alamaz. Ya da Tersinden, çoğunluğun Türklerde
olduğu yerlerde, okullarda Türkçe mecburi dil olacaktır ve okullarda Türk Tarihi
okutulacaktır diye bir karar alamaz.
Bu kararı aldığı an ne mi olur?
Demokratik Cumhuriyet,
bunu insanların ana dilinde eğitim alma hakkına bir tecavüz, bir karşı devrim
olarak görür ve derhal bu kararı alan bölgeye, eyalete, köye, kasabaya savaş
ilan edip, orayı işgal eder ve tekrar isteyenin istediği ana dili seçme
hakkının olduğu, okullarda fiilen Ulusların tarihi olmadığına dair bir tarihin
okutulduğu demokratik düzeni tekrar kurar. Ayrılan bölgenin veya bu kararı alan
bölgenin çoğunluğu öyle istemiş ve bir karar almış olsa bile. Gerçek bir
demokraside çoğunluk insanların haklarına karşı karar alamaz. İnsanların ana
dilinde eğitim hakkı temel insanlık hakkıdır.
Amerikan İç Savaşı’nda kuzey eyaletleri, tam da böyle Güney
Eyaletlerine karşı savaştı. Orada ayrılma hakkı anayasal bir haktı. Ama
ayrılanlar, yurttaşları bir ırkla tanımlaması bir hak değildi ve ayrılanlar yurttaşları
bir ırkla tanımlıyorlardı. Hem de o ayrılan bölgelerin büyük çoğunluğu ırkçıydı
da. Yani ırkçılar demokratik olarak çoğunluktaydı. Ama gerçek bir demokraside,
demokratik olarak insanların demokratik haklarına karşı karar alınamaz. Eğer
Amerika bu ayrılanlara savaş açıp onları ezmeseydi veya Güney bu savaşta galip
olsaydı, ABD bugün en kötü Güney Amerika ülkesinden bile daha kötü bir durumda
olurdu.
Elbet isteyen Kürt Tarihi da okuyabilir, Türk tarihi de
okuyabilir eğer Kürtlerin veya Türklerin bir tarihi olduğuna dair bir inancı
varsa. Ama bunu tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki din eğitimi gibi, okul
dışında istediği Kürt Kültürü ve tarihi veya Türk kültürü ve Tarihi
derneklerinde yapabilir. Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni olmanın Beşiktaşlı,
Fenerbahçeli veya Galatasaylı olmaktan farkı olmaz demokratik bir cumhuriyette.
Ama nasıl insanların bir takim tutmama hakkı varsa, aynı
şekilde kendilerini ulussuz ve dinsiz sayma hakları da olur. Aynı şekilde Kürtlerin
veya Türklerin tarihi olmadığına dair görüşlerini yayma, bunun için birlikler
kurma hakları da olur. Devletin tek yapacağı bu hakları garantiye almak ve
savunmaktır. Çünkü bütün bunlar hep fikir ve inanç özgürlüğünün konusudurlar.
Şimdi böyle bir demokratik cumhuriyette, isterse bir köy,
hatta bir şehrin bir mahallesi bile ayrılabilir. Yeter ki insanların ana
dilinde eğitim yapma haklarına dokunmasın. Yeter ki, okulları ayırmasın. Bir ırk,
dil ya da dinden insanların tarihini okumaya zorlamasın. (Bu olmadığı sürece
de, zaten birleşme günümüzde ekonominin bir zorunluluğu olduğundan bu durumda
fiilen bir ayrılma olmaz.)
Ama sadece bu kadar da değildir. İşin bir de örgütlenme kısmı
var.
Böyle bir Demokratik Cuhuriyet’te tüm idari birimler, tam
bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlardan oluşur. Hiç
biri merkezi olarak atanmaz veya Merkezin bunları atama ve değiştirme yetkisi
bulunmaz. Tüm mahalli emniyet güçleri bu seçilmiş organların emrinde olur.
Evet, işte bu tamı tamına “üniter devlet”tir. Tüm devlette
aynı haklar, aynı görevler geçerlidir. Bir yerde herkesin ana dilinde eğitim
hakkı öbür yerde Türkçe eğitim zorunluluğu gibi saçmalıklar olmaz. Bu devlet
demokratik tek biçimliliğini (üniterliğini) savunur.
Ama aynı zamanda bu devlet tamamen ademi merkeziyetçidir.
Ulus bir bakıma tamamen kendi kendini yöneten komünlerin, mahalli birimlerin
gönüllü birliğinden oluşur ve isteyen ayrılabilir temel haklara dokunmadığı
sürece. Mahalli birimler gücü istedikleri alanlarda ancak gönüllü olarak
merkezi birliğe devrederler.
Yani örneğin, iktisadi ilişkiler gerektirdiği için, bu daha rasyonel
olacağı için, ortak bir paramız olsun, para politikasının belirlenmesini bu
ortak merkezi organa aktaralım diyebilirler. Bir eğitim sistemini kurmak ve
yaşatmak tek tek her kasaba, köy, eyalet için çok masraflı hatta olanaksız
olacağından, bunu ortaklaşa organize edelim diyebilirler.
Merkezi aygıt kendi bileşenlerinin verdiği yetkiler kadar
merkezidir. Demokratik cilalı gerici bir cumhuriyette, merkezi bir organ
mahallilerin haklarını ve sınırlarını belirler. Demokratik bir Cumhuriyette;
mahalli olanlar merkezin haklarını ve sınırlarını belirler.
Şark devletinde, merkez belirler bölgesel olanı; demokratik
cumhuriyette mahalli olanlar belirler neyin ne kadar merkezi olacağını.
Türkiye’de henüz doğru dürüst demokrat yok böyle radikal bir
demokrasiyi savunacak. Onun için de demokrasi yok.
Kimse hala merkezi devlet cihazına dokunmayı aklıdan bile
geçirmiyor. Bu merkezi devlet cihazı parçalanıp, demokratik bir devlet cihazı
kurulmadan Demokrasinin D’si bile gelmez bu topraklara.
Kimse hala, ulusun bir dille, dinle, tarihle tanımlanmasına
karşı; anadilde eğitim hakkını (anadil eğitimi değil) savunmuyor.
Demokratik bir cumhuriyette anadilde eğitim hakkı olan yurttaşlar,
diyelim ki, pratik yararlılığını göz önüne alarak, derslerin üçüncü sınıftan
sonra İngilizce verilmesine karar verebilirler. Bu resmi bir dil anlamına
gelmez. Haklar bakidir, pratik ihtiyaçlarla, tıpkı belli işleri merkezi bir
organa devretmek gibi, pratik bir çözümdür. Siyasi bir konu değildir bu. En çok
karıştırılan konulardan biri de budur. Elbet isteyen hayır ben ana dilimde
eğitim göreceğim diyebilir. Bun devlet ona sağlamakla yükümlüdür. Ama bu ona
fiilen bir avantaj sağlamayacağından insanlar siyasi bir zorunluluk nedeniyle
değil, bütünüyle pratik ihtiyaçlar nedeniyle başka bir dilde eğitim yaparlar.
Hala özerklikten Kürt milliyetçileri, Kürtlerin çoğunlukta
olduğu bölgelerde Kürtçenin resmi dil olmasını ve okullarda Kürt tarihi
okutulmasını, ama azınlıkların da ek derslerde kendi dillerini
öğrenebileceklerini; Türk Milliyetçileri de Türklerin çoğunlukta olduğu
bölgelerde, Türkçenin resmi dil olmasını, azınlıkların ek derslerde kendi
dillerini öğrenmesini anlıyor. Bu anlayışın demokrasi ve demokratik
cumhuriyetle ilgisi yoktur. Bu iki gerici ulusun ve ulusçuluğun biraz reforme
edilmiş bir ittifakından başka bir anlama gelmez..
Bunun nasıl ilk krizde katliamlara yol açacağını Balkan
ulusları defalarca gösterdi. Böyle bir cumhuriyet Demokratik Bir Cumhuriyet
DEĞİLDİR.
Bu nedenle Sosyalistlerin ve Wilson’un savunduğu Lenin’in formüle
ettiği “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
gerici milliyetçiliğin bir talebidir. Bu nedenle Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz” parolası, ulusları dille, dinle,
tarihle tanımlanmış birimler olarak anladıkları için, gerici milliyetçiliğin parolalarıdır.
Radikal demokratın, gerçekten sosyalistin parolası: “Ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle
tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen
bir ulus ancak özgür olabilir”dir.
*
Şimdi bu ön bilgiler ışığında başkanlık sistemi tartışmasına
veya Eyalet Tartışmasına bakalım.
Demokratik bir Cumhuriyet’te isteyen bölgeler istedikleri
biçimde birlikler kurabilirler. Çay üretiminde yoğunlaşmış iller Çay üretenler eyaletini
kurabilirler. Bütçelerinden bu ortak birliğin masrafını karşılayacak fonlar
ayırabilirler.
Demokratik bir Cumhuriyette, eyaletlerin var olup
olmayacağını bir anayasa belirlemez. İstediğiyle istediği birlikleri kurmaya her
birimin zaten hakkı vardır. Nasıl her vatandaş istediği birliğe girebilir,
ayrılabilirse öyle.
Demokratik bir Cumhuriyette, eyalet sistemine merkezi idare
karar vermez. Kimlerle birleşerek bir eyalet oluşturacaklarına bizzat mahalli
birimler kendileri karar verirler.
Keza hangi köyün hangi ilçeye, hangi ilçenin hangi şehre
bağlanacağına da öyle. Bugünkü keyfi, bürokratik ve saçma idari bölünmeler de
ancak böyle ortadan kalkar.
Şimdi böyle bir Cumhuriyet’te, gerçek yetkinin seçilmiş
organlarla yönetilen birimlerde olduğu bir cumhuriyette, ortaklaşa merkezi
yönetim organında bir bakanlar kurulu mu olacak yoksa bir başkanın yönetiminde
danışman bakanlar mı olacak sorunu bütünüyle ikincil bir sorun olarak ortaya
çıkar. Aslında pratik bakımdan her ikisinin de kendine göre avantajları ve
dezavantajları vardır.
O demokratik Cumhuriyetteki yurttaşlar ve onların seçtikleri
temsilciler, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında bunun hangisinin
daha pratik olacağına tartışıp karar veriler. İstedikleri zaman da denemelerine
göre kararlarını değiştirebilirler.
Ama ne fikir ve örgütlenme özgürlüğü varken, ne ulusun tanımı
demokratik olarak yapılmışken, ulus hala Türklükle ve Türklük te fiilen bir
ırkla ve dinle tanımlanmışken; merkezi, Firavun ve Nemrutlar çağından kalma
devlet olduğu gibi yerinde duruyorken; merkezi yapı bütün kaymakam, vali ve tüm
diğer memurları atıyorken, eyalet ve başkanlık tartışmasına girmek, ezilenlerin
gözüne kül atmaktır.
BDP de maalesef bu oyuna ortak olmakta hatta kendi ayağına
böylece kurşun sıkmaktadır.
Başkanlık ve Eyalet tartışmasını tartışmaya açmalıdır
Bu tartışmanın gerici karakterini göstermekte
yoğunlaşmalıdır.
Demir Küçükaydın
02 Nisan 2013 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder