2 Nisan 2013 Salı

Yanlış Tartışma: Başkanlık ve Eyalet


Kürt Özgürlük Hareketi bir süredir yanlış bir tartışmayı canlandırmış ve o tartışmaya girmiş bulunuyor. Başkanlık ve Eyalet tartışmasını bugünkü egemenlerin koyuş biçimi içinde tartışıp, bu tartışmanın kendisini tartışma konusu yapmıyor. Dolayısıyla halkın demokratik eğitiminden fiilen kaçmış oluyor.
Bunun için açıklamaya alfabesinden başlamak gerekiyor.
Gerçek Radikal Demokrasi bu sorunu nasıl koyar?
Gerçek Radikal Demokrasinin temel ilkeleri nelerdir?
Birincisi, Türkiye, hiçbir şekilde demokratik bir ülke değildir. Türkiye’de demokrasinin zerresi yoktur. Türkiye’de bütün iktidar merkezi bürokratik bir aygıttadır ve yurttaşların garanti edilmiş hiçbir gerçek hakkı yoktur. Bugün hak gibi görülenler sadece bu yokluğun görülmesini engelleyen, bu ayıbı örten asma yapraklarıdır. Meclis’ten seçimlere kadar hepsi böyledir. Zaten devlet uygun gördüğünde bütün bunları geri alabilmektedir ve buna karşı aslında fiili hiçbir güç bulunmamaktadır.

İkincisine gelince.
Öncelikle şunu bilmekte yarar var. Bugün dünyadaki hiçbir ülke yeterince demokratik değildir. En ideal gibi görünen ABD, İsviçre ve Kuzey Avrupa ülkeleri bile yeterince demokratik olmaktan çok uzaktırlar. Bunları hiç biri günümüzün demokrasi mücadeleleri için örnek olamazlar.
Çünkü hem onlar kuruluşlarında egemen sınıf olan burjuvazinin ezilenlerden korkusu nedeniyle yeterince demokrat değildirler; hem de kuruldukları tarihsel koşulların etkileri nedeniyle geçmişle aşırı damgalıdırlar.
Örneğin ABD demokrasisi, Kralların İmparatorların egemen olduğu bir dünyada kurulmuştu bu nedenle Başkan’a adeta seçilmiş bir kralın yetkilerini veriyordu.
Öte yandan ABD demokrasisi, burjuva devriminin ideallerinin Protestanlık, Püritenlik gibi dinsel biçimlerinden (İngiltere), din dışı tanımlanış biçimlerine (1791-1793 Fransız Devrimi Dönemi) geçiş döneminin izleri taşır. (Örneğin hala dinsel yeminler ve sembollerin kullanılışı vs.. Din’in aynı zamanda politik olanın tanımlanmasındaki etkileri vs..)
Bugünkü Radikal Demokrasinin dünyada savunması gereken demokrasiye en yakın sayılabilecek ülkeler Kuzey Avrupa Ülkeleridir. Çünkü orada demokrasi tarihsel koşulların sunduğu, Komün’den uygarlığa kapitalizmle birlikte ve çok geç geçmeleri nedeniyle, adeta bir bayrak yarışında gibi, komünal gelenekler, burjuvazi ve işçi sınıfının eliyle kurulduğundan böyledirler.
Önce komünal geleneklerin güçlülüğü ve derinliği, Şark devletçiliğine, mutlak iktidarı elinde bulunan merkezi devlete ve Kral’a, firavunluğa ve nemrutluğa olanak tanımamıştır. Bunun en güzel örneği, bizzat bugün demokrasinin doğuşu olarak görülen Magna Karta’dır. Orada Aşiret Şefleri, Kral’a Nemrutlaşmak, Firavunlaşmak isteyene, dur demiştir.
Yine aynı komünal geleneklerin gücü Asya Devletçiliğinin Ruh-ül Habis’i Katolik Kilisesi’ni tanımayarak, daha sonra da Püriten Devrimi’ni yaparak. Asyalı merkezi devleti ve onun yayılışını, ilk kez kuzeyin okyanus kıyılarında durdurabilmiştir.
Asyalılık, Firavunlar Nemrutlar devleti ve devletçiliği, ilk yenilgisini, uygarlığa ve merkezi devlete tam bulaşmamış; Roma istilasıyla bulaşmışlığı da sonra Norman (Viking) akınlarıyla tekrar yıkanıp temizlenmiş Britanya adalarında tatmıştır. Bu yenilgi üzerinden orada daha sonra demokrasi kurumlaşıp kapitalizm gelişebilmiştir.
Burjuvazinin Protestanlık-Püritenlik biçimindeki partisi tüm demokratik ve devrimci gücünü yitirip gericileştiğinde ise tarih sahnesine Demokrasinin en temel savunucusu olarak genç ve dinamik İşçi Sınıfı çıkmıştır. Çartistler (İşçi Sınıfının Partisi) genel oy ve sosyal adalet politikalarının savunucusu olmuştur. Neredeyse bütün Kuzey Avrupa ülkelerinde benzer süreç görülür. Bu nedenle biraz paradoksal bir şekilde dünyadaki bütün köklü demokrasiler birer krallıktır. Ama o krallıklarda, kralların Şark’ın bir jandarma veya polis karakolundaki jandarma veya polis kadar olsun insanların kaderi üzerinde etkisi ve yetkisi yoktur.
Doğu ve Batı’nın farkı her şeyden önce merkezi ve mutlak egemen devlet ile böyle bir devlet cihazının yokluğunda toplanır.
Kuzey Avrupa ülkelerine nispetle Amerika ve İsviçre gibi ülkeler bile, bu nedenle, modern işçi sınıfı hareketinin, demokrasi bayrağını alışından yoksun kaldıkları için; demokrasileri sadece komünal geleneklere (Örneğin İsviçre’deki kantonlar bu komünal geleneklerin göstergesidir. Hatta Papa’nın askerlerinin İsviçreli olması bile bunun bir görünümüdür. Uygarlık Komün’ü aynı zamanda her zaman Ücretli Asker olarak kullanır. İngilizlerin Gurka’larından, Şark sultanlarının Deylemli, Çerkez ve Türkmenlerden oluşan birliklerine; T.C’nin köy korucularına kadar) ve burjuvazinin dinsel muhalefetine dayandığından, demokrasileri arkaik ve köylü özellikler taşır. İkisinde de Modern İşçi hareketi ve partisi, eksikliği demokrasinin arkaik özelliklerinin nedenidir.
ABD’de Batı’daki boş topraklar İşçileri köylüleştirdiği ve bir işçi hareketi ve geleneğine imkân tanımadığı için; İsviçre’de ise İşçi sınıfı dağınık ve esnaf karakterli olduğu için (İsviçre saatleri de;  İsviçre’deki anarşizmin geleneği ve derin kökleri de hep bu yarı esnaf karakterle ilgilidir.) buralarda güçlü bir işçi hareketi ve partileri olmamıştır.
İşçi Sınıfı, 19. Yüzyıl boyunca, İşçiler ve emekçilerden korkan ve bu nedenle iyice gericileşen, Prusya gerici-şark devletçiliğinin ve benzerlerinin arkasına saklanan burjuvazi karşısında, demokrasinin en radikal ve tutarlı savunucusu olmuştur. Bugün batı Demokrasisi denen şey varlığını İşçilerin mücadelesine borçludur. Ve işçi sınıfı iktidara geldiği yerlerde en tutarlı demokrasiyi uygulamaya koymuştur. Bugünkü en ileri demokrasilerin kenarına bile varamadıkları gerçek bir demokrasi kurmuşlardır.
Ne var ki, bu işçi iktidarları Paris’te 100 gün ve Ekim Devrimi’nde de bir köylü denizinin ortasında, bir savaşta ve açlık içinde olmanın yarattığı korkunç sınırlılıklarla birkaç yıldan fazla ayakta kalamamış, ezilmişler ve karşı devrimlerle olmamışa dönmüşlerdir. Bugün dünyanın sosyalizm diye bildiği “sosyalist” rejimler, devrim bayrağıyla yapılmış karşı devrimci şark devletçiliklerinden başka bir şey değildir. Ne demokrasiyle, ne işçi hareketiyle, ne sosyalizmle zerrece ilgileri yoktur ve olmamıştır.
Peki, İşçi Sınıfının siyasi biçime ilişkin talepleri, radikal demokratik talepler, yani bir demokratik cumhuriyet nedir?
Bunları Marks, Engels Gotha ve Erfurt programlarının eleştirilerinde teorik olarak, bütün siyasi mücadelelerinde de pratik olarak somutlamışlardır. Sonra Lenin’in bunları Devlet ve Devrim’de bir sistemleştirme çabası olmuştur. Ancak daha sonra Stalinizmin karşı devrimiyle bütün bunlar unutulmuş ve unutturulmuştur. Kimi sosyalistler Stalinist karşı devrimi sosyalist harekete verdiği zararla ölçerler; Stalinizm esas zararı demokratik hareket ve program ve geleneklere vermiştir.  İşçi hareketi bütün demokratik geleneklerini ve programını unutmuştur.
Bir kere sosyalistler, yani radikal, devrimci veya gerçek demokratlar merkeziyetçilik ve ademi merkeziyetçilik problemini farklı koyarlar.
Bunu önce paradoksal önermelerle formüle edelim. Duyan hem ulusalcıların hem de liberallerin; hem AKP’lilerin hem de CHP ve MHP’lilerin tüylerini diken diken edecek önermelerle ifade edelim.
Ama önce, Türkiye’de saçma ve yanlış bir şekilde yürüyen tartışmaların diliyle.
Sosyalistler, yani radikal veya devrimci veya gerçek demokratlar, “Üniter Devlet”ten yanadırlar. “Tek Bayrak, Tek Ulus, Tek Devlet” sosyalistlerin de parolasıdır.
Sosyalistler en geniş “Ademi Merkeziyetçilikten” yanadır. İsteyen köy, mahalle, bölge, eyalet, hatta belli bir yerde yoğunlaşmamış insan grupları, diller, kültürler vs. istedikleri birlikleri kurup, istedikleri bayrakları seçip istediklerini yönetici yapabilirler. Örneğin Çerkezce Konuşanlar, istediği bayrağı seçer. Her türlü birlikler kurup istediklerini yönetici seçebilirler.
Yani Sosyalistler, hem merkeziyetçiliğin hem de en geniş ve gerçek ademi merkeziyetçiliğin savunucusudurlar.
Bu nasıl oluyor? Bu bir çelişki değil mi? Değil. Problem yanlış koyulup tartışıldığı için bu anlaşılmıyor.
Bunu sosyalistlerin tüylerini diken diken edecek önermeyle şöyle de formüle edebiliriz.
Demokratik bir cumhuriyet, ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddeder.
Demokratik bir cumhuriyette bir köy hatta bir mahalle bile isterse ayrılabilir ve bu kararı engelleyecek herhangi bir mekanizma bulunmaz.
Bu ne demek? Bunları birbirine karşı koymaya alışmış dar kafalı gerici milliyetçiler, liberaller, şu ortalığı kaplamış bayağılığı standart edinmiş dar kafalı, birer milliyetçi veya liberalden farkı olmayan sosyalistler bunu anlayamazlar. Hepsi hafıza kaybına uğramış, bildiklerini bile unutmuşlardır. Bunları bizzat Marks-Engels-Lenin söylerler. Ama zamanında onları okuduklarında anlamamışlardı ki unutsunlar da denebilir tabii.
Neden anlayamazlar?
Çünkü onların kafasında ulus, bir dile, tarihe, dine göre tanımlanmış, zaten var olan ve nihayet siyasi biçimine kavuşmuş bir şeydir.
Radikal bir demokrat, bir sosyalist için ise ulusun böyle kavranışı, gerici ulusçuların bir ulus kavrayışıdır. Karşı devrimcidir. Demokratik bir ulusçuluk ulusu, böyle tanımlamaya karşı tanımlar.
Yani demokratik bir ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, tarihi olmaz.
Yani şu gerici ulusçuların ulussuzluk dediği şey gibi bir şeydir demokratik ulusçuluk. Çünkü ulusçuluk politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesini savunmaktan başka bir şey değildir.
Ama ulusal olanın neyle tanımlanacağı, burada gerici, karşı devrimci ulusçuluk ile demokratik ulusçuluk ayrımını yaratır.
Ulusal olanı (yani politik olanı) bir dil, din, etni, tarih, soy, sop ile tanımlayanlar gerici ve karşı devrimci ulusçulardır.
Ulusal olanı (yani politik olanı) böyle tanımlamalara karşı tanımlayanlar demokratik ulusçulardır.
Daha da somutlayalım. Demokratik bir ulusta, hiçbir resmi dil olmaz, Demokratik bir ulusta, herkesin ana dilinde eğitim görme ve istediği dili ana dil olarak seçme hakkı olur.
Ama demokratik bir ulusta herkes ana dilinde nasıl aynı biyoloji, fizik, astronomi, matematik kitaplarını okursa, yine herkes aynı tarih kitabını okur. Yani ulusların tarihi olmadığına dair, bunun gerici ulusçuluğun bir yalanı olduğuna dair bir tarih kitabı okur.
Yani demokratik bir ulusta tarih kitabını tüm uluslardan, dillerden, dinlerden, ırklardan vs. insanlar eşit olarak temsilcileriyle oturup birlikte yazarlar. Böyle bir kitap ister istemez fiilen ulusların bir tarihi olmadığına dair bir tarih olur.
Yani demokratik bir ulusta Kürtler Kürtçe Kürt tarihi, Türkler Türkçe Türk tarihi, Ermeniler Ermenice Ermeni tarihi, Çerkezler Çerkezce Çerkez tarihi okumazlar. Herkes ana dilinde ama aynı tarihi, ne Kürt, ne Türk, ne Çerkez, ne Ermeni, ne Rum, ne Zaza, tarihi olmayan aynı tarihi okur. Yani pratik bir çözüm olarak, bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni, bir Çerkez, bir Zaza’nın bir araya gelip ortaklaşa yazdığı bir tarih kitabını kendi ana dilinde okur.
Elbette ulusu (devleti, yani politik olanı) böyle tanımlamış bir ulus, özerklik olursa bölünme olur diye bir korku duymaz. Çünkü özerklik, özerk olunan bölgede, çok korkulan örnekle verirsek,  okullarda Kürtçe mecburi olacaktır ve Kürt Tarihi okunacaktır diye karar alamaz. Ya da Tersinden, çoğunluğun Türklerde olduğu yerlerde, okullarda Türkçe mecburi dil olacaktır ve okullarda Türk Tarihi okutulacaktır diye bir karar alamaz.
Bu kararı aldığı an ne mi olur?
 Demokratik Cumhuriyet, bunu insanların ana dilinde eğitim alma hakkına bir tecavüz, bir karşı devrim olarak görür ve derhal bu kararı alan bölgeye, eyalete, köye, kasabaya savaş ilan edip, orayı işgal eder ve tekrar isteyenin istediği ana dili seçme hakkının olduğu, okullarda fiilen Ulusların tarihi olmadığına dair bir tarihin okutulduğu demokratik düzeni tekrar kurar. Ayrılan bölgenin veya bu kararı alan bölgenin çoğunluğu öyle istemiş ve bir karar almış olsa bile. Gerçek bir demokraside çoğunluk insanların haklarına karşı karar alamaz. İnsanların ana dilinde eğitim hakkı temel insanlık hakkıdır.
Amerikan İç Savaşı’nda kuzey eyaletleri, tam da böyle Güney Eyaletlerine karşı savaştı. Orada ayrılma hakkı anayasal bir haktı. Ama ayrılanlar, yurttaşları bir ırkla tanımlaması bir hak değildi ve ayrılanlar yurttaşları bir ırkla tanımlıyorlardı. Hem de o ayrılan bölgelerin büyük çoğunluğu ırkçıydı da. Yani ırkçılar demokratik olarak çoğunluktaydı. Ama gerçek bir demokraside, demokratik olarak insanların demokratik haklarına karşı karar alınamaz. Eğer Amerika bu ayrılanlara savaş açıp onları ezmeseydi veya Güney bu savaşta galip olsaydı, ABD bugün en kötü Güney Amerika ülkesinden bile daha kötü bir durumda olurdu.
Elbet isteyen Kürt Tarihi da okuyabilir, Türk tarihi de okuyabilir eğer Kürtlerin veya Türklerin bir tarihi olduğuna dair bir inancı varsa. Ama bunu tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki din eğitimi gibi, okul dışında istediği Kürt Kültürü ve tarihi veya Türk kültürü ve Tarihi derneklerinde yapabilir. Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni olmanın Beşiktaşlı, Fenerbahçeli veya Galatasaylı olmaktan farkı olmaz demokratik bir cumhuriyette.
Ama nasıl insanların bir takim tutmama hakkı varsa, aynı şekilde kendilerini ulussuz ve dinsiz sayma hakları da olur. Aynı şekilde Kürtlerin veya Türklerin tarihi olmadığına dair görüşlerini yayma, bunun için birlikler kurma hakları da olur. Devletin tek yapacağı bu hakları garantiye almak ve savunmaktır. Çünkü bütün bunlar hep fikir ve inanç özgürlüğünün konusudurlar.
Şimdi böyle bir demokratik cumhuriyette, isterse bir köy, hatta bir şehrin bir mahallesi bile ayrılabilir. Yeter ki insanların ana dilinde eğitim yapma haklarına dokunmasın. Yeter ki, okulları ayırmasın. Bir ırk, dil ya da dinden insanların tarihini okumaya zorlamasın. (Bu olmadığı sürece de, zaten birleşme günümüzde ekonominin bir zorunluluğu olduğundan bu durumda fiilen bir ayrılma olmaz.)
Ama sadece bu kadar da değildir. İşin bir de örgütlenme kısmı var.
Böyle bir Demokratik Cuhuriyet’te tüm idari birimler, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlardan oluşur. Hiç biri merkezi olarak atanmaz veya Merkezin bunları atama ve değiştirme yetkisi bulunmaz. Tüm mahalli emniyet güçleri bu seçilmiş organların emrinde olur.
Evet, işte bu tamı tamına “üniter devlet”tir. Tüm devlette aynı haklar, aynı görevler geçerlidir. Bir yerde herkesin ana dilinde eğitim hakkı öbür yerde Türkçe eğitim zorunluluğu gibi saçmalıklar olmaz. Bu devlet demokratik tek biçimliliğini (üniterliğini) savunur.
Ama aynı zamanda bu devlet tamamen ademi merkeziyetçidir. Ulus bir bakıma tamamen kendi kendini yöneten komünlerin, mahalli birimlerin gönüllü birliğinden oluşur ve isteyen ayrılabilir temel haklara dokunmadığı sürece. Mahalli birimler gücü istedikleri alanlarda ancak gönüllü olarak merkezi birliğe devrederler.
Yani örneğin, iktisadi ilişkiler gerektirdiği için, bu daha rasyonel olacağı için, ortak bir paramız olsun, para politikasının belirlenmesini bu ortak merkezi organa aktaralım diyebilirler. Bir eğitim sistemini kurmak ve yaşatmak tek tek her kasaba, köy, eyalet için çok masraflı hatta olanaksız olacağından, bunu ortaklaşa organize edelim diyebilirler.
Merkezi aygıt kendi bileşenlerinin verdiği yetkiler kadar merkezidir. Demokratik cilalı gerici bir cumhuriyette, merkezi bir organ mahallilerin haklarını ve sınırlarını belirler. Demokratik bir Cumhuriyette; mahalli olanlar merkezin haklarını ve sınırlarını belirler.
Şark devletinde, merkez belirler bölgesel olanı; demokratik cumhuriyette mahalli olanlar belirler neyin ne kadar merkezi olacağını.
Türkiye’de henüz doğru dürüst demokrat yok böyle radikal bir demokrasiyi savunacak. Onun için de demokrasi yok.
Kimse hala merkezi devlet cihazına dokunmayı aklıdan bile geçirmiyor. Bu merkezi devlet cihazı parçalanıp, demokratik bir devlet cihazı kurulmadan Demokrasinin D’si bile gelmez bu topraklara.
Kimse hala, ulusun bir dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı; anadilde eğitim hakkını (anadil eğitimi değil) savunmuyor.
Demokratik bir cumhuriyette anadilde eğitim hakkı olan yurttaşlar, diyelim ki, pratik yararlılığını göz önüne alarak, derslerin üçüncü sınıftan sonra İngilizce verilmesine karar verebilirler. Bu resmi bir dil anlamına gelmez. Haklar bakidir, pratik ihtiyaçlarla, tıpkı belli işleri merkezi bir organa devretmek gibi, pratik bir çözümdür. Siyasi bir konu değildir bu. En çok karıştırılan konulardan biri de budur. Elbet isteyen hayır ben ana dilimde eğitim göreceğim diyebilir. Bun devlet ona sağlamakla yükümlüdür. Ama bu ona fiilen bir avantaj sağlamayacağından insanlar siyasi bir zorunluluk nedeniyle değil, bütünüyle pratik ihtiyaçlar nedeniyle başka bir dilde eğitim yaparlar.
Hala özerklikten Kürt milliyetçileri, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde Kürtçenin resmi dil olmasını ve okullarda Kürt tarihi okutulmasını, ama azınlıkların da ek derslerde kendi dillerini öğrenebileceklerini; Türk Milliyetçileri de Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde, Türkçenin resmi dil olmasını, azınlıkların ek derslerde kendi dillerini öğrenmesini anlıyor. Bu anlayışın demokrasi ve demokratik cumhuriyetle ilgisi yoktur. Bu iki gerici ulusun ve ulusçuluğun biraz reforme edilmiş bir ittifakından başka bir anlama gelmez..
Bunun nasıl ilk krizde katliamlara yol açacağını Balkan ulusları defalarca gösterdi. Böyle bir cumhuriyet Demokratik Bir Cumhuriyet DEĞİLDİR.
Bu nedenle Sosyalistlerin ve Wilson’un savunduğu Lenin’in formüle ettiği “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gerici milliyetçiliğin bir talebidir. Bu nedenle Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz” parolası, ulusları dille, dinle, tarihle tanımlanmış birimler olarak anladıkları için, gerici milliyetçiliğin parolalarıdır.
Radikal demokratın, gerçekten sosyalistin parolası: “Ulusu bir dille, bir dinle, bir tarihle tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen bir ulus ancak özgür olabilir”dir.
*
Şimdi bu ön bilgiler ışığında başkanlık sistemi tartışmasına veya Eyalet Tartışmasına bakalım.
Demokratik bir Cumhuriyet’te isteyen bölgeler istedikleri biçimde birlikler kurabilirler. Çay üretiminde yoğunlaşmış iller Çay üretenler eyaletini kurabilirler. Bütçelerinden bu ortak birliğin masrafını karşılayacak fonlar ayırabilirler.
Demokratik bir Cumhuriyette, eyaletlerin var olup olmayacağını bir anayasa belirlemez. İstediğiyle istediği birlikleri kurmaya her birimin zaten hakkı vardır. Nasıl her vatandaş istediği birliğe girebilir, ayrılabilirse öyle.
Demokratik bir Cumhuriyette, eyalet sistemine merkezi idare karar vermez. Kimlerle birleşerek bir eyalet oluşturacaklarına bizzat mahalli birimler kendileri karar verirler.
Keza hangi köyün hangi ilçeye, hangi ilçenin hangi şehre bağlanacağına da öyle. Bugünkü keyfi, bürokratik ve saçma idari bölünmeler de ancak böyle ortadan kalkar.
Şimdi böyle bir Cumhuriyet’te, gerçek yetkinin seçilmiş organlarla yönetilen birimlerde olduğu bir cumhuriyette, ortaklaşa merkezi yönetim organında bir bakanlar kurulu mu olacak yoksa bir başkanın yönetiminde danışman bakanlar mı olacak sorunu bütünüyle ikincil bir sorun olarak ortaya çıkar. Aslında pratik bakımdan her ikisinin de kendine göre avantajları ve dezavantajları vardır.
O demokratik Cumhuriyetteki yurttaşlar ve onların seçtikleri temsilciler, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında bunun hangisinin daha pratik olacağına tartışıp karar veriler. İstedikleri zaman da denemelerine göre kararlarını değiştirebilirler.
Ama ne fikir ve örgütlenme özgürlüğü varken, ne ulusun tanımı demokratik olarak yapılmışken, ulus hala Türklükle ve Türklük te fiilen bir ırkla ve dinle tanımlanmışken; merkezi, Firavun ve Nemrutlar çağından kalma devlet olduğu gibi yerinde duruyorken; merkezi yapı bütün kaymakam, vali ve tüm diğer memurları atıyorken, eyalet ve başkanlık tartışmasına girmek, ezilenlerin gözüne kül atmaktır.
BDP de maalesef bu oyuna ortak olmakta hatta kendi ayağına böylece kurşun sıkmaktadır.
Başkanlık ve Eyalet tartışmasını tartışmaya açmalıdır
Bu tartışmanın gerici karakterini göstermekte yoğunlaşmalıdır.

Demir Küçükaydın
02 Nisan 2013 Salı


Hiç yorum yok: